31 Mayıs 2021

Büyük başın büyük derdi

 


İnsanlar ancak, birlikte yaşamanın zahmetlerine de rahmetlerine de alışarak büyük toplumlar oluşturabilir. Yaratılış itibariyle ve hayatın devamlılığı için bir diğerine ihtiyaç duymak, -istisnalar hariç- hepimizin doğal halidir.

Yeryüzünde hayatını devam ettiren insanlığın yekunu içinde, herkesten uzaklaşarak bir köşede kendi başına hayatta kalmaya çalışanların sayısı, söz konusu edilemeyecek kadar azdır.

Demem o ki; hayat, birlikte yaşanan ve birbirimize sağladığımız fayda ve zararlar ile devam eden bir süreçtir.

Düşünsenize, şeytanın yok olduğu ve kimsenin kötü olmadığı bir dünya ne kadar anlamsız olurdu. Bu manada, kötülüğün ve sıkıntıların varlığı, iyilik ve rahatlığın değerini tayin eden durumlardır.

Kimsenin hata yapmadığı ve mükemmel akan bir trafik hayali ne boş! Mutlaka birileri aksilik yapacaktır beklentisi ne kadar doğal.

Kimsenin suç işlemediği bir toplum, ne kadar ütopik! Birilerinin hatalar yapması ve birilerinin onları cezalandırarak adaleti temin ile vazifeli olması ne kadar normal.

Bizler insanız, melek değil!

Evlerimiz yan yana ya da üst üste. Sokaklarımız mutlaka bir yerde kesişmek durumunda. Köylerimiz şehre, şehirlerimiz mutlaka bir ülkeye, ülkemiz muhakkak bir dünyaya açılmak ve ulaşmak zorunda.

Halihazırda, hiçbir toplum homojen değil ve kalamıyor. Belki Amazon ormanlarının derinlerinde ya da Afrika çöllerinin bir köşesinde, kuş uçmaz ve kervan geçmez dağların zirvelerinde küçük kabileler, belki kendileri olarak kalabiliyorlardır.

Bunların dışındaki hepimiz, bir diğerinden etkilenmek ve etkileşimde bulunmak durumundayız. Bunun zenginlik ya da fakirlikle, gelişmişlik ya da geri kalmışlıkla da çok alakası yok.

Öyle ya, dünyanın en ücra köşelerinde bile dilimizi bilen birileri olabiliyor ve dünyanın her yerinde ve her şeyden haber alma şansımız bulunuyor.

Kenar mahallelerin işçileri ile modern semtlerin zenginleri aynı yolları kullanmak, aynı ekmeği yemek zorundalar.

Gerçi bizim belediyelerimizin hizmet anlayışı biraz durumları eşitliyor. Milyonlarca liralık evlerin sokakları ile gecekondu semtlerinin sokakları arasında alt ve üst yapı bakımından neredeyse fark yok! Yani bir zenginimizin 15 milyonluk malikanesinden çıkarak, birkaç milyonluk aracına binerken çamura basma, kaldırım taşına takılma ihtimali ile, 500 liralık gecekondu kiracısı işçinin aynı halleri yaşama ihtimali yaklaşık olarak aynı…

İronik bir şekilde, adalet uygulanıyordur belki de, bilemiyorum.

Ancak büyük şehirlerin, büyük insan toplulukları demek olduğu ve çokluğun mutlaka çeşitliliği ve farklılığı beraberinde getirdiği gerçeğini aklımızdan çıkarmamamız gerekiyor.

Yerlilerin kendileri kalma şansı yoktur artık, eğer Afrika’nın bir köşesinde değillerse!

Önceden gelenlerin kendilerinden sonra gelenlere kızma hakkı yoktur, eğer akılları başlarındaysa.

Bugün yeryüzünde saf bir ırk kalmadığı gibi, ari bir şehir de yoktur. Herkes birbiri ile akraba, herkes komşu. Bu güncel dünya gerçeğini idrak ettiğimizde, bakış açımızı değiştirmemizin daha kolay olacağını tahmin ediyorum.

Şili’de mülteci olarak ülkeye bilmem kaç yılında sığınan Filistinlilerin kurduğu futbol takımının sırt formalarının hayallerindeki ülkenin haritası olmasına yerli futbol otoriteleri itiraz edebilir. Ancak bu cümlede geçen Kuzey Amerika kıtasındaki Şili ve Filistin’in gerek coğrafi, gerek kültürel olarak ne kadar uzak olduğunun bir anlamının kalmadığının farkında olmak için güzel bir örnektir.

Avustralya’da Çanakkale Savaşı sırasında tren saldırısı düzenleyen iki Osmanlı’nın efsanesi hoşumuza gider. Japonya’da kurulan camiye bayılırız. Bütün bunların bizim dışımızdaki herkes için de geçerli olabileceği ihtimalini öğrenmezsek bir yere varamayız.

Sokak ve şehrimizdeki farklılıklarla ünsiyet kurmayı başarmamız gerekiyor. Medeniyet tam da böyle bir şeydir!

25 Mayıs 2021

Medeniyetimizin köklerine tutunmak



Yeryüzünde hayatın en belirgin ve beğenilen yanlarındandır yeşillikler, ağaçlar ve ormanlar. Hele içlerinden ırmaklar akan, manzaraları ile iç ferahlatan, sundukları yaşam imkanı ile sevilen yeşil denizlerin, gözümüze ve gönlümüze kattıklarını anlamak, çağımız modern şehirlerinde yaşayan bizlerin çektiğimiz hasretler sebebiyle çok iyi anlayabildiğimiz bir güzelliktir.

Hayat su ve yeşille kaimdir, bir de bunları barındıran toprak!

Şehirler ve medeniyetler de su ve yeşille hayat bulur, susuzluk ve yeşilsizlikle tükenirler.

Şehrin ve medeniyetin de kökleri, ağaçlar gibi toprağa salınır ve su gibi kültür içerek beslenir. Yerin altında kaldığı zannedilen pek çok şey, yerin üstündekilerin hayatlarına yön verir. Aslında, hayata toprak yön verir ve sona eren her hayatı toprak sinesine alırken, bunda şaşılacak bir yan da yoktur.

Bir şehrin ve medeniyetin kökleri, insanların gönüllerindedir. İçinde erdem ve ahlak büyüten nesillerin eserleri asırlar boyu ayakta kalır. Biz tarihi binaların sadece taşlardan ibaret olduğunu zannetsek de, medeniyetin ruhu oralarda yaşar ve oralarda bilinir.

Bu anlamda yeryüzünün en tarihi binası Kabe’dir mesela, taşıdığı medeniyet davasının kıblesidir. Mescidi Aksa’dır mesela, doğru ya da yanlış herkesin bir ucundan tutmak istediği bir mirastır. Kavga da köklere kimin tutunacağının çekişmesidir ve kazanan o köklere en layık olanlardır.

Bizim medeni şehir anlayışımızın bugünlerde bu kadar bozulmuş olmasının herhalde en büyük sebebi, şehirlerimizin köklerinden koparılmasındadır. Bunun ilk sebebinin madde değil mana olduğunu düşünüyorum. Manevi mirasını kaybeden, kökleriyle bağını kesen bir toplum, ondan sonra olacakların tamamına kar ve zarar penceresinden bakıp, bir medeniyet inşa etmek yerine, bir kazanç kapısı açmak noktasına geldi.

Evlerinde “hayat” bulunmayan şehirlerde hayat süren insanların, medeniyete katkılarında da hayır olmadı. Sahi şimdilerde bilmeyenler de vardır yazalım: Antep yerel lisanında hayat, evlerin avlusuna verilen isimdir. Apartman neslinin maalesef hayatlarından çıkarılan bir hayattır o.

Hayıflanmaların ve artık geri dönülmez noktaların üzerinde çakılıp kalmanın bir manası yok. Değiştiremediğimiz ve yakın gelecekte bir başka şekle bürünmesi de mümkün olmayan şehirlerimizin ve hayatlarımızın ardından ağıt yakmak, kendimizi daha ölmeden gömmek gibi olur.

Hayattayız, yaşıyoruz ve bu haldeyiz. Öyleyse bu halin en verimli, en beğenilir, en hayırlı, en güzel nasıl kullanılabileceğine kafa yormak gerekiyor. Bu halde de medeni bir şehrin nasıl mümkün olacağının yollarını bulmak zorundayız.

Geçmişi, kendisinden beslenilen bir kök olarak görebilir ve ondan aldığımız su ile yeşil yapraklar açmanın, hatta lezzetli meyveler vermenin bir yolunu bulabiliriz.

“Nerede o eski…” kalıbında takılıp, döne döne bina okuyan tembel talebe gibi bunu tekrarlamanın hiçbir getirisi yoktur.

Yeni buradadır ve bunu güzel kılmanın, iyi olmanın, şehri medeniyete dönüştürmenin her zaman tam zamanıdır. Gecikmişliklerimizin, engellenmişliklerimizin, eksikliklerimizin, yenilmişliklerimizin mazeretlerine sığınmak, kifayetsiz politikacı metodudur. Biz yaşıyoruz ve hayat üzerinde politika yapılamayacak kadar gerçek ve değerlidir. Hoş kendimizden başka hayatlarımıza oy verecek kimse de yoktur, hizmet getirecek bir kurum da bulunmaz.

Şehir insandır, şehir sudur, şehir yeşildir. Medeniyet; insanın kök saldığı toprağa tutunup bir erdem ve ahlak ormanı inşa etmesidir. Köksüz ağacın meyve verme ihtimali yoktur. Köklerimizi bulmak, onlara tutunmak ve onlardan beslenerek büyümek bizim yolumuzdur.

15 Mayıs 2021

Allah(cc)’a sığınmanın vaktidir



İsrail’in herkese kabul ettirdiği mağduriyet kaynaklı bir “haklılığı” var. Bu yüzden her şeyi yapabilir ama mutlaka mazur görülür.

Filistin’in siyasi olarak kullanılan, kınamalarla beslenen bir “kimsesizliği” var. Bu yüzden başlarına ne gelirse gelsin kimse müdahale etmez/edemez.
Türkiye’nin yapabileceği ancak batının yüzsüzlüğünü yüzlerine vurarak, utanma ihtimallerini beklemekten ibaret olacakken, İran’ın müdahil olma ihtimali daha da düşük. “Kürecik üssü olmasaydı İran vuracaktı” masalına inanmak için ciddi ciddi çocuk akıllı olmak lazım.
İsrail batının şımarık çocuğu falan da değil, aksine bin yıl önce hangi saiklerle haçlı seferlerini destekliyorlarsa bugün de aynı kafayla arkasında duruyorlar.
Bütün mesele bugün karşılarında bir Memlük, Eyyubi veya Selçuklu devletinin olmayışından ibaret. Olmayınca olmuyor..
Bugün elimizde kalan; Filistinlilerin bu vahşi savaş makinası karşısında ne kadar dayanabileceği, ne kadar can verebileceği ve ne kadar canlarını yakabileceği.
Yakın tarihte; Afganistan, Bosna, Çeçenistan, Arakan, Irak, Suriye ve Yemen tecrübelerini gören bir nesiliz..
Bu sebeple, artık şu zulme duyurma sevdamızın anlamsızlığını, devletlere müdahale etme çağrılarımızın boşluğunu kabul etmenin ve eğer gerçekten dert ediniyorsak, elimizden geleni yapıp, Allah(cc)’a sığınmanın vaktidir.
Çünkü gerçekten, mazlumların Allah(cc)’tan başka kimsesi yok!
Allahım eğer Filistin halkı İsrail eliyle helak olursa, Beyt-i Makdis’i muhafaza edecek başka kimse yoktur. Onların attıklarını isabet ettir, kayıplarını şehid olarak katına al, geride kalanların kalplerini sekinet ver, meleklerinle onları destekle, ümmette hayır yoktur..

Ramazan, Bayram ve Kudüs


Biz, kainatın kaderi elinde olan bir Allah(cc)’a iman ediyoruz. Kar ve zararın, zafer ya da mağlubiyetin hesabını sadece dünyaya göre yapmayız. Hem bütün sebeplere sarılıp yürürüz, hem de başa gelene her halukarda hamd ederiz.

Olayların asıl hikmetini ancak Allah(cc) bilir.

Size bir yara dokunduysa karşı topluluğa da benzer bir yara dokundu. Allah'ın gerçekten iman etmiş olanları ortaya çıkarması ve aranızdan şehitler edinmesi için bu günleri böyle aranızda döndürürüz. Allah zalimleri sevmez. / Ali İmran 140

Biz Ramazan ayının rahmet ve bereketine iman ederiz. Cihat ve şehadetin neye ve nasıl bir berekete sebep olduğuna tarih şahittir. Onlar sırtımızdan mızrak sapladıklarında, biz “Kabe’nin Rabbine yemin ederim ki, kazandım” diyenleri kendimize yıldız kabul ederiz.

Büyük resmin ressamı ancak Allah(cc)’tır ve O’nun boyasından daha güzeli yoktur.

Sabredin ve teyakkuzda olun ey Allah(cc)’ın kulları, günün ve dünyanın sonunda, gülen mutlaka biz olacağız!

Hayat sembollerle kaimdir! Dün Davud(a) Calut’u demir zırhına rağmen sapanla devirdiğinde kimse bunu beklemiyordu. Bir gün yine kimsenin beklemediği bir zamanda, biri çıkıp onların demir zırhını da delecek biiznillah.

“Tarihi Allah(cc) yazar”, kimin nerede durduğuna bakın siz!..

Filistinli Müslümanlar, her şeylerini kaybettiler; ne ülkeleri, ne toprakları kaldı, ne de özgürlükleri ama bir tek Mescidi Aksa için şimdi kendilerini Yahudi cellatların önüne atıyorlar. Bu yiğitlik her türlü takdiri ve desteği hak ediyor.

Yanlarında durabilene helal olsun…

Ramazan bayramına bir kulağımız değil kalbimiz, yüreğimiz Filistin topraklarında giriyoruz. Gözlerimiz ekranlarda, dillerimiz duada. Kim daha ne yapabilir diye etrafımıza baktığımız kadar, ben daha neler yapabilirim diye de kendimize bakıyoruz.

Atılacak en küçük bir adımın, yürünecek en kısa mesafenin bile çok değerli olduğunu biliyoruz.

Bayramımız mübarek olacak inşallah, bereketli olacak.

Bereket; dünyada ve ahirette karşılığı olan çok hayırlar demektir. Hayırlara, hayırlı işlere, güzelliklere ve güzel işlere yönelmenin tam zamanıdır.

Ellerimiz ve dillerimizle duaya durmanın, alınlarımız secdede iken gözyaşı ile dua etmenin tam zamanıdır.

Bayramınız mübarek olsun ey Müslümanlar! Ne mutlu size, bize ve onlara... 

10 Mayıs 2021

Ramazan mektebinin karne günü

 


İnsan yaratılış itibariyle hayata en aciz ve belki de en eksik başlayan canlıdır, malumunuz. Bu sebeple, sürekli öğrenir ve sürekli kendini geliştirir. Hatta bu hayatının sonuna kadar devam eder.

Ömrü kemale erdiğinde, geriye dönüp bakma erdemi gösteren hemen herkes, hayatın aslında bir gün ya da bir günün yarısı kadar bir zaman gibi hızlı geçtiğini söyler. Elinde kalan, öğrendikleridir ve tabii uyguladıkları.

Bilmek kadar, bildiğini unutmamak, öğrendiğini terk etmemek gibi sonraki adımlar, insanı büyüten ve yetiştiren meziyetlerdir. Bildiğine ihanet etmemek, bile bile doğrudan ve haktan sapmamak, fıtratın temiz yolundan ayrılmamak, bilmeyi tamamlayan ve anlamlandıran neticelerdir.

Aksi halde, bilginin bir değeri kalmayacağı gibi, sahibini de kendisini taşıyan bir hamala dönüştürür ki; onun için sırtında altın olmasıyla, çöp bulunmasının bir farkı yoktur!

İşte, tam da Ramazan ayının sonuna geldiğimiz bu günlerde, bu bereket ve rahmet ikliminden beslediğimiz iman ve amellerimizi, gelecek günlere ve aylara, canlı ve diri, taze ve yeşil olarak taşımak, temel fıtri davranışımız olmalıdır.

Her yıl döne döne aynı dersleri okuyan ama bir ay sonra hepsini unutup, eski cahil günlerine dönen bir talebeye herhalde kimse geçer karne ya da bitirme diploması vermeyecektir. Oysa bizim hayatta temel hedefimiz; ahirette sırattan geçişin karnesini ve cennete layık olduğumuzun diplomasını almaktır.

Bu okul; her yıl tekrarlanan ve aslında temel dersleri hiç değişmeyen, sadece zamana ve zemine göre küçük farklılıklar gösteren, aklı başında ve titiz her öğrencinin başarılı olması için bir engel bulunmayan, kolay bir eğitim yuvasıdır.

Kur’an temel ders kitabı, pratikte sünnet desteği, üstüne alimlerin ve fazıl insanların ek dersleri ile ve hepsinden öte; Allah(cc)’in samimiyetle yerine getirilen başta oruç olmak üzere ibadet ve itaatlere yani ödevlere çok yüksek notlar vereceğini müjdelediği, karşılıksız ve çok az zahmetle elde edilecek en büyük kazancın zamanıdır Ramazan ayı.

Selim bir kalp ve düzgün bir amelle bu mektebe gelen herkesin mezun olabildiği ve neticesinde hem cehennemden azat edilmenin, hem de cennete özel bir kapıdan alınmanın, dahası alacağı mükafatı kudret ve azametini insan aklının idrak etmekten aciz olduğu Allah(cc)’in vereceği müjdesiyle, daha ne büyük ecirler elde edeceği bilinemeyen, büyük bir fırsatlar mevsiminin geçiş kapısıdır.

Bayram; işte tam da bu iklimden beslenen, ruhunu temizleyen, bedenini dizginleyen, günahlarından arınan, sevapları bir zırh gibi kuşanan, aklı Kur’an’ın bereketiyle berrak, gönlü namazların rahmetiyle mutmain, sade ve düzgün bir kul olmanın değerini idrak eden Müslümanların sevinç günüdür.

Bayramın mübarek olması yani bereketli olması, o güne affedilmiş ve cehennemden kurtulmuş olarak çıkma umudumuzdur.

Bereket; çok az tohumla, çok fazla ürün elde etmektir.

Bereket; çok az zahmetle çok fazla kazanç elde etmektir.

Bayramın bereketi; bir aylık oruç ve ibadetlerle, hele de Kadir gecesi sonrasında bir ömre bedel ecirler kazanmış olmaktır.

Henüz Ramazan ayı bitmedi, birkaç gün daha fırsatlar devam ediyor. Yetişene külçe altınların dağıtıldığı bir hayır çarşısı gibi, göğe açılan her avucun rahmet yağmurlarıyla dolacak olması gibi…

Aklı olan için geç kalmak, hiç nasip elde edememekten çok daha iyidir. Hem kimin hangi ameliyle, nasıl bir ecir elde edeceğini en iyi ancak Allah(cc) bilir.

Şu koca şehirde, son bir aydır ne çok insan sevindirildi. Bu bayrama ne çok insan güler yüzle çıkacak. Vesile olanların da dünya ve ahirette yüzleri gülsün! Gönülleriniz ferah olsun ey Müslümanlar, sonunda kazançlı çıkacak olanlar sizlersiniz.

 

03 Mayıs 2021

Son on gün, son on fırsat!

 


Bir yarış idiyse bu, her bitirenin mutlaka birinci olduğu bir yarış!

Bir rahmet mevsimidir, her selim kalp ile uğrayanın mutlaka tepeden tırnağa ıslandığı; bir mağfiret ırmağıdır, her ihlasla girenin mutlaka tertemiz yıkandığı…

Ramazan ayından bahsediyorum; Rahmani gündemimizden, zamanın ilahi takdirinden, vahyin bereketinden, orucun bitmeyen hikmetinden, açlığın ve susuzluğun sabrından, kulluğun lütfundan bahsediyorum.

Her yıl olduğu gibi geldi ve gidiyor, hem de her zamanki gibi; ne de çabuk!

Son on güne girdiğimiz bugün, son düzlüğe çıkmış bulunuyoruz. Sabır ve sebatla koşmaya devam edenlerin göğüsleyeceği bayramın, bağrımıza bir sevinçle dokunması için, son kırıntılarımızı da dökmenin tam zamanıdır.

Bayram, affedilmiş olmanın sevincidir, zira. Günahlardan kurtulmanın, yüklerden azat olmanın, belimizi doğrultmanın, alnımızı parıldatmanın, yüzümüzü güldürmenin zamanıdır.

Bayram edebilmek için, bayramı hak etmiş olabilmek için son on gün!

Orucu bütün benliğimizle tutmak, namazı o hep aradığımız huşu ile kılmak ve sadakaları o hep imrendiğimiz Allah’ın Rasulü’nün yaptığı, esen bir yel gibi çoğaltmak için son fırsatlardır.

Bu bir sezon indirimi değil, bu bir iş terkinden dolayı zararına satış hiç değil, bu bir açılış ya da kapanış kampanyası da değil; açık bir cennet davetiyesidir!

Bir koyanın en az on aldığı bir alışveriş, helalinden temiz bir kazanç, insanların değerini tayin etmekten ve anlamaktan aciz kaldıkları bir mücevher açık artırmasında; ayakta duranların, aç kalanların, kalbi selim olanların, ihlasla kulluk onurunu kuşananların elde ettiği nadide bir ibadet parçasıdır.

Her katılanın elde ettiği bir ödül, her isteyene verilen bir karşılık, her bitirenin birinci sayıldığı bir yarıştır.

Zor zamanlarda vermenin ve karşılığını dünyada ve ahirette kat be kat almanın tam sırasıdır.

Bir dahaki Ramazan ayına kadar, tutulacak hiçbir oruç bu kadar faziletli olamayacak!

Bir dahaki Ramazan ayına kadar, okunacak hiçbir hatim bu kadar sevinçli olamayacak!

Bir dahaki Ramazan ayına kadar, verilecek hiçbir sadaka bu kadar bereketli olamayacak!

Neye sahip olduğumuzun farkında olmak ve neyi kaçırma ihtimalimizin idrakine varmak için hiç zamanımız yok aslında. Geçen her gün ömürden, geri gelmez ve gelecek Ramazan ayına kadar, kimler kalır kimler göçer bilinmez.

Tabirin tam anlamını bulduğu üzere, her gecenin Kadir olma ihtimalinin en çok olduğu son on gündeyiz.

İmanın heyecanını, ibadetin tadını, ihlasın huzurunu, ihsanın huşusunu, cehennemden azat olmanın beratını elde etmek için son düzlükteyiz.

“Rabbinizin mağfiretine ve genişliği göklerle yer kadar olan cennete koşuşun. Bu cennet, Allah'a karşı gelmekten sakınanlar için hazırlanmıştır.” (Ali İmran 133)

Bak, herkes kendince bir şeyler yapmanın peşinde; her makam ve imkan sahibi, her güç ve mal sahibi, her beden ve ruh sahibi, bir yere doğru koşuyor.

İstikameti düzeltmek, hedefi doğru tayin etmek ve cennete koşmak için, mazeretimiz yok, bahanemiz geçersiz!

Bu yol herkese açık ve her şartta mutlaka yürümenin bir şekli var. Bu bir yol evet, yürümek lazım olan, duranların kazalara sebep olacağı, dosdoğru bir yol!

Ya yürüyenlerden olmak lazım ya da koşanlardan, bir de bineklerle mesafeleri uçarcasına kat edenlerden olmak var elbette…

Nasıldı meşhur metaforumuz; “yol medeniyettir” ve yolları kat edenler medenilerdir, akıllı insanlardır!

26 Nisan 2021

Şehrin hafızasını tazelemek

 

İnsanlar gibi toplumlar da zamanla yaşananları unutabilmekte ve nesiller değiştikçe acıların ve sevinçlerin hatıraları törpülenerek silinebilmektedir. Tabii ki, tarihi günümüze taşıyarak, aynı duygularla hayata devam etmek düşünülemeyeceği gibi, geçmişi yok sayarak geleceğe yürümek de mümkün değildir.

Gaziantep, yakın tarihinde, bundan sadece 100 yıl önce büyük bir işgal yaşamış ve türlü baskı ve sindirme politikalarının yanında, taciz ve soygun gibi aşağılık muamelelerle de karşılaşmış bir şehirdir.

Birinci Dünya Savaşı’ndan mağlup ayrılan imparatorluğun, işgalciler arasında el değiştiren bölge şehirleriyle birlikte, Fransızların olmayan insafına terk edildiği, 1919 yılında başlayan ve gerek yerli gerekse Fransız ordusuna katılmış gönüllü Ermeni birliklerin, eşkıyalıklarıyla bizzat yüzleşen bir şehirdir Gaziantep.

Osmanlı’nın son yıllarına kadar, şehir idare heyetinde en az bir Ermeni üyenin bulunduğunu ve dönemin idarecileri tarafından farklı sebeplerle alınan tehcir kararının belki de en düşük düzeyde uygulanarak Ermenilerin varlıklarını yoğun olarak devam ettirmelerine izin verildiği göz önüne alındığında, Antep’in bu merhametli duruşunun, adeta bir karşılığı olarak, ihanet ve işgalde Fransızlardan önce halka saldıran, işkence eden ve katliamlara karışan Fransız kuvvetlerinin ilk saflarında Ermenilerin olması aslında şaşılacak bir durumdu ancak bizim buna şaşmaya bile vaktimiz olmadı.

Şehrimizi yıktılar, hanelerimizi harap ettiler, bir neslin en değerli yetişmiş evlatlarını katliamdan geçirdiler. Sadece Antep’te 6 binden fazla şehit ve bu sayının 2-3 katı yaralının yanında, talan edilen varlıkların ve el uzatılan namusların acısı tarihin uzun dehlizlerinde kaybolmaya terk edilemeyecek kadar derin izler bıraktılar.

Gaziantep şehir merkezindeki minareler hala Fransız ve Ermeni çetelerin mermi izlerini taşıyor. Savaşa bizzat katılan nesil artık yok ama onlardan yaşananları dinleyenler hala hayatta. Şehrin müzeleri, dünün acılarını ve fedakarlıklarını anlatmak için köşelerinde bekliyor.

Gaziantep halkının kendi tarihi ile arasındaki bağı koparmasından ve yapılanları unutmasından daha vahim bir gaflet düşünemiyorum.

Daha dün kadar yakın bir geçmişte, meydanlarda namuslara el uzatanların kimler olduklarını nasıl unutabiliriz?

Müzeleri gezip görün, orada işgalci olarak adları geçen İngiliz ve Fransızları unutmadığınız gibi, onlara öncü birlik olarak, gönüllü hizmet eden Ermeni çeteleri de unutmayın.

Hesabını sormadığımız işgaller ve katliamlar, sürgünler ve soykırımlar bugün bize soykırım iddiası olarak geri dönüyor.

Dünyanın birçok yerinde, işgal edilen ve yıkıma uğrayan ülkeler ve şehirler, düşmanlarına tazminat davaları açarlar. En azından kayıtlara onların işgalci zalimler olarak geçmesini sağlayarak, tarih önünde olmayan yüzlerinin kızarması için çaba sarf ederler.

Ancak biz, ne hikmetse işgalcilerimizle yüzleşmekten hep kaçınmışız ve onları hiç değilse kağıt üzerinde mahkum etmek için bile bir çaba sarf etmemişiz. Gaziantep için de durum aynı.

Ne işgalci Fransızlara ne de onların uşakları Ermenilere, yaptıklarının hesabını sormamışız ve herhangi bir dava açmak bir yana adeta 100 yıl önce olanlar hiç yaşanmamış gibi, güler yüzle el uzatmışız.

Bin yıl kadar önce, Sultan !. Kılıçarslan tarafından, Ermeni bir zalim beyin elinden kurtarılan Malatya ve Adana ahalisinin minnet duyguları üzerine bina edilen ve yüzyıllar boyu, emniyet ve huzur içinde bizimle birlikte yaşadıkları bu topraklarda, en zor zamanımızda yanımızda olmalarını beklerken, en ateşli düşman olarak karşı saflarda yer alanları unutmamızın sonucunda bugün, dünya genelinde farklı devletlerin, soykırım tanıma gibi saçma sapan politik kararlarıyla karşılaşıyoruz.

Onlardan adil bir duruş beklemiyorduk, yine şaşırmıyoruz. İşgalcilerimizin kendi beslemelerini tutmalarında anlaşılmayacak bir şey yok aslında. Ancak bizim de onların tarzında bir cevap ile karşılarına çıkmaz vaktimiz çoktan geldi de geçiyor bile.

Dünyanın gördüğü nadir insani felaketlerden biri olan Balkan sürgünümüzün hesabı sorulmalıydı, hala sorulabilir.

Filistin cephesinde kimyasallarla kör edilen on binlerce askerimizin hesabı sorulmalıydı, hala sorulabilir.

Çanakkale’nin, Kafkasya’nın, Bağdat’ın, Yemen’in hesapları sorulmalıydı, hala sorulabilir.

İşgal edilen her bir Anadolu şehrinin ve kasabasının hesabı sorulmalıydı, hala sorulabilir.

Artık, savunma yapmaya gerek yok, nasıl olsa bir değeri olmuyor onlar nezdinde. Artık karşı adımlar atmanın zamanıdır.

 

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...