Dünya hayatı insan için bir hayıflanmadan ibarettir; uzun ya
da kısa, sıklıkla ya da nadiren, ama hep bir hayıflanma. Hep bir eksiklik
duygusu vardır bu hayatta, eksik olan ve nedense ne malla, ne saltanatla ne de
evlatla tamamlanamayan, bitirilemeyen bir eksiklik.
Bir vadi dolusu altını olanın, bir o kadarını daha
isteyeceğini; bir futbol takımı kadar evladı olanın da, bir o kadarını daha
isteyeceğini; bir koca dünyaya hükmedenin de, bir o kadarını daha isteyeceğini;
insan oğlunun gözünü bir avuç toprağın doyuracağını biliyoruz. Bilmemiz bunu
değiştirebileceğiniz anlamına gelmiyor tabi.
Biz daha neler biliyoruz ama öyle bilmek; fıtratımızdaki
eksiklikleri, bizi biz yapan, insan yapan aksaklıkları ve hasretlikleri
bitirmiyor. Hep bir şeylere hayıflanarak geçiyor ömrümüz. Geçip gittiğini bile
bile, çaresiz seyrediyoruz ardından hayatın, hayatımızın.
Gençlik çağlarında suyun akışına karşı kürek çekmek yiğitlik
gibi geliyor insana, zamanla geçiyor bu his ve artık akışa bırakmak daha doğru
ve güzel geliyor, ya da daha kolay. Ancak yapmak isteyip yapamadıklarımız bir
yanımızda bir boşluk olarak kalıyor. İşte o boşluğa nefes üflemeye hayıflanmak
diyorum.
Nefesle boşluk dolar mı? Sanmam ama son nefesimize kadar bir
boşluğu doldurmak için üflemeye devam edeceğiz. Bunda da bir beis yok, yeter ki
kendi nefesimizle şişirdiğimiz boşluk bir balon gibi bizi uçurmasın.
Kendi boşluğunun balonuyla uçmak, çoğumuza onur kırıcı gelir
oysa, tabi böyle söyleyince hoşlanılacak bir şey değil. Ama çoğu zaman
nefislerimiz boş bir balonun ardından uçmaktan mutlu oluyor ya işte asıl sorun
burada.
E tabi, nefis bu. “Bir boşluğun peşinden gidiyorum,
ayaklarım yerden kesildi” diyecek değil ya! Mantıklı bir izahat, tatmin edici
bir sebep, geçerli bir mazeret buluyor. Hiç ama hiçbir şey bulamasa; elimden
gelen budur deyip çekiliyor kenara, yok kenara değil yukarılara.
Başarısızlığından da kendine bir övgü çıkartabilmek,
herhalde sadece insana has bir meleke.
Ahirette ise bütün sorular cevaplanır, bütün istekler karşılanır,
gözü de gönlü de doyar insanın. Dünyadayken doldurulamayan bütün boşluklar
dolar. Bütün eksiklikler tamamlanır.
Neresinde olduğu fark etmez, ister cennetinde ister
cehenneminde olalım; kimsenin bir sorusu, isteği kalmaz. Meraklar biter.
Şüpheler cevaplanır. Karşılıklar alınır.
Bir tek hayıflanmalar bitmez ahirette, cennete giden, “neden
daha yüksek mertebeler elde edemedim” diye hayıflanırken; cehenneme giden,
“neden buraya gelecek işler ve arkadaşlar edindim” diye hayıflanır durur.
Hayıflanmak belki de azabın en ağırlarındandır. İnsanı
dünyada en çok sarmalayan hissin ahirette de yakasından düşmemesi ilginçtir.
Şartlardan ve şahıslardan bağımsız, illa bir hayıflanacak noktamız olacak demek
ki.
Belki bundan yola çıkarak, yetişemediklerimiz için helak
olmaya gerek olmadığı sonucuna varabiliriz. Elimizden gelmeyecek pek çok iş
olacağını, hayıflanarak bir ömür tüketebileceğimiz gibi, bu gerçeği sükûnetle
kabullenip, yola öylece devam edebilmenin daha hayırlı bir seçenek olacağını
düşünebiliriz.
Dünyada elimizin ermediği, gücümüzün yetmediği çok ağır
zulümler yaşandı. Çaresiz seyretmekten ve aslında “unutursak kalbimiz kurusun”
derken, olacak bir şeyden bahsettiğimizi fark edebiliriz. Unutmasaydık bu
hayıflanmalarla nefes almak mümkün olmayacaktı.
Unutmak ve bazı dünyalık meşgalelerle kendini avutmak
oldukça insani bir durum. Acılardan ve hüzünlü hatıralardan ibaret değil hayat
ve tabii ki, umarsızlıktan ve vurdumduymazlıktan da ibaret değil.
İkisinin arasında dönüp duran bir köşeli yaşamaktır hayat.
Hüzünler ve sevinçler arasında dönerken, her çarpmada bir
yerinden bir parça kopar hayatımızın ve zamanla darbelere dayanıklı, köşeleri
yontulmuş ve aslında çarpışmalardan kaynaklanan bir pırıltısı olan, az köşeli
bir yaşamak kalır elimizde.
Nehir kenarlarındaki pırıl pırıl ve rengarenk taşlar gibidir
hayat; zamanın akan suyunun yonttuğu ve parlattığı taşlar gibi. Direnen
sürüklenebilir ve köşeleri bir yerlere takıldığı için yolculuğu aksar sadece.
Toprak gibi yumuşaklık hiçbir işe yaramaz, suya karışır çamur olup akıp
gidebiliriz.
Bakanın gözünü incitmeyen, dokunanın elini, basanın ayağını,
tutanın parmağını incitmeyen bir parlak ve kaygan taş. Çok ütopik ya da baya
mistik bir benzetme gibi duruyor farkındayım. Ne ki zaten hayatın nehir
kenarlarında sadece parlak taşlar değil, sivri kayalar ve çamurları suya
karışan topraklar da var.
Hayatın bize sunduğu rolü beğenmiyorsak değiştirmemiz bazen
mümkündür. Bunu fark eder ve yolunu bulursak ne ala. Yoksa akıp gidiyor zaman
ve biz bir yerinde duruyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder