27 Eylül 2021

Derdimiz davamız ne?

 


Nihayetinde hepimiz birer insanız. İhtiyaçları, zaafları, hedefleri, zevkleri, ihtirasları, kinleri, sevgileri ve bütün duygularıyla, tüm fikir ve hesaplarıyla, hepimiz birer insanız.

Kendimizi temize çıkartmaktan, başkalarına iyi ve güzel görünmekten, başarılı ve önemli biri olmaktan, dünyada rahat yaşamaktan vazgeçmeyiz. İman edenlerimiz bunların üstüne bir de ahirette cennetlik olmayı eklerler.

Fikirlerimiz genelde doğru, özelde hep en iyisidir. Davamız her zaman hak ve yolumuz hep en güzelidir.

Arada nadiren de olsa kendini sorgulayanımız, gidişatını değiştirenimiz ve bunu hem kendine hem de çevresine itiraf edenimiz olsa da; biz genel olarak mükemmel insanlar ve müstesna Müslümanlarızdır.

Varsa kusur başkalarında, eksik ötekilerde, hata berikilerdedir, bizden alası gelmemiştir aleme…

Bundan nasıl bu kadar eminiz sorusunun cevabı bir tane değil ama birkaç tanesini hepimiz biliyoruz.

Kendi eksiklerimizi ve kusurlarımızı göremeyecek kadar başkalarıyla uğraşmak ve birtakım teviller ve kendine has yorumlarla, yaptıklarımızı ve yaşantımızı idealize ederek, buna bütün kalbimizle inanmamız.

Bir kere kendimize inandıktan sonra, yani bir bakıma kendimize tapınmaya başladıktan sonra zaten devamı geliyor. Bu kişisel dinin bütün esaslarını zaten biz belirliyoruz. Helal ve haramları tamamen keyfimize göre. İbadet ve itaatlerin ölçüleri de elimizde.

Hakim biz, savcı biz, avukat nefsimiz olunca, davayı kazanmak işten bile değil!

Peki bu dava ne?

Kazandığımız nedir?

Elimize geçen ne kadardır?

Ve hepsi bir yana, bu kazancın süreceği ömür ne kadardır?

Ölüme çare bulamadık ya hala, onu hatırlatmak istiyorum…

Ha yok, biz böyle küçük işlerin adamları değiliz. Biz büyük bir dava güdüyoruz. Kimimiz insanlığı, kimimiz ümmeti kurtarırken, bazılarımız da memleketi kurtarmakla yetiniyor. Bunlar aramızdaki en mütevazi kesim sayılabilirler.

Kendimizi ve neslimizi kaybediyoruz.

Dinimizi ve dünyamızı kaybediyoruz.

Bütün bu kayıplar üstüne bir ahiret sarayı inşa edemeyeceğimizi ise düşünmek bile istemiyoruz.

Bizim umut ve korku dengesini kuran gönül terazimizde, nedense hep umut yanı ağır basıyor. Cehennem korkusu semtimize pek uğramıyor. Büyük ve sonsuz bir ateşin azabını tefekkür etmek hoşumuza gitmiyor.

Cenneti garantileyenlerden olma lüksü, bir heves gibi bizi sarıp sarmalıyor.

Ağzımızın tadı kaçmasın diye ölümü, ölümden sonrasını ve kaçınılmaz olarak gelecek olan hesabı pek hesap etmiyoruz.

Kendimizi kendilerine nispet ettiğimiz, davalarını davamız, yollarını yolumuz bildiğimizi iddia ettiğimiz örnek ve önder şahsiyetlerle aramızda böyle bir fark var. Bu fark bizim onlarla ahirette yollarımızın ayrılmasına sebep olacak kadar büyük ve korkunç!

Hangi konumda olursak olalım, hesabın ve azabın bizi beklediğini unutmamak zorundayız.

Amirler ve alimler de ölüyor, fakirler ve cahiller de…

Kimin hesabının nasıl olacağını hep birlikte göreceğiz. Aramızda hala salih kulların ve iyi insanların var olduğunu biliyorum. Onlarla beraber olmak ve yoldaşlık etmek gibi bir güzel haslete ulaşmak derdinde olmamız gerekiyor.

Davasını gütme iddiasında olduğumuz dinin temelinin emniyet yani güven tesis etmek olduğunun altını çizmek istiyorum. Tabi bunun da gerçek olması gerektiğini, sahte duygu ve davranışların münafıklık olduğunu unutmadan…

20 Eylül 2021

Marifet sözde değil işte!

 


Bugün iğneyi; çok konuşan, çok yazan, çok tartışan, çok itiraz eden, çok eleştiren ve hatta bunlarla tanınan, bunlardan başka işi yokmuş gibi bilinen biz kalem ve söz ehline batırmaya niyetlendim.

İnsanlık tarihi boyunca vahiy ve fıtratın doğru zeminde anlaşılması ve uygulanması için nasihat ve tavsiyelerin her zaman özel bir yeri olmuştur. Zaten peygamberlerin vazifesi olarak bilinen tebliğ ve davetin, söz ve konuşma olmadan muhataplarına ulaşması mümkün değildir.

Vahyin nihayetinde, Allah(cc)’in kelamının insanların dilinde yazılıp okunması ve anlatılması bütün Müslümanların temelde bildiği ve uygulamakla yükümlü olduğu bir vazifedir. Kur’an tefsiri başta olmak üzere bütün ilimlerin özeti de budur; vahyin anlaşılması ve anlatılması neticesinde insan hayatının, hem dünya hem ahiret için güzelleştirilmesi.

Peygamberlerin mübarek davetlerini yerine getirmeleri ve bu daveti, ümmetlerinin bilenlerine miras bırakmaları sonrasında, kaçınılmaz olarak söz çoğalmış, ilim büyümüş ve ihtiyaçlarla gelişen dünyanın ve insanın vardığı noktalarda, hakikate ve yaşanmasına olan ihtiyacı kadar gelişmiştir.

Ancak, peygamber ve ilk davete muhatap olan neslin sonrasında, ihtilaflar ve çekişmeler neticesinde, esasında bir hayat sistemi ve yaşam tarzı olan din; kavgada sopa, savaşta silah, münazarada delil, nefislerde gurur sebebi olurken, pratikte hem fert hem de toplum hayatından azar azar çekilmiştir.

İşte bu gelinen nokta, ümmet olarak bizim özelimizde ifade edersek; Rasulullah(sas)’in sahabesi ile bizim aramızdaki en net ve büyük farktır. Dini yaşamak ile kullanmak arasında hiçbir hayırlı neticenin aşamayacağı büyüklükte bir hendek vardır. Hayırları birbirinden ve ümmetin genelinden ayıran bu derin ve büyük hendek, ancak söylenenlerle amel edilmesi ve dinin kavga ya da tartışma aracı değil, hele menfaat veya kazanç sebebi hiç olmadığı bir noktada ancak konuşulmaya başlanabilir.

Biz söylemekle meşgul ve meşhur olanlar ile yaşamakla meşgul ve meşhur olanlar arasında işte böyle büyük bir mesafe bulunuyor.

Oysa, bilmek ve üzerinde konuşmak gibi iman etmekle ilgisi olmayan adımları atabilen birçok gayri Müslim (müsteşrik) vardır. Bunlar, İslam’ı ve Müslümanları gayet iyi bilir ve hatta sorunlarına tartışacak ve çözüm sunacak kadar onlarla beraberdirler.

Kur’an ve Sünnet başta olmak üzere, bilinmesi farz olan ilimleri bilen, hatta sıradan Müslümanların bilmediği birçok karmaşık meseleye hakim bir müsteşrikle, samimi bir Müslüman arasında, meselelere bakışta ve pratikte oldukça net ve büyük farklar olması gerekiyor.

İlimden maksat amel, amelden maksat ihsan ve ondan da maksat nihayetinde Allah(cc)’in rızasını kazanmak olmalıdır. Aksi halde mistik araştırmacılarla, modern müsteşrikler arası bir yerde durup kendimizi Müslüman zannetmeye devam ederiz.

Tartışmalarda haklı çıkmak veya insanlara bilgisi ile üstün gelmek, önemli biri gibi görünmeye benzer, zehirli ve helak edici yaklaşımlardan ve anlayışlardan uzak durmamız, şahsi menfaatimizedir.

Söylediklerimizin ve yazdıklarımızın, hesabını mutlaka vereceğiz hatta bazılarının hesabı daha can vermeden görülecektir. Ölüm gibi kaçınılmaz bir sonun bizi beklediği dünyada, hesabı hesaba katmadan yaşamak için ya ahirete iman etmemek ya da oldukça ahmak olmak gerekiyor.

Yazan ve konuşan hatta tebliğ yapmaya gayret eden birçok Müslümanın, maksadının artık bu işler haline gelmiş olması, bilginin idrak ve yaşamak için değil, süsleyerek muhataplarına pazarlamak için elde edilen bir meta haline dönüşmesine sebep oluyor ki; buna da bir nevi kıyamet senaryosu dense yeridir.

Hulasa; çok konuşuyor ve itiraz ediyoruz, çok yazıyor ve tartışıyoruz ancak yaşamayı ihmal etmemiz gibi büyük bir sorunumuz var ve hepimizin oldukça mantıklı gerekçeleri bulunuyor.

Artık bir yerde durup kendimize bakmanın ve bildiklerimizi pratiğe aktarmak gibi vazgeçilemez bir adımı atmamızın zamanı çoktan geldi de geçiyor bile.

Öyle ya; ömür denen sermayenin hesabını bilen yok! Kasanın ne zaman boşalacağını bilen yok! Geriye müflis bir tüccar olarak kalmamak için, hesaplı harcamak ve hesabını iyi yapmak gerekiyor; bu hayatın sonrasında da bir hayat var!

Bu sebeple, çok ve güzel söz söylemenin ya da yazmanın değil; az da olsa düzenli ve sürekli olan salih amel işlemenin hayırlı olduğunu söylemek ve hatırında tutmak gerekiyor.

13 Eylül 2021

Olayların merkezi insan

 


Hayatın akışı, olayların hızı, işlerimiz ve meşgalelerimiz arasında, çoğu zaman gözden kaçırdığımız asıl faktör, asıl değer, asıl önemli olan; insandır.

Her ne iş ile meşgul olursak olalım, nihayetinde işin vardığı noktada karşımıza insan çıkacaktır. Bu, ülke yönetenlerden aile yönetenlere kadar devam eden, hatta tek başına yaşayanları da kapsayan genel bir gerçekliktir.

Kainat, insan için var edilmiş ve olayların merkezine de insan yerleştirilmiştir.

İnsanın yaratılışı ile elde ettiği değeri, yine biz insanlar bir şekilde iptal etmeye, ihmal etmeye pek bir hevesliyiz. Alemlerin Rabbinin, her insanın bizzat kendisine sunduğu imkan ve nimetleri yine bir takım insanların elinden almayı marifet sayarız.

Oysa, dünyanın huzur ve dengesinin üzerine kurulduğu mihenk insandır.

Evet, hayvanların da yaşadığı ve faydalandığı bir dünyada yaşıyoruz ama o hayvanlar da insan için vardır. Evet, yeşilin, doğanın ve çevrenin de çok önemli olduğu bir çağda yaşıyoruz ama onların değerli olma sebebi de yine insandır.

Kısaca, dünyada var olan her şey hakkında düşündüğümüz ve yaptığımız şeylerin insana ne gibi bir fayda ya da zarar getirdiğini hesap etmek ve ona göre karar vermek durumundayız.

İnsana rağmen çevreci olunamaz. Buna çevreye tapınmak denir.

İnsana rağmen hayvansever olunamaz. Buna hayvana tapınmak denir.

İnsana rağmen idareci olunamaz. Buna kendine tapınmak denir.

İnsana rağmen demekten kastım; insanın zararına sebep olarak, onlara fayda sağlanmadan yapılan iştir.

Bu popüler kavga alanlarının merkezinde insan yoksa, büyük bir sorun var demektir. Birileri bu konuları, politik ya da ekonomik çıkarı için kullanıyorsa, orada büyük bir istismar vardır.

Meşhur ve makbul söylemlerdendir; “insanı yaşat ki devlet yaşasın”. Şeyh Edebali’nin bu nasihatinin üzerine bina edilen devletin onca yozlaşma ve tahribata rağmen nasıl ve ne kadar ayakta durduğunu herkes biliyor.

Genelde devlet, yerelde ise belediye hizmetleri, insanları memnun etmiyorsa başarısızdır. Tabi herkesi memnun etmek gibi bir ütopya henüz sağlanamadı. Ancak normal ve herhangi bir art niyeti olmaksızın hayatını devam ettiren, ortalama bir vatandaşın memnuniyeti ölçü olmak zorundadır. Bunun oranı en az yarıdan fazla olmalıdır ki, memlekette huzur olsun, sükûnet olsun, refah içinde yaşansın.

Bu köşeyi takip edenler bilirler. Geçen yıldan bu yana özellikle yerel meselelerdeki sıkıntılara dikkat çekmeye çalışıyorum. Örneğin, şehrimizde çalışmayan yürüyen merdivenler, orta refüj problemleri, kullanılamayan dönel daireler gibi. Olması gerektiğinden yüksek ya da engin kaldırımlar, bir türlü düşünülemeyen araç park yerleri gibi.

Geldiğimiz noktada, insan faktörünün etkisinden ve merkezde olmasından bahsediyorum. Bütün bu eksikler ya da fazlalıklar, insanların takdir ya da eleştirisine göre şekillenmeliydi. Dahası, bir adım ilerisini gören idareciler, beklentilerden daha modern ve temiz bir şehir için sürpriz adımlar atmalıydılar.

Bir yıldır uzun ince bir yolda gittik ve geldik ama geri dönüp baktığımızda bir arpa tanesi kadar mesafe ancak alabilmişiz.

Şehrimizde bazı merdivenler yürümeye başladılar, insanlardan bir kısmını hem de büyük kısmını mutlu eden, Gaziantep için büyük ancak insanlık için küçük bir adım bu!

Yıl 2021 ve biz milyonluk bir metropolde, yürüyen merdivenlerin yürüyebilmesine seviniyoruz. Bu da halimizi anlatmaya yeter! Hoş o merdivenler akşam mesailerini bitirince duruyorlar ama olsun hiç değilse mesai saatlerinde bir hareket var.

Muhterem yerel yöneticilerimiz, çok iyi işler yaptığınızı biliyoruz. Denizi geçip derede boğulmayın diye yazıyoruz.

Biz sıradan vatandaşların kıstası çok basittir:

10 kilometre mis gibi asfalt yapmış olabilirsiniz ama eğer ben aracımla o yolu kullanırken, rögar kapağı engeline çarpıyor ya da çukuruna düşüyorsam, başarısızsınız!

Aynı yolun kaldırım kenarlarında kalan boşluklar pislik içindeyse, başarısızsınız!

Bilmem kaç milyonluk bir şehir bir türlü şehir temizliğine ve düzenine ulaşamıyorsa, hiç kusura bakmayın, başarısızsınız!

Bundan biz vatandaşlar sorumlu olabilir, suçlu olabiliriz ancak biz eleştiri ve şikayet, siz ise dinleme ve düzeltme makamındasınız.

 

08 Eylül 2021

Bir nesil yetiştirmek

 


İnsanın hayattaki en değerli hedeflerinden biri, neslinin rahat ve refahını kendince iyi bir konuma taşımak olarak kabul edilebilir.

Toplumların en zor şartlarda yaşayanlarından, en rahatlarına kadar, her ebeveynin çocuğu ile ilgili plan ve hayalleri vardır ve tabi bunlar; olduğundan daha iyi, daha varlıklı, daha rahat, daha güçlü ve daha, daha şeklinde uzayan bir liste olarak uzayıp gider.

Bizim gibi güçlü devlet geleneğinden gelen ve çağımızın ferdiyetçi/bireysel gidişatına ayak uydurmakta zorlanan toplumlar için, en ideal sığınak devlettir ve tabi bunun yolu da memuriyet.

Okul seçimleri ve başarı hedefleri, çoğu zaman devlette bir yere yerleşme amaçlıdır. Eğitimden maksat bir şeyler öğrenmek değil, sınavlarda başarılı olmak ve başkalarından daha tercih edilir, daha yüksek puanlar alan, daha kolay atanacak bireyler yetiştirmektir.

Bu gidişat o kadar benimsenmiş ve gönüllere sinmiş durumdadır ki; ebeveynler sorgulamaya gerek duymadan, yarışı kendi çocuklarının iyi bir yerde bitirmesi için gereken her türlü fedakarlığı yaparlar ve hatta bunu temel hedef haline getirirler.

Daha fazla ödev için öğretmene baskı yapanlarla, veli toplantısında aynı sınıfta bulunmasaydım, biraz zor inanırdım ama böyle veliler de var. Okul, dershane ve özel kurslarla teçhiz edilen çocukların başarısız olma şansları genellikle yoktur. Öyle ki, başarısız olanlar arasında intihar edenler bile çıkabilmektedir.

Ne yazık ki, bu durum bile sistemin ve mantığın sorgulanmasına sebep olmaya yetmiyor. Herkes, her şey çok normalmiş gibi davranmaya ve çocuklarını yarıştırmaya devam ediyor.

Sonuçta büyük bir çoğunluğu, diplomalı işsizler ordusuna katılmaktan kurtulamadıkları gibi, iş olan ve eleman ihtiyacı bulunan sektörlerde, artık geç kaldıkları için iş bulamıyorlar ya da eğitim durumları yüksek olduğundan dolayı kabul edilmiyorlar.

Bu gidişin yanlış olduğunu düşünen eğitimci dostlarımızın varlığı bir umut olsa da, etkileri maalesef değişime yol açacak boyutlarda değil. Meslek eğitimi ve kalifiye iş gücü eksiği hakkında konuşmak artık lüks sayılıyor.

Birkaç gün önce üniversite yerleşme sonuçları açıklandı, yarın ilk ve orta dereceli okullar uzun bir aradan sonra normal yüz yüze eğitim ile ders başı yapıyorlar.

Milyonlarca çocuk ve genç, bir umut ve heyecanla okullara gidip gelecek. Bunların iki katı bir nüfusu temsil eden aileler ise, ellerinde kendilerinde verimi artıracağını düşündükleri kamçılarla yerlerini alacaklar.

Bu durumun, dünya görüşü ve inançlarla bile değişmiyor olması ise ayrı bir muamma. Gerçek hayatın ahiret hayatı olduğuna iman eden, dünyayı ahiretin tarlası gören, neslini sadece dünyalık değil ahretlik yetiştirme derdi olduğunu söyleyen bizim gibi aileler de bu gidişe, bu akışa hatta bu sele kapılmış durumda.

Şöyle bir kendimize baktığımızda göreceğimiz manzara genelden çok da farklı değil.

Örgün eğitimden uzak kalma şansı olmayan çocuklarımızın hiç değilse bu selden korunması mümkün oysa. Evet okusunlar, başarılı da olsunlar ama hayatlarının bütün gayesi bu olmasın, olmamalı!

Hem her bakımdan temiz kalsın, hem de her yere girsin çıksın ve her yerde en önde olsun diye düşündüğümüz çocuklarımızın beklediğimizden farklı noktalara savrulmaları kaçınılmaz oluyor.

Sosyal medyanın ve toplumun etkisinden korunamıyoruz. Uzaklaşamıyoruz. Bir bakıma çağın tutsaklarıyız ve çocuklarımız da bizimle aynı kafeslere doğdular. Onlara dışarıda başka bir hayatın olabileceğini, özgürlüğün başkalarının gösterdiği gibi bir şey olmadığını anlatamıyoruz.

Mukaddes değerlerini kaybedenlerin, bu fırtınanın ortasında pusulasız bir geminin kaptanı gibi çaresiz kaldıklarını öğretemiyoruz.

Din ve ahlak, kültür ve medeniyet, hak ve hürriyet, adalet ve merhamet gibi vazgeçilemez mihenk taşlarını, çocuklarımızın akıl ve gönüllerindeki gediklere yerleştiremiyoruz.

Okuyorlar ve diplomaları oluyor, o kadar.

İnsana, hayvana, bitkiye ve çevresine saygısı olmayan bütün yetişkinler, bizim eğittiğimiz çocuklardan çıktı. İlk trafik tartışmasında cana kastedecek kadar canileşenleri biz eğittik. Yere tükürenleri, çöp atanları, canlı ve cansız varlıklara saygısı olmayanları, patlamaya hazır bomba gibi gezenleri biz yetiştirdik.

Veliler ve öğretmenler olarak bu toplum bizim eserimiz. Gurur duyacağımız bir eser bırakmak gibi bir derdimiz olsun, bir yolunu mutlaka buluruz.

30 Ağustos 2021

Anteplilerden geriye kim kaldı?

 


İnsanın büyüme ya da olgunlaşma süreci, uzun bir zaman alır. Hayatının her bir aşamasında yeni bir gelişmeye, yeni bir konuda bir şeyler öğrenmeye devam eden insan için, ölünceye kadar bitmeyen bu devran, can verirken ve sonrasında şahit olup keşfedecekleri düşünülünce bitmeyen bir serüven gibidir.

Yeni tatlar tanımak, yeni insanlar tanımak, yeni coğrafyalar gezmek, yeni güzellikler görmek; yaşadığımız hayatın bizce sefasını sürmenin bir yoludur.

İnsanın bir vahşi hayvan gibi kafese tıkılması, aşağılanması nasıl onuruna aykırı ve gelişmesine engelse; kişinin kendini hayatın gerçeklerinden soyutlaması, yeni gelişmelerden habersiz kalması, yeni insan ve çevre açılımlarını terk etmesi, kendini bir kafese hapsederek soyutlanması ile aynı şeydir.

İnsanlık dünyaya gönderildiği günden beri hareket halindedir. Tarih, milletlerin dünya üzerinde sürdürdükleri yolculuğun hikayesidir bir bakıma.

Göçler ve sonuçları, savaşlar ve sınırların değişmesi, kavimlerin komşuluk ve akrabalık ilişkileri, milletlerarası münasebetler gibi başlıkların tamamında bir etkileşim kaçınılmaz olarak vardır.

Günümüzde en faşist milliyetçi Türklerin bile kabul ettiği Orta Asya göçü, devamında Anadolu’yu yurt kılmak için yaşanan savaşlar ve göçler, Balkanlara uzanan göç yolculukları ve devranın dönmesiyle tersine işleyen büyük ve ağır sonuçları olan ricatımız. Bize tarihimizin göç üzerine kurulu olduğunu ve aslında artık buralarda yerli aramanın saçmalığını anlatır.

Tıpkı genlerin karışması gibi, ırkların kaynaşması sonuçlarını doğuran büyük imparatorluklar dönemi sona ermiş olsa da; ari ırk kalmadığını, mutlak yerli halk diye bir topluluğun artık bulunmadığını kabul etmek zorundayız.

Bu ulusal anlamda olduğu kadar, yerel bazda da böyledir. Nadiren de olsa karşılaştığımız ve kendilerini Antep’in yerlileri olarak takdim eden hemşerilerimizin sayısının azlığı ve onların dışında Antepli olarak şehirde yaşayan kitlenin büyüklüğü bize bir şeyler anlatıyor.

Doğudan ve batıdan, kuzeyden ve güneyden, sayıları, sosyal durumları ve sebepleri farklı da olsa sürekli göç almış olan ve hala alan bir şehirde yaşıyoruz.

Aynı şekilde; doğudan ve batıdan, kuzeyden ve güneyden, sayıları ve sebepleri farklı da olsa, sürekli göç alan bir ülkede yaşıyoruz.

Dün de bu topraklar imparatorluk bakiyesi halkların sığınağı idi, yarın da böyle olacaktır.

Sultan Muhammed Alparslan Han’ın yurt kıldığı bir coğrafyada, onun ordusuna neferlik eden milletlerin varlığını tartışmak kadar saçma bir durum olabilir mi?

Çanakkale Zaferi’nden dem vurulan ve onur duyulan bir ülkede, orada ataları can vermiş halkların ne işi olduğunu sormaktan daha boş bir iş olabilir mi?

Bu iki büyük tarihi dönüm noktasının arasında benzeri köşe taşı nice olayda, birbirinin kucağında can veren, kanları toprağa birlikte atan halkların kardeşliğinin kan kardeşliği olduğunu ve bunun kaybının yeri doldurulamaz bir felaket olacağını idrak etmek için ortalama bir vicdan yeter.

Evet, toplumsal sorunlara sebep olan büyük göçler, her zaman önce gelenleri rahatsız eder. Ancak bu önce gelenlere, sonra gelenleri reddetme hakkı vermez. Aksine yardımcı olma ve uyum sürecini hızlandırarak nesillerimizin huzur içinde yaşaması için gayret etme sorumluluğu verir.

Sözün kısası; bu topraklarda yerli halk yok denecek kadar az kalmıştır ve tartışma önce gelenlerle sonra gelenler konusunda veya arasında çıkmaktadır.

İnsan için, kendini bilmekten ve vicdan ile, merhamet ile insanlara ve olaylara bakmaktan güzel bir meziyet mi olur?

Sahte bilgilerle dizilen yalanlara kanmaktan kurtulmak zorundayız. Ortalığı karıştırıp, yanacak ateşte sigarasını yakma hevesinde olan politikacıların hırslarına inanmaktan vazgeçmek durumundayız.

Bu topraklarda “kardeş” olarak yaşamaya devam etmek ve karşımıza değil yanımıza duran, bize sığınan herkese kardeş muamelesi yapmak şuurunda olmaya devam etmek, 950 yıldan sonra tekrar bu toprakların sahibinin kim olduğu tartışmasını başlamadan bitirmek görevindeyiz.

 

23 Ağustos 2021

İtidal herkese, her konuda lazım

 


Hayat dengeler üzerine kaimdir. Her inişin çıkışı ile her terazinin iki kefesi olması bu dengenin alametlerindendir. İnsan bu hayatın neresinde ve hangi şartlarda yaşarsa yaşasın, dengesini koruduğu müddetçe daha bir mutlu ve umutlu, sağlıklı ve huzurlu olabilmektedir.

Adaletin sembolünü terazi yapan insanlık; zalim ile mazlumun, suçlu ile mağdurun arasındaki dengeyi nasıl bulacağını hep tartışmış ama sonuç genelde çok az başarı, daha çok hüsran olmuştur.

Büyük meselelere kafa yormakla yorulmanın çok bir anlamının kalmadığı günümüzde, her birimiz kendi küçük dünyasında, kendince dertler edinip onların efkarı ile hicrana kapılıp, umutsuz ve bedbaht bir devrana kendimizi mahkûm ediyoruz.

Oysa biraz denge hepimize çok iyi gelebilir.

Dengeyi sağlamak için itidal ile davranmak hepimizi çok iyi gelebilir.

Denge terazinin iki kefesinin eşit ağırlıkta olmasıdır ve ne gariptir ki; iyi ile kötünün hayattaki eşitliği adalet değildir.

Adalet ya da itidal ile davranmak; manavda meyve alırken, ağırlık ile ürünün dengesini sağlamak gibi bir mantıkla ölçülmesiyle sağlanamaz. Adalet terazisi, mazlumdan yana ağır basmalı, zalimin ve haksızın haddi bildirilmeli, onun kefesi yere çakılmalıdır.

İtidal ya da adaletle davranmak için, mahkemede hâkim olmaya ya da arabuluculuk yapmaya gerek yok. Sıradan güncel meselelerde tepkilerimiz de en az mahkeme kararları kadar adaletli olmalı.

Hakkındaki bilgimizden emin olmadığımız bir meselede, başkalarına ahkam kesmenin, ileri geri hükümler vermenin, iyi ve kötüyü tayin etmenin hiç mi hiç gereği yoktur.

Bu çağın insanında görülen cüret ve hadsizliğin, cehaletten kaynaklandığının en belirgin örneklerinden biri; kulaktan dolma ve uydurma bilgi ve duyumlarla, kanaat belirlemek, tavır almak ve hatta kavgaya girmektir.

Biraz itidal istirham ediyorum; bildiklerimiz hakkında, söylediklerimiz hakkında, savunduklarımız ve tartıştıklarımız hakkında, dostlarımız ve düşmanlarımız hakkında, zenginlik ve fakirliklerimiz hakkında, sevdiklerimiz ve sevmediklerimiz hakkında, biraz itidal…

İtidal; “orta halde bulunma, ölçülü ve ılımlı olma, soğukkanlılık, denge, düzgünlük, doğruluk” şeklinde tarif edilir. Adaletli olmak da itidalin en net karşılıklarından biridir.

Siyasi ya da sosyal, fert ya da toplumu ilgilendiren meselelerde, itidal üzere olmak öncelikle kendimize yapılmış en güzel iyilik olacağı gibi, çevremize ve sesimizin ulaştığı her yere bir sükûnet ve ferahlık verebilecektir.

Uluslararası büyük bir olay oluyor. Herkes bir şey söylüyor ve biz hoşumuza gideni alıp onu üstünden aleme ferman yazıyoruz.

Mahallede kavga oluyor ya da trafikte bir kaza, hepimiz mevzuyu gayet iyi biliyor ve hükmü veriyoruz. Kim haklı kim haksız kesin bizdedir cevabı.

Konuşmakta ve susmakta itidalli olmak gerek ne haksızlığa sessiz ne de haklının sesini bastıracak kadar yüksek sesli olmamak lazım!

Gereksiz gürültü yapanların, doğru ve güzel sesleri bastırdığı olmuştur ve olacaktır. Ancak iyi ve güzel, sesinin bastırılmasıyla değişmez, tıpkı kötü ile çirkinin sesinin çok çıkmasıyla değişemediği gibi.

Hemen her konuda bir şeyler yazıyor ve konuşuyoruz ama alemde bizim yazdığımızın veya konuştuğumuzun ne kadar karşılığı olduğu bir muammadır. Kendini dev aynasında görmek, çocuk yaşlarda lunaparkların aynalı eğlence bölümlerinde komik veya şirin olabilir ama hayatın gerçekleri, burnumuzu sürttüğünde canımız çok sıkılacaktır.

Bunları yazan birinin neden bir gazetede köşe yazdığı sorusunun cevabını ben de bilmiyorum. Ama neticede, yazının burasına kadar okuyanların cevaba dair bir fikirleri vardır belki. Bana da iletirlerse sevinirim.

Dünya bu kadardır; ne derinlerinde başka bir hayat var, ne de uzaklarında başka bir yaşam formu!

Değiştiremediklerimizle harcadığımız vakitlerin ve hakkında bilgi sahibi olmadan kestiğimiz ahkamın, kimseye bir faydası olmayacağı gibi, geri dönüşü de mümkün değildir.

 

16 Ağustos 2021

Allah iklimlerin de Rabbidir

 


Her nimet aynı zamanda kendi imtihanını da beraberinde getiriyor. Hayat nimeti, bütün bunların temelinde yer alırken; hayatımızı devam ettirmemiz için bize bahşedilen, karşılıksız ve faturasız verilen yeme ve içme başta olmak üzere, nefes alırken içimize çektiğimiz hava gibi nimetlerin aynı zamanda birer imtihan vesilesi olduğunu unutmamamız gerekiyor.

Bütün sorumluluklarımızın özünde, kulluk bilincimizin ve bundan kaynaklanan vazifelerimizin bulunması da, biz Allah(cc)’e iman eden Müslümanlar için en doğal süreçlerden biridir.

Kainattaki bütün yaratılmışlara, hem hizmetimize verilmiş hem de imtihan sebebimiz olarak bakmamız, bizi diğer insanlardan farklı olarak, bütün varlıklara ve canlılara karşı daha bir merhametli ve dikkatli kılıyor.

Bir Müslüman için, büyük veballere ve günahlara düşmek, ciddi bir felakettir. Bunun telafisi olarak tövbeye imkan bulmak ise belirsiz bir durumdur. Ya vakit bulamadan can verirsem korkusu, bizi tutan, durduran, çok narin bir engeldir.

Bu yüzdendir ki, “karıncayı incitmemek” bir deyimdir bizde. Aslında, karıncayı incitmemek bir peygamber kıssasıdır. Merak edenler Neml suresine müracaat edebilirler.

Karınca, hem küçüklüğü hem de insanların yollarına çok çıkması sebebiyle, bu konuda güzel bir örnektir. Bunun dışında, bütün canlılar ve bitkiler, bize nimet olarak sunulan ve karşılığını hem onları güzel kullanarak hem de şükürlerini eda ederek, vermemiz gereken imtihanlarımızdırlar.

Ağaçlar ve kuşlar, gökyüzü ve nefes aldığımızda ciğerlerimize çektiğimiz hava, içtiğimiz su ve kendisiyle güç bularak ibadet etme imkanı elde ettiğimiz her tür temiz ve helal yiyecek; kendimiz ve neslimiz başta olmak üzere, bütün bir insanlık adına, korumamız ve israf etmeden kullanmamız gereken nimetlerden bazıları.

Biz Müslümanlar, insanlığın hizmetine verilen bunca varlığı, şahsi sefamız veya dikkatsizliğimizle heba etmek gibi bir vebale girmeyi asla istemeyiz. Elimizin erdiği ve gücümüzün yettiği her nimet bize bir emanettir şuuruyla baktığımızda, varlıkları ile bize onları lütfeden Aziz ve Kahhar olan Allah(cc)’i hatırlatan her şeye hürmet ederiz.

Müslümanların çevre ya da iklim krizi gibi sorunları olmaz. Müslümanların kulluk sorunu olur, onun çözümü de bellidir.

Müslümanlar olarak bizler, dünyanın ya da kainatın dengesini değiştirecek kudretteki tek varlığın, Allah(cc) olduğuna inanırız. İnsanların kendi elleriyle, doğayı ve insanı bozmaları, hayatı ifsat etmeleri de ancak Allah(cc)’in imtihan için onlara tanıdığı ortamlarla mümkün olabilmektedir.

Ne küresel ısınma, ne de onun sonucu olarak sunulan iklim değişikliği, Allah(cc)’in kudret ve idaresinin dışına çıkamaz. Eriyen buzulların da Rabbi Allah(cc)’dur. Yok olan hayvan türlerinin yok olmasını takdir eden de O’dur, insanların korumaya aldıklarının kaderini, insanlar tarafından korunmak olarak tayin eden de O!

Sıcak yazların ya da soğuk kışların Rabbi Allah(cc)’dur.

Başağını dolduramayan buğdayların da, dalında çürüyen meyvenin de Rabbi Allah(cc)’dur.

Yağmurların ve sellerin, toprakların ve dağların da Rabbi Allah(cc)’dur.

O, sebepler üzerine kurduğu kainatta, O’nun tayin ettiği sebeplere riayet etmeden hayat sürmek isteyenlere imkan tanımaz. Kendini yüksek bir yerden atan ölür. Kanun böyledir.

Dere yatağına ev yapanı sel alır. Uçurum kenarına yuva kuranı yel alır.

Kimsenin O’nun katında bir iltiması yoktur. Dünyanın kanunları herkes için geçerlidir. Peygamberleri de su içmek zorundadır, açıkça O’na düşmanlık edenler de. Salih ve Mümin kulları da acıkır, şaki ve kafir kulları da.

Dünyada Müslümanı da ateş yakar, kafiri de. Müslüman beldesini de sel alır, gayri Müslim beldesini de.

İman ve teslimiyet, Mü’minlik ve Müslümanlık, tedbir almayı ve Allah(cc)’in yarattığı sebeplere riayet etmeyi gerektirir.

 

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...