25 Ekim 2021

Eşitlik hayaldir, adalet hedef

 Dünyada eşit paylaşım ya da denge sağlamak şeklinde hemen her ideolojinin hedefleri arasında koyduğu bir ütopya vardır. Çoğu zaman olayın maddi imkanların paylaşımı olarak algılanması, sol ve sağdan bakış açılarının da buna bina edilmesine yol açmıştır.

Sağcılar genelde solculara uyuz olduklarından; sosyalistliğin gereği olarak lanse edilen, eşit ekonomik imkan yalanına inat, dengeli olduğuna inandıkları, herkesin çalıştığı kadar kazandığı hayalini kapitalizmin temel unsuru bilip yola çıkarlar.

Solcular ya da komünistler için inanılan yalanın boyutlarının fikir dünyalarına sığmayacak kadar büyümesi yeterlidir. Bir zamanların hayal ülkesi SSCB yıkılınca, bütün umutlarını Küba’dan gelen haberlere bağlayan, arada Kuzey Kore aşkları depreşen bu kitlenin, sağlıklı bir sevinç yaşama şansı pek yok gibi duruyor.

Bu anlamda batıya tapan, AB kriterlerine iman eden ve yüce tanrı ABD’ye secde etmeyi fazilet bilen kapitalist hatta biraz da emperyalist köleler için, iyi bir maaş, iyi bir ev ve iyi bir tatil teslisini elde etmekten daha yüce bir makam yoktur.

Bütün bu hengamede, bir de görece bir şeylere sahip olduğunu zanneden ve kendini herkesten üstün görecek kadar hayattan ve insanlıktan habersiz kitleler var. Bizde bolca hem de…

O hep bildiğimiz; birkaç nesil önce buralara geldiği için kendinden sonra gelenleri aşağılama yoluyla içindeki ezikliği tatmin etmeye çalışan güruhun, hasbelkader muhataplarının ezik ve hatta fakir olmadığını fark ettiği ya da beklediği standartların üstünde bir hayat yaşamayı başardığını gördüğü anda hissettiği hayal kırıklığı ile geçirdiği cinnet sonucu, kuduz köpek gibi etrafına hırlaması, kişilik ve kimliğini ele veren önemli bir göstergedir.

İyi bir evde oturan, iyi bir araca binen Türkiyeli bir gurbetçi ne kadar Almanya’da kem bakış ve sözlere muhatap oluyorsa; buralarda da iyi bir arabaya binen ve iyi bir evde oturan Suriyeli o kadar düşmanca bakış ve sözü muhatap oluyor.

İşin tek farkı, orada bunu yapanlara çoğumuz Neonazi lakabını takıp lanetliyorken, burada bunu yapanlara milliyetçi ve vatanperver muamelesi yapılması!

Evet sevgili halkımız; Suriyeliler de normal insanlar. Yeme, içme ve benzeri insani ihtiyaçlarını gideriyorlar. Adetleri ve alışkanlıkları farklı da olsa, birlikte yaşamak pek de zor olmayan, simaları da bize çok benzeyen, dillerinin yarısını dikkatle dinlesek anlayabileceğimiz, ırk ve nesil olarak da bize çok uzak olmayan insanlar.

Suriyelilerin hepsi fakir ve işsiz değil!

Suriyeliler de muz yeme hakkına sahipler!

Suriyeliler de çalışıp para kazanabiliyor. Her ne kadar o pek dürüst(!) ve adil(!) insanlarımız maaşlarını, onların zor durumda olmasını fırsat bilerek oldukça düşük ödeseler de…

Suriyelilerin çocukları da çocuk, biliyor musunuz? Parkta bahçede oynamak istiyorlardır, emin olun. Evlerinde koşmak gibi en basit yaramazlıkları yapmak gibi…

Bu noktada tekrar başa dönüp, fikir ve bakış açımızın hangi yerine ve nasıl oluyor da sığdırdığımızı bir türlü kabul ve itiraf edemediğimiz faşist ırkçılığımızı yeniden sorgulamamız gerekiyor. Sağcı bir kapitalist miyiz, solcu bir sosyalist mi?

Adamlar, en ucuz iş gücü olarak kapitalistlerimizin arayıp bulamadığı kitle!

Adamlar, sosyalistlerin propaganda için kullanabileceği her türlü sosyal eksikliği yaşıyorlar. Aklı başında bir solcu için bulunmaz nimet varlıkları.

Müslümanlara söz söylemeye hiç gerek yok!

Müslümanlar için konu kardeşlik kelimesi ile başlıyor ve vefa, hüsnü zan, isar gibi ideal kavramlarla devam ediyor.

Yani demem o ki; dünyanın hangi kutbunda durursanız durun, hangi yönden bakarsanız bakın, gördüğünüz göreceğiniz dünyanın yuvarlık olduğu ve üstünde ebedi kalınmadığı olacaktır.

Kendini çok bir şey zannetmenin alemi yok, neticede geldiğimiz yer toprak, gideceğimiz yer toprak. Arada çamurlaşmadan yaşamak ve adem kalmak, insan olmak mümkün.

Bu arada evet, Suriyelileri de Allah yarattı ve onları da topraktan yarattı ve onlar da ölünce toprağa gömülüyor.

18 Ekim 2021

Okullarda güvenlik ve temizlik

 Büyük adımlar atarken, küçücük taşlara takılır insan ve insanın yaptığı her işte böyle küçük kusurlar birleşip devasa sorunlara yol açarlar.

Hızlı yürüyenin veya koşanın dengesi daha kolay bozulur, yüksek hızlarda seyreden araçların kontrolden kolayca çıkması gibi.

Çağımız bir nevi hız çağı; her şey ve herkes hızlı olmak zorunda. Eğitim de hızlandı, okullar da.

Eskiler hatırlar, kimsenin okul servisi olmazdı, en azından kenar mahallelerde. Ve herkes yürüyerek giderdi okuluna. Şimdi çok hızlı seyreden okul servisleri hayatın ayrılmaz bir parçası oldu.

Ben onlara “okul servisi terör örgütü” de diyorum. Genellikle trafikte terör estirdikleri ve bazen de çok can yakıcı kazalara sebebiyet verdikleri için…

Hızla hareket eden servisler, koşuşturan öğretmenler, yükselen internet hızları, derken hızla tüketilen bir hayat ve bir eğitim dönemi.

Bu hızlı işleyişin içinden savrulan, okulların çevresini mesken tutan ve her türlü suça meyilli, kullanılmaya çok müsait, sayısı belirsiz genç var.

Kenar mahallelerde ders veren, daha doğrusu vermeye çalışan öğretmenleri dinliyorum. Güvenlik eksikliğini, duvarları aşıp okullara giren elleri bıçaklı çeteleri, bahçelerde yaşanan kavgaları ve karmaşanın ortasında kalan öğretmenlerin çaresizliğini anlatıyorlar.

Bir başkası, okulun pisliğini, hademe tutacak bütçe olmadığını, velilerden para toplamanın yasak olduğunu anlatıyor.

Özet geçtiğim iki konu yani güvenlik ve temizlik, herhalde bir eğitim ortamının olmazsa olmaz ilk şartlarıdır.

Çöplükte gül yetiştirmek zor iştir, yetiştirseniz bile kokusunu alamazsınız, o pisliğin içinde kaybolur gider.

Devlet açtığı okulun güvenliğini sağlamakla yükümlü olsa gerek, temizliğini yaptırmak da en az binasını inşa etmek, öğretmenleri atamak ve diğer fiziki şartları sağlamak kadar önemli.

Acaba neden okulların temizliği umursanmıyor?

Neden güvenliği için bir çözüm bulunmuyor?

Okul çevrelerinde görev yapacakları ilan edilen timler ne oldu?

Gaziantep’in kenar semtlerindeki okulların bu kadar unutulmuş olması mümkün mü?

Eğitim yuvalarının bırakın öğrencileri, öğretmenleri bile tedirgin eden, bir kara kutuya dönüşmesi kabul edilebilir mi?

Kamu idaremizin tepe noktalarında yer alan gayretli ve benzer konularda oldukça hassas yetkililerimizin durumdan haberdar olmamaları düşünülebilir mi?

İlkokul seviyesine kadar inen okul çetelerine seyirci kalmanın sonuçları nedir, merak eden var mı?

Kaç çocuk mağdurdur, kaç çocuk bu şekilde suça itilmektedir?

Kaç ailenin umudu, evladı, ciğer paresi elinden kayıp gitmektedir?

Salgın hastalıkla bu kadar yoğun mücadele edilen bir dönemde, okulların temizliğinin göz ardı edilmesi görmezden gelinebilecek bir konu mudur?

Konunun ilgililerine ve en başta da valimiz sayın Davut Gül’e açık çağrımdır:

Lütfen okulların güvenlik ve temizlik sorununa el atın. Gayret ve özverinize pek çok alanda şahitlik ettik ve çözüm sağlandığını da gördük. Bu alanda atacağınız adım, hem eğitimcilerimizin hem de öğrencilerimizin hayatlarına direk dokunacaktır. Ailelerimizin beklentileri de bu yöndedir.

Elden ele ve dilden dile dolaşan şikayetlerin duyulması ve gereğinin yapılması, şehrin huzur ve güven ortamına sağlayacağı katkının yanında, eğitim ve öğretim hayatımıza da olumlu yansıyacaktır.

Çekirdekten temiz ve saygın bireyler olarak yetişen, suçtan ve kötü alışkanlıklardan koruyacağımız çocuklarımızın gelecekte ülkelerine sağlayacakları katkıda hepimizin payı olacaktır. Ya da tam aksi!

11 Ekim 2021

Şehir ve kitap

 


Gaziantep tarihi üzerine değerli araştırmalar yapan hocalarımızın derledikleri bilgiler bize, şehrin hemen her devirde, mevcut medeniyet ve kültür mirasının ayrılmaz bir parçası olduğunu gösteriyor.

Geçmişte ev sahipliği yaptığı mirası bugüne aktarmakta belki coğrafi gerekçelerle çok başarılı olamasa da; yerleşik hale gelen bir kültür hala izlerini korumaya devam ediyor.

Göç yollarının ve dünyanın en kadim yerleşim yerlerine olan yakınlığın getirdiği, kültürlerden ve bunun yanında savaşlardan ve felaketlerden de çok hızlı etkilenen bir yerde kurulmuş olmak, bu şehrin bazı bakımlardan lehine de olsa, nihayetinde medeniyet mirasını muhafaza konusunda aleyhine olabiliyor.

Yakın tarihimizde gördüğümüz bazı gelişmeler bize, medeniyet yolculuğunda, farklı fikirlerden faydalanmayı bilmenin değerini gösteriyor. Osmanlı topraklarında, matbaanın kurulduğu ilk üç şehirden biri olmayı ve bu tesisin aslında İncil basımı için kurulmuş olmasına rağmen, faydalanmakta ve çocuk dergisinden başlayan, anlamlı ve değerli kültürel faaliyetlere yönelmekte oldukça başarılı olan yetişmiş insan potansiyeli bize bir şeyler anlatıyor.

Medeniyet yolculuklarında, birlikte olduğumuz insanların farklılıklarını, yük değil imkan, sorun değil desen görebilmek, İslam’ın üstün fikir ve inanç özgürlüğü teorisini kavramış ve pratikte yaşamış insanlarımızın, mazide bu kadar güçlü ve sağlam yere basmalarına yol açan önemli etkenlerdendir.

Bütün bu üzerinde yazdığımız, okuduğumuz ve konuştuğumuz konuların tamamı ise kitaplardan kitaplara, o kitapları telif edenlerin zihinlerinden ve gönüllerinden, şehrin ve halkın sonra da ülkenin ve dünyanın ufkuna tutulan parlak bir ışıktır.

Geçtiğimiz on gün boyunca Gaziantep’te Şahinbey Belediyesi organizasyonuyla gerçekleşen ve kamu idaresi ile üniversitelerin destek verdikleri, dışarıdan gelen yayıncı arkadaşlarımızın ifadeleriyle “muhteşem” bir kitap fuarı düzenlendi.

Gerek katılımcı yayınevleri gerekse konuşmacı ve imza günleri ile oldukça yoğun bir ilgi çeken ve Şahinbey Kitap Günleri olarak adlandırılan etkinliği, nihayetinde siyasi bir arka planı olan belediyenin düzenlemesi ve konukların da doğal olarak bu topraklardaki insan ve medeniyet kavgamıza katkıda bulunan şahsiyetlerden seçilmiş olması bazı olumsuz tepkileri de doğurdu.  Bu da en az gösterilen olumlu ilgi kadar başarının bir diğer göstergesi aslında.

Bu topraklardaki varlık kavgamızın bin yıla yaklaşan serüveni içinde, hep karşımızda duran ve ayağımıza çelmeler takanların, en küçük aydınlığa bile saldırmaya ve küfretmeye hazır duruşları hiç değişmedi.

Misafir konuşmacıların yelpazesi daha da genişletilebilir miydi?

Evet.

Peki bu çevreleri memnun etmeye yeter miydi?

Hayır!

Çünkü onların derdi, konukların çeşitliği ya da fikir yelpazesi değil çünkü. Onların kavgası bizimle ve temsil ettiğimiz iman ve ondan neşet eden medeniyetle. Onlara yaranmak ya da gönüllerini hoş etmek için atılan her adım ise sırtımızı yasladığımız değerlere yapılacak bir ayıp ve onurlu duruşumuz için züldür.

Kitap fuarında, Antepli düşünür ve yazarlarımızın kendi yayınevleri aracılığıyla kendi hemşerileriyle buluşmalarına imkan sağlansa da, hiç değilse bir panel benzeri uygulama ile seslerinin yükseltilmesi sağlanabilirdi.

Ancak hepimiz biliyoruz ki, bugün artık fikrin ve sözün de bir pahası var. Biraz sesi yüksek çıkan, biraz takdir ve taltif gören, bunu hemen çevresine ve özellikle de siyasi irade sahiplerine fatura etmeye çalışıyor.

Sadece Allah için, hakikatin ilanı ve idraki için konuşmak, artık zor bulunur bir lüks oldu. Fikri ve uğrunda verilen kavgayı, geçim derdiyle heba etmeye mecbur olunmasaydı belki biraz daha rahat yazabilirdim. Nihayetinde yazarlar da insan ve onların da bakmakla yükümlü oldukları birer aileleri var.

Siyasilerle fikir ehlinin münasebetleri tarihe mal olmuş ve üzerinde çok konuşulmuş bir konudur. Ve fakat iki tarafın da kendini temize çıkarmak için diğerini çiğnemesi her zaman ve her devirde yapılacak en büyük yanlıştır.

Kendi binası camdan olan başkasının evine taş atmasın diyen, kim idi ise güzel demiş…

04 Ekim 2021

Şehrin kimlik ve kültür arayışı

 


Hayatın akışı, zamanın geçişi ile insanlar, farklı bölgelerde farklı sebeplerle, şehirleşme yolunu tutalı tarih kadar eski bir vakıa. Zaman içinde başladığı noktadan çok uzaklara savrulan ve yok olan şehirler olduğu gibi, hiç hesapta yokken öne çıkan, büyüyen ve bir şehir kültürüne sahip yerleşim yerleri de var olageldi.

Verimli topraklara yerleşenler, ticaret yollarının kesiştiği yerleri mesken tutanlar kadar; ilmin ve irfanın ardından giden nesillerin toplandığı, medeniyet kültürünün köşe taşı olan şehirlere de rağbet hiç azalmadı.

Dünyanın kurgusu böyledir. Herkes bir yana ya da bir işe yönelse, meşhur Hoca Nasreddin deyimiyle, “dünyanın dengesi bozulurdu”.

Bütün sebepleri bir araya toplayan ve bugün kendilerine metropol denilen, büyük şehirlerin hikayeleri ise; çoğunlukla karmaşa ve kalabalık üstüne bina edilen, üstüne biraz kültür ve biraz da medeniyet eklenerek, çok net yazılamayan öykülerdir.

Bu konuda önümüzdeki en net örneklerden biri, bizden bir örnek olarak İstanbul olabilir. Kendine has bir lehçesi, kültürü ve tarih içinde biriktirdiği medeniyet ile, kendine has ve özel bir şehir olmayı başaran nadir yerlerden.

Gaziantep’e “doğunun İstanbul’u” dense de, kendi kültürünü ve lehçesini kaybeden bu şehrin, bir medeniyeti olduğunu söylemek, tüm iyi niyetimize rağmen, pek mümkün görünmüyor. Bu şehrin hikayesinde yanlış giden bir şeyler olduğunda hemen herkes hemfikir.

Burası bir ticaret şehri, ekonomik bir cazibe merkezi ve bu, azımsanacak, kenara itilecek bir şey değil.

Buranın önemli yolların kavşağında olması sebebiyle bile, çok farklı kültür ve geleneğin buluştuğu bir yer olması, ihmal edilecek bir açı değil.

Zamanın yıpratmasından korunamayan şehir kültürünün, aldığı göçlerle yaşadığı değişim ve dönüşümlerin sağlıklı gittiğini ne dün söyleyebilirdik ne de bugün söyleyebiliriz. Kendine özgün bir kültürü ve kimliği olan bir yere yeni gelenler, doğal olarak biraz kendilerinden bir şeyler katsalar da, hakim anlayışa uyum sağlarlar. Ya da uyum sağlayarak daha müreffeh bir hayata adım atabilirler.

Ancak, kendi kimlik ve kültürünü kaybetmiş, ne olduğu hakkında kimsenin bir fikrinin kalmadığı ve daha da acısı, kimsenin bunu dert etmediği bir şehirde, yeni gelenlerin uyum sağlayacağı bir düzen değil, katkıda bulunacakları bir kaos vardır.

Bu eksikliğin vebalini ise ne eskilere ne yeni gelenlere çıkartmak doğru olmayacaktır. Bütün mesele, elimizdeki ile en iyisini ve doğrusunu yapabilmek için atılacak adımlardan ibarettir.

Bir şehrin kimliği ve kültürü, birkaç yılda oluşmaz ya da değişmez. Milyonların yaşadığı bu şehirde, kimlik ve kültür, birkaç yüz bin kişi ile de bozulmaz ya da düzelmez.

Peki ideal bir huzur toplumuna giden yolda, illa bu milyonların tamamının aynı noktada buluşması mı gerekiyor?

Bu sorunun cevabı tarihte yaşanarak verilmiş, hem de buralarda, bu topraklarda.

Anadolu’ya ilk yerleşen ve batıya doğru yayılan, daha sonra Selçuklu ve Osmanlı medeniyetlerini inşa edecek ve şehirlerini imar edecek olan insanların sayısı, yerleşik halktan çok azdı. Doğal olarak, yeni bir şehir fethedildiğinde, oraya yerleştirilen Müslüman sayısı da nüfusa oranla azınlıkta kaldı.

Ancak öyle bir kimlik ve kültür, öyle bir örneklik ve güzellik ortaya koydular ki, Saraybosna, Sofya, Selanik gibi şehirler, birer medeniyet merkezine dönüştüler. Konya’ya ilk Müslümanlar hangi tarihte yerleşti hatırlayanınız var mı? Ama bugün ülkenin mütedeyyin şehirlerinin önde gelenlerinden biri olarak anılmaya devam ediyor.

Gaziantep’e daha henüz Ayıntab iken, “Küçük Buhara” denilmesine sebep olan, ilim ve irfan ehlinin yol haritasında yer bulmasını sağlayan kültür ve kimlik; bugün aranmayan kayıplar deposunda ya da terk edilmiş, unutulmuş eşyalar arasında tozlanıyor.

Çok değil ama bir şehri değiştirmeye yetecek kadar kimlik ve kültür sahibi, medeni insana ihtiyacımız var. Bu aradığımız insanlarsa, bu şehirde varlar. Bunları aktif hale getirecek kamu ve sivil irade de var.

Sonucu biz değil ancak gelecek nesiller alacak olsa da, uğrunda emek sarf etmeye değecek bir hikaye yazılabilir. Umut hala var, hem de çok…

 

27 Eylül 2021

Derdimiz davamız ne?

 


Nihayetinde hepimiz birer insanız. İhtiyaçları, zaafları, hedefleri, zevkleri, ihtirasları, kinleri, sevgileri ve bütün duygularıyla, tüm fikir ve hesaplarıyla, hepimiz birer insanız.

Kendimizi temize çıkartmaktan, başkalarına iyi ve güzel görünmekten, başarılı ve önemli biri olmaktan, dünyada rahat yaşamaktan vazgeçmeyiz. İman edenlerimiz bunların üstüne bir de ahirette cennetlik olmayı eklerler.

Fikirlerimiz genelde doğru, özelde hep en iyisidir. Davamız her zaman hak ve yolumuz hep en güzelidir.

Arada nadiren de olsa kendini sorgulayanımız, gidişatını değiştirenimiz ve bunu hem kendine hem de çevresine itiraf edenimiz olsa da; biz genel olarak mükemmel insanlar ve müstesna Müslümanlarızdır.

Varsa kusur başkalarında, eksik ötekilerde, hata berikilerdedir, bizden alası gelmemiştir aleme…

Bundan nasıl bu kadar eminiz sorusunun cevabı bir tane değil ama birkaç tanesini hepimiz biliyoruz.

Kendi eksiklerimizi ve kusurlarımızı göremeyecek kadar başkalarıyla uğraşmak ve birtakım teviller ve kendine has yorumlarla, yaptıklarımızı ve yaşantımızı idealize ederek, buna bütün kalbimizle inanmamız.

Bir kere kendimize inandıktan sonra, yani bir bakıma kendimize tapınmaya başladıktan sonra zaten devamı geliyor. Bu kişisel dinin bütün esaslarını zaten biz belirliyoruz. Helal ve haramları tamamen keyfimize göre. İbadet ve itaatlerin ölçüleri de elimizde.

Hakim biz, savcı biz, avukat nefsimiz olunca, davayı kazanmak işten bile değil!

Peki bu dava ne?

Kazandığımız nedir?

Elimize geçen ne kadardır?

Ve hepsi bir yana, bu kazancın süreceği ömür ne kadardır?

Ölüme çare bulamadık ya hala, onu hatırlatmak istiyorum…

Ha yok, biz böyle küçük işlerin adamları değiliz. Biz büyük bir dava güdüyoruz. Kimimiz insanlığı, kimimiz ümmeti kurtarırken, bazılarımız da memleketi kurtarmakla yetiniyor. Bunlar aramızdaki en mütevazi kesim sayılabilirler.

Kendimizi ve neslimizi kaybediyoruz.

Dinimizi ve dünyamızı kaybediyoruz.

Bütün bu kayıplar üstüne bir ahiret sarayı inşa edemeyeceğimizi ise düşünmek bile istemiyoruz.

Bizim umut ve korku dengesini kuran gönül terazimizde, nedense hep umut yanı ağır basıyor. Cehennem korkusu semtimize pek uğramıyor. Büyük ve sonsuz bir ateşin azabını tefekkür etmek hoşumuza gitmiyor.

Cenneti garantileyenlerden olma lüksü, bir heves gibi bizi sarıp sarmalıyor.

Ağzımızın tadı kaçmasın diye ölümü, ölümden sonrasını ve kaçınılmaz olarak gelecek olan hesabı pek hesap etmiyoruz.

Kendimizi kendilerine nispet ettiğimiz, davalarını davamız, yollarını yolumuz bildiğimizi iddia ettiğimiz örnek ve önder şahsiyetlerle aramızda böyle bir fark var. Bu fark bizim onlarla ahirette yollarımızın ayrılmasına sebep olacak kadar büyük ve korkunç!

Hangi konumda olursak olalım, hesabın ve azabın bizi beklediğini unutmamak zorundayız.

Amirler ve alimler de ölüyor, fakirler ve cahiller de…

Kimin hesabının nasıl olacağını hep birlikte göreceğiz. Aramızda hala salih kulların ve iyi insanların var olduğunu biliyorum. Onlarla beraber olmak ve yoldaşlık etmek gibi bir güzel haslete ulaşmak derdinde olmamız gerekiyor.

Davasını gütme iddiasında olduğumuz dinin temelinin emniyet yani güven tesis etmek olduğunun altını çizmek istiyorum. Tabi bunun da gerçek olması gerektiğini, sahte duygu ve davranışların münafıklık olduğunu unutmadan…

20 Eylül 2021

Marifet sözde değil işte!

 


Bugün iğneyi; çok konuşan, çok yazan, çok tartışan, çok itiraz eden, çok eleştiren ve hatta bunlarla tanınan, bunlardan başka işi yokmuş gibi bilinen biz kalem ve söz ehline batırmaya niyetlendim.

İnsanlık tarihi boyunca vahiy ve fıtratın doğru zeminde anlaşılması ve uygulanması için nasihat ve tavsiyelerin her zaman özel bir yeri olmuştur. Zaten peygamberlerin vazifesi olarak bilinen tebliğ ve davetin, söz ve konuşma olmadan muhataplarına ulaşması mümkün değildir.

Vahyin nihayetinde, Allah(cc)’in kelamının insanların dilinde yazılıp okunması ve anlatılması bütün Müslümanların temelde bildiği ve uygulamakla yükümlü olduğu bir vazifedir. Kur’an tefsiri başta olmak üzere bütün ilimlerin özeti de budur; vahyin anlaşılması ve anlatılması neticesinde insan hayatının, hem dünya hem ahiret için güzelleştirilmesi.

Peygamberlerin mübarek davetlerini yerine getirmeleri ve bu daveti, ümmetlerinin bilenlerine miras bırakmaları sonrasında, kaçınılmaz olarak söz çoğalmış, ilim büyümüş ve ihtiyaçlarla gelişen dünyanın ve insanın vardığı noktalarda, hakikate ve yaşanmasına olan ihtiyacı kadar gelişmiştir.

Ancak, peygamber ve ilk davete muhatap olan neslin sonrasında, ihtilaflar ve çekişmeler neticesinde, esasında bir hayat sistemi ve yaşam tarzı olan din; kavgada sopa, savaşta silah, münazarada delil, nefislerde gurur sebebi olurken, pratikte hem fert hem de toplum hayatından azar azar çekilmiştir.

İşte bu gelinen nokta, ümmet olarak bizim özelimizde ifade edersek; Rasulullah(sas)’in sahabesi ile bizim aramızdaki en net ve büyük farktır. Dini yaşamak ile kullanmak arasında hiçbir hayırlı neticenin aşamayacağı büyüklükte bir hendek vardır. Hayırları birbirinden ve ümmetin genelinden ayıran bu derin ve büyük hendek, ancak söylenenlerle amel edilmesi ve dinin kavga ya da tartışma aracı değil, hele menfaat veya kazanç sebebi hiç olmadığı bir noktada ancak konuşulmaya başlanabilir.

Biz söylemekle meşgul ve meşhur olanlar ile yaşamakla meşgul ve meşhur olanlar arasında işte böyle büyük bir mesafe bulunuyor.

Oysa, bilmek ve üzerinde konuşmak gibi iman etmekle ilgisi olmayan adımları atabilen birçok gayri Müslim (müsteşrik) vardır. Bunlar, İslam’ı ve Müslümanları gayet iyi bilir ve hatta sorunlarına tartışacak ve çözüm sunacak kadar onlarla beraberdirler.

Kur’an ve Sünnet başta olmak üzere, bilinmesi farz olan ilimleri bilen, hatta sıradan Müslümanların bilmediği birçok karmaşık meseleye hakim bir müsteşrikle, samimi bir Müslüman arasında, meselelere bakışta ve pratikte oldukça net ve büyük farklar olması gerekiyor.

İlimden maksat amel, amelden maksat ihsan ve ondan da maksat nihayetinde Allah(cc)’in rızasını kazanmak olmalıdır. Aksi halde mistik araştırmacılarla, modern müsteşrikler arası bir yerde durup kendimizi Müslüman zannetmeye devam ederiz.

Tartışmalarda haklı çıkmak veya insanlara bilgisi ile üstün gelmek, önemli biri gibi görünmeye benzer, zehirli ve helak edici yaklaşımlardan ve anlayışlardan uzak durmamız, şahsi menfaatimizedir.

Söylediklerimizin ve yazdıklarımızın, hesabını mutlaka vereceğiz hatta bazılarının hesabı daha can vermeden görülecektir. Ölüm gibi kaçınılmaz bir sonun bizi beklediği dünyada, hesabı hesaba katmadan yaşamak için ya ahirete iman etmemek ya da oldukça ahmak olmak gerekiyor.

Yazan ve konuşan hatta tebliğ yapmaya gayret eden birçok Müslümanın, maksadının artık bu işler haline gelmiş olması, bilginin idrak ve yaşamak için değil, süsleyerek muhataplarına pazarlamak için elde edilen bir meta haline dönüşmesine sebep oluyor ki; buna da bir nevi kıyamet senaryosu dense yeridir.

Hulasa; çok konuşuyor ve itiraz ediyoruz, çok yazıyor ve tartışıyoruz ancak yaşamayı ihmal etmemiz gibi büyük bir sorunumuz var ve hepimizin oldukça mantıklı gerekçeleri bulunuyor.

Artık bir yerde durup kendimize bakmanın ve bildiklerimizi pratiğe aktarmak gibi vazgeçilemez bir adımı atmamızın zamanı çoktan geldi de geçiyor bile.

Öyle ya; ömür denen sermayenin hesabını bilen yok! Kasanın ne zaman boşalacağını bilen yok! Geriye müflis bir tüccar olarak kalmamak için, hesaplı harcamak ve hesabını iyi yapmak gerekiyor; bu hayatın sonrasında da bir hayat var!

Bu sebeple, çok ve güzel söz söylemenin ya da yazmanın değil; az da olsa düzenli ve sürekli olan salih amel işlemenin hayırlı olduğunu söylemek ve hatırında tutmak gerekiyor.

13 Eylül 2021

Olayların merkezi insan

 


Hayatın akışı, olayların hızı, işlerimiz ve meşgalelerimiz arasında, çoğu zaman gözden kaçırdığımız asıl faktör, asıl değer, asıl önemli olan; insandır.

Her ne iş ile meşgul olursak olalım, nihayetinde işin vardığı noktada karşımıza insan çıkacaktır. Bu, ülke yönetenlerden aile yönetenlere kadar devam eden, hatta tek başına yaşayanları da kapsayan genel bir gerçekliktir.

Kainat, insan için var edilmiş ve olayların merkezine de insan yerleştirilmiştir.

İnsanın yaratılışı ile elde ettiği değeri, yine biz insanlar bir şekilde iptal etmeye, ihmal etmeye pek bir hevesliyiz. Alemlerin Rabbinin, her insanın bizzat kendisine sunduğu imkan ve nimetleri yine bir takım insanların elinden almayı marifet sayarız.

Oysa, dünyanın huzur ve dengesinin üzerine kurulduğu mihenk insandır.

Evet, hayvanların da yaşadığı ve faydalandığı bir dünyada yaşıyoruz ama o hayvanlar da insan için vardır. Evet, yeşilin, doğanın ve çevrenin de çok önemli olduğu bir çağda yaşıyoruz ama onların değerli olma sebebi de yine insandır.

Kısaca, dünyada var olan her şey hakkında düşündüğümüz ve yaptığımız şeylerin insana ne gibi bir fayda ya da zarar getirdiğini hesap etmek ve ona göre karar vermek durumundayız.

İnsana rağmen çevreci olunamaz. Buna çevreye tapınmak denir.

İnsana rağmen hayvansever olunamaz. Buna hayvana tapınmak denir.

İnsana rağmen idareci olunamaz. Buna kendine tapınmak denir.

İnsana rağmen demekten kastım; insanın zararına sebep olarak, onlara fayda sağlanmadan yapılan iştir.

Bu popüler kavga alanlarının merkezinde insan yoksa, büyük bir sorun var demektir. Birileri bu konuları, politik ya da ekonomik çıkarı için kullanıyorsa, orada büyük bir istismar vardır.

Meşhur ve makbul söylemlerdendir; “insanı yaşat ki devlet yaşasın”. Şeyh Edebali’nin bu nasihatinin üzerine bina edilen devletin onca yozlaşma ve tahribata rağmen nasıl ve ne kadar ayakta durduğunu herkes biliyor.

Genelde devlet, yerelde ise belediye hizmetleri, insanları memnun etmiyorsa başarısızdır. Tabi herkesi memnun etmek gibi bir ütopya henüz sağlanamadı. Ancak normal ve herhangi bir art niyeti olmaksızın hayatını devam ettiren, ortalama bir vatandaşın memnuniyeti ölçü olmak zorundadır. Bunun oranı en az yarıdan fazla olmalıdır ki, memlekette huzur olsun, sükûnet olsun, refah içinde yaşansın.

Bu köşeyi takip edenler bilirler. Geçen yıldan bu yana özellikle yerel meselelerdeki sıkıntılara dikkat çekmeye çalışıyorum. Örneğin, şehrimizde çalışmayan yürüyen merdivenler, orta refüj problemleri, kullanılamayan dönel daireler gibi. Olması gerektiğinden yüksek ya da engin kaldırımlar, bir türlü düşünülemeyen araç park yerleri gibi.

Geldiğimiz noktada, insan faktörünün etkisinden ve merkezde olmasından bahsediyorum. Bütün bu eksikler ya da fazlalıklar, insanların takdir ya da eleştirisine göre şekillenmeliydi. Dahası, bir adım ilerisini gören idareciler, beklentilerden daha modern ve temiz bir şehir için sürpriz adımlar atmalıydılar.

Bir yıldır uzun ince bir yolda gittik ve geldik ama geri dönüp baktığımızda bir arpa tanesi kadar mesafe ancak alabilmişiz.

Şehrimizde bazı merdivenler yürümeye başladılar, insanlardan bir kısmını hem de büyük kısmını mutlu eden, Gaziantep için büyük ancak insanlık için küçük bir adım bu!

Yıl 2021 ve biz milyonluk bir metropolde, yürüyen merdivenlerin yürüyebilmesine seviniyoruz. Bu da halimizi anlatmaya yeter! Hoş o merdivenler akşam mesailerini bitirince duruyorlar ama olsun hiç değilse mesai saatlerinde bir hareket var.

Muhterem yerel yöneticilerimiz, çok iyi işler yaptığınızı biliyoruz. Denizi geçip derede boğulmayın diye yazıyoruz.

Biz sıradan vatandaşların kıstası çok basittir:

10 kilometre mis gibi asfalt yapmış olabilirsiniz ama eğer ben aracımla o yolu kullanırken, rögar kapağı engeline çarpıyor ya da çukuruna düşüyorsam, başarısızsınız!

Aynı yolun kaldırım kenarlarında kalan boşluklar pislik içindeyse, başarısızsınız!

Bilmem kaç milyonluk bir şehir bir türlü şehir temizliğine ve düzenine ulaşamıyorsa, hiç kusura bakmayın, başarısızsınız!

Bundan biz vatandaşlar sorumlu olabilir, suçlu olabiliriz ancak biz eleştiri ve şikayet, siz ise dinleme ve düzeltme makamındasınız.

 

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...