İnsanın büyüme ya da olgunlaşma süreci, uzun bir zaman alır.
Hayatının her bir aşamasında yeni bir gelişmeye, yeni bir konuda bir şeyler
öğrenmeye devam eden insan için, ölünceye kadar bitmeyen bu devran, can verirken
ve sonrasında şahit olup keşfedecekleri düşünülünce bitmeyen bir serüven
gibidir.
Yeni tatlar tanımak, yeni insanlar tanımak, yeni coğrafyalar
gezmek, yeni güzellikler görmek; yaşadığımız hayatın bizce sefasını sürmenin
bir yoludur.
İnsanın bir vahşi hayvan gibi kafese tıkılması, aşağılanması
nasıl onuruna aykırı ve gelişmesine engelse; kişinin kendini hayatın
gerçeklerinden soyutlaması, yeni gelişmelerden habersiz kalması, yeni insan ve
çevre açılımlarını terk etmesi, kendini bir kafese hapsederek soyutlanması ile
aynı şeydir.
İnsanlık dünyaya gönderildiği günden beri hareket
halindedir. Tarih, milletlerin dünya üzerinde sürdürdükleri yolculuğun
hikayesidir bir bakıma.
Göçler ve sonuçları, savaşlar ve sınırların değişmesi,
kavimlerin komşuluk ve akrabalık ilişkileri, milletlerarası münasebetler gibi
başlıkların tamamında bir etkileşim kaçınılmaz olarak vardır.
Günümüzde en faşist milliyetçi Türklerin bile kabul ettiği
Orta Asya göçü, devamında Anadolu’yu yurt kılmak için yaşanan savaşlar ve
göçler, Balkanlara uzanan göç yolculukları ve devranın dönmesiyle tersine
işleyen büyük ve ağır sonuçları olan ricatımız. Bize tarihimizin göç üzerine
kurulu olduğunu ve aslında artık buralarda yerli aramanın saçmalığını anlatır.
Tıpkı genlerin karışması gibi, ırkların kaynaşması
sonuçlarını doğuran büyük imparatorluklar dönemi sona ermiş olsa da; ari ırk
kalmadığını, mutlak yerli halk diye bir topluluğun artık bulunmadığını kabul
etmek zorundayız.
Bu ulusal anlamda olduğu kadar, yerel bazda da böyledir.
Nadiren de olsa karşılaştığımız ve kendilerini Antep’in yerlileri olarak takdim
eden hemşerilerimizin sayısının azlığı ve onların dışında Antepli olarak
şehirde yaşayan kitlenin büyüklüğü bize bir şeyler anlatıyor.
Doğudan ve batıdan, kuzeyden ve güneyden, sayıları, sosyal
durumları ve sebepleri farklı da olsa sürekli göç almış olan ve hala alan bir
şehirde yaşıyoruz.
Aynı şekilde; doğudan ve batıdan, kuzeyden ve güneyden,
sayıları ve sebepleri farklı da olsa, sürekli göç alan bir ülkede yaşıyoruz.
Dün de bu topraklar imparatorluk bakiyesi halkların sığınağı
idi, yarın da böyle olacaktır.
Sultan Muhammed Alparslan Han’ın yurt kıldığı bir
coğrafyada, onun ordusuna neferlik eden milletlerin varlığını tartışmak kadar
saçma bir durum olabilir mi?
Çanakkale Zaferi’nden dem vurulan ve onur duyulan bir
ülkede, orada ataları can vermiş halkların ne işi olduğunu sormaktan daha boş
bir iş olabilir mi?
Bu iki büyük tarihi dönüm noktasının arasında benzeri köşe
taşı nice olayda, birbirinin kucağında can veren, kanları toprağa birlikte atan
halkların kardeşliğinin kan kardeşliği olduğunu ve bunun kaybının yeri
doldurulamaz bir felaket olacağını idrak etmek için ortalama bir vicdan yeter.
Evet, toplumsal sorunlara sebep olan büyük göçler, her zaman
önce gelenleri rahatsız eder. Ancak bu önce gelenlere, sonra gelenleri reddetme
hakkı vermez. Aksine yardımcı olma ve uyum sürecini hızlandırarak
nesillerimizin huzur içinde yaşaması için gayret etme sorumluluğu verir.
Sözün kısası; bu topraklarda yerli halk yok denecek kadar az
kalmıştır ve tartışma önce gelenlerle sonra gelenler konusunda veya arasında
çıkmaktadır.
İnsan için, kendini bilmekten ve vicdan ile, merhamet ile
insanlara ve olaylara bakmaktan güzel bir meziyet mi olur?
Sahte bilgilerle dizilen yalanlara kanmaktan kurtulmak zorundayız.
Ortalığı karıştırıp, yanacak ateşte sigarasını yakma hevesinde olan
politikacıların hırslarına inanmaktan vazgeçmek durumundayız.
Bu topraklarda “kardeş” olarak yaşamaya devam etmek ve
karşımıza değil yanımıza duran, bize sığınan herkese kardeş muamelesi yapmak
şuurunda olmaya devam etmek, 950 yıldan sonra tekrar bu toprakların sahibinin
kim olduğu tartışmasını başlamadan bitirmek görevindeyiz.