31 Aralık 2020

Zaman ve takvim yaratılışa tabiidir



Hayatı anlamlandırmakta kullandığımız en önemli verilerden biri, hiç şüphesiz zaman mefhumudur. İnsan hayatının en kısa tarifinin; “doğum ile ölüm arasında geçen süre” olduğu düşünüldüğünde zamanla hayatın bağı daha net ortaya çıkıyor.

Tarih, takvim, saat, ay, gün ve yıl gibi saya saya bitiremediğimiz, vazgeçilmez bilgi ve düzenlemelerin tamamı, zaman mefhumunun neticesidir. “Dünya hayatı zamanın geçmesinden ibarettir” desek, abartmış olmayız. Hayat bir vakittir ve geçmektedir neticede.

Ancak zamanın geçmesi, vaktin süresi gibi kavramların tamamının aslında göreceli olduğunu ve bunların bir bakıma bizim zanlarımızdan ibaret olduğunu da yine yaşayarak öğreniyoruz. Rüyasında zamanlar üstü bir yolculuk yapanlarımız olduğu gibi, saatler süren bir hikayeyi birkaç saniyede görebildiğimizi modern bilimin tespitleriyle anlıyoruz.

Uyuyan için zamanın bir bakıma ortadan kalktığını, saatlerin tıkırtılarının rüyaları etkilemediğini yani bu alemde kaldığını ve bu rüyaların zannettiğimiz ve yaşadığımız gibi bir zamanın geçerli olmadığı, bir başka alemin varlığının da göstergesi olduğunu fark ediyoruz. Uykunun küçük bir ölüm denemesi olduğunu, ölümün fragmanı olduğunu bilince; aslında rüyanın da ahiretin bir fragmanı yani diğer alemin bir tanıtım filmi olduğunu, varlığının delili olduğunu anlamamız mümkün oluyor.

Ayların ve yılların bizim için geçtiğini, aslında kainatın yaratılışından sonuna kadar olan her şeyin, ezeli ve ebedi ilim sahibi Allah(cc) için malum olduğunu; olacakların olduğunu, yazılacakların yazıldığını, kalemlerin kuruyup defterlerin dürüldüğünü; kaderin hükmünün icrasını zaman içinde görelim için dünyada olduğumuzu, çok fazla çırpınmanın, bu hayatı ve alemi çok değerli ve çok gerçekçi zannetmenin büyük bir gafletin kapısı olduğunu; bedenlerimizin ve canlarımızın, hayatlarımızın ve dünyamızın, zamanlarımızın ve anlarımızın değerlerinin ancak içini doldurduğumuz iyilik ve güzellikler kadar olduğunu biliyorum.

İyilik ve güzelliğin de bir nasip işi olduğunu unutmuyorum. Unuttuğum zaman hatırlatan, zamanın da yaratıcısı olan Allah(cc)’uya hamd ediyorum.

O’nun kudret ve tayini ile ayların 12 olduğunu, haftanın 7 gün kaldığını biliyorum. Adına ne takvimi denilirse densin, insan fıtratının 12 aylık bir yılı, 7 günlük bir haftayı yaşamak zorunda olduğunu görüyorum.

Bunca etkisiz ve bunca zavallı durumdaki insanın, sanki kendi tayin ettiği takvimlerle, kainatın ve insanlığın kaderine etki edebilecekmiş gibi aptalca bir zanna kapılmasını hayretle karşılıyorum.

Varsa bir gücümüz, haftanın günlerinin sayısını 8 yapıverelim mesele, ya da ayların sayısını 13 yapalım, olmadı 11’e indirelim.

Yapamayız!

Zamanın da hakimi olan Allah(cc)’dur, bunu her takvim değişiminde bir kere daha hatırlamakta ve hatırlatmakta fayda var.

“Gerçek şu ki, Allah katında ayların sayısı, gökleri ve yeri yarattığı günden beri Allah'ın kitabında on ikidir…” (Tevbe 36)

Daha önce deneyenler gibi, farklı takvim türleri yapılabilir. Çok zor bir iş değildir bu. Ayların sayısını da günlerin sayısının da değiştirebilirsiniz. Ancak bu insanların içine sinmez, kullanımı yaygın olmaz, genel kabul görmez.

Çünkü, fıtrat yaratılışa tabiidir.

İnsanoğlunun kendince takvim değişimlerini kutlamaya kalkması kadar, takvim değişiminden kaderin ve hayatın etkilenmesini ya da bir şeylerin değişmesinin takvimde yazılı sayılarla olabileceğini düşünmesinin, ne kadar basit ve insan onuruna yakışmayacak bir düşünce olduğunu fark etmemiz gerekiyor.

Adına miladi ya da hicri de desek, güneş veya ay takvimi de desek, zaman geçiyor bizim için ve mukadder bir sona doğru gidiyoruz. Bunun kutlanacak bir yanı olmadığı, takvimin türünden bağımsız bir vakıadır.

İnsanın kendini bu kadar önemli ve değerli görmesi, eliyle yazdığı sayılarla dünyaya hükmettiğini zannetmesi, ciddi bir kendine tapınma sapkınlığının göstergesi olabilir. Neyse ki, ölüm var ve insana kendi yerini hatırlatmaya devam ediyor.

“Varsa gücünüz ölümü durdurun” diye meydan okuyan kudretin karşısında boyun eğmekten başka çaresi yoktur kimsenin. Ne ki, bunu itiraf etmekle, ısrarla inkar etmek arasında özgürdür insan. Hayatı boyunca ölmeyeceğini iddia etse de, ölecektir oysa. Tıpkı öldükten sonra dirilmeyeceğini zannetse de dirileceği gibi…

27 Aralık 2020

Garipliğin fotoğrafı


Eğer bu yazının üstündeki fotoğraf olmasaydı, bu manzarayı anlatmak için ne edebiyatlar parçalamak gerekirdi. Ne çok söz lazımdı şu karedeki garipliği anlatmaya. Çadırları, çadırların ardındaki gerçekleri, çocukları, çocukların gönlündeki garipliği...

Yerdeki çamurların yağmurun hatırası olduğunu söylemeye utanır insan. Ayaklarına sardığın naylonların geri dönüşümü zor atıklar olduğunu düşünür modern insanlar.

Eteğindeki kelebek desenlerini tasarlayan elemanın ruh dünyasında karşılığı büyük ihtimalle, küçük mutluluklar olabilir ama senin kelebeklere benzeyen tek yanın kısa bir hayatta çok uzun yaşamaklar olsa gerek. Bir de tabi kelebek kadar narin çocukluğunun, gaddar ayaklar altına düşürülmesinin hikayesi var.

Ellerini birleştirmiş bir kızın çaresizliğini ve kimsesizliğini anlatmak için başka cümleye gerek kalmıyor aslında. Boynunun büküklüğünü de ekleyin üstüne, bir de tabi bakışlar...

Ah kızım bakışların kayaları eritir de çağın zalimlerinin yüreğine dokunamaz. Onlarda çelikten mamul, demirden soğuk bir kalp var. Yürekleri yok, olsa idi azıcık yanardı. Kalp var onlarda, sade bir kan pompası olan, mekanik bir alet.

Bir de böyle bakıp geçenlerin kayıtsızlığı, umursamazlığı var; gaddarlık mektebine yeni kayıt yaptırmış acemi öğrenci gibi bakıp geçenlerin teorik aldırmazlığı, acıyan bir bakıştan ibaret kalan vicdan temizleme aracı olan merhametsizliği, el uzatmaya tenezzül etmeyen bir tür Karun cimriliği, seni ve garipliğini de kullanan çağdaş insan onursuzluğu, lafını çok ettiğimiz ama zamanı bir türlü gelmeyen devrimciliği, insanların maskeleri ve tiyatro temsilleri var.

Senden adalet ve merhamet savaşçılarına miras bir intikam kalır. Küçük ihtiyar, vasiyetin yazılmıştır gönüllerde..


İşgal ve medeniyet

İnsanları, toplumları ve şehirleri, kimlik ve medeniyetlerine götüren tarihi yolculuğun, iyi ve güzel yanlarının yanında, sıkıntı ve belalarla da dolu olduğunu biliyoruz. Her şeyin yolunda gittiği, keyiflerin yerinde olduğu ve güllük gülistanlık devirlerden çok; savaşların, kıtlıkların, salgınların etkisinin bir tür bilinç altı oluşturduğu bir vakıadır.

İnsanlar genelde mutlu mesut günleri daha az hatırlar ve maalesef kalıcı travmalar büyük acılardan sonra yerleşir ruhlarımızda. Bu yüzden bayramlar, kutlamalar, şenlikler ve toplumsal bazı eğlence türleri her devirde ve her toplumda mutlaka kendilerine bir yer bulurlar. İnsanın teselliye, rahatlamaya ihtiyacı bitmez.

Gaziantep’in de çok uzun yüzyıllar devam eden bir huzur ve medeniyet yolculuğu olsa da, parçalanan ve pay edilen devasa bir imparatorluğun, hemen her bir şehrinin başına gelen acı gerçeklerle yüzleşmiş olmamız, farkında olmak zorunda olduğumuz bir mihenk noktasıdır.

Bin yılı aşkın bir süredir medeniyetimizin hüküm sürdüğü bu topraklarda, geçen yüzyılın başında yaşanan işgal, hala taze bir hatıradır ve yaşayan şahitleri kalmasa da, Gaziantep’in adından başlayan ve tarihi binaların duvarlarında devam eden izleri çok canlıdır.

Bir anda, çok uzun bir süredir birlikte yaşadığımız ve her türlü sosyal münasebette bulunduğumuz, kendilerine ait okulları, hastaneleri, kiliseleri ve hatta şaraphaneleri bile bulunacak kadar özgür bir hayat süren Ermenilerin düşmanla kol kola girip üstümüze saldırması, kolay atlatılacak bir travma değildir. Fakat yine de atlatılmıştır ve halkın genelinde devam eden bir kin ya da düşmanlıktan söz etmek neredeyse imkansızdır.

Daha 99 yıl önce bu topraklardan ardına baka baka çıkmak zorunda kalan Fransızların bugün hala, uluslararası pozisyonlarda bize diş bilemeye devam ettiğini gördükçe, “acaba biraz çabuk mu unuttuk” diye düşünmeden edemiyorum.

Ve yine, aradan geçen bunca zamana ve değişen şartlara rağmen, olası bir işgal girişiminde yeniden eski günlerdeki gibi kenetlenerek direnmeye hazır olduğumuzun işaretlerini -tıpkı 15 Temmuz 2016’da gördüğümüz gibi- yeniden görmek büyük bir umut veriyor.

Düşmanın silahlı askerlerini çıkarttığımız memleketimizde, silahsız ama gönüllü Fransız müfrezesi gibi dolaşanları görmek, herhalde en son istediğimiz şeydir. Zira “savaş düşmana benzemekle kaybedilir”, cephede yenilmekle değil.

Bütün kahramanlık ve fedakarlığına rağmen Fransızların şehri işgal etmesine engel olamayan ecdadımız yenilmemişti. Çünkü asla bir Fransız gibi zalim ve işgalci bir kafa yapısına sahip olmadılar, asla kendi değerlerinden ve kültürlerinden vazgeçmediler.

Medeniyet veya gelişmişliği; zorba işgalci bir tarihin temsilcisi Fransa gibi batılıların kurguladığı, aslında kapitalist ve yeni bir tür sömürge düzeni olan batı kafasında görmekten ve onlara boyun eğmekten daha ağır işgal edilmişlik bilmiyorum.

Evet, teknolojik ve mekanik gelişmişlik onların kontrolünde, para ve silah onların elinde, dünyanın siyasi ve askeri anlamda hakimi onlar gibi görünüyor ama bunlar bir medeniyet kurmaya ve yaymaya yetmiyor.

Geliştirilen teknolojinin elimizdeki çok özellikle telefonlardan ibaret olmadığını ve dünyanın farklı noktalarında batılı emperyalist güçlerin, hakimiyet ve kontrollerini sağlamaya yarayan çok amaçlı silah sistemlerinin asıl batı gelişmişliğini temsil ettiğini, onları rahatsız edecek tek şeyin de bu oyuncaklarını ellerinden almak olduğunu yakın geçmişte yaşayarak öğrenmiş bulunuyoruz.

Medeniyet işgal etmez, takdim eder kendini ve kabul görür. Gelişmişlik ise, zenginlik ya da refah içinde yaşamakla olmaz, ancak insanlığa gerçekten insan onuruna yakışır bir sosyal düzen sunmak olabilir.

Zorla kabul ettirilen ya da dayatılan bir şey medeniyet olamaz. Silah ya da para gücüyle, medya ve diğer propaganda metotlarıyla yayılan bir fikir gelişmişlik değildir.

Bu yüzden biz işgal etmez, fethederiz. Medeniyete açarız, gönüllere kapı açarız, insanlığa yol açarız, adalete meydan açarız, merhamete alan açarız; dileyen girer ve katlanarak büyürüz, dileyen uzak kalır ve kaybeder.

Batılıların ve özelde Fransızların bilmediği ve öğrenmek istemediği şey; bizim de kanlarımızın onlarınki gibi kırmızı olduğudur ve bizim de kendi topraklarımızda, en az onların halkları kadar özgür ve müreffeh bir hayat yaşamaya hakkımız olduğudur.

Bu toprakların ve denizlerin zenginliklerini onlara yedirmeyecek olmamızı kabullenemiyorlar. Bu halkın çocuklarının onlara köle olmayacağını bilmek onları huzursuz ediyor. Bütün çabaları, siyasi ve askeri düşmanlıkları, bilimsel ya da teknolojik ambargoları, hep bir üstünlük ve efendilik taslama çabasının çirkin resmini gözler önüne seriyor.

Onlar bir zamanlar bu toprakları işgal ettiler ve biz onları bir şekilde çıkarttık. Şimdi artık yeni nesillerimizin gönüllerinde de yer bulmalarına engel olmak zorundayız. Medeniyetimizi bilmek, bildirmek ve bugün karşımızda duran adaletsiz ve merhametsiz zenginlik ve gelişmişliğin medeniyet olmadığını öğretmek durumundayız.

25 Aralık 2020

Antep’in gazilik hikayesi

 


Son “silahlı” Fransız askerinin Antep’i terk etmesinin üzerinden 99 yıl geçtiği bugün, o devirde gastronomi kültürünü yokluk ve savaşla birleştirip “sahan bombası” keşfini yapan ecdadı hayırla yad ediyorum.

Tabi şimdi gastronomi denilince aklımıza envai çeşit Antep yemeğinin gelebiliyor olmasını; o günlerde, kazanlarla, kepçeler ve sahanlarla direnen kahramanlara borçlu olduğumuzu unutmamız gerekiyor.

Bu süreçte, Antep’e 11 ay boyunca bırakın cephaneyi, bir lokma ekmeğin bile giremediği muhasarada, yokluk ve kıtlıkla, açlıkla yapılan direnişin sürdürülmesi, akla hayale gelmeyecek yollarla, savaşa devam etmeye çalışılması, unutulmaması gereken bir kahramanlık hikayesidir.

Mağaralarda, düşmanın attığı mermi çekirdeklerini eritip yeniden kurşun üreten; ellerinde barut kalmayınca, söğüt ağacı kömürünü kükürtle karıştırıp “kara barut” üreten; yiyecek bir şey kalmayınca, acı badem çekirdeklerini el değirmenlerinde öğütüp ekmek üreten; kahramanlık ve yiğitlik üreten; direniş ve zafer üreten bir halk, her türlü saygıyı ve takdiri çok fazlasıyla hak ediyor.

Bu vesileyle, kahramanlarından olaydan sağ çıkan olmadığından gerçek detaylarını bilemediğimiz, ancak bazı anlarına şahit olan köylülerin ya da katil Fransızların anlattıkları kadarıyla bildiğimiz ve batının “savaş hukuku” anlayışının göstergesi, “Dokurcum Değirmeni Katliamı” ve Şahin beyin direnişinin hikayeleri nesilden nesle aktarılması gereken destanlardır.

Bu noktada, şehrin bir çok yerinde hala korunan Fransız kurşunlarının yaraları kadar Gaziantep Savaş Müzesi, bu şehre ne için gelmiş olursanız olun, uğramadan geçmemeniz gereken bir mekan. Hele burada yaşayanların kesinlikle ziyaret etmeleri ve tarihlerine yakın gözlüklerle bakmaları gereken bir müze. Öyle kuru bir kelime olarak müze deyip geçmemek ve aslında müzeden çok fazlası olduğunu fark etmek gerekiyor.

Tam da bugün açılan Panorama 25 Aralık Müzesi de tarih bilinci ve gelecek kurgumuza büyük katkılar yapmasını beklediğimiz eserler arasında yerini almış bulunuyor. Umarım salgın ve tedbir şartlarında ziyaret etme imkanı bulabiliriz.

Bu vesileyle işgallerin ve direnişlerin şehri Gaziantep’in yani Osmanlı’nın Halep vilayetine bağlı Ayıntab’ın, o günlerini bir kere daha hatırlamakta fayda var.

Antep Savunması Kronolojisi:

15 Ocak 1919 İngiliz işgali

29 Ekim 1919 Fransız işgali

5 Kasım 1919 Fransız ordusu gönüllü Ermeni birliklerinin Antep’e girişi

23 Kasım 1919 Cemiyeti İslamiye’nin işgale karşı büyük mitingi

20 Ocak 1920 Karayılan’ın Karabıyıklı zaferi

21 Ocak 1920 Şehit Kamil hadisesi

3 Şubat 1920 Şahin Bey’in 1. Kertil zaferi

18 Şubat 1920 Şahin Bey’in 2. Kertil zaferi

28 Mart 1920 Fransız taarruzu ve Şahin Bey’in şehadeti

1 Nisan 1920 Antep muhasarasının başlaması

3 Nisan 1920 Düztepe işgali

16 Nisan 1920 Hacıbaba işgali

17 Nisan 1920 İbrahimli işgali

26 Nisan 1920 Mağarabaşı savaşı

2 Mayıs 1920 Kurbanbaba taarruzu

22 Mayıs 1920 Karayılan’ın Sarımsaktepe zaferi

24 Mayıs 1920 Karayılan’ın şehadeti

10 Eylül 1920 Çınarlı Camii direnişi

14 Ekim 1920 Çınarlı zaferi

1 Aralık 1920 Büyük Fransız taarruzu

18 Aralık 1920 Fransız taarruzu geri püskürtüldü

1 Ocak 1921 Antep’te açlıktan ölümler başladı

7 Şubat 1921 Huruç taarruzu başarısız oldu

8 Şubat 1921 Antep düştü

 

Gaziantep savunması 11 ay sürdükten sonra açlık yüzünden sona ermiştir. Savunma süresince Fransızlar şehre 70.000 civarında top mermisi atmış, 6.317 Antepli şehit olmuş, en Az bir o kadarı yaralanmış, evlerin üçte biri yıkılmıştı.

 

25 Aralık 1921 Fransızlar, Ankara Anlaşması gereği Antep’ten ayrıldı.

8 Şubat 1921 TBMM kararıyla Antep’e gazilik ünvanı verildi ve şehrin adı Gaziantep olarak değiştirildi.

 

20 Aralık 2020

Zor iyi bir mihenktir

Bütün iddialar ispata muhtaçtır. Devletin adalet iddiası, zayıf birinin güçlü hasmı ile olan davasında ortaya çıkar. Vatandaşın vatanseverlik iddiası, kaçırılması “mümkün” olan vergide anlaşılır. Bir belediye başkanının hizmet iddiası ancak seçildikten sonra ortaya çıkar. Halkın şehrine değer verdiği iddiası, ona sahip çıkmasıyla anlaşılır.

Şehirlilik ve medeniyet ise toplumsal bir iddiadır ve hep birlikte ispatlanması gerekir. Halkın büyük çoğunluğunun katkıda bulunduğu bir düzen, uymayan azınlığa rağmen yürür. Devlet gücünü, kanunlara uymayan suçlulardan değil, uyanların çokluğundan alır.

Zor zamanlar; fert ve toplumların sınandığı, değerlerin tartıldığı, insan kalitesi ve medeniyet temellerinin ortaya çıktığı, söz ve iddiaların gerçekten test edildiği devirlerdir.

Güçlü bir devlet, mükemmel hizmet eden bir belediye, tıkır tıkır işleyen bir bürokratik sistem varken; herkes iyi bir vatandaş, hamiyetli bir kahraman, kurallara ve kanunlara azami uyan örnek bir insan olabilir. Ancak gerçek, bunlardan birinin kısmen ya da tamamen sarsıldığı zamanlarda anlaşılır.

Ortada yardıma muhtaç birileri yokken, herkesin eli boldur. Mülteciler yokken herkes dünya vatandaşıdır, insanlıktan dem vurur. Kış gelmeden önce herkes gariplere yardım etmek için hazırdır.

Bir felaket, saldırı, yangın, deprem ya da sel olmadan önce herkes bu şehrin yerlisidir, hamisidir, yürekten bağlısıdır.

Kolay zamanlarda, herkes her şey olabilir. Mesele, zor zamanlarda ne olabildiğimizle alakalıdır.

Şehrin sevinçlerini de acılarını da hissedebilmek için, gerçekten buraya ait olmak gerekir. Dilinin ucuyla söylenen sözler ya da elinin ucuyla tutulan eller, gönüllere erişemez.

Biri yerde bir acı varsa, ilk akla gelen onu paylaşmak sonra varsa sorumlularının bulunması ve cezalandırılması için beklemektir. Bu dün bir bomba olur, bugün bir yangın, yarın bir başka şey. Hayat devam ettiği müddetçe, insan için ne acılar bitecektir ne de sevinçler.

Dünyanın ağır bir ekonomik ve aslında siyasi bir buhran döneminden geçiyoruz. Tarihin bizim payımıza düşen kısmı bu imiş deyip, bu hengameden nasıl en az zararla çıkabiliriz sorusunun cevabını aramalıyız.

Bir olayın ya da bir insanın değil, milletlerin ve devletlerin kaderlerinin gözler önüne serileceği günlere gittiğimizi düşünenler var. Zor zamanlarda sınanmak için kaliteli fertlerden oluşan, kaliteli bir sosyal yapıya ve sağlam bir medeniyet anlayışına ihtiyacımız olduğu kesin.

Rahat zamanlarda yoldaki çukurun, kaldırımdaki eğriliğin, aksayan bazı hizmetlerin lafını ederiz, orası ayrı bir konu. Ancak sıkıntı ve bela, bütün bunların üstünde bir yer edinmelidir, normal her insan vicdanı böyle çalışır.

Şehrin üstüne bir acı dalgası sis gibi yayıldığında, her normal hemşerimiz bir nefes çeker ondan ve ciğeri yanar. Olayın merkezine yakın olanlar için bu duman daha ağırdır, yanık da daha çok acıtır.

Acının kaynağından ve sebebinden önce, kendisi gelir. Ötesi başkalarının işidir ve her kurum üzerine düşeni yapar diye beklenir.

Ateş düştüğü yeri yakar; türünden ve şeklinden bağımsız olarak yakar. Ateşin kaynağı ya da faili, yanan yürekleri etkilemez. Yakınlarını toprağa koyan insanlar için sonuç aynıdır çünkü.

Bu sebeple, şehrimizin kent ve medeniyet yolculuğunda bu hafta, acıların paylaşılma zamanıdır diyorum.

Sebebi ne olursa olsun; şehrimizin özel hastanelerinden birinin yoğun bakımında yaşanan patlama ve yangın sonrası hayatını kaybedenlere rahmet dilemek ve yakınlarının acılarını paylaşmak, hepimizin payına düşen bir sorumluluktur.

Bu şehirde, bu kış kimsenin üşümemesi ise, paylaşılması gereken ilk sıkıntılardan biridir. Gücü yetenlerimiz kendi imkanlarıyla, yetmeyenler gerek kamu gerekse sivil toplum kuruluşları aracılığıyla, ihtiyaç duyulan her yere ulaşmaya çalışmak durumundayız. Bu şehirde bu güç ve bu imkanın varlığını hepimiz biliyoruz. Yeter ki, gerekli adımları atabilelim, gerekli yerlere ulaşalım, kıyıda köşede unutulan kimse kalmasın.

Acının ve sıkıntının büyüklüğü, onu yaşayanla ilgilidir. Evlatlarının dolu bir mide ile sıcak bir odada uyumasını temin edememek, bir anne ya da baba için ne ağır bir acıdır ki, bazen diğer acılar bunun yanında hafif kalır. En sevdiğini toprağa gömen biri için, dünyanın servetleri değerini kaybeder ve acısını paylaşan bir yakın gönülden daha büyük dostluk yoktur.

Acıları paylaşarak azaltabiliyoruz, sevinçleri de paylaşarak çoğaltmak mümkün; şimdi zor zamanlardayız, acıları paylaşarak azaltalım ki zamanı geldiğinde paylaşacak sevincimiz ve paylaşabilecek dostlarımız çok olsun.

 

 

18 Aralık 2020

Hep insan kalıyoruz

 


Yeryüzünde kaç bin çeşit canlı olduğunu araştıra dursun bilim ehli, her gün yeni bir tür daha keşfetsinler. İnsan aklının ermediği, elini yetmediği, gözünün görmediği uzaklarda ve derinlerde daha kim bilir kaç yaratık hayat sürüyor, bilinmez. Ama bilinen ve değişmeyecek olan bir gerçek olarak; bizi Allah(cc) insan olarak yarattı ve bu kıyamete kadar böyle devam edecek.

Neslimizden gelenler de bizden öncekiler gibi insan olacak. Ulaştığımız bilgiler, gittiğimiz yıldızlar, isim taktığımız galaksiler, indiğimiz derinlikler ve çıkardığımız madenler hatta geliştirdiğimiz üstün teknolojiler de bu gerçeği değiştirmeyecek ve biz hep insan olacak kalacağız.

Bu hakikatin, varlıkların kendisi için yaratılmış olmasının verdiği bir üstünlük hali ve hissi varsa da; hata ve isyan gibi pek makbul olmayan yanları da bulunuyor. İnsan olmak demek; hata etmek, yanılmak, eksik kalmak, gücü yetmemek, yetişememek, geç kalmak, eli ermemek anlamlarını da beraberinde getiriyor ve bize hiç sormadan küfemize bırakıyor.

Sahip olduğumuz hiçbir maddi güç, bizi hatadan münezzeh kılamıyor.

Hiçbir savunma silahı Azrail(a)’ı durduramıyor.

Adımızın önüne ya da arkasına yapılacak hiçbir eklenti bizi insan üstü bir yaratığa dönüştürmüyor. Hoş öyle bir yaratık türünün mümkün olduğu da meçhul zaten.

Ve fakat; geçici bir süre de olsa, sahip olduklarımızla kendimizi başka bir şey sanmaya başlamamız da insanlıktan hep.

Makamlar ve sıfatlar, insanların tayin ettiği ve dünyada kalmaya mahkum, içeriğini de bizim doldurduğumuz basit kelimelerden ibaret aslında ama ne çok değer veriyoruz bunlara ve ne çok beğeniyoruz kendimizi.

Kibarcası; güvendiğimiz dağlara kar yağabilir, tutunduğumuz dallar kırılabilir. Çünkü Allah(cc), karın dağlara yağmasını ferman buyurmuş ve yine Allah(cc) taşıyabileceğinden daha fazla yük bindirilen dalların kırılmasını kanun olarak koymuştur. O’nun yazdığını değiştirebilecek yokken, bizim dağlara kar yağmayacak kadar güvenmemiz, dallara asla kırılmayacaklarmış gibi bütün ağırlığımızla asılmamız; kendi kabahatimiz, saflığımız ya da aptallığımız olur.

Herhangi bir meslek ehlini ya da insan tipini özelleştirerek, şunlar şöyle bunlar böyle yapıyor gibi genellemelerle, kendimizi temize çıkarmanın bir manası yok. İnsanın olduğu her yerde eksiklik olabilir ve hatalar yapılabilir. Bizi geliştiren, değiştiren ve belki umut verecek olan, hataların kabullenilip, dönülmesi, tekrar edilmemesi kararlılığı olabilir.

Bütün tedbirlere ve denetlemelere, nasihatlere ve engellere rağmen yine de birimizin ayağı kayabilir, eli kayabilir. Yapacak çok fazla bir şeyimiz yoktur; insan olduğunu hatırlamak ve insanın sadece hata eden değil, aynı zamanda tövbe de edebilen ve hatasından ders de alabilen bir canlı olduğunu, emanete ehil görüldüğünü ve dünyaya Allah(cc)’un halifesi olarak gönderildiğini hatırlamamız, hatırlamakla kalmayıp bu minvalde bir beklenti içine girmemiz gerekiyor.

Kendimiz ve çevremiz için, yakınlarımız ve uzaktan tanıdıklarımız için; iyilik istemek, kötülüklerden uzak kalmalarını temenni etmek ve bunun için çaba sarf etmek, bütün gayretlerine ve desteklerimize rağmen düşenlerimizi, en yakınındakilerden başlayarak, eli erenlerin ve gözü görenlerin tutması, kaldırması ve selamet yolunu salık vermesi gerekiyor.

Diğer insanlar için samimiyetle istediğimiz güzelliklerin, kendimiz için de dua yerine geçtiğini; başkalarının sevinçlerine vesile olmanın kendimiz ve ehlimiz için elle yapılan dua yerine geçtiğini; insan türünün diğer bütün canlılardan daha fazla, birlikte yaşamaya ve ıstılahi anlamı ile sadece namaz cemaati değil sosyal hayatta da cemaat olmaya ihtiyaç duyduğunu unutmamamız gerekiyor.

Hataları ve sevapları ile, eziyetleri ve destekleri ile, yükleri ve yardımları ile, acıları ve sevinçleri ile, yaraları ve havaları ile, susmaları ve konuşmaları ile, somurtmaları ve gülüşleri ile, görüşleri ve görmeyişleri ile, saldırmaları ve savunmaları ile, ihanetleri ve vefaları ile, kibirleri ve tevazuları ile, küfürleri ve imanları ile, hepimizi insanız ve insan olarak kalmaya devam edeceğiz.

Birbirimize insan gibi muamele edebilirsek, insanlığımızdan olmayız ve dahası, insanlığımıza bir katkımız olur.

 

11 Aralık 2020

Zihinsel kentsel dönüşüm

 

Tıpkı başlıkta kullandığım “sel”li kelimelerin dilimizi bozduğu gibi, modern hayatın ve hakim hayat düzeninin, fert ve toplum bazında yaşam tarzımızı kaçınılmaz olarak etkilediğini ve normallerimizin geçen zamanla birlikte, farkında olarak ya da olmayarak, sindirdiğimiz ve hatta benimsediğimiz gariplikler bütünü olarak yaşandığını söyleyebilirim.

Çadırlarda yaşadığımız devirler ya da toprak damlarla örtülü nostaljik evler uzak köşelerimizde kaldı ve ancak birkaç karelik fotoğraf kadar bize yakınlar. Neredeyse sobalı evlerin bile bir hatıraya dönüşmeye başladığı günümüz insanından, şehir sakinlerinden, modern hayatın fertlerinden ve hepsinden daha önemlisi bu gelişmiş ve zenginleşmiş memleketin yöneticilerinden, ulaştığımızı sandığımız medeniyet seviyesine uygun bir çevre, yerleşim, park ve diğer ihtiyaçlarıyla bir bütün olmuş, modern bir kent beklentimiz elbette var.

Hiçbir gelişme ve düzenleme, tepeden inme baskılarla yerleşemiyor. Aynı şekilde halkın adet ve alışkanlıkları da toplum düzenini etkilemiyor. Bu iki açının birlikte işlemesi en hızlı ve mantıklı çözüm yolunu açabiliyor.

İdarecilerin, şehir kültür ve medeniyetini inşa etme konusunda, üzerlerine düşeni yaptıklarına ikna ettikleri kent sakinlerinin, buna katkıda bulunmak için gayret içine girmesi sonucunu doğuracaktır.

Öyle bir kaldırım yaparsınız ki, elindeki çöpü yere atmaya utanır insanlar veya tükürmek ar gelir birilerine belki. Öyle güzel parklar düzenlersiniz ki, çekirdek çitleyip kabuklarını banklarda veya masalarda bırakmak, utanç verici bir hal alabilir.

Rastgele yapılmış hiçbir iş muhataplarında saygı uyandırmaz.

Tabii ki, her şeye rağmen, insanlar arasından bu temel terbiyeden mahrum olanlar çıkacaktır. İşte onlar için de denetleme ve ceza sisteminin kullanılması, bırakın halkın tepkisini, tebrikini celp edecektir.

İnsan eliyle düzenlenen bir kullanım alanının mutlak kusursuzluğu diye bir beklenti olamaz. Ayrıca insan eliyle yapılan herhangi bir işte de mutlak kusursuzluk aranamaz. Eksiklikler ve hatalar insanın olduğu her yerin ayrılmaz birer parçasıdır.

İşte tam da bu noktada devreye denetleme unsuru girmek zorundadır. Hatasız iş beklenmez ama başıboşluk da kabul edilemez.

Harabe görüntüsünde bir kaldırım, çukurlarla darmadağın bir asfalt yolların olduğu bir kentte, insanlar kendi aralarından bu rezaletlere sebep olanları değil, tabii ki yerel idarecileri sorumlu tutarlar.

Çöpe dönmüş bir parkta yürüyüş yaparken, oluşturulan çöp yığınlarını aramızdan birilerinin bıraktığını değil, görevlinin temizlemediğini düşünmek maalesef kentsel dönüşümü tamamlanmamış biz kent ahalisinin bakış açısıdır.

Bu noktada, kentsel dönüşümün, gecekondu mahallelerini ortadan kaldırıp yerlerine yüksek binalar dikmek olmadığını, herhalde ilk söyleyen ben değilimdir. Ancak zihinsel olarak kentsel dönüşüm geçirmemiş insanları, apartman ya da geleneksel konaklara da alsanız değişen pek bir şey olmuyor.

Apartmanların günümüz ekonomik ve sosyal koşullarının bir zorunluluğu olduğunu düşündüğümden, basit bir apartman karşıtlığına girecek ve ütopik bir konak Gaziantep’i hayali kuracak değilim. Şartlar tıpkı bir kimya deneyinde olduğu gibi, bütün fikir ve hayallerin üstünü örtebiliyor.

Gazi şehrin kentsel dönüşümü, apartmanlarla bitmiyor. Gecekondu ya da varoş mahallelerin yok olma ihtimali de yakın bir zamanda mümkün görünmüyor. Dahası İstanbul ya da Ankara gibi, metropol şehirlerinde bile gecekondu sorununun çözülemediği bir ülkede yaşadığımızı unutmuyoruz.

Kentsel dönüşüm için, mahallelerin ortadan kaldırılıp, daha fazla “modern ve sağlıklı apartmanlar” kurulması gerektiğini düşünmüyorum. Çaresiz olarak var olan gecekondu veya varoş semtlerimizin, aralarına imkanlar nispetinde serpiştirilen parklar ve bazı tesislerle, buraların kente dönüştürülmesi yolunda önemli bir adım atıldığını söyleyebilirim.

Ancak bu mahallelerimizin en büyük sorunlarından birinin de, sürekli artan araç sayımızla birlikte yaşadığımız otopark meselesi olduğunu hatırda tutmakta büyük yarar bulunuyor.

Daha geçtiğimiz yıl, silahlı bir çatışmanın yaşandığı ve insanların birbirini öldürdüğü gecekondu mahallelerindeki otopark sorunu, her zaman can kaybına sebep olmasa da, neredeyse günlük tartışma ve tatsızlıkların yaşandığı bir dert olarak karşımızda duruyor.

Nasıl bir çözüm bulunur, ne kadar imkan vardır, kentsel dönüşüm planlarında son durum nedir, nereler nasıl dönüşecektir bilemiyorum. Ancak şehir nüfusunun büyük bir çoğunluğunun akşam evine aracıyla döndüğünde nereye park edeceğine dair bir sıkıntı yaşadığını belirtmek ve şehir planlarını yapanların bunu da dikkate almalarını ve kangren olmuş bu yaraya bir el atmalarını istirham ediyorum.

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...