27 Temmuz 2020

Taş yerinde ağır


Adalet ve dürüstlüğün alametinin doğru tartmak olarak görülmesi boşuna değildir. Neticede ahiret aleminde de bir tartının kurulacağına olan iman ve hatta korku bizi düzelten, kontrol eden ve kararlarımıza yön veren bir bilgi olarak sinemizde yer almaktadır.

Bilincimizin altında ve üstünde, önünde ve arkasında, sağında ve solunda bu gerçeklikle yoğrulan ruhumuzun; dünyaya bakışında da hep bir terazi gibi denge gözetme, almak ya da satmak için tartma, sevmek ya da kızmak için mukayese etme, beğenmek ya da yüz çevirmek için ölçüp biçme hasleti vardır.

İyiliğin salt iyilik olması yetmez, bir terazi kefesine koymak isteriz. Kötülükte öyle, kötülük olması tamam ama acaba ne kadar kötü diye bir mukayese etme ihtiyacı ister istemez duyarız.

İyiliğin kendinden öncekilere izafesinde gururlarımız için bir beis yoktur, zira iyi bir yol açanların ardından ve izinden devam etmekten kimse gocunmaz. Tabi, illa da ben bir yol açtım, sevdasına düşecek kadar mağrur değilse.

İyilerin ve iyiliğin, yan yana veya peş peşe gelmesinden, sadece daha anlamlı, daha güzel ve daha büyük bir iyilik oluşur. Kötülük için de aynı olsa da; kötüler kendilerini pek kimseye izafe etmek istemezler. Kötülüğün gurur duyacağı bir geçmişi olmaz çünkü!

Ancak bu temel üzerine bina edilen iyilik ya da kötülüklerin sayısal değerlerini karşılaştırmanın yanlış olacağı hemen her bakımdan bellidir. Tarihin öyle bir noktasında, öyle bir anda, öyle bir adam, öyle bir iyilik yapar ki; kendisinden sonra gelecek hiç kimse, yapacağı hiçbir iyilikle onunla boy ölçüşemez. Bu gibi iyiliklerin üstüne, bir iyilik anlayışı, bir iyilik örnekliği inşa edilir ve insanlık için, Müslümanlık için örnek olur, rehber olur. Ondan sonra geleceklerin yaptıkları ve yapacakları iyilikler ona izafe edilerek değerlendirilir.

Yalancı peygamber tarafından, işkence ile şehit edilen Habib bin Zeyd(r.a.) için varid olan hadiste, kendisinin “Ya-Sin sahibinin ecrine ulaştığı” ifade edilirken, Habib bin Neccar(r.a.)’a izafe edilmesi, onun zamanında gösterdiği iyi duruşun ve iyiliğin örnekliğinin liderliğindendir. İkisi de can vermiştir, onlardan başkaları da canlarını feda ettiler ve edecekler ama demek ki bu alanda mihenk olacak kadar büyük bir iyiliktir onun yaptığıdır ve kıyamete kadar benzerleri ona izafe edileceklerdir.

Aynı şekilde, kıyamete kadar gelecek bütün zalim, zorba ve sapkın idareciler bir yönleriyle firavuna izafe edilirler, zengin azgınlar Karun’a, onları silahlarıyla koruyan ve hizmetkarlık eden askeri liderler de Haman’a.

Bunları hatırlatmaktan maksadım, sonradan gelenlerin yaptıkları ile öncekilerin örnekliklerinin teraziye konulduğunda ağırlığın elbette öncülerde olduğunu ifade etmekti.

Tek farkla ki, henüz kendini firavuna izafe eden bir zalim çıkmadığı gibi, malıyla azgınlıkta ileri gittiği halde kendini Karun’a izafe eden zengin de çıkmadı, ilmiyle dini oyuncak edindiği halde hiçbir sapık bilgin kendini Bel’am’a izafe etmeyecektir.

İyilikle kötülük arasında en temel farklardan biri de budur. İyiliğin temelleri bilinir, örnekleri açıkça sahiplenilir, onlardan olunmakla onur duyulur. Kötülüğe gelince; kökleri inkar, örnekleri görmemek, rezalet benzerlikleri unutmuş gibi davranmak, tek yumurta ikizi gibi benzediklerini inkar etmek hatta lanetlemek sıradan sıfatlara dönüşmüştür.

İyilik ve kötülük, yapıldıkları zaman ve yer ile değer kazanırlar. İyilikleri benzeterek beğenmek mümkünse de teraziyi koyup ağırlıklarını tartmak anlamsız olur. Kötülükleri benzer yanlarıyla tanımak mümkün olsa da, ağırlıklarını tartmak gereksiz olur. Herkesin acısı kendine ağır gelir, her taşın yerinde ağır olmasının bir açısı da budur; iyilik ve kötülük de yerinde ağırdır ya da hafif. Bir zaman sonra çıkıp, bugünün şartlarında geçmişin iyilik ve kötülüklerini tartmak yanlış olur, yanıltıcı olur.

İşte tam da bu yüzden, bizden öncekiler hakkında ve yaptıkları hakkında konuşurken, değerlendirme yaparken veya överken ya da eleştirirken, şartları ve zamanı, zemini ve ortamı mutlaka aklımızın bir kenarında tutmak durumundayız.

Yoksa, küçük grup bir akıncının, Tuna boylarında devriye attığını, cümle batılıların onların korkusuyla yerlerinde çakılıp kaldıklarını anlamak için kendimizle mukayese etmemiz, moralimizi fena bozabilir.

Aynı şekilde, o akıncıların nasıl bir devir sonra buhar gibi uçup gittiklerini ve Tuna’nın nasıl yüzyıllar sonra batıda işçi olmak için, boynu bükük torunları tarafından geçilirken tersine aktığını hatırlamak keyfimizi kaçırabilir, kaçırmalıdır.

Tarihi olayları ve şahsiyetleri, komşumuz ya da iş arkadaşımız hakkında değerlendirme yapar gibi okursak, okuduğumuzdan ne biz bir şey anlarız ne de bizden sonra gelecek nesiller…

22 Temmuz 2020

Durduralım tamam ama nasıl?

Kabil, Habil’i öldürdüğü günden beri yeryüzünde, insan eliyle insanın öldürülmesi anlamına gelen cinayetler işleniyor. Başka tür ve yollarla da işlenenlerin varlığını bir kenara bırakıp, önce insanı konuşmamız elbette varlığın en değerlisi olmasındandır.

Zulmün en acı meyvesidir cinayet; canına mal olduğu insanın hesabının sorulması, hem sevenleri hem de toplumların huzuru için olmazsa olmaz yoldur. Katillerin, vicdanları ferahlatan bir ceza almadığı yerde, başka hiçbir şey açılan yaraya merhem olamıyor. Hesabı sorulmamış cinayetler, açık yaralar gibidir; hem yanmaya devam eder, hem de her türlü mikroptan etkilenmeye.

Sebepler ve sonuçlar, yer ve zamana göre değişse de, sonuçta ölen bir insan olduğundan, katilin cezası verilse de geri gelme ihtimali bulunmadığından, geride kalanları en çok yaralayan gidiş şekli olarak kayıtlara geçişin adıdır, cinayet.

Katilin cezalandırılması, eğer maktulün yakınları af yolunu tutmazsa, intikam yolunun da kapanabilmesi için yegane çaredir. Cezanın şekli ve miktarı, hem maktulün sevenlerinin intikam arzusunu köreltmeli hem de olası katil adaylarının bu cürmü işlemeyi düşünürken ellerini titretmelidir.

Can davasının sonucu ancak canla ödenebilir ve bu kan davasını engellemenin de kesin yoludur. Ancak adalet sistemlerinin çalışma şekli ve yaşanan toplumun dinamikleri günümüzde bu cezanın adaleti temin etmesini tartışılır kılmıştır.

Tartışılan her doğru, yanlışların setlerini açmak anlamına geliyor. Doğruda gösterilen tereddüt ve olası suiistimaller endişesiyle iptal edilmesi, telafisi mümkün olmayan boşluklar açıyor.

Her ne ceza verilirse verilsin, cinayetlerin önünü tamamen kesmek mümkün olmasa da; cinayetlerle açılan korku ve endişe yolunun kapatılması, örnekliğinin engellenmesi ve kısasının alınması sonucu intikam duygularının körelmesi, büyük kişisel ve toplumsal menfaatler olarak bilinmelidir.

Bugün için toplumumuza İslam şeriatının/hukukunun cinayetler için öngördüğü kısas cezasını teklif etmemizin bir değeri olmayacaktır. Zira fıkhi detayları ve özellikle sistem olarak önleyici tedbirleri ve kapsamlı terbiye ve eğitim süreci olmadan sadece ceza kısmının alınması, yaptığımız işin doğru olsa da yeterli olmasını sağlamayacaktır.

İslam’ın toplumsal doğruları, fıtratın gereğidir. Uygulandıklarında normal insanların tamamı için gereken adalet ve emniyet duygusunu temin ederler. Parça parça alınmasında bile insanların uydurduklarından çok daha verimli olacağında şüphe yoktur. Ancak adına İslam denilmesi ya da şeriat böyle denilmesi yanlış olur. Sadece İslam’dan bir parçadır o, tamamı değil.

Aksi bir durumda, sadece ceza hukukunun alınması ve neticelerin başarısızlık olması ihtimalinde, insanların her bakımdan fıtrata uygun ve mükemmel bir toplum yönetim biçimi olan İslam hakkında olumsuz düşünmelerine yol açacaktır. Bu vebalin altına girmek akıl karı olmaz.

Geldiğimiz noktada, işlenen cinayetlerle ilgili toplumsal bir infial yaşanıyor. Özellikle, fiziksel olarak savunmasız ve zayıf halka olan kadın ve çocuklara yönelik cürümler, hemen herkesin içini yakıyor. Ancak kimse -engel olmak için- cinayetlerin sebeplerini konuşmak istemiyor. Cinayete giden yolları nasıl kapatırız diye düşünmek istemiyor.

Sadece kadın cinayetlerinin değil erkek cinayetlerinin de aynı derecede yürek yakıcı olduğu gerçeğini nedense kabullenemiyoruz. Öldürülen erkekse daha az acı çekilmiyor. Ayrıca kadın ve çocuklar için üzülmek bir erdem ise, öldürülen her erkeğin ardından yanacak kadın veya çocuklar da olabiliyor.

Cinayetin kurbanının ırk, cinsiyet veya başka bir yaklaşımla farklı görülmesi de ayrı bir cinayettir. Bazı cinayetlerin daha çok üzüntü verici olması anlaşılır ve normaldir ancak katilin mutlaka eşit yargılanması gerekir.

Konu katilin cezası olduğunda, kimse nasıl bir ceza olursa korkutucu/caydırıcı olur bilmek istemiyor. Neticede insan eğitilerek bazı kötülükleri terk edebilen bir varlıktır. Ancak bazıları eğitilemiyor ya da eğitilse de bir sebeple bir anda canavara dönüşerek, sadece cinayet işlemekle kalmayıp, dehşet verici işkenceler de yapabiliyor. Bunları durdurabilme ihtimali olan tek şey, alacakları cezanın korkusu olacaktır. Korku, en gerçekçi ve etkili insan duygusudur.

Gündeme gelen ve her normal insanın vah ettiği, maktule acıyıp katile lanet ettiği her olayda, içi boş çağrılarla ortalıkta gereksiz bir gürültü çıkarılıyor ve birkaç gün sonra o da bitiyor. Sebepler ve sonuçlar üzerinde konuşup çare üretecek, topluma uygun ve etkili olabilecek acil eylem planları yapacak, gerekli cezai değişiklikleri konuşacak kimse kalmıyor.

Bir sonraki vahim olaya kadar, çoğunlukla olanları unutup hayatımıza devam ediyoruz. Ölen öldüğüyle kalıyor, yakınlarının acısı yüreklerinde büyüyor, katiller korunaklı cezaevlerinde beslenip bir sonraki afta büyük ihtimalle sokağa salınıyor.

Bu gömlek bize dar geliyor. Avrupa uyum yasaları ya da İtalyan ceza hukuku ile İsviçre medeni kanunu bize çare olmuyor. Doğulu kafasıyla batılı gibi yaşanamıyor, batılı kafayla da doğuda yaşamak zordur herhalde;  çare her toplumun yapısına uygun kurallara tabi olmasında, arada kalan eziliyor, bizim gibi…

Evet, -kesinlikle ve mutlaka- kadın ve çocuk cinayetlerini durdurmamız gerekiyor. Çocukları ve kadınları korumamız gerekiyor. Bunları bütün kalbimle söylesem de, neticede pratikte bir etkisi olmuyor. Yaşananları durduracak ve gidişatı etkileyecek olan, karar verme merciinde bulunanların, toplumun ihtiyaçlarına göre bir düzenleme yapmaları olacaktır.

Sözleşmeler ya da anlaşmalar, yazılı kanunlar yahut sözlü gelenekler, ne tek başına sebep ne de tek başına sonucu etkileyecek bir değişim olabilir. İstanbul sözleşmesi yokken de cinayetler vardı, varken de işleniyor. Kaldırıldıktan sonra da devam edecektir. Siyasi kazanç umuduyla ya da sırf ideolojik kar amacıyla cinayetlerin kullanılması da herhalde cinayetin kendisi kadar iğrençtir.

Yine de sesimizi çıkarmamız, duyulma umudunu da var edecektir. Biz durdurulsun diye samimi olarak isteyip dillendirelim, nasılını da ehlinden bekleyelim. Orada bunun için varlar, bir yol bulsunlar ve durdursunlar.


18 Temmuz 2020

Dürüst değillerdi adil de olamayacaklar


Biz insanlar unutkanız, unutmakla malulüz de diyebiliriz. Unutmak bizi insan yapan yanlarımızdan biri zira. İyi ya da kötü birçok şeyi unuturuz. Doğru ya da yanlışı unuttuğumuz gibi. Bildiklerimizi unuturuz, unuttuklarımızı bile unuttuğumuz olur, normalimizdir bu bizim.

Karşımıza çıkan yeni sandığımız şeylerin, aslında örnek şahsiyetler üzerinden, örnek zamanlarda bize öğretilenlerle aynı olduğunu da unuttuğumuz çok olur. Acaba, öyle mi, değil mi, böyle mi diye kafa yorarken, aslında cevaplarımızın çoğu avuçlarımızdadır da haberimiz yoktur.

İman ile iyiliklerin, küfür ile kötülüklerin bağını unutuyoruz.

Adaletle merhametin, zulümle hakaretin bağını göz ardı ediyoruz.

Sadakatle dürüstlüğün, ihanetle sahtekarlığın bağını gözden kaçırıyoruz.

Şirkin en büyük zulüm olduğunu; büyüğünü işlemekte sorun görmeyenlerden, daha küçüklerini beklemenin normalliğini unutuyoruz.

Bizden birilerinin kusurlarını ya da günahlarını ortaya döküp, onların üzerinde bize ait değerli ne varsa dillerine dolayanları; samimi zannederek, dürüst zannederek, adalet duygusuyla hareket ettiklerini zannederek çok fena bir şekilde yanılıyoruz.

Onlardan birinin ortaya saçılan kazuratı karşısında; adil ve dürüst bir yaklaşım beklemekle, mert ve samimi eleştiri gelecek zannetmekle, Allah(cc)’den utanmayanların bizden ya da kendilerinden utanacaklarını ummakla, çok fena bir şekilde yanılıyoruz.

Samimi bir adalet duygusuyla hareket edenlerden beklenecek davranışları, salt İslam nefretiyle hayatta kalanlardan ve Müslümanlara saldırarak yaşamayı alışkanlık edinenlerden ummaya bile gerek yok. Dürüst değillerdi, adil de olamayacaklar, yapacak bir şey yok, “oluklar çift; birinden nur akar birinden kir”.

Zalim kardeşin de olsa engel olmakla emrolunanlarla, zulümde kardeşini bile tanımayanları aynı kefeye koymakla, çok fena bir şekilde yanılıyoruz.

Kendimizden ve sahip olduğumuz, sırtımızı dayadığımız iman ve amel temellerinden tereddüt etmekle, hakkında en ufak bir olumsuzluk duyduğumuz kardeşimizi anında zalimlerin arenasına atmakla, tarihin ve sahih bütün haber kaynaklarının ittifakla bildirdiği gerçeklere yüz çevirmekle, çok fena bir şekilde yanılıyoruz.

Velhasıl; olaylar karşısında, güneş gibi parıldayan İslam’a ve onun ahkamına bakmakla yükümlü olduğumuz halde, gözlerimizin birtakım pilli cep fenerleriyle kamaşıyor olması, çok fena yanıldığımızı gösteriyor.

Şirki ve küfrü, haramı ve mekruhu, fitneyi ve fesadı olduğu kadar; imanı ve İslam’ı,  helali ve caizi, ıslahı ve inşayı yeniden keşfetmenin hiçbir zararı olmayacaktır. Unutuyoruz çünkü; çok kullanılan bıçak gibi köreliyor hassasiyetlerimiz.

Dinlemek ve hatırlamak, idraklerimizin cilası gibidir; amellerin imanın cilası olduğu gibi…

Enes (r.a.)den rivayet olunduğuna göre Rasulullah(sas) şöyle buyurdu:

"Kardeşin zalim de olsa mazlum da olsa ona yardım et."

Bir adam:

-Ya Resulallah(sas)! Kardeşim mazlumsa ona yardım edeyim. Ama zalimse ona nasıl yardım edeyim? dedi.

Rasulullah(sas) da:

"Onu zulümden alıkoyar, zulmüne engel olursun. İşte bu ona yardım etmektir" buyurdu.  (Buhari)

16 Temmuz 2020

Sistemlerin arka kapıları


En iyisini bulduğumuzu ya da yaptığımızı sandığımız çok olmuştur. İnsan evladının kendi hizmetine sunulan nimetlerle dolu dünya karşısında, kibre kapılması da çok rastlanılan bir düşüş şeklidir.

Sadece alemdeki diğer varlıklara değil, kendi cinsimize de hükmetmeye meyyalizdir. Bunun için ilahi izinlerle çizilen yolların ve salahiyetlerin dışında, birtakım imtiyazlar elde etmeye bayılırız. İdare edenlerle edilenlerimiz arasındaki çekişme hiç bitmez.

Vahiy temelli idare sisteminde de kendimize göre açıklar(!) ve kaçacak ya da bir şeyler kaçıracak arka kapılar bulmaktan utanmayız. Bunu sistematik bir hale getirip, adına da herkesin kulağına hoş gelecek bir şey uydurduk mu, tutulmaması işten bile değildir.

Ekber Şah’ın bel’amlarının İslam’ın hükümlerini ortadan kaldırmak için buldukları yollar, şeytanın bile aklına gelmemiş olabilir. Malını 11 ay olunca karısına bağışlamak ve aynı şekilde 11 ay sonra da devralarak, üzerinden yıl geçmediği için zekat vermekten kurtulmak gibi bir formülü düşünen beynin kıvrımlarına, şeytan çocuklarını staja göndermiştir herhalde.

İlahi vahye bunu yapan insanın, diğer insanlar tarafından düzenlenen sistemlere neler yapabileceğini tahmin etmek zor olmayacaktır. Zira vahyin kaynağı ve temelleri yazılı olarak mevcuttur ve kıstas olarak elimizde dururlar. En azından izan ve insaf sahibi olanlarımız için, yaşananların gerçekten İslam’a uygun olup olmadığını tespit etmek ya da edenlerden öğrenmek imkanımız her zaman vardır.

Beşeri sistemler için ise, sabiteler yani sistemin üstünde durduğu direkler ve temeller bizzat en zayıf ve en riskli noktasını oluştururlar. Bu adeta, Rahmani bir düzenin, bize acziyet ve beceriksizliğimiz gösteren aynası gibi parıldamaktadır. Gözlerimizi kapatmadan bakabilirsek ışığın/nurun kaynağını keşfetmemiz mümkün olabilir.

“En çok bayıldığımız, insan neslinin vardığı son nokta, sistemlerin tekamülü sonucu vardığımız zirve, sözlerimizin süsü, rüyalarımızın büyüsü, devletlerin namı, toplumların insicamı, varımız yoğumuz” demokrasinin nimetleri olarak sunulan; oy, seçim, vekil, kanun yapma gibi konular aynı zamanda en büyük sorunların çıkış noktası oluyorlar.

Seçilmek için oya, oy alabilmek için ise halkın beğeni ve rızasına ihtiyaç duyan politikacının, gerekenleri değil oy getirecekleri yapmak istemesi sistemin doğal sonucudur. Gelecekle ilgili planlarının onay görmesi, gerçekleşme ihtimalinden daha değerlidir. Seçim meydanında inanılan bir yalan, mutlak hakikatten daha değerlidir.

Kanun yapmak yani yöneticilerin halkın bugünü ve yarınına yön vermek için oluşturdukları devlet sisteminin tamamı, cezalar ve ödüller sistemi, sosyal haklar ve toplum düzeni gibi temel konular hakkında; hemen her yıl değişen, yıllık olmasa da iktidarlar eliyle mutlaka her seferinde bir kere daha düzenlenen yasalarla yönetilen sistemlerin, ideal olması bile anlıktır. Bugün en güzeli denilen yarın en kötüsü olabilir.

Bir idare gelir sokağa asfalt döker, diğeri kazar altına boru ekler. Bir başka idareci gelir üstüne taş döşer. Bütün bu işlemlerin hizmet kadar bir de halkın gönlünü alma yanı vardır ve maalesef büyük oranda ihtiyaca cevap olmak yerine, takdire şayan olmak tercih edilir bir icraat sebebidir.

Koşa koşa, kan ter içinde, bunca emek ve eziyet sonucu elde etmek istediğimiz ve elde ettiğimiz bu mudur? Uğruna canlar verdiğimiz, sadece inanılmaya oldukça müsait bir yalan olabilir mi?

Hemen her kişisel probleminde uzmanlarından çözüm isteyen, anlayanlara danışan, idrak ve fikir sahipleriyle istişare eden insan, konu ülke yönetimi, şehir idaresi gibi gayet önemli ve büyük sorumluluklar içeren noktaya geldiğinde; herkes konuşabilir, herkes eşittir gibi bir noktayı doğru buluyorsa, bu sorunun başlangıcı olur.

Neyse ki demokrasi; bizim gibi bu işlerden anlamayan sıradan insanları da düşünerek, siyasi partilerin bizim adımıza kimlerin etkili ve yetkili olmasını seçmelerine imkan tanıyarak, bizi hem olası yanlış kararlardan hem de sorumluluktan kurtarır.

Ama bir yerde demokrasi de bıkar bu işten, zira sürekli seçimler gelmektedir ve sürekli bizi memnun etmek zorundadırlar. Hem de çoğunluğumuzu! Bu noktada yukarıdaki cümleyi yeniden yazma ihtiyacı duyuyorum:

Demokraside inanılmaya müsait bir yalan, mutlak hakikatten daha değerlidir. Fıtratta ve İslam’da ise; küçük bir hakikat, bütün büyük yalanlardan daha değerlidir, isterse bütün insanlık karşı çıksın!

Böyle kısa bir köşede sistemler mukayesesi yaparak, ufuk açmak gibi bir niyetim yok, olsa da bir değeri olmazdı zaten. Ancak birazcık kafa karıştırmak, düşündürmek iyidir. Çok değerli olayları ve insanları uğruna kurban ettiğimiz, demokrasi tanrısıyla yüzleşmemiz için kafa yormaya ve sıradanlığımızın lüksünü bozmaya ihtiyacımız var.

11 Temmuz 2020

Bazı duyarlar duyulmasa da olur



İnsanın algısı seçicidir malum; kendine cazip ve değerli geleni, işine yarayacak olanı, kullanılabilme ihtimali çok görüneni ya da başına bela olanı, canını sıkanı, rahatsız edeni daha çabuk görür, daha çok kulak kesilir, daha hızlı düşünür, daha yüksek sesle dillendirir.

Bütün duyguları bir senfoni gibi dengeli ve yerinde harekete geçebilen insanlara biz peygamber diyoruz ya da onlara benzeyen veliler, sonra derece derece diğer değerli insanlar geliyor. En sona da, her an bir duygu ya da düşüncesinde değişimler yaşanan, gidip gelmeleri çok, bazen de gelemeyip kalmalarıyla meşhur, bizim gibi sıradan insanlar geliyor.

Artık algı ya da duyarları takıntıya dönüşmüş, hayatı ve olayları bir bakış açısıyla değerlendirmeye adapte olmuş, bazı söylemlere ve eylemlere nefes alıp vermek gibi bağımlı bir hayat yaşayanlarımız bile var.

Gökyüzü bulutlansa acaba batıda havalar nasıl diye o tarafa bakanlar mı dersiniz; uzak batıda bir kibrit parlasa yüreği yananlar mı istersiniz?

Hava azıcık ısınsa, küresel ısınan, kışın üşüyünce kabahati yine küreyi ısıtanlarda bulanlar mı dersiniz; yeşile tapan, ağaçlara çaput değil ruhunu bağlayanlar mı istersiniz?

Bir silüet sevdasına gönlünü kaptırıp, evi-barkı, tacı-tahtı terk edenler mi dersiniz; hayatında bir toprak dam altında gece geçirmemiş ama köy sevdalıları hatta kırsal hastalar mı istersiniz?

Doğal hayat, doğru beslenme, organik gıda zehirlenmesi yaşayanlar mı istersiniz; eline toprak eli değmemiş, dizini hiç yere koymamış, tenine diken batmamış, ağaçtan hiç düşmemiş, ‘yetmemiş meyve gibi yetmemiş’ çiftçilik hayalleri kuranlar mı istersiniz?

Hindular kadar çok hayvana tapınan, ataları görüp saygı duyanları mı dersiniz; etinden ya da sütünden insanlığa herhangi bir fayda olmayan ama etten ve sütten faydalanmayı zulüm görenler mi istersiniz?

Eskilerde kalan, güne gelemeyen, tarihi tapınaklarda ruhunu teslim edenler mi istersiniz; hayatında hiç korunma altına alınmış bir evde tadilat görmeden yaşamak zorunda kalmamış ama her eski şeyi mukaddes zannedenler mi istersiniz?

Mevcudiyetini ecdadından kalan hatıra ve kalıntılarla ifade edenler mi dersiniz; kendinden sonraki nesillere bırakacağı hiçbir eseri olmayanlar mı istersiniz?

Duyulmasa duyarlığı bile hatırlanamayacak kadar gereksiz duyarları duyanlar mı dersiniz; bağırdığı için sesi yankılanınca destek verenleri çok zannedenler mi istersiniz?

Tamam hepimiz insanız; birtakım şeylere takılıp kalabiliriz, insanları bıktıracak kadar bazı şeyleri tekrar ediyor olabiliriz, konuşmalarımız ve yazdıklarımız herkese ilginç gelmese de biz hep aynı şeyleri yeni bulmuş gibi şevkle anlatabiliriz.

Ama Allah(cc) için duyarlı olduğumuz yani bir bakıma davasını güttüğümüz işlere bir de başka açıdan bakmayı deneyelim.

Belki de, küresel ısınma yoktur, Allah(cc)’in kainata koyduğu ve kusursuz işleyen bir dengenin normal aşamalarından biridir bu yaşananlar.

Belki bunca nüfusa sahip insanlık doğal beslenmemelidir, kanserojen kullanmalı, hormonlarıyla oynanmış hayvanların ürünlerini tüketmelidir. Belki de bunca insan için bir ölüm sebebi bulunmalıdır. Kanserler çoğalmalı, adı duyulmamış hastalıklar çıkmalı, salgınlarla dünya kırılmalıdır.
Komplo teorileri yoktur mesela, belki de büyükler için ‘sam amcadan masallar’ vardır.

Hani diyoruz ya; Allah(cc) her şeye kadirdir. İşte belki de tam bu dilimizde çok dolaşan cümleyi idrak etmek için iyi bir zamandır, ihtiyaç duyduğumuz bir andır bu.

Bütün bunlar onların tuzakları olabilir, planları olabilir, komploların hepsi gerçek olabilir. Ama bütün gerçeklerden daha hakiki bir manaya kulak vermek her zaman, imanımıza ve idrakimize uygun olandır.

Bu satırları yazdığım günün önceki akşamında Ayasofya Camii’nin tekrar cami olarak hizmet vermesi kararı açıklanmıştı. Hayat sembollerle kaim olur, dünya ve din semboller üzerinde döner. Ayasofya Camii bir semboldür, işarettir. Herkese bir yön gösterecektir. Yürüyebilene helal olsun. Diyeceklerim bundan ibarettir.

08 Temmuz 2020

İyilikte yarışmanın kuralları



Hayat, herkes için bir yönüyle yarıştır. Birileri hayatta kalmak için koşturmakta, diğerleri yaşadıkları hayatı daha da keyiflerine uygun hale getirmek için çırpınmakta yarışırlar.

Kötülükte yarışanlar olduğu kadar, biz Müslümanlar gibi iyilikte yarışmakla emir olunanlar da vardır. Ancak bu emrin, bir koşunun başlangıç düdüğü gibi olmadığı, ortada rakiplerin birbirini geçerek daha büyük ödül almak gibi bir dertleri olmayacağını hemen en başta söyleyerek söze girelim.

İslam’ın iyilikte yarışma anlayışında, en azından sıradan bir maraton kadar kurallar ve takip edilmesi gereken yollar var. Neticede ödüller var ancak sıralama bitiş noktasına en önce gelene göre değil, kalbindeki ihlası en sağlam olarak iyilik edene göre belirleniyor.

İçine enaniyet, kibir ve minnet gibi zehirler katılmamış iyilikler, her halükarda sahibine birincilik getiriyorlar. Kalplerdeki niyet ise, yarışa kabul edilmenin ön şartı: Allah(cc) rızasından başka bir maksatla iyilik edenler bu yarışa katılamıyor, katılmışsa da elde ettiği başarı bir ödül getirmiyor. Bir nevi diskalifiye ediliyor yarıştan.

Riya, “her şeyi bitiren bir şey” olarak çıkıyor karşımıza ve ne iyilik bırakıyor ne de mükafatını…
İyilikte yarışmanın temel kuralları olarak; yapılacak işin mutlaka niyetinin iyi, yapılma şeklinin iyi ve sonucunun da iyi olması gerekiyor. Ayrıca yarışmaya dahil edilebilmesi için, o işin iyilik olduğunun, iyiliğin Rabbi olan Allah(cc) tarafından tayin veya emredilmiş olması gerekiyor.

İslam’ın iyilikte yarışanların birbirine rakip olmadıkları ve tam aksine, birbirine iyilikte yardım etmek zorunda oldukları anlayışı, kendine has yarış kurallarının en önemlisidir. Birinin başarısı yarışa katılan herkesin hanesine yazılıyor.

Yeryüzünde iyilik namına atılan her adım, bütün iyilerin yolunu aydınlatan bir destek ışığı oluyor. Öyle ki, sahte iyilikler bile, sahibinin kalbini bilmememiz sebebiyle yine iyilerin hanesine yazılıyor.
Bütün kural ve sınırlara uygun olarak başlanan bir iyilik yarışında diskalifiye edilmeyi gerektiren hatalardan bazıları olarak hırs ve haset karşımıza çıkıyor.

Bütün bunlar, gözü kapalı ben iyilik ediyorum diye koşturmaya mahal bırakmıyor. İyilikte yarışıyoruz diye başkalarına çelme takma düşüncesini imkansız kılıyor.

İyilik etmek ya da iyi olmak için birilerini kötülemek, engellemek ya da rakamlarla geçmek gibi bir halin İslam’da karşılığı; niyetin bozulması, riyanın işin içine girmesi ve hırs ile hasedin iyiliği murdar etmesi olarak görülür.

İyilik yarışının öncesinde, sırasında ve sonrasında devam eden kurallarını bilmek ve buna göre yaşamak ve yarışmak, iyilerden olmak ve iyilik etmek gibi bir derdi olan herkesin yükümlülüğüdür. Bütün bunların ıstılahımızdaki karşılığı ihsandır ve buna tarih boyunca farklı isimler ve metotlarla katkıda bulunmak, iyilerin en büyük iyiliklerinden biri olarak kayıtlara geçmiştir.

Kimin iyi olduğunu belirleme, iyiliğin hangi şart ve kurallarla yapılacağı ve sonrasında da başa kakma ve minnet altında bırakma gibi hallerden uzak durmak, en çok yazılan, okunan ve anlatılan konuların başında geliyor.

Meselemiz; kitaplarda yazan ve ortamlarda anlatılan iyiliklerin ve bu iyilikler üzerinde yarışmanın, pratik hayatımızdaki karşılığının ne olduğudur. Bunu da en iyi biz biliriz, bir de kalplerde olanı da bilen Allah(cc)…

04 Temmuz 2020

Başkasının iyiliğini istemek



Aklı başında, şuuru yerinde, dünyayı az da olsa bilen, ahiretin varlığına inanan ve Rabbini az da olsa tanıyan, normal bir insan için; kendi iyiliğini istemek, kendisine dünya ve ahirette fayda sağlayacağına inandığı işler ve meselelerle uğraşmaktan daha doğru ve güzel bir yol yoktur.

Kendi aleyhine yanlışlar işlemekte olan birine çoğu zaman, “aklını kaybetmiş, kafayı yemiş” yakıştırmalarıyla bakar, “vah tüh” diye acır veya “ahmaklığının cezasını çeksin” der geçer gideriz. Kendimizden geçemediğimiz benzer durumlarda ise; ya öfkemizi en müsait durumda olan bir başkasına kusup rahatlama yolunu seçer ya da kendimizle yüzleşip, bir daha böyle bir yanlışa düşmemek namına kararlar alıp, tevbeler ederiz.

Konu başkalarının iyiliği olunca, İslam bizden bu konuda da kesin ve net bir duruş bekler. Temel çıkış noktamız, bize düşmanlık edenlerin bile iyiliğini istemektir. Yani iman etmelerini, düzgün bir hayat yaşamalarını, dünyada ve ahirette iyilerden olmalarını istemek. Bunun sıralaması çok önemli değildir ama nihayetinde asıl hayatın ahiret olduğuna inanan bizler için iyiliğin de asıl hedefinin ahiret olması gayet normal bir durumdur.

Muhataplarımızın ahirette kurtulanlardan, iyilerden olmalarını istememiz bizim için hem dini bir vecibe, hem de bir vazifedir. Her Müslümanın dost ya da düşman olsun, karşısındaki için dünyada ve ahirette iyilik istemek gibi bir ilk adımı, ilk duruşu olmalıdır.

Sonra gidişata göre, iyi olmak ve iyilik etmek bir yana düşmanlık eden ve kötü olmayı seçmiş olanlarla yerine, zamanına ve şekline göre mücadele ederiz.

Bildiğimiz bir sabite olarak; hidayet Allah(cc)’tandır. Cennet, O’nundur, cehennem de. Kullarından dilediğine hidayet eder, dilediğine etmez. Cennetlik kulların sayısının artması bizim için bir yer sorunu olmaz! Cennette hidayete erecek her kula yetecek kadar yer olacaktır. Yani kendilerinden pek hazzetmesek de birilerinin iman ve salih amelle cenneti kazanmalarının bize asla bir zararı olmayacaktır.

Cennete girenlerin sayısının artmasıyla yerimiz daralmayacaktır. Allah(cc)’in lütfu ve kudreti sonsuzdur. Zihinlerimizde çizilen arsa parselleri gibi sınırlarla bakmak yersiz olur. O’nun mülküne kimse gecekondu dikemez. Yalnız ve sadece O’nun yarattığı saraylar vardır cennette ve ne kimseye bir eksiklik ne de bir haksızlık yapılmaz. Herkes hak ettiğinden daha fazlasını O’nun rahmetiyle elde eder.

İman etmelerini istediğimiz kadar insanların; iyilikler diye isimlendirdiğimiz, salih ameller olarak dini literatürde kullandığımız, hayırlı ve iyi işlerle meşgul olmalarını, hayır söylemelerini ister ve onların kötülüklerden ve günahlardan uzak durmalarını temenni ederiz. Hatta bunu dert edinir, dava edinir, iyiliklerine destek olmak veya yanlışlarını düzeltmek için gayret ederiz.

Günah ve küfür işlenmesine razı olmayız, olamayız. Razı olmanın veya hoş görmenin o işi yapmakla eşdeğer olduğunu düşünürüz. Muhataplarımızın anlayacağı ve onlar fayda sağlayacağının umduğumuz bir tonda ve şekilde, onlara iyiliği emreder, kötülüklerden de men ederiz.

Şahit olduğumuz iyiliklere sevinir, kötülüklere üzülürüz. Cürüm işleyenlerin şahıslarına özel bir kinimiz ya da düşmanlığımız olmaz. Aksine bir gün vazgeçer de kardeşimiz olur diye dengeli davranmaya çalışırız. Yanlışını düzelten ve yolunu doğrultanları geçmişleriyle yargılamaz, sui zanla bakmaz, hayır dua ile destek veririz.

Biz iyi olmayı başkalarının da iyiliğini istemekten geçen bir yol olarak görürüz.

Azılı bir İslam düşmanının tevbe edip, gözyaşlarıyla aramızda katılmasından daha büyük bir mutluluk düşünmeyiz. Bu ihtimal gerçekleşecek diye onunla mücadele etmekten vazgeçemeyiz ama bu ihtimali de hep aklımızda tutarız.

Akıbet Allah(cc)’tandır ve akıbet muttakilerin olacaktır…

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...