30 Ağustos 2021

Anteplilerden geriye kim kaldı?

 


İnsanın büyüme ya da olgunlaşma süreci, uzun bir zaman alır. Hayatının her bir aşamasında yeni bir gelişmeye, yeni bir konuda bir şeyler öğrenmeye devam eden insan için, ölünceye kadar bitmeyen bu devran, can verirken ve sonrasında şahit olup keşfedecekleri düşünülünce bitmeyen bir serüven gibidir.

Yeni tatlar tanımak, yeni insanlar tanımak, yeni coğrafyalar gezmek, yeni güzellikler görmek; yaşadığımız hayatın bizce sefasını sürmenin bir yoludur.

İnsanın bir vahşi hayvan gibi kafese tıkılması, aşağılanması nasıl onuruna aykırı ve gelişmesine engelse; kişinin kendini hayatın gerçeklerinden soyutlaması, yeni gelişmelerden habersiz kalması, yeni insan ve çevre açılımlarını terk etmesi, kendini bir kafese hapsederek soyutlanması ile aynı şeydir.

İnsanlık dünyaya gönderildiği günden beri hareket halindedir. Tarih, milletlerin dünya üzerinde sürdürdükleri yolculuğun hikayesidir bir bakıma.

Göçler ve sonuçları, savaşlar ve sınırların değişmesi, kavimlerin komşuluk ve akrabalık ilişkileri, milletlerarası münasebetler gibi başlıkların tamamında bir etkileşim kaçınılmaz olarak vardır.

Günümüzde en faşist milliyetçi Türklerin bile kabul ettiği Orta Asya göçü, devamında Anadolu’yu yurt kılmak için yaşanan savaşlar ve göçler, Balkanlara uzanan göç yolculukları ve devranın dönmesiyle tersine işleyen büyük ve ağır sonuçları olan ricatımız. Bize tarihimizin göç üzerine kurulu olduğunu ve aslında artık buralarda yerli aramanın saçmalığını anlatır.

Tıpkı genlerin karışması gibi, ırkların kaynaşması sonuçlarını doğuran büyük imparatorluklar dönemi sona ermiş olsa da; ari ırk kalmadığını, mutlak yerli halk diye bir topluluğun artık bulunmadığını kabul etmek zorundayız.

Bu ulusal anlamda olduğu kadar, yerel bazda da böyledir. Nadiren de olsa karşılaştığımız ve kendilerini Antep’in yerlileri olarak takdim eden hemşerilerimizin sayısının azlığı ve onların dışında Antepli olarak şehirde yaşayan kitlenin büyüklüğü bize bir şeyler anlatıyor.

Doğudan ve batıdan, kuzeyden ve güneyden, sayıları, sosyal durumları ve sebepleri farklı da olsa sürekli göç almış olan ve hala alan bir şehirde yaşıyoruz.

Aynı şekilde; doğudan ve batıdan, kuzeyden ve güneyden, sayıları ve sebepleri farklı da olsa, sürekli göç alan bir ülkede yaşıyoruz.

Dün de bu topraklar imparatorluk bakiyesi halkların sığınağı idi, yarın da böyle olacaktır.

Sultan Muhammed Alparslan Han’ın yurt kıldığı bir coğrafyada, onun ordusuna neferlik eden milletlerin varlığını tartışmak kadar saçma bir durum olabilir mi?

Çanakkale Zaferi’nden dem vurulan ve onur duyulan bir ülkede, orada ataları can vermiş halkların ne işi olduğunu sormaktan daha boş bir iş olabilir mi?

Bu iki büyük tarihi dönüm noktasının arasında benzeri köşe taşı nice olayda, birbirinin kucağında can veren, kanları toprağa birlikte atan halkların kardeşliğinin kan kardeşliği olduğunu ve bunun kaybının yeri doldurulamaz bir felaket olacağını idrak etmek için ortalama bir vicdan yeter.

Evet, toplumsal sorunlara sebep olan büyük göçler, her zaman önce gelenleri rahatsız eder. Ancak bu önce gelenlere, sonra gelenleri reddetme hakkı vermez. Aksine yardımcı olma ve uyum sürecini hızlandırarak nesillerimizin huzur içinde yaşaması için gayret etme sorumluluğu verir.

Sözün kısası; bu topraklarda yerli halk yok denecek kadar az kalmıştır ve tartışma önce gelenlerle sonra gelenler konusunda veya arasında çıkmaktadır.

İnsan için, kendini bilmekten ve vicdan ile, merhamet ile insanlara ve olaylara bakmaktan güzel bir meziyet mi olur?

Sahte bilgilerle dizilen yalanlara kanmaktan kurtulmak zorundayız. Ortalığı karıştırıp, yanacak ateşte sigarasını yakma hevesinde olan politikacıların hırslarına inanmaktan vazgeçmek durumundayız.

Bu topraklarda “kardeş” olarak yaşamaya devam etmek ve karşımıza değil yanımıza duran, bize sığınan herkese kardeş muamelesi yapmak şuurunda olmaya devam etmek, 950 yıldan sonra tekrar bu toprakların sahibinin kim olduğu tartışmasını başlamadan bitirmek görevindeyiz.

 

23 Ağustos 2021

İtidal herkese, her konuda lazım

 


Hayat dengeler üzerine kaimdir. Her inişin çıkışı ile her terazinin iki kefesi olması bu dengenin alametlerindendir. İnsan bu hayatın neresinde ve hangi şartlarda yaşarsa yaşasın, dengesini koruduğu müddetçe daha bir mutlu ve umutlu, sağlıklı ve huzurlu olabilmektedir.

Adaletin sembolünü terazi yapan insanlık; zalim ile mazlumun, suçlu ile mağdurun arasındaki dengeyi nasıl bulacağını hep tartışmış ama sonuç genelde çok az başarı, daha çok hüsran olmuştur.

Büyük meselelere kafa yormakla yorulmanın çok bir anlamının kalmadığı günümüzde, her birimiz kendi küçük dünyasında, kendince dertler edinip onların efkarı ile hicrana kapılıp, umutsuz ve bedbaht bir devrana kendimizi mahkûm ediyoruz.

Oysa biraz denge hepimize çok iyi gelebilir.

Dengeyi sağlamak için itidal ile davranmak hepimizi çok iyi gelebilir.

Denge terazinin iki kefesinin eşit ağırlıkta olmasıdır ve ne gariptir ki; iyi ile kötünün hayattaki eşitliği adalet değildir.

Adalet ya da itidal ile davranmak; manavda meyve alırken, ağırlık ile ürünün dengesini sağlamak gibi bir mantıkla ölçülmesiyle sağlanamaz. Adalet terazisi, mazlumdan yana ağır basmalı, zalimin ve haksızın haddi bildirilmeli, onun kefesi yere çakılmalıdır.

İtidal ya da adaletle davranmak için, mahkemede hâkim olmaya ya da arabuluculuk yapmaya gerek yok. Sıradan güncel meselelerde tepkilerimiz de en az mahkeme kararları kadar adaletli olmalı.

Hakkındaki bilgimizden emin olmadığımız bir meselede, başkalarına ahkam kesmenin, ileri geri hükümler vermenin, iyi ve kötüyü tayin etmenin hiç mi hiç gereği yoktur.

Bu çağın insanında görülen cüret ve hadsizliğin, cehaletten kaynaklandığının en belirgin örneklerinden biri; kulaktan dolma ve uydurma bilgi ve duyumlarla, kanaat belirlemek, tavır almak ve hatta kavgaya girmektir.

Biraz itidal istirham ediyorum; bildiklerimiz hakkında, söylediklerimiz hakkında, savunduklarımız ve tartıştıklarımız hakkında, dostlarımız ve düşmanlarımız hakkında, zenginlik ve fakirliklerimiz hakkında, sevdiklerimiz ve sevmediklerimiz hakkında, biraz itidal…

İtidal; “orta halde bulunma, ölçülü ve ılımlı olma, soğukkanlılık, denge, düzgünlük, doğruluk” şeklinde tarif edilir. Adaletli olmak da itidalin en net karşılıklarından biridir.

Siyasi ya da sosyal, fert ya da toplumu ilgilendiren meselelerde, itidal üzere olmak öncelikle kendimize yapılmış en güzel iyilik olacağı gibi, çevremize ve sesimizin ulaştığı her yere bir sükûnet ve ferahlık verebilecektir.

Uluslararası büyük bir olay oluyor. Herkes bir şey söylüyor ve biz hoşumuza gideni alıp onu üstünden aleme ferman yazıyoruz.

Mahallede kavga oluyor ya da trafikte bir kaza, hepimiz mevzuyu gayet iyi biliyor ve hükmü veriyoruz. Kim haklı kim haksız kesin bizdedir cevabı.

Konuşmakta ve susmakta itidalli olmak gerek ne haksızlığa sessiz ne de haklının sesini bastıracak kadar yüksek sesli olmamak lazım!

Gereksiz gürültü yapanların, doğru ve güzel sesleri bastırdığı olmuştur ve olacaktır. Ancak iyi ve güzel, sesinin bastırılmasıyla değişmez, tıpkı kötü ile çirkinin sesinin çok çıkmasıyla değişemediği gibi.

Hemen her konuda bir şeyler yazıyor ve konuşuyoruz ama alemde bizim yazdığımızın veya konuştuğumuzun ne kadar karşılığı olduğu bir muammadır. Kendini dev aynasında görmek, çocuk yaşlarda lunaparkların aynalı eğlence bölümlerinde komik veya şirin olabilir ama hayatın gerçekleri, burnumuzu sürttüğünde canımız çok sıkılacaktır.

Bunları yazan birinin neden bir gazetede köşe yazdığı sorusunun cevabını ben de bilmiyorum. Ama neticede, yazının burasına kadar okuyanların cevaba dair bir fikirleri vardır belki. Bana da iletirlerse sevinirim.

Dünya bu kadardır; ne derinlerinde başka bir hayat var, ne de uzaklarında başka bir yaşam formu!

Değiştiremediklerimizle harcadığımız vakitlerin ve hakkında bilgi sahibi olmadan kestiğimiz ahkamın, kimseye bir faydası olmayacağı gibi, geri dönüşü de mümkün değildir.

 

16 Ağustos 2021

Allah iklimlerin de Rabbidir

 


Her nimet aynı zamanda kendi imtihanını da beraberinde getiriyor. Hayat nimeti, bütün bunların temelinde yer alırken; hayatımızı devam ettirmemiz için bize bahşedilen, karşılıksız ve faturasız verilen yeme ve içme başta olmak üzere, nefes alırken içimize çektiğimiz hava gibi nimetlerin aynı zamanda birer imtihan vesilesi olduğunu unutmamamız gerekiyor.

Bütün sorumluluklarımızın özünde, kulluk bilincimizin ve bundan kaynaklanan vazifelerimizin bulunması da, biz Allah(cc)’e iman eden Müslümanlar için en doğal süreçlerden biridir.

Kainattaki bütün yaratılmışlara, hem hizmetimize verilmiş hem de imtihan sebebimiz olarak bakmamız, bizi diğer insanlardan farklı olarak, bütün varlıklara ve canlılara karşı daha bir merhametli ve dikkatli kılıyor.

Bir Müslüman için, büyük veballere ve günahlara düşmek, ciddi bir felakettir. Bunun telafisi olarak tövbeye imkan bulmak ise belirsiz bir durumdur. Ya vakit bulamadan can verirsem korkusu, bizi tutan, durduran, çok narin bir engeldir.

Bu yüzdendir ki, “karıncayı incitmemek” bir deyimdir bizde. Aslında, karıncayı incitmemek bir peygamber kıssasıdır. Merak edenler Neml suresine müracaat edebilirler.

Karınca, hem küçüklüğü hem de insanların yollarına çok çıkması sebebiyle, bu konuda güzel bir örnektir. Bunun dışında, bütün canlılar ve bitkiler, bize nimet olarak sunulan ve karşılığını hem onları güzel kullanarak hem de şükürlerini eda ederek, vermemiz gereken imtihanlarımızdırlar.

Ağaçlar ve kuşlar, gökyüzü ve nefes aldığımızda ciğerlerimize çektiğimiz hava, içtiğimiz su ve kendisiyle güç bularak ibadet etme imkanı elde ettiğimiz her tür temiz ve helal yiyecek; kendimiz ve neslimiz başta olmak üzere, bütün bir insanlık adına, korumamız ve israf etmeden kullanmamız gereken nimetlerden bazıları.

Biz Müslümanlar, insanlığın hizmetine verilen bunca varlığı, şahsi sefamız veya dikkatsizliğimizle heba etmek gibi bir vebale girmeyi asla istemeyiz. Elimizin erdiği ve gücümüzün yettiği her nimet bize bir emanettir şuuruyla baktığımızda, varlıkları ile bize onları lütfeden Aziz ve Kahhar olan Allah(cc)’i hatırlatan her şeye hürmet ederiz.

Müslümanların çevre ya da iklim krizi gibi sorunları olmaz. Müslümanların kulluk sorunu olur, onun çözümü de bellidir.

Müslümanlar olarak bizler, dünyanın ya da kainatın dengesini değiştirecek kudretteki tek varlığın, Allah(cc) olduğuna inanırız. İnsanların kendi elleriyle, doğayı ve insanı bozmaları, hayatı ifsat etmeleri de ancak Allah(cc)’in imtihan için onlara tanıdığı ortamlarla mümkün olabilmektedir.

Ne küresel ısınma, ne de onun sonucu olarak sunulan iklim değişikliği, Allah(cc)’in kudret ve idaresinin dışına çıkamaz. Eriyen buzulların da Rabbi Allah(cc)’dur. Yok olan hayvan türlerinin yok olmasını takdir eden de O’dur, insanların korumaya aldıklarının kaderini, insanlar tarafından korunmak olarak tayin eden de O!

Sıcak yazların ya da soğuk kışların Rabbi Allah(cc)’dur.

Başağını dolduramayan buğdayların da, dalında çürüyen meyvenin de Rabbi Allah(cc)’dur.

Yağmurların ve sellerin, toprakların ve dağların da Rabbi Allah(cc)’dur.

O, sebepler üzerine kurduğu kainatta, O’nun tayin ettiği sebeplere riayet etmeden hayat sürmek isteyenlere imkan tanımaz. Kendini yüksek bir yerden atan ölür. Kanun böyledir.

Dere yatağına ev yapanı sel alır. Uçurum kenarına yuva kuranı yel alır.

Kimsenin O’nun katında bir iltiması yoktur. Dünyanın kanunları herkes için geçerlidir. Peygamberleri de su içmek zorundadır, açıkça O’na düşmanlık edenler de. Salih ve Mümin kulları da acıkır, şaki ve kafir kulları da.

Dünyada Müslümanı da ateş yakar, kafiri de. Müslüman beldesini de sel alır, gayri Müslim beldesini de.

İman ve teslimiyet, Mü’minlik ve Müslümanlık, tedbir almayı ve Allah(cc)’in yarattığı sebeplere riayet etmeyi gerektirir.

 

09 Ağustos 2021

Hayvanlar alemi ve orman kanunu

 


Hayvan sürülerinin dışarıdan yeni katılımlara dair çok sert kuralları vardır. Öyle ki, çoğu zaman katılımcı canını ortaya koymak zorunda kalır ve kaybeder.

Meşhur sürü hayvanlarından kurtlar, bu konuda çok keskin ve katıdır. Aralarına katılma cüretini gösteren yalnız kurdu genellikle öldürürler. Çok nadiren de olsa, gücü ve zekasıyla sürüye kabul edilenler de olur.

Aslanlar için de durum pek farklı değildir. Ya da sırtlanlar veya vahşi köpek sürüleri. Bu hayvanlar, fıtratlarının gereği, yeni katılıma açık değildirler.

Hayvanlar, aralarına yeni katılanların, hayat şartlarını ve katılma nedenlerini düşünmezler.

Hayvanlar, aralarına katılmak isteyen yeni üyelerin, beceri ve yeteneklerini sorgulamaz, olası faydalarını hesaplayamazlar.

Hayvanlar, aralarına girmek isteyen yeni üyenin öldürülmesine üzülmez, kovulması durumunda başına geleceklerden dolayı merhamet duymazlar.

Hayvanlar, onların işaretledikleri arazi sınırlarını herhangi bir sebeple aşan hemcinslerini düşman görür ve neye mal olacağını düşünmeden saldırırlar. Kan döker, kavga çıkartır, hırlar ve havlarlar.

Onlarca kurdun ya da aslanın beslendiği ve su içtiği verimli topraklara girecek olan tek bir yeni üyenin onların yemini ya da suyunu azaltmayacağını akıllarına getiremezler.

Hayvanlar, iyilik etmeyi düşünmezler. Sadece kendileri ve aileleri için yaşar, başkalarının halini dert edinmezler.

Gücü ele geçiren vahşi hayvan, kontrolünde gördüğü gölden, başka bir hayvana bir avuç su vermek istemez. Her nasılsa içmeye çalışanlara da on kat ağır fatura çıkartmaya çalışır. Ona göre, diğer hayvanların bu dünyada, onun gölünden bir avuç su içmeye hakları yoktur.

Bir köşeden aslan, diğer tepeden bir kurt ya da sırtlan, avazlarının çıktığı kadar hırlar ve kükrerler. Bütün mesajları, bu topraklar onlarındır ve başkasına buralarda hayat hakkı yoktur.

Dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir zaman standart yürümeyen hayat şartları gereği, istisnalar elbette olur. Ancak ormanda genel kanun budur. Düşen yenir, zayıf ezilir, aç bırakılır ve su içmesine bile izin verilmez.

Bütün bu masalımsı anlatımlar hayvanlar içindir. Hayvanlar böyledir, çünkü hayvandırlar.

İnsanlara gelince, onlar olaylara çok daha farklı bakarlar. Yalnız kendileri için değil, çevreleri, toplumları ve hatta insanlık için faydalı olmak gibi amaçları olur. Zor durumda kalana kucak açmak çok insani bir davranıştır. Aç kalana yemek, susuzluk çekene içecek ikram etmek, insanlık erdemlerinin tartışmasız en güzelleridir.

İnsanlar, sınırların ve kuralların üstünde bir merhamet taşırlar. Kağıt üzerindeki çizgiler, gönül hudutlarını sınırlayamaz. Bir başka insanın, hangi şartlarda ve neden kendi topraklarına gelmek zorunda kaldığını düşünebilir ve şartları belirleyemeyen bu çaresiz insanları, rakip ya da düşman görmez.

İnsanlar, iyilik etmeyi düşünebilirler. İnsanlar iyi olabilirler. İnsandılar, sırtlan ya da kurt değil!

Gücü elde eden insanlar, bunu hem kendi halkları hem de diğer insanlık için hayır ve fayda elde etme yolunda kullanırlar. Ya da en azından öyle yapmaları beklenir.

Tabii ki, insanlar arasından da hayvanlaşanlar çıkabilir hatta hayvandan aşağı düşenler, alçalanlar olabilir. İnsan aklı ile hayvan acımasızlığının birleşmesinden ortaya çıkan yaratık türü; en üst varlık olan insandan da, onun hizmetine yaratılan hayvanlardan da aşağı bir yerdedir.

İnsan olmanın getirdiği merhamet gibi özgün duyguları kaybetmiş, hayvanlardan aldığı saldırganlığı, menfaat için çalışan beynine ekleyerek, benzerleri korku filmlerinde görülen bir ara tür olmuştur bunlar.

Bütün mesele, meydanın bunlara bırakılmaması ve alemin düzeninin insanlık erdemine, merhamete emanet edilmesidir. Bu gibi vahşi yaratıklar ise, hayvanat bahçelerinin özel düzenlenecek bir kafesinde muhafaza edilebilirler. Gelecek nesiller de bu türü görsün ve öyle olmasın diye…

02 Ağustos 2021

Kabullenilmiş ırkçılık!



Hep dilimizde olan batılı emperyalistlerin, özellikle Afrika’da olmak üzere, dünyanın pek çok yerinde sömürgelerinin olması ve bugün hala o ülkelerin resmi ya da gayri resmi yollarla, ya göbeklerinden ya da başlarından bunlara bağlı kalması bizi hep şaşırtan bir sonuçtur.

Öyle ya; nasıl olur da bir insan, bütün varlığını sömüren bu dev sivrisineklere hala düşman değil de dost, sömürgeci değil de medeniyet elçisi muamelesi yapabilirdi?

Oysa işin temelinde, neredeyse hemen hepimizde bulunan, “değiştiremediğimiz şartları benimseyerek normalleştirme” yeteneğimiz var. İşin bu kısmını uzmanlarına bırakıp devam edelim.

Uzun süre soğuğa maruz kalan insanların uyum sağlaması kadar doğal olarak gelişen, uzun süre köleliğe mahkum kalınca, bu durumu benimseyenlerin varlığı bize bir şeyler anlatıyor.

Bu kadar büyük ve belirgin boyutta olmasa da; toplumsal tabakalar arasında bulunan, gerek maddi gerekse manevi farklılıkları, yaşayanların içlerine sindirmeleri sonucu, bu durumları doğal görmeleri de benzer sonuçları doğuruyor.

Aynı şekilde ırklarından ya da renklerinden dolayı, nesiller boyu ırkçılık ya da ayrımcılığa muhatap olanların, artık bunu farkında olmadan benimsemeleri gibi tehlikeli bir sonuç ortaya çıkıyor.

Normalde de başarısız olan ya da suç işleyen birinin, kendisine taşıdığı ayrımcılık sıfatı nedeniyle haksızlık yapıldığını iddia etmesi kadar, neredeyse sıradanlaşan cinayet, saldırı, kaza veya kamu önünde haklarını kaybetme gibi durumlarda bile, kendisine ırkı ya da dini gerekçelerle haksızlık yapıldığını düşünmesi de bu minvalde bir zemin kaymasına sebep oluyor.

Kabullenilmiş ırkçılık ya da ayrımcılık diye bir şey var. Yapılan her muameleyi böyle izah etmek gibi ya da işlediği her haltı o hayali ırkçılığa karşı eylem olarak sunmak gibi. Kendisini saldırılan ve mahrum bırakılan taraf olarak hikayeye yerleştirdikten sonra, karşı gördüğü taraflardan gelecek her adımı saldırı görmekten kolay bir şey kalmıyor.

Sürekli ırkçılığa ya da saldırıya maruz kalmaya hazır bekleyen bir ruh hali ile yaşamanın yoruculuğunun yanında, toplum geneline de patlamaya hazır bomba olarak sunduğumuz bu ruh halinin bize dönüşü hiç hoş olmayacaktır.

Tipik olarak milletimizin geneline sirayet eden ve temellerinde geçen yüzyıllarda yaşadığımız acı ve yıkımların bulunduğu, gerçek payı olduğundan dolayı daha kolay benimsenen; “bütün dünya bize karşı, her an saldırmak için bekliyorlar” bakışı buna güzel bir örnektir.

Aynı şekilde, uzun yıllar her türlü haksızlığa maruz bırakılan Kürtlerden birilerinin başına gelen her işi, “kesin ırkçılık vardır” ön kabulüyle anlamak ve sunmak da bu konuda sık yaşanan bir örnektir.

Örnekleri, Suriyeliler ya da benzerleri ile çoğaltmak mümkün. Bir kötülük varsa kesin falanca grup yapmıştır. Ya da iyilik yapan kesin bizdendir.

Oysa; ne dünyada ne de ülkemizde, insanlar tek düze, fabrikada üretilmiş ve programlanmış robotlar değillerdir. Hatta öylesi robotlarda bile arada arıza veren, programının aksine hareket edenler olabilir. Parmak uçlarına kadar farklı yaratılmış insanların, içinde yaratıldıkları toplum ya da ırk nedeniyle suçlanması kadar, kendini suçlu ya da mağdur hissetmesi bir göz kaymasıdır, idrak yanılgısıdır.

Batıya karşı yaşadığımız son ağır yenilginin sonucu, doğu halklarının tamamında az ya da çok bulunan hayranlık hissinin ve hatta yeni neslin kendini bir yol bulup batıya atma hevesinin arkasında hep bu kabullenilmiş ayrımcılık hissi var gibi geliyor bana.

Bunu gerek fert, gerek ırk, gerekse ülke, hatta ümmet planında bir şekilde aşmak zorundayız. Bunun ilk adımı olarak; haber ve olayları değerlendirirken biraz daha fazla sağduyuya ihtiyacımız var. Ön yargı ve ön kabullerimizi elden ve gözden geçirmeye ihtiyacımız var.

Adem(a)’den bu yana insanlık, her türlü kavgaya ve haksızlığa maruz kaldığı gibi, her türlü iyilik ve güzelliğe, zenginlik ve feraha da ulaştı. Kimin kısmetinde ne varsa onu gördü. Değiştirme imkanımız olmayan ne şartlara uyum sağlayarak bugünlere geldik. Bundan sonrası da öyle devam edecek.

Şu hayatta bize özel bir durum yok. Dünyanın kanunu böyle. Yeter ki biz kendimize layık gördüğümüz hali elde etmek için gayret edenlerden olalım.

27 Temmuz 2021

Yardımlarda ihlas ve onurun muhafazası



Gerek dini vecibelerimiz gerekse insani vicdanlarımızla, imkanı olanlarımız, bir şekilde zor durumda olanlara, savaş ya da göçlerden dolayı mağdur olanlara yardımcı olmaya, ellerine el uzatmaya, yüklerine omuz vermeye çalışıyoruz.

Bu güzel faaliyetin, hem kişisel olarak bizim ihlasımızı bozmaması, hem de alan el durumundaki insanların onurlarını incitmemesi ise; vazgeçilmez ve göz ardı edilemez iki nokta olarak karşımızda duruyor.

Yardım etmenin, yardımlara vesile olmanın, bir ucundan tutmanın, insan nefsini körükleyen bir yanı olduğu malumunuz. Hele de son yıllarda müthiş bir ivme yakalayan ülke genelindeki yardım kuruluşlarımızın, oldukça profesyonel ancak çoğunlukla gönüllülük esasıyla yürüttüğü faaliyetlerine gölge düşmemesi için; gerek madden katkıda bulunanların, gerekse aracılık edenlerin mutlaka çok titiz olmaları gerekiyor.

Kaçınılmaz olarak hemen her kurum, yaptıkları faaliyetleri hem kendi iç denetimleri hem de bağışçıları için kaydetmekte, yazılı ve görsel olarak paylaşmakta, bu sırada ise ulaştıkları insanların görüntülerini aktarmanın yanında, halleri ile ilgili duygusal yorumlar da yapmaktalar.

Özellikle Ramazan ayında zirve yapan, Kurban Bayramı ile ise, büyük bir kampanyaya dönüşerek dünyanın hemen her yerine ulaşan, bu muhteşem çalışmaların, temelinde mutlaka ama mutlaka ihlasın yani samimiyetle, yalnız ve sadece Allah(cc) için yapılması, biz Müslümanlar için dünyadaki her şeyden daha değerlidir.

Samimiyetin üstüne, görüntülerin ve övgülerin gölgesi düştükçe kökünün cılız bir ağaç gibi zayıflaması muhtemeldir. İnsan nefsinin kendine yaptığı oyunları, herhalde şeytan ona yapamıyordur.

Son yıllarda herkesin kabul ettiği toplumsal bir mesele olarak misafirlerimiz Suriyelilerle ilgili yapılanların dillendirilmesinden başlayarak, Afrika gibi garipliğin kol gezdiği coğrafyalara kurban bağışı götürme başarılarının hikayelerinin, büyük puntolarla ilan edilmesi, acıklı klipler ve fotoğraflarla vicdanlara hitap edilmeye çalışılmasının en büyük riski, ihlasın bozulması ve bu işin basit bir bencillik yarışına dönüşmesi mümkün olduğu gibi; bu ilan ve kliplerin o insanlar tarafından görülmeleri durumunda neler hissettireceğini uzun uzun düşünmek zorundayız.

Tabii ki, kurumlarımız faaliyetlerinin ilanlarını yapacaklar. Buna hem ispat hem de teşvik için ihtiyaç olduğu gerçeğini unutmuyorum. Ancak kardeşlerimizin onurlarını muhafaza etmek ve kendi ihlasımızı korumak herhalde onlar için en büyük yardım, bizim için de en büyük ameldir.

Her platformda söze başlarken, kendimizi ya da aramızdan bu işlere katkıda bulunanları övüyoruz. Şu kadar harcadık, bu kadar götürdük, şunu da yaptık, bunu da başardık.

Sanki, dünya bizim de lütfedip bir kısmını onlar göndermiş gibiyiz.

Oysa; ne yapıyorsak kendimiz için, kendi geleceğimiz için yapıyoruz. Hem dünya hem ahiret ferahlığımız bu yaptıklarımıza bağlı. Yani bir kurban ile birkaç ailenin sofrasına ulaşmasına vesile olduğumuz Allah(cc)’in nimetlerinden dolayı, yine bizzat O(cc) bize misliyle zaten karşılık vereceğini bildirdi ki; O’ndan daha fazla ahdine sadık olan varlık yoktur.

Gerek zekat gibi farz ibadetlerimizi kabul ederek yerine getirmemize, gerekse diğer sadakalarımızı verecek el olmaları ve kurbanlarımızı ikram ederek Allah(cc)’e yakınlaşmamıza vesile olmaları nedeniyle; ihtiyaç sahibi durumunda olan, mağduriyetler yaşayanlara teşekkür borçluyuz.

Allah(cc), bazılarımızı yoklukla sınıyor, diğerlerimizi varlıkla!

Allah(cc), bazılarımızı barışla sınıyor, bir kısmımızı savaşla!

Allah(cc) bazılarımızı vermekle sınıyor, başkalarını almakla!

Neticede dünya imtihanını kaybedenin; nerede ve nasıl kaybettiğinin, zengin mi fakir mi olduğunun, sağlıklı mı hasta mı kaldığının pek bir önemi yok. Ölümden sonra geri dönüp telafi edilmesi mümkün olmayan bir hayat yaşıyoruz.

Hiçbir zengine, verdikleri için insanlık olarak minnet borcumuz yok!

Hiçbir yurt sahibine, yurtsuz kalanlara yer açtığı için minnet borcumuz yok!

Hiçbir yardım kuruluşuna, faaliyetleri için minnet borcumuz yok!

Allah(cc) için iş yapanların insanlardan böyle bir beklentisi de yok!

Vefa duygusunun yerini ve değerini, insanlara teşekkür etmenin önemini daha önceki haftalarda anlatmaya çalıştığım için detaylandırmıyorum. Minnet mikrobunun koronadan daha tehlikeli bir virüs olduğunu söylemekle yetineyim.

 

19 Temmuz 2021

Suriyeli mülteci/misafir meselemiz

 


Batının doğuyla ilgili en büyük yanılgısı, bizi kendileri gibi yapabileceklerini sanmalarıydı. Batıcılar da onlardan aşağı kalmıyor. Yüzlerce yıllık başarısızlığa rağmen, işgal ve katliamlarla istedikleri tipte insan üretemediler ama ne kendileri anladı ne de aramızdaki köleleri.

Suriye kaynaklı insani krizin ülkemizde politik malzemeye dönüştürülmesi sonucu, uydurma haberler ve kasıtlı üretilen yalanlarla, bir nefret ve düşmanlık dalgası yayılmaya çalışılıyor.

Bu konuya, politik saiklerle ve tarafgirlik ya da muhalefetle bakmak kadar büyük bir yanılgı olamaz. İnsan hayatı, vatansız ve evsiz kalan gariplerin çilesi, üzerinde zaten dünyanın bütün emperyalistlerinin tepindiği mülteci meselesi, kullanılmak için değil ancak katkıda bulunmak için konuşulacak bir uluslararası sorundur.

Biz Müslümanlar için ise, Suriye meselesi; hak ile batılın ayrıldığı, zalim ile mazlumun belli olduğu, ihlasla nifakın ortaya çıktığı bir “furkan” olmuştur.

Karşımızda normal bir savaş olmadığı gibi, sıradan ve standart mülteciler de yoktur; kardeşlerimiz vardır

Bu konuda yamulan “yok” hükmündedir. Kardeşlerinin derdiyle dertlenmeyen hakkındaki Nebevi tehdit, bizim için yeterlidir

Suriye’de bir soykırım ve tehcir var, sözü dolaştırarak da olsa her kim buna dolaylı da olsa destek veriyorsa, aynı şekilde zalim ve aşağılıktır.

Bu pis ve iğrenç duruşu, hangi kılıfın altına gizleseler boş; faşist ve mezhepçi düşmanlıkları, pişmiş kelle gibi sırıtıyor.

Türkiye’nin iktidarını ve  dış politikasını milyon konuda eleştirebilir, yerden yere vurabilirsiniz ama çaresiz kalmış bir halka, hem de bu kadar yakın bir halka kucak açtı diye suçlamak için insanlıktan nasip değil kırıntı kalmamış olması gerekir

Gaziantep, Suriye meselesinden en çok etkilenen illerin başında geliyor. Bu komşuluğun getirdiği, iyi günde de kötü günde de birbirinden etkilenmenin doğal sonucuna, halkın gösterdiği sabır ve destek unutulmayacak tarihi bir kadirşinaslık olarak kayıtlara geçmiştir.

Bugünler gelir ve geçer, devran bugün onlara bunu yaşatır yarın bir başkasına. Bütün mesele, ardımızdan fert ve toplum olarak kalacak olan hatıradır. Gelecek nesillere ya bir gurur ya da bir utanç bırakırız.

Biz ecdadımızdan, herhangi bir ülke ya da halk için utanılacak bir hatıra devralmadık, bizden sonrakilere de inşaallah utanılacak bir hatıra bırakmayacağız.

 

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...