30 Ekim 2019

“Allah katında din İslam’dır”



Çok seslilikle çok konuşmayı, çok kültürlülükle çok bozulmayı, çok dinlilikle çok dinsizliği karıştırmaya başlayışımızın üzerinden çok uzun zamanlar geçti. İnsanlar, bir kere Allah’ın dininden uzaklaşmayı ama yanında imiş gibi görünmeyi keşfedince devamı geldi.

Bu ikiyüzlülüğün, -hadi açık söyleyelim- bu münafıklığın, sıradanlaşması için gerekli bütün mazeret ve izahatlar, halimizi örtecek karanlık örtüler, maskeler ve eldivenler, hatta şapkalar bulundu ve firavunun sihirbazlarının derin karanlıkları olan şapkalarını kullanmak, neredeyse hepimizin başına şıp diye oturuverdi.

İmanı avucumuza aldık ama ne hikmetse yanmıyoruz!

İslam’ı başımıza tac ettik ama aleme sultan olmuyoruz!

Yetmedi tabi bütün bunlar, şeytan her zaman daha ötesini istedi, istiyor ve isteyecek. Olduğu yerde yalnız kalmak istemiyor şeytan, yanına dostlar ve arkadaşlar, yoldaşlar toplamanın derdinde…

İslam’ın insanın yaratılışı ile ilgili temel bilgilerinden birisi olarak; Adem(a) ile başlayan ve Muhammed(sas) ile sona eren risalet/peygamberlik zincirinin bütün halkaları İslam dinini tebliğ ile vazifelidirler ve tamamı Müslümandır.

İbrahim Müslümandır, Davud, Süleyman, Yakub, Yusuf ve adlarını bildiğimiz ya da bilmediğimiz, tüm peygamberler Müslümandır. Meryem oğlu İsa da Müslümandır. (Allah’ın selamı hepsinin üzerlerine olsun)

“Muhakkak Allah katında din İslam’dır. Kitap verilenler (yahudi ve hristiyanlar), ancak kendilerine ilim geldikten sonradır ki, aralarındaki hak tanımazlık yüzünden ayrılığa düştüler. Allah’ın ayetlerini inkâr edenler bilmelidirler ki Allah’ın hesabı çok çabuktur.” (Ali İmran 19)

“Kim İslam’dan başka bir din ararsa, bilsin ki bu kendisinden asla kabul edilmeyecek ve o ahirette hüsrana uğrayanlardan olacaktır.” (Ali İmran 85)

“Ehl-i kitap’tan ve müşriklerden kafirler, içinde ebedi olarak kalacakları cehennem ateşindedirler. İşte yaratılmışların en şerlileri onlardır.” (Beyyine 6)

“O, Nuh’a buyurduklarını, sana vahyettiklerimizi, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya buyurduklarımızı size din kıldı ki o dini ayakta tutasınız, o konuda ayrılığa düşmeyesiniz. Kendilerini davet ettiğin bu din müşriklere ağır geldi. Allah dilediğini seçer ve kendisine yöneleni doğruya iletir.” (Şura 13)

Bu ve benzeri ayetlerden ve Rasulullah(sas)’in hadis ve siretinden ortaya çıkan, salih ve sahih tüm geçmiş Müslümanların üzerinde ittifak ettikleri bir gerçek olarak; İslam’dan başka bir dine mensup olan birine cennet haramdır.

Yahudilik ve Hristiyanlık; Allah(cc)’ın dini değil, Allah(cc)’ın dininin tahrif edilmesi sonucu ortaya çıkan insanların sapkınlığının ismidir. Dolayısıyla, “üç ilahi din” gibi tamlamalar da tamamen batıl ve saçma yaklaşımlardır. Zira ilahi olan tek din İslam’dır!

Burada anlatılmakla ve izah edilmekle bitmeyecek kadar, muhkem ve mutlak deliller neticesinde idrak edilmesi gereken, İslam itikadına göre Yahudi ve Hristiyanların cennete değil cehenneme girecekleridir. Tevbe edip İslam’a dönmedikçe onları bekleyen akıbet budur.

Bazı Ehli Sünnet düşmanı, hoca kılıklı soytarıların, ısrarla ama yavaşça ve gizlice, Yahudi ve Hristiyanları cennete sokma uğraşıları, onların merkepliğini yapmalarından kaynaklanmaktadır. Onlar bunların sırtlarına binerek dünyada hedeflerine ulaştıkları gibi ahirette asla ulaşamayacak ve hepsi birlikte -eğer tevbe etmezlerse- cehennemin dibini boylayacaklardır.

Dünyada Ehl-i Kitap’a merkeplik yapanların ahirette de bu hal üzere olacakları, dünyada sırtlarına aldıkları gibi ahirette de sırtlarında taşıyacakları, tahrif edilmiş sapkın inanç sahiplerinin gideceği yere onlarla beraber gitmek olacaktır.

“Kimsenin Allah(cc) namına konuşma hakkı yoktur” gibi, aslında hakikati ifade etmekle birlikte, bu konuda kullanıldığında, sığ ve çiğ kalan savunmaların bu hükmü değiştirmesi ve geçersiz kılması mümkün değildir. Allah(cc) adına Peygamberler konuşmuş ve hakikati biz insanlara öğretmişlerdir. Onların yolu ve yaşantıları, sözleri ve işaretleri ile sabit bir gerçeğin,  bizim tarafımızdan dile getirilmesine, Allah(cc) namına karar vermek olarak görmek, ya ahmaklık ya da demogojiden ibarettir.

24 Ekim 2019

Duygusal sömürgeciler



Emperyalist batılılar kendi topraklarında sahip olduklarıyla yetinemediklerinde, dünyayı en yakınlardan en uzaklara kadar sömürmeye başladılar. Bu işi öyle bazılarımızın sandığı gibi, kibar tüccar pozlarıyla değil; bizzat silahları ve katilleriyle, gerektiğinde soykırımlar yaparak ve ülkeleri yakarak, yıkarak gerçekleştirdiler.

Zenginliğin tadını alan ve hesap sorulamayan suçlar işlemenin vahşi hazzını tadan batılılar, bir daha bu yoldan vazgeçmediler. Halen de vazgeçmiş değiller. Gerektiğinde fiziksel olarak işgal ederek, gerekmediğinde ise kontrol ettikleri yerli kuklalar eliyle, sömürmeye ve semirmeye devam ettiler.

Sömürü düzenlerinin devamı için her şeyi ve herkesi kullandılar. Toplumsal ayrılıkları, yaraları ve ızdırapları sömürmekten kaçınmadılar. Zaafları ve açıkları çok iyi kullandılar. İhtilaflardan kendileri lehine avantajlar ürettiler.

Yakaladıkları sineklerin kanatlarından yağ çıkartıp, ellerine ve yüzlerine sürdüler!

Sömürecekleri toplumların zayıf kalmasının direnci en aza indireceğini gördüler ve zayıflık için en kestirme yolun, en sağlam bünyelerin bile, belini büken iç hastalıklar olduğunu keşfettiler. Mikrop gibi adamlarını saldılar içlerini ülkelerin, bakteri gibi çoğaldı onlara hizmet etmekten onur(!) duyan ve onlara yaltaklanmayı şeref(!) zanneden tek hücreli, tek beyinli ve tek kalpli canlı türleri.

Sonra bir gün iç hastalıkların da bir yerden sonra bizi yıkmaya yetmediğini görünce, karşımıza kendi türümüzden toplumlar çıkartmayı düşündüler. Bize benzeyen, bizimle aynı şeyleri yiyip içen ve hatta bizimle aynı dine mensup olduğunu söyleyen devasa toplumlar türettiler ya da zaten hazırda türemiş olarak bulunan ama yol yordam bilmeyen sürüleri kontrolleri altına aldılar ve istikamet belirleyip sürdüler üstümüze.

Üstümüze her gelen bizden bir şeyler aldı, yensek de yenilsek de kurduğumuz temasla bize de bulaşanlar bulaştı ve kaptık batının iğrenç sömürge bakterisini. Çünkü artık aşıya dirençli, bizden birilerinin kanında gelmişti mikrop ve savunmasız yanlarımızdan yakaladılar bizi…

Yaralarımızı biliyorlar, acılarımızı da biliyorlar. Neremizden tutacaklarını çok iyi biliyorlar.
Biz ise onları ancak buradan tanıyabiliriz.

Karşılaştığımızda ilk akıllarına gelen şey yaralarımız ve eksik kalan, ezilen yanlarımız oluyor. Bize hitap ederken önce, en zayıf yanımıza bir dokunuyorlar. Fakirliğimizi, sahip olamadığımızı makamları ve sosyal durumumuzu çok iyi kullanıyorlar. Hele ırkımızdan dolayı oluşturulan bir mağduriyet girdabı varsa, onun içine çekmek için en çok onlar seviyor görünüyorlar bizi. En çok onlar düşünüyorlar bizi.

Böylelikle bizden birilerini veya bizden bazı toplumların yularlarını ellerine geçirmeleri pek kolay oluyor. Sonra vuruyorlar kamçıyı ve istedikleri yöne koşturuyorlar. Karşılarına çıkanların dinine, kimliğine ve kişiliğine bakmadan ve en ufak bir saygı da duymadan ezdiriyorlar.

Soyut bir masal anlatmıyorum aslında ama meramımın anlaşılması için sadece iki kelime eklemem yeterli olacak sanırım: Yemen ve Suriye.

Aramızda pek çok gönüllü elemanları dolaşıyor. Bizden elemanlar bunlar, en az bizim kadar bizdenler. Ama sözleri ve duyguları onlardan yana akıyor. Hatta onlara küfrederken bile onlardan yanalar. Sorsan en çok onlar düşman ve en çok onlar bağırıyor “Büyük Şeytan” diye, en çok onlar, hep en çok onlar…

Oysa önce yaramı gören bir bakış masum olmalıydı, en çok teselliye ihtiyaç duyduğumuz yeri sıvazlayan el dürüst olmalıydı. Bize hep böyle geldiği için yanıldık ve yanılmaya devam ediyoruz.
Biriyle karşılaştığımızda ilk olarak aklına; makamımız, malımız, sosyal statümüz ya da ırkımız geliyorsa o bizim dostumuz değildir. İlk aklına gelen şey, dinimiz ve ahlakımız değilse dinde kardeşimiz de değildir.

Muhatabımız elini elimize uzatırken dilini yaramıza uzatıyorsa büyük ihtimalle bir vampirdir ve açık yaramızdan kan içmek derdindedir. Dilini gönlümüze uzatırken elini yaramıza uzatıyorsa doktor olma ihtimali daha yüksektir.

Ne ki, iki yüzlü bir çağa denk geldik! İki yüzlü devletlere, iki yüzlü toplumlara ve insanlara her devirde rastlanıyordu da, bize denk gelen baya ağır geldi.

Allah sonumuzu hayreylesin.

17 Ekim 2019

Batı ile yüzleşmek



Hemen sözün başında batı derken neyi kast ettiğimi ifade edeyim ki, olası zanlar ve gereksiz tartışmaların hiç değilse bir kısmı bertaraf olsun.

Batı; güneşin battığı yönün adı olmakla birlikte, kadim insanlık yurdu olan Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarının birleşme noktasının batısında kalan coğrafyanın, tarihi ve bugünü ile temsil ettiği zalim ve azgın bir fikrin, dünyaya hegemonya kurmak için ürettiği ve yürüttüğü, yaydığı ve desteklediği, şeytanın arkadaşlarının hamiliğini yaptığı, temelinde menfaat ve para bulunan bir emperyalist görüşün, duruşun ve savaşın adıdır.

Batı, derken bir ulusu, devleti ya da bölgeyi kast etmiyorum. Bir yönüyle yönlerden bir yönü de kast etmiyorum. Zira batılı kafanın Çin’de yani doğumuzun en doğusunda da tezahür etmesi mümkündür.
Batı; sömürgeci ve yüzsüz, azgın ve sınırsız, hep aç ve hırsız, duygusuz ve vicdansız, hem zalim hem arsız, bir batıl ideolojinin, bir şeytani planın, bir vahşi savaşın adıdır.

İşte bu batı ile bugünlerde yeniden ve apaçık bir daha yüzleşiyoruz.

Menfaat ve madde için her türlü ahlaki değeri yok sayabilen batı, şimdi bize bir kere daha aşağılık yüzünü gösteriyor.

Batı, Türkiye'ye paralı lejyonerleri ve kiralık askerleri uğruna ambargo uyguluyor. Bu onlar açısından anlaşılır bir durum, onca plan ve masrafın çöpe gitmesi azımsanmayacak bir kayıp ama biz de bunu unutmamalıyız; batı için kimin ne kadar haklı olduğunun değil, menfaatlerinin önemi vardır.

O yere göğe sığdıramadıkları; insan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğü, teröre karşı savaş, askeri ve siyasi ittifaklar, savunma hakkı, güvenlik gibi kavramların -sadece ve yalnızca- onların hesaplarına ayarlı olduğunu unutmamalıyız.

Emperyalist devletler aralarında bir fark olmaksızın, dünyanın değişik yerlerinde katliamlar ve işgallerle savaş suçları işlediler ve işlemeye devam ediyorlar. Ne yazık ki mevcut dünya düzeninde onlara bunun hesabını sorabilecek kimse yok, utanmaları zaten yok.

Şu an batılıların Türkiye’ye gösterdiği canhıraş tepkinin -asla ve kesinlikle- hukuk ya da insan hakları gibi masalsı kaygılara dayanmadığı ve olayın sadece batılı emperyalist şeytanın, oyuncağının kırılması sonucu getirdiği cinnet olduğu ortada.

Abd, Rusya, İngiltere ve Fransa’nın başını çektikleri batılı bloğun; Kürtleri ve onların geleceğini düşündüğünü zanneden ahmaklar, bu devletlerin yakın ve uzak geçmişlerinde dünyanın değişik yerlerinde Kürtler kadar sevdikleri halklara neler yaptıklarına baksınlar, kafi.

Nihayetinde iş son noktaya gelip, bu coğrafyada Müslümanların kökünü kurutmak için üstümüze yürüdüklerinde, unutmamamız gereken gerçek; bin yıl önce Malazgirt’te Bizans ordusunu durduran Sultan Alparslan Muhammed’in Türklerin, Arapların ve Kürtlerin komutanı olduğudur.

Batının aramızdan kendine sadık müritler bulması da pek kolay oluyor. Hasan Sabbah müritlerine ne içiriyorsa aynısını içiriyorlar, onun sahte cennetinde ne varsa bunlara tattırıyorlar, devamında ver canını deseler verecek psikopat haşhaşi sürüsü peşlerine takılıyor.

Evet, neydi? Batı medeni, evet batı gelişmiş!

Hayır bin yıldır yerlerinde sayıyorlar, biz durduğumuz için onları ileride görüyoruz!

12 Ekim 2019

Ünlü uyumsuzluğu



Kelimelerimiz ünlü ve ünsüz harflerden oluşur ve biz uyumlusunu ya da uyumsuzunu düşünmeden kullanırız. Uyum da uyumsuzlukta dil bilimcilerin konusudur, bir de geçer not almak zorunda olan öğrencinin.

Toplumumuz da ünlü ya da ünsüz insanlardan oluşur ve biz yine uyumlusunu ya da uyumsuzunu düşünmeden, hayatımızın bir yerlerine dahil olmalarına izin veririz. Bir bakıma yine kullanırız onları, ya da kullanılırız onlar tarafından. Uyumları ya da uyumsuzlukları kimsenin konusu değildir; ne bilim ehli ne de öğrenci sınıfı ünlülerin bize ne kadar uyumlu olduğunu araştırmaz, düşünmez.

Biz onları şarkıcı artist falan zannediyoruz ama aslında onlar, emperyalistlerin bize ve köklerimize açtığı savaşın perde önündeki piyonlarıdırlar.

Elinde silah olan piyonlarla savaşıp, can verip can alırken; neslimizi, toplumsal ahlakımızı, kültürümüzü yok eden bu haşereleri alkışlayamayız.

Onların bize ve bize ait olan değerlere en ufak bir saygıları yoktur; dilleriyle edepsizlik, bedenleriyle hayasızlık yayıyorlar. Senaryoları, dizileri, filmleri, gösterileri, şarkıları sürekli mukaddesatımıza hakaret kusuyorlar.

Eğer bir büyük resim istiyorsak; şeytanın ve avanelerinin yeryüzünü ifsat etmek, nesli ve ekini yok etmek, adalet ve emniyeti çiğnemek için kullandıkları bütün piyonlara bakalım, göreceğimiz üç boyutlu, uzun metrajlı bir fitne ve fesat, merhametsiz şeytani bir düşmanlıktır.

Bu yüzden ünlüler bizim toplumumuza uyumsuz, küresel emperyalistlerin planlarına uyumludurlar.
Bu yüzden sahiplerinin bir başka alanda kullandıkları piyonlara laf edemezler, karşı çıkamazlar, ekmeğini yedikleri hatta kanını sömürdükleri, beynini çürüttükleri halklarının yanında duramazlar.

Onlar zaten bu sebeple ünlendirildiler, bu vazifeyi icra etmek için gülüyor, konuşuyor ve rol kesiyorlar. Sahi unuttuk mu; bu adamların yeteneği rol yapmak, sahte sözler ve sahte duygularla ekranlardan veya sahnelerden insanları kandırmak, aldatmak ve duygularını, paralarını, hayatlarını ve çocuklarını sömürmek.

Onlar medyanın yani medyumların insanların gözlerini boyamak için yaptıkları sihrin malzemeleridirler; insan olmaları, nefes alıp vermeleri, bir insan onuruna sahip oldukları anlamına gelmiyor maalesef.

Bu uyumsuzluğun bizim ellerimiz, gözlerimiz ve ceplerimizle besleniyor olması da bizim ayıbımız.

09 Ekim 2019

İslam barış dini midir?



İnsanoğlu diğer canlılardan farklı olarak iletişim için dilini kullanır, yani konuşarak anlaşır ve konuşmanın temeli kelimeler ve kavramlardır.

Kelimelerin anlamları konusunda anlaşma sağlayamayan birileriyle konuşamazsınız. Açlıktan ya da susuzluktan öldüğünüzü anlatmak için muhatabınızın açlık veya susuzluğun ne olduğu konusunda sizinle aynı şeyi anlıyor olması gerekir. Aksi halde diliniz bir işe yaramaz, ancak işaretlerle meramınızı anlatarak hayatta kalmayı deneyebilirsiniz.

Bu en temel ve basit kavramlarda bile böyleyken, din konusunda konuştuğumuzda da mutlaka ortak bir anlamı kabullenmiş olmamız gerekir ki birbirimizi doğru anlayabilelim.

Dinimiz İslam’dır, İslam dinimizin adıdır.

İslam dediğimizde hem tek tek bu dinin tüm içeriğini, hem de topyekun dinin emir, yasak ve tavsiyelerini kast etmiş oluruz.

Namaz İslam’dır, oruçta öyle, hac ve zekatta İslam’dır. Cihad İslam’dır ve aynı şekilde sulh yani barışta İslam’dır. Ancak İslam bunlardan sadece birisidir demek büyük bir yanlış olur. İslam sadece namaz, oruç, hac, zekat ya da cihaddan ibaret değildir zira.

Daha açık ve net haliyle; İslam barıştır ancak barıştan ibaret değildir İslam. Savaşta İslam’dandır ve İslam’ın farzlarındandır.

İslam barıştır evet ve bu anlamıyla İslam; Allah(cc) ile, Rasulü(sas) ile ve mü’minler ile barış içinde olmaktır önce. Allah(cc) ile arası iyi olmaktır, Peygamber(sas) ile arası iyi olmaktır ve diğer Müslümanlarla iyi geçinmektir İslam.

İslam; Allah(cc)’e teslim olmaktır.

Bunun yolu ise; Allah(cc)’in emir ve yasaklarına, Rasulullah(sas) sünnetine ve bu iki kaynağa doğru ve samimi bir şekilde tabi olan Müslümanların sözlerine uymak ve öncelikle onlarla barış içinde olmaktan geçer.

Elbette diğer insanlarla da durup dururken savaşmak gibi bir yol yoktur. Bunun için bazı sebepler gerekir ki, biz bunları da yine temel kaynaklarımızdan yani Kur’an ve sünnetten öğreniriz.

Zulme uğrayan ve Allah(cc)’in kendilerini hak olarak verdiği meselelerde engellenen Müslümanların savaşmasına kesin olarak izin verilmiş ve hatta emredilmiştir. Buna kendilerinin gücü yetmezse, diğer Müslümanların onları bu zulümden kurtarmak için savaşmaları boyunlarında ilahi bir borçtur.

Yine gerek Nebi(sas) ve gerekse O’nun seçkin ashabının yaptığı gibi; Allah(cc)’in dini ile insanlar arasında engel olanların ortadan kaldırılması için savaşılması ilahi bir emirdir ve bu Kur’an, sünnet ve bütün ümmetin alimlerinin icması ile sabit bir gerçekliktir.

Fitnelerin engellenmesi, yok edilmesi ve yeryüzünde barış ve huzurun egemen kılınması için savaşılması da yine aynı temellerle ve aynı şekilde emrolunduğumuz bir farzdır.

Bütün bunlar karşımızda dururken, İslam barış dinidir diye bir şekilde kendi siyasi hedeflerine yol aramanın samimiyetle alakası olmadığı açıktır. Peşlerinden gittikleri emperyal zalimlerin, kanlı ve iğrenç yollarına tek laf edemeyen, bırakın laf etmeyi onaylayan bu tiplerin isminin sonunda hoca gibi bir lakabının olması sözlerine herhangi bir değer katmaz.

İslam, tokat atana diğer yanağını dönmeyi değil, o bileği bükmeyi ve hatta gerekirse kırmayı ve bir daha İslam’a ve Müslümanlara tokat atamayacak hale getirmeyi emreder.

Tokat atana diğer yanağını çevirmek bir Hristiyan öğretisiydi, haçlı seferleriyle bin yıldır onlara fiske atmamış milyonlarca insanın canlarına sebep oldular. Yurtlarımızı yıktılar, yaktılar ve harap ettiler. Geçtikleri yerlerde taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmadılar.

Müslümanlar bugün bırakın onlara saldırmayı, kendilerini ve topraklarını savunmaktan bile acizken, kimin barışçı kimin savaşçı olduğunu konuşmayalım.

Biz onlara diğer yanağımızı asla dönmedik, dönemezdik te. Tarih boyunca savaştık, yendik ya da yenildik ama zillete düşüp, onlara boyun eğip, sonra da barışçıyız demedik. Gerektiğinde Müslüman beldelerini korumak için kandan dereler akıttık, bedenlerimizden tepeler kurduk ama yılmadık ve yok olmadık.

Dünyanın kanunu böyle; bu günler aramızda dönüp duracak, bir gün onlar ertesi gün biz galip geleceğiz ve bu kıyamete kadar devam edecek.

Tarih; bizim yaptıklarımızla onların yıktıklarının hikayesini yazmaya devam edecek!


04 Ekim 2019

Fıtrat ile savaşan kaybetmeye mahkumdur



Eskiler, yılları büyük olaylarla özdeşleştirir ve o yılları adeta bir tür tarih başlangıcı ya da dönüm noktası gibi kullanırlardı. Seferberlikten önce ya da seferberlikten sonra tabirleri, milattan önce ya da sonrasının kullanılmadığı evlerde, hayatın dönüm noktasını işaret ederlerdi.

Bir yıl ya da günden değil hayatı değiştiren, bir şeylerin eskisi gibi olmadığı zaman diliminden bahsedilirdi. Kimse saat ya da takvimle ilgilenmezdi zira. Ne zaman doğduğumuz mevsimlere bağlıydı; kimimiz güzün bağ bozumundan evvel, kimimiz Arap devenin karnından çıkınca doğmuştuk.

Bu adet bize has değil elbette.

Allah(cc), insanlara unutamayacakları bir olayla asıl unutmamaları gereken önemli hadiseyi öğretir gibi; son Nebi(sas) doğmadan önce, Mekke halkını hafızalarına kazınacak, Fil Ashabı’nın işgal ve Kabe’yi yıkma girişimine şahit etmişti.

Annem de böylesi bir zaman dilimleri yaşamıştı ve bazı olayları onlarla anlatırdı. Büyük kardan önce veya büyük kardan sonra dikilmişti bazı ağaçlar. Doğumlar ve ölümler de öyle.

Büyük kar dediği; Gaziantep’i tamamen kaplayan ve komşular arası münasebetlerin karda açılan tüneller yoluyla sağlandığı yılın kışı idi.

Bir de büyük sel vardı hafızasında, onunla anlatırdı gençliğini. Tarih bilmezdi, saatte bilmezdi, gerçi okuma yazma da bilmezdi. Pazartesi ya da salıyı bilmezdi, onun günleri “isneyn” veya “selase” idi.
Şimdi ne o seller ne o karlar yok. Ömrü bu kadar uzununu hatırlamaya yetenler, benzer hatıralarla yaşarlar. Mevsimler ve getirdikleri değişti, hem de gözle görülür biçimde değişti.

Toprak ve hayat değişti. İnsanlarla birlikte sadece teknoloji değil, dünya da değişti. Kendi ellerimizle düzenini bozduk dünyanın. Hem çevremizi hem bereketimizi dağıttık.

“İnsanların kendi işledikleri kötülükler sebebi ile karada ve denizde bozulma ortaya çıkmıştır. Yanlıştan dönmeleri için Allah yaptıklarının bazı kötü sonuçlarını onlara tattıracaktır.” (Rum 41)

Bunca olaydan sonra, fark ettiğim bir hakikat olarak şunu söyleyebilirim ki; “fıtrat ile savaşan kaybetmeye mahkumdur”.

Allah(cc)’in dünya ve insanlık için yaratılıştan kurduğu düzene aykırı işler yapanların sonu, dünyada rezalet olduğu gibi ahirette de asıl felaketi yaşamak olacaktır.

O’nun hürmet edilmesini emrettiği ne varsa çiğneyen insanoğlunun, bugün geldiğimiz noktada hesabının ahirete kalmadığının en net göstergelerinden birisi, iklimlerin değişmesi diyebilirim.

Bir diğer örnek olarak ise; din adamlarına, fıtrata muhalif olarak, kadınlarla evlenmeyi yasaklayan sapkın din mensuplarının, bugün o din adamlarının kendi nesillerine ettikleri rezaletlerle boğuşuyor olmalarını gösterebilirim.

Dünyayı ve içindekileri insan için yaratan Allah(cc), insanın da yaratırken koyduğu fıtrat kurallarına uymasını, düzenin devamı için şart koşmuştur.

Ekinleri ifsat ederseniz aç kalırsınız. Nesilleri ifsat ederseniz soyunuz kesilir.

Sonra bin bir çevre eylemi de yapsanız, yıkılan fıtrat düzenini yeniden inşa edemezsiniz. Batılı sahtekar çevrecilerin sıkıntısı da bu.

“İnsanlardan öylesi vardır ki, dünya hayatına ilişkin sözleri senin hoşuna gider ve kalbindekine rağmen Allah'ı şahit getirir, oysa o azılı bir düşmandır.
O, iş başına geçti mi yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve nesli helak etmeye çaba harcar. Allah ise, bozgunculuğu sevmez.” (Bakara 204-205)

Elbette alınacak tedbirler olmalıdır, elbette yeryüzünün halifeleri olma şuuruna sahip Müslümanların, bozulan bu düzeni düzeltmek namına söyleyecekleri çok şey vardır. Ancak bizim temel anlayışımız; dünyanın ve içindekilerin insan için yaratıldığı ve bunun sadece yaşayan nesil için değil, gelecek nesiller için düşünülmesi gerektiğidir.

Daha fazlası ve icrası, güç ve imkan sahiplerinin elindedir. Müslümanların bütün dünyaya, bitkiler ve hayvanlar hakkında ders verecek kadar sağlam bir altyapıları ve tarihin tecrübesi ile ardımızda durduğu büyük bir mirasımız vardır.

Kulluğu ilk vazifesi bilen Müslümanların, dünyayı muhafaza ve imar etmek gibi de bir sorumlulukları olduğu da unutulmamalıdır. Sırf bunun için bile dünyanın İslam’a ihtiyacı olduğu ortadadır.

28 Eylül 2019

Deprem, ecel ve tedbir



Hemen her konuda az çok bilgimiz var ama hayatta kalmak için en gerekli bilgileri çoğu zaman önemsemiyoruz bile. Bir felaket anında, kendimizin ve çevremizdekilerin hayatlarının bir pamuk ipliğine bağlı olacağı anlar olacaktır ve o sırada yapılacak bir müdahale, atılacak bir adım çok şeyi değiştirebilecektir.

Deprem zamanı, yeri ve şiddeti tahmin edilebilir bir afet değil; işe bu “basit” gerçekten başlamak gerekiyor. Rasathaneler bilimsel verilerle ne yapacaklarını kendileri bilir ama bir deprem yaşamış olanların tecrübeleri, bizim için en değerli bilgiler olabilir.

Gerek bir deprem yaşayanların tecrübeleri ve gerekse bu işin uzmanlarının biriktirdiği verilerle oluşan gerçek bilgilerin halka en net ve en anlaşılır şekilde ulaştırılması gerekiyor.

Deprem olduğunda evler yıkılıp, yer alt üst olurken şiddetini kimse merak etmez, o depreme maruz kalmayanların ya da kurtulanların işidir. Bize hayatta kalanların enkazdan kurtarılmaları ve hayatlarını devam ettirmelerini sağlayacak bilgiler lazım, organize lazım.

Devlet aklı ve organizesi en çok bu gibi felaket zamanlarında lazımdır. Oluşacak kaosa rağmen; kurtarma çalışması yapılacak, sağlık hizmeti verilecek, yaşamak için gerekli su ve erzak dağıtımı yapılacak ve güvenliği sağlayacak olan ancak devlet kurumlarıdır.

Sivil toplum kuruluşlarının organize ettiği ekipler de mutlaka çok önemli roller üstlenecektir. Kargaşa ve başıboşluk depremle sarsılan toplumu daha da yıkabilir. Bu anlamda, resmi görevi olmayan ama bu gibi zamanlarda yardıma koşmak ve bir şeyler yapmak isteyenlerin STK’ların ekiplerine katılmaları gerekir.

Bir afet durumunda, kimin nasıl tepkiler vereceğini önceden tahmin etmek çok zordur; dağ gibi adamlar çaresiz bir çocuğa dönüşebilirken, cılız biri kahramanlık gösterebilir. Büyük konuşmaya gerek yok, metanetini korumak eğitimle sağlanabilecek bir şey mi bilemiyorum.

Deprem sonrasıyla ilgili hatıralarını okuduğum pek çok kişi, gayri ihtiyari olarak gördüğünüz herkese yardım etmek isteğinin oluştuğunu söylüyorlar. Kendisini kurtaran ve gücü yerinde olanların ellerinden geldiği kadar yardıma koştukları bir ortamda, yağmacıların ve hırsızların da ortaya çıkıp, akbabalar gibi dolaştıklarını anlatıyorlar.

Hayatın ve insanlığın her türden gerçeğiyle aynı anda yüzleşmek zorunda kalmak ve her şeye rağmen, sağlam ve temiz kalabilmek büyük bir erdemdir. Fıtratı bozulmamış hiçbir insan, herhalde öylesi bir anda, gayri ahlaki bir hali aklından bile geçirmeyecektir. Ne yazık ki, “aşağıların aşağısına” düşen mahluklar da vardır ve olacaktır.

Devletin en önemli görevi, ülkedeki herkesi ve her şeyi denetlemesi ve olası senaryolara göre önlem alması ve aldırmasıdır. Bu yüzden Fırat’ın kıyısında kurda yem olan kuzunun hesabı idareciden sorulur. Devleti bu gibi zamanlara hazırlamakla görevli olanların sorumluluklarını yerine getirmeleri hem halka hem de hesap verecekleri Hakk’a karşı en önemli görevleridir.

Bize düşen, kendi durum ve şartlarımızda, en iyi tedbirleri alarak yaşamaya devam etmek ve bir felaket anında neler yapacağımıza dair, öncelikle kendimiz ve aile fertlerimiz için bir planımızın olmasıdır.

Bütün hazırlık, tedbir ve eğitimlerin dışında, kalbinde iman ve tevekkül bulunması her insan için ideal bir güç ve sığınaktır. İman, başa gelene sabrı, devam etmek için gereken iradeyi ve çevresi için gerekli her vesileyle yardıma koşma gücünü verir.

İman; adaletin ve emniyetin kaynağıdır, iradenin ve kuvvetin tohumudur, sabrın ve metanetin temelidir, korkunun ve ümidin sebebidir, duanın ve tevekkülün özüdür…

Tedbirin kaderin önüne geçebileceğini zannetmek büyük gaflet, tedbirsizlik ise büyük ahmaklık olur; bir felakete engel olmak için sebeplere sarılmak farz iken, ecele mani olunabileceğini zannetmek Muhammed(sas)’e indirileni inkar etmek olur.

Hiçbir kimse Allah’ın yazılıp bir süreye bağlanmış izni olmadan ölmez. Kim dünya nimetini isterse ondan kendisine veririz, kim ahiret nimetini isterse ona da ondan veririz ve şükredenleri ödüllendireceğiz. (Ali İmran 145)

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...