06 Ekim 2012

‘... siracen munira’

Bazı konular vardır aslında yazmayı ve üzerinde düşünmeyi bırakın gündeme gelmesi bile rahatsız edicidir. Ruhumuzun sinir uçlarını test eden, gönül dünyamızın okyanuslarında fırtınalar kopartan konular.

Delikanlılığın en deli devrinde kılıç elinde koşturan bir yiğit Mekke sokaklarından yıldırım gibi akmaktadır. Aldığı haber kanını dondurmuş ve genç bir yürek kılıcını kaptığı gibi meydana yürümüştür.. Kabe’ye yaklaştığında bir kutlu el bileğinden tutacak ve sadece ‘hayır’ diyecek ve bir anda Fırat’ın önüne kurulan bir baraj gibi duracak herşey.

Bu koşan Ali(ra)’dir, Mekke’nin reisi Ebu Talib’in oğlu! Onu durduran, bileğini tutup kılıcını indirten ise uğruna Mekke’yi bile yakabileceği peygamberi Muhammed(as)...

Ona ‘deli’ dediler, sihirbaz ve yalancı dediler. İnsanların en eminine hem de! Saldırdılar ve eziyetler ettiler. İnsanlar çok incittiler onu. Kabe’nin hemen yanıbaşında secdede iken başına deve işkembesi koymuşlardı o gün, Ali(ra)’nin yalınkılıç koştuğu, Fatıma(ra)’nın ‘babam’ feryatlarını Kabe’nin duyduğu bir gün. Yine de kılıçlar kınlarında kalacaktır.

Zira ‘savaş’ izni verilmemiştir. Ölünecek ama öldürülmeyecektir.

‘Bir gün bizlerle sizlerin arasında bir savaş çıktığında seni ben öldüreceğim’ diyen küstah müşriğe ‘hayır, o gün inşaallah ben seni öldüreceğim’ diyecektir Peygamber(as).. Ama o gün sadece diyecek ve her dediği doğru olduğu gibi günü geldiğinde bu dediğinin de doğru olduğu ortaya çıkacaktır.

Savaş meydanında ‘bana Muhammed(as)’i gösterin onu ben öldüreceğim’ diye böğürerek atını süren o zavallı adamın karşısına çıkmak isteyen ‘fedailer’ine ‘kenara çekilin, onu ben öldüreceğim’ diyecek ve yanındaki dostunun elinden aldığı kısa mızrağı ‘bismillah’ diyerek atacak ve tüm bedeni zırhlarla kaplı süvariyi boynundaki açıklıktan vurarak ‘saduq-ul va’d’ olduğunu bir kere daha gösterecektir.

Bir başka seferinde ise müslümanlara saldırmak için ordu toplayan ve şiirleriyle Peygamber(as)’i inciten bir adam için fedaileriyle oturduğu bir sohbet sırasında ‘bizi Ka’b’in dilinden kim kurtaracak’ diye soracak. Sıradağ gibi dizili yiğitlerden Muhammed bin Mesleme(ra) ayağa kalkıp; ‘Ey Allah’ın Rasulü, o adam çok iyi korunan bir kalede saklanmakta ve yanında korumalarıyla dolaşmaktadır, bana sizin hakkınızda kötü sözler söyleme izni verirseniz ben biiznillah onu sustururum’ diyecek ve gereken izin alınıp, Ka’b kandırılarak kalesinden dışarı çıkartılarak Muhammed bin Mesleme(ra) tarafından öldürülecektir.

Çünkü ‘savaş’ izni verilmiştir. İslamı ve müslümanları muhafaza etmek için gerekirse ölünecek ve öldürülecektir.

Yukarıda bahsettiğimiz durumların değişik şekillerde tekrarları sözkonusu olmuştur. Ancak Peygamber(as) ne Mekke’de zayıf olduğu için sahabesini savaştan uzak tutmuş ne de Medine’de güçlü olduğu için savaşmıştır. Bütün işleri gibi savaş ve barışta vahiy konrolündedir.

Gerektiğinde müdafaa gerektiğinde hücum yapılmış olup savaşın bütün yönlerine ve metodlarına başvurulmuştur. Hem kılıçlar bilenip zırhlar giyilmiş hem de geceler boyu namaz ve dualarla zafer istenmiştir.

Peygamber(as) bazan Bedir’de olduğu gibi hiç savaşa katılmamış ama bazan da Uhud’da olduğu gibi bizzat katılarak adam öldürmüştür. Bize düşen onu cici göstermeye çalışmak değil olduğu gibi anlamaya ve anlatmaya çalışmaktan ibarettir.

O rahmet ve savaş peygamberidir.

Bir köpek ve yavruları için ordusunun yoluna bekçi koyarak rahatsız edilmelerini engellediği gibi düşmanın üzerine ordular gönderip onları perişan etmelerini de emretmiştir. Bunları İslam’ı tatlı göstermek adına kimsenin gizlemesi yahut yokmuş gibi davranması mümkün olmadığı gibi risalet makamını da doğru anlamamaya ve hatta tahribe sebep olabilmektedir.

Günümüzde gerek müşriklerin gerekse mülhidlerin İslam’a ve Peygamber(as)’ine saldırıları aynen ilk zamanlardaki gibi devam etmektedir. O gün söylenenlerle bugünkiler arasında pek bir fark yoktur. Hatta çok büyük benzerlikler vardır. O gün bedbahtların ‘eğer güzel kadınlarla evlenmek için bu işe kalkıştıysan’ diye başlayan ve en güzel onlarca kadınla evlendirme vaadi ile biten ahmakça müşrik zanlarının bugün aynı ahmaklıkla bir başka kefere tarafından dile getiriliyor olması ‘küfür’ ve ‘şirk’ mentalitesinin bir adım bile mesafe alamadığının göstergesidir.

Ve fakat O(as)’nun verdiği cevapta halen güncelliğini korumaktadır hem de ilk gün söylendiği gibi:

‘Ey amca! Vallahi güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseler, ben yine bu tebliğden vazgeçmem! Ya Allah, bu dini hakim kılar, yahut ben bu uğurda helak olurum!" (İbn-i  Hişam, 1-266 ve Taberi, 2-220)

Elbette benzer hadiselerde müslümanlar da benzer tepkiler vermeye devam edecektir. Pratikte Mekke benzeri bir ortamda yaşayan müslümanlar içlerinden çıkan Ali’lerin bileklerinden tutacak ve kılıçları kınlarına kan bulaşmadan geri döndüreceklerdir. Ancak ‘eğer bir gün aramızda bir savaş çıkarsa, karşıma çıktığında inşaallah seni ben öldüreceğim’ demekten de çekinmenin ya da bunu diyenleri kınamanın da bir anlamı olmadığı aşikardır.

Bizim, ‘müslümanlar hakkında kötü izlenim oluşturacağız’ endişesiyle Peygamber(as)’imize yapılan hakaretleri sineye çekmemizi bekleyenler, pısmış ve boyun eğmiş koca bir topluluğun ‘suyun üzerindeki saman çöpleri’ gibi hafife alınacağını unutmamalıdırlar.

Tabiidir ki herbirimiz bir Ali(ra) olamayacağız ve yine tabiidir ki Muhammed bin Mesleme(ra) kadar sadık fedailer olmanın yolu hep açık kalacaktır.

Asr-ı Saadet’te yaşanan hiçbir olay tarihi bir süs olsun için yaşanmamıştır. Yani eski keferelerin Kur’an için kullandıkları ‘eskilerin masalları’ ibaresini biz müslümanlar Peygamber(as) ve sahabesinin hatıraları için kullanacak kadar düşmeyeceğiz! Her hadisenin zaman ve zemine göre bize gösterdiklerini almaya ve uygulamaya devam edeceğiz. Zira biz yeryüzünde adaleti ayakta tutmanın ve adaletin şahitleri olmanın tek yolunun bu olduğunu biliyoruz.

O’nun ve sadık dostlarının izlerini bulup, olası tozlardan temizleyerek kendimiz ve nesillerimiz için istikamet tayin edeceğiz ve sonra yapılacak en doğru işi yapıp o izlere basarak yolumuzu bulacağız. Karanlıkla kavgası olanın dostu ve en büyük destekçisi, yardımcısı hiç şüphesiz ‘siracen munira’ olan Peygamber(as) olacaktır.

‘Ey peygamber! Biz seni şahit, müjdeleyici ve uyarıcı ve O'nun izniyle Allah'a çağıran ve aydınlatıcı bir kandil (siracen munira) olarak gönderdik. Mü'minlere, Allah'tan kendilerine büyük bir lütuf olduğunu müjdele. Kâfirlere ve münafıklara itaat etme. Onların eziyetlerine de aldırma. Allah'a güven. Vekil olarak Allah yeter. ‘ (Ahzab 45-48)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...