25 Ağustos 2020

İsteyene bir tezkire: Malazgirt'e giden yol

Ahsa'nın çöllerinden Sapanca'nın bulutlarına, Harezm'in otlaklarından Kudüs'ün surlarına nice memlekete at sırtında koşturdum. Müslümanlar için can aldım, can verdim. Türkler için vatan aradım. İşte bu anlatacağım bir hayat ve isteyene tezkiredir.

Babam Eksük Allah'a kavuştuğundan beri Kayı'nın seçkin evlatlarından olan obamız, Sultan Alparslan Muhammed'e, bana ve kardeşim Alpkuş'a emanet.

Hakanlarımız geçmişten beri bize ulaşmamız için büyük ya da küçük bir amaç verdiler. Daha fazla yay ve at isteyen her oba, yaylarını ve atlarını bunlara ulaşmak için kullandılar. Bu, at sırtında yaşayan devletin ve milletin hayatta kalma kuralıdır.

Sultan Muhammed de istisna değil. Bize, babamla katıldığım akınlardan zaten bildiğim memleketleri, ötesinde, ezanın "hayyalel hayru amel" olarak okunduğu diyarları ve bizi Araplar kadar zengin edebilecek Akdeniz benderlerini hedef tuttu. Ben ve Alpkuş onun çift kanatlı yolundayız.

Harezm'in otlaklarının beslediği kendileriyle tek bir ruh olarak hareket ettiğimiz atlarımız, kullanmakta mükemmel olmasak çoktan açlıktan ölmüş olacağımız ve hatta bir millet bile olamayacağımız yaylarımız, Dünya'daki en iyi zırh olan hızımız,

Binbir akında tecrübelenmiş alplerimiz, bozkır taktiklerini her zaman ve şartta düşman üzerine boca eden beylerimiz,biz hepimiz, Sultanımızı yıldırımı takip eden gök gürültüsü gibi takip ediyoruz.

Bahar. Ahlat'tayız. Kendisine yay uzatıldığında,"Hangi göz? Sağ mı Sol mu?" diye soran 3000 kişiyiz. Sultanımızın ne yaparsa yapsın, ordumuzda başka kim olursa olsun güvendiği sadece bizleriz. 

Hedefimiz Haleb. Düzelteceğimiz bir hutbe ve bir de ezan var. Yolumuz Diyar-ı Bekr'den geçiyor. Mervan oğlu Nasr sultanımızın bir kulu olarak onu mutlaka karşılayacak ve ona bağlılığını tekrar sunacaktır.

Elbette Sultanımızı karşıladı. Hediyeler ile birlikte yüz bin dinar takdim etti. Tebasından herkes Sultanımızın çizdiği amaç için üzerine düşeni mutlaka yapar. Bazısı yayın kirişini, bazısı da keselerin iplerini çeker.

Diyar-ı Bekr'in merkezi Amid'e vardık. Sultanımız elini surlara ve sonra da göğsüne sürdü. İnşallah bu ona da bize de uğur getirecek.

Atlarımız ve deri kırbalarımız Diclenin suyuyla doldu. Sultanımız önümüzde, güneş ve çıkardığımız toz arkamızda. Zira bir ordu asla güneşe doğru yürütülmez.

Binlerce nalın çıkardığı ses ve toz biz Türkler için sadece ses ve toz değildir. Bir sonraki cenge kadar kentisiz süren yüreklendirici bir konuşmadır. Allah yolunda olduğu zaman da bir zikirdir. Cezirenin düzlüklerine, Diyar-ı Mudar'ın kalbine varmak üzereyiz.

Cezire'nin diğer büyük suyuna vardık. Emirü'l Müminin Hattab oğlu Ömer'in emriyle, kendilerine asla fenalık edilmeyecek olan Süryaniler buraya "Burat", Araplar "Furat", Farisiler de "Fırat" der. Burada bir vakit dinleneceğiz.

Müslüman Türklerin dinlenmesi, Rum kafirleri gibi gözcüler dşında diğer askerlerin içkiden gözünün önünü göremediği bir dinlenme değildir. Babamla akınlarımda öldürdüğüm ayakta sallanan Bizans askeri, attığım okun ensesinden çıkmasını mertçe bekleyenden fazlaydı.

Bizi şerefli, hayatta ve güçlü tutanlar cengimiz, atlarımız ve yaylarımızdır. Bunlarda asla gevşeyemez, beceriksizlik gösteremeyiz. Bu yüzden dinlenirken bile talime devam ederiz.

Ahlat'tan Haleb'e giden yol boyunca, geniş Türk obalarını bu yeni memleketleri yurt ederken gördüm. Obalar, iki büyük sudan Fırat'ın doğusunda daha yoğunlar. Bu yeni memleketler inşallah tamamen bize yurt olacak.

“Oğuz ili göçünü çekip yürümediğin yol var mı? Evini tutup oturmadığın yurt var mı?”

Haleb'e 8 fersahta, El Bab'ul Buzaa'dayız. Ufakça bir tepenin eteğinde 4-5 çiftliğin olduğu bir köy. Allah'ın buranın düzlüklerine verdiği bereket, bize verdiği cesaret kadar bol. Atlılar sultanımıza gelip gidiyorlar. Belli ki Haleb'te casuslarımız zaten hazırmış.

Mekke'li müşriklerin, Allah'ın Rasulüne ve onun ashabına ettiği binbir türlü işkence ve zulümden dolayı, Rasulullah ve ashabının dinlerini rahatça yaşamak için Medine'ye hicretlerinden 463 sene sonra, Türklerin Sultanı, Sultan Muhammed, Haleb'e vardı.

Haleb'in karşısına otağını kurarken, askerlerinden ve beylerinden gür sesle Ezan-ı Muhammed'i yi okumalarını istedi. Bunu yapmasındaki maksat şehrin Şii yöneticilerine gelme sebebinin ezanı doğru şekline çevirmek olduğunu göstermekti.

Şehrin hakimi Mahmud, sultanımızı karşılamadı. Gönderdiği elçi, cuma hutbesinin Halifemiz adına okunduğunu söyledi. Sultanımız da ona "Onlar Şii ezanını okutmaya devam ettikten sonra, hutbe okumuşlar ne ifade eder? Mutlaka huzuruma gelip yer öpmesi gerekir" dedi.

Mahmud buna da yanaşmadı. Uzunca bir süredir bu diyarlarda güçlü bir ordu görülmediği ve Mısır'daki Fatimi çıbandan destek bulduğu için bu kadar cesur davrandı. Ona gerçek cesareti göstereceğiz.

Şehri sardık. Duvarların önündeki ilk çatışmada, daha yanımıza varamadan, kan ve çığlıkla yere düşen zavallılar ve önümüze bile yetişemeyen okları bize de onlara da durumlarımız hakkında epey iyi bir bilgi verdi.

Sarılmış halde iken şehrin erzağı ve suyu biteceği için kısa zamanda tekrar bir yarma hareketi yapacaklardır. Sultanımız bunu biliyor. Sadaklarımıza avlanırken kullandığımız oklardan da koymamızı emretti.

Avlanırken, kemikten temreninin iki tarafını da deldiğimiz okları kullanırız. Normal temren gibi delici değildir ama bir hayvanı sersemletecek kadar serttir. Sırrı ise havada aynı kuş sesine benzeyen ıslık sesi çıkarıp hayvanı durdurup merak ile bekletmesidir.

Bekleyerek sabit hale gelen av, artık neredeyse sofradadır.

Sultanımızın biz beylerine anlattığına göre; Haleb'in yöneticileri Şii olmasına rağmen, askerlerin ve halkın çok büyük çoğunluğu Ebu Bekr'e de sevgi ve saygı duyuyor. İnancımızın burada, gelecekte de güçlü olması için şehir kanla değil sulh ile alınmalı.

Bizlere emri, Halebliler savaşmak için tekrar dışarı çıktığında, av oklarımızı başlarının üzerinden uçurup daha önce pek cılızını duyukları ok sesini, sağır edecek kadar onlara duyurmak. Bu sesler, onların kalplerine korku salacak.

Kılıcın kılıca sürttüğünde çıkardığı korkunç sesin binlercesini kendilerini öldürebilecek oklardan ve başlarının hemen üzerinde duyunca bir süre korkudan şaşırıp sağa sola koştular. Ok yağmuru devam etti ve son askerlerde şehre geri kaçtı. Artık bizimle asla yüzleşemezler.

Kendisi için umut kalmadığını anlayan Mahmud, annesiyle birlikte bir akşam sultanın otağına gelip teslimiyetini bildirdi.Sultanımız da onu affedip geri gönderdi.Sultanımız Haleb'in sabah ezanını da dinleyip,Akdeniz'e devam edeceğimizi emretti.

"... Hayye ale's-salâh, Hayye ale's-salâh Hayye ale'l Felah, Hayya ale'l Felah Es Salet'ü Hayrun Min En'Nevm, Es Salet'ü Hayrun Min En'Mevm..."

Atlarımızı Ebü'l Hasan Kuveyk nehrinde suluyoruz ve Rum Denizi benderlerine varmak üzere Haleb' ten ayrılmaya hazırız.

Dımaşk yönüne henüz bir günlük yol aldık ki, Sultanımıza, Rumlardan elçi geldi. Elçi "Menbiç, Ahlat ve Malazgirt'in Bizans'a geri verilmesini", yoksa İmparatorun kuvvetli bir orduyla harekete geçeceğini bildirdi. Sultanımız elçiyi sert bir karşılık ile kovdu.

Sultanımıza gelen haberler de bunu doğruluyor. Çok büyük bir Rum ordusu Erzurum yönünde ilerliyor. Sultanımız ordudan bir kısım asker ile Emir Aytekin'e bu sefere devam etmesini emredip geri kalan bizler ile Ahlat'a dönmek üzere derhal harekete geçti.

Bu Rum İmparatoru ta Konstantiniyye'den kalkıp kalabalık ordularla buralara ilk defa gelmiyor. Tekrar geliyor olmasının sebebi ise Sultanımızın mülkünden hiç bir şey koparamamış ve geri dönmek zorunda kalmış olması. Allah'ın izni ile aynı olacak.

Gelirken Fırat'ı geçtiğimiz yerden tekrar geri dönüyoruz. Fırat kıyısındaki obalardan Haleb seferine giderken bize katılanlar Ahlat'a devam etmeyeceklerini, Sultan'a ganimet için katıldıklarını ve yorulduklarını bildirdiler.

Sultanımız bir mukabelede bulunmadı ve isteklerini kabul etti. Ama biz beyleri hepimiz biliyorduk ki bu cihada ve töreye büyük hilaftı. Eğer acil ve zor bir durum içinde olmasaydık Sultanımız ve biz beyleri onlara cihadı ve töreyi tekrar öğretirdik.

Her halükarda cihadı ve töreyi bilmedikleri ortaya çıkmış kişilerle böyle hayati bir mücadeleye çıkılmazdı. Bu ayrılışları da bize bir hayr oldu. Allah'a hamd olsun.

Meyyafarikin'e (Silvan) vardık. Burada Malazgirt kadısı ve bir kısım perişan Türkler gördük. Sultanımıza çıkıp olanları anlattılar. Malazgirt kalesinin aman ile Bizans'a teslim edildiğini ama kafirlerin büyük bir kıyım yaptığını ve kendilerinin kaçarak zor kurtulduklarını söylediler.

Allah, sadece Müslüman oldukları için katledilen garipleri cennetine koysun. Yine şükürler olsun ki onların intikamını da bu dünyada bizim elimiz ile aldırıyor.

Yiyecek sıkıntısı sebebiyle Irak askerlerinin terhisinden sonra orduda Horasan, Erran ve Harezm'in aslanları kaldı. Sultanımız ailesini ve eşyalarını İran'a, Nizamülmülk'e de asker gönder emrini iletmek üzere haberciler yolladı.

Acımasız kafir, bir Müslüman'a daha zarar vermesin için hızla hareket etmeye devam ediyoruz. Erzen ve Bitlis boğazını da fırtına gibi geçtik. Türklerin bu yeni diyarlardaki kalbi olan Ahlat'a çok az kaldı.

Atlarımız için gerekli bir mola verdik. Sultanımızın imamı mübarek şeyh Buharalı Ebu Cafer Muhammed bize yol boyu yaptığı gibi nasihat ediyor. Gerekli olan savaşı yapıyor olmak beni rahatlatıyor. Kalplerimize sekine veren Allah'a hamd olsun.

Tekrar yola koyulmak üzereyken, epey çevik ve heyecanlı bir haberci çıka geldi ve Sultanımızın önüne çıktı. Ahlat garnizonu komutanı yiğit Sunduk'un selamını ve hürmetini sunduktan sonra anlatmaya başladı:

"Sultanım, Malazgirt kalesinde insanımızı kılıçtan geçiren Allah'ın lanetlileri Bizanslılar, aynı zulmü Ahlat'ta da yapmak istediler. Allah'ın nusreti, dağlık arazinin faydaları, bozkır savaş taktiklerimizin üstünlüğü, Selçuk'un evlatlarının maharetiyle ilk öncülerini perişan ettik. Bunun üzerine gelen diğer kuvveti de aynı şekilde yok ettik. Artık asıl ordularının gelmesi an meselesi. Bu, üstesinden gelebileceğimiz bir şey değil. Emriniz üzere, size tabi bölgelerden 10.000, devletimizin ve beylerimizin hazırladığı 40.000 atlı asker hazır. Öncülerin Rus reisi ve büyük haçları da elimizde. Bize tevfik veren Allah'a şükürler olsun."

Allah u Ekber. Allah seni iki cihanda aziz kılsın yiğit Sunduk. Haber ordugahımızda yayıldıkça tekbir ve hamd sesleri dağları inletti. Allah'ın dini için, cihad üzere olan at üzerindeki bir Türk'ten daha çok kim çabalıyor olabilir?

Ahlat'a vardık. Alplerimiz Sultanımızı savaşlarda attıkları çığlıklarla karşıladılar. Şükürler olsun ki düşmanın sayıca üstünlüğü onları korkutmamış. Sultanımız, Sunduk'u tebrik ettikten sonra, ele geçirilen o büyük haçı bir zafer alameti olarak Bağdat'a, Halifemize gönderdi.

Malazgirt kalesinde yapılan zulmün intikamının çok küçük bir parçası olarak da, ele geçrilen savaş reisinin burnunu kestirdi. Bu önemli vakitlerde, hem Müslümanları korumak hem de intikamımızı almak bundan çok fazlasını gerektiriyor. İnşallah bunu da başaracağız.

Artık sayıca az olmadığımızdan, alplerin ve atların su ihtiyaçlarını karşılamak, hem de savaşta bize faydalı olabilecek mıntıkaları önceden elde etmek maksadıyla, Ahlat ile Malazgirt arasındaki Rahve isimli ovaya hareket ettik. Ordugahımızı buraya kurduk.

Sultanımız, biz beyleri ile yaptığı istişareden sonra, Halifemizin elçisi ile emir Savtekin'i son bir kez Rum İmparatoruna yolladı.Görünüşte amaç anlaşmak olsa da, aslında düşman ordusunun durumunu tepit için gitmişlerdi. Biz beyler de alplerimizin talimine devam ediyoruz.

Elçilerimiz geri döndü. Sultanımızı ve bizi selamladıktan sonra, Savtekin anlatmaya başladı: "Sultanım, Rum ordusu anlatıldığı üzere bizden çok daha kalabalık. İçerisinde bir çok milletten asker var. Hepsini bir araya getiren ise Müslüman kanı ve ganimet hırsıdır ...

Çünkü bu kadar kişi, ganimet harici bir amaç ile toplanamaz. Çok milletten olmaları onların idarelerini zorlaştıracaktır. Her milletin reisi kendi isteğini yapmak isteyebilir. Bu, ordularının sağlam olmadığının işaretidir. Bizim için de mutlak bir zafer fırsatıdır."

Savtekin, çoğu bey gibi, iyi bir komutan ve savaşçıdır. Yayı ile nişan alırken pür dikkat kesilir, bu görevinde de düşmanı öyle gözlemiş. Savaştan önce aralarına nifak sokmak, bize savaşı kazandırabilir. Bu düşüncemi Sultanımıza anlatacağım.

Halifemizin elçisi İbn Mahleban sözü aldı; "Rum Meliki bize en başından beri yüksekten baktı. Anladığım şu ki, bizim korkudan görüştüğümüzü düşündü. Kendisine ordusunu da alıp topraklarımızdan gitmesini söylediğimizde bize 'ben, bu üstün ve kudretli duruma, pek çok para ve çaba sarfederek eriştim. Barış ancak ve ancak Selçuklu başkenti Rey'de yapılacaktır. Ben, İslam ülkelerine, kendi ülkem gibi hakim olmadan asla geri dönmeyeceğim' dedi. Sonra, 'İsfahan mı güzeldir, yoksa Hamedan mı?" diye sordu. Ben, İsfahan diye cevapladım.

Kafir devam etti, 'Hamedan'ın çok soğuk olduğunu haber aldım, bu bakımdan biz, İsfahan'da kışlayacağız, atlarımız ise Hamedan'da kışlayacaklardır' dedi. Ben de 'Hayvanlarınız Hamedan'da kışlayabilirler, ama sizin nerede kışlayacağınızı bilemem' dedim."

Araplar sözlerini, bizim, yaylarımızı kullandığımız maharette kullanırlar. İnşallah atları, alplerimizin ganimetleri olarak Hamedan'a gidecekler.

Savaş, artık kesin. Otağdaki herkes bunu kendi kulağıyla duydu. İmam Buharalı Ebu Cafer Muhammed Sultanımıza döndü ve tebessüm ile: ”Sultanım, sen Allah’ın diğer dinlere üstün kıldığı İslam dini için savaşıyorsun, bu sebeple İslam ülkelerindeki camilerde bütün hatiplerin Müslüman halkla birlikte senin için dua edecekleri Cuma günü, öğle namazı sırasında, düşmana saldır. Ben, yüce Allah’tan, zaferi adına yazmasını umuyorum.” dedi.

Hepimiz dua ederiz, ama Sultanımızın imamı, duanın nasıl ve ne zaman edileceğini hepimizden daha iyi biliyor. Allah ondan da, arkasında namaz kılanlardan de razı olsun.

Halifemiz Kaim Biemrillah da, Cuma namazında bütün İslam ülkelerinde minberlerde okutulmak üzere bir dua hazırlatıp, bunun haberini ve duayı Sultanımıza ulaştırdı.

Sultanımız da bu hutbe duasını herkesin onunde okuttu.

Yüksek bir ovada, sabah vakti, bulutların henüz yerden kalkmadığı bir vakitte etrafa bakıldığında her taraf buğulu görünür ve beyazdan başka bir şey görünmez. Otağda buğu yok ancak gözlerim dolan yaşlardan dolayı bir şey göremiyor. Allah, ümmetimizi şereften ayırmasın.

Bundan sonrasını tarih yazdı. Sultan Alparslan Muhammed Han, Malazgirt'te büyük bir zafer kazandı ve Anadolu'yu İslam'a açtı ve Türklere yurt yaptı. Allah ona ve askerlerine rahmet eylesin.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...