Din etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Din etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Ekim 2019

“Allah katında din İslam’dır”



Çok seslilikle çok konuşmayı, çok kültürlülükle çok bozulmayı, çok dinlilikle çok dinsizliği karıştırmaya başlayışımızın üzerinden çok uzun zamanlar geçti. İnsanlar, bir kere Allah’ın dininden uzaklaşmayı ama yanında imiş gibi görünmeyi keşfedince devamı geldi.

Bu ikiyüzlülüğün, -hadi açık söyleyelim- bu münafıklığın, sıradanlaşması için gerekli bütün mazeret ve izahatlar, halimizi örtecek karanlık örtüler, maskeler ve eldivenler, hatta şapkalar bulundu ve firavunun sihirbazlarının derin karanlıkları olan şapkalarını kullanmak, neredeyse hepimizin başına şıp diye oturuverdi.

İmanı avucumuza aldık ama ne hikmetse yanmıyoruz!

İslam’ı başımıza tac ettik ama aleme sultan olmuyoruz!

Yetmedi tabi bütün bunlar, şeytan her zaman daha ötesini istedi, istiyor ve isteyecek. Olduğu yerde yalnız kalmak istemiyor şeytan, yanına dostlar ve arkadaşlar, yoldaşlar toplamanın derdinde…

İslam’ın insanın yaratılışı ile ilgili temel bilgilerinden birisi olarak; Adem(a) ile başlayan ve Muhammed(sas) ile sona eren risalet/peygamberlik zincirinin bütün halkaları İslam dinini tebliğ ile vazifelidirler ve tamamı Müslümandır.

İbrahim Müslümandır, Davud, Süleyman, Yakub, Yusuf ve adlarını bildiğimiz ya da bilmediğimiz, tüm peygamberler Müslümandır. Meryem oğlu İsa da Müslümandır. (Allah’ın selamı hepsinin üzerlerine olsun)

“Muhakkak Allah katında din İslam’dır. Kitap verilenler (yahudi ve hristiyanlar), ancak kendilerine ilim geldikten sonradır ki, aralarındaki hak tanımazlık yüzünden ayrılığa düştüler. Allah’ın ayetlerini inkâr edenler bilmelidirler ki Allah’ın hesabı çok çabuktur.” (Ali İmran 19)

“Kim İslam’dan başka bir din ararsa, bilsin ki bu kendisinden asla kabul edilmeyecek ve o ahirette hüsrana uğrayanlardan olacaktır.” (Ali İmran 85)

“Ehl-i kitap’tan ve müşriklerden kafirler, içinde ebedi olarak kalacakları cehennem ateşindedirler. İşte yaratılmışların en şerlileri onlardır.” (Beyyine 6)

“O, Nuh’a buyurduklarını, sana vahyettiklerimizi, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya buyurduklarımızı size din kıldı ki o dini ayakta tutasınız, o konuda ayrılığa düşmeyesiniz. Kendilerini davet ettiğin bu din müşriklere ağır geldi. Allah dilediğini seçer ve kendisine yöneleni doğruya iletir.” (Şura 13)

Bu ve benzeri ayetlerden ve Rasulullah(sas)’in hadis ve siretinden ortaya çıkan, salih ve sahih tüm geçmiş Müslümanların üzerinde ittifak ettikleri bir gerçek olarak; İslam’dan başka bir dine mensup olan birine cennet haramdır.

Yahudilik ve Hristiyanlık; Allah(cc)’ın dini değil, Allah(cc)’ın dininin tahrif edilmesi sonucu ortaya çıkan insanların sapkınlığının ismidir. Dolayısıyla, “üç ilahi din” gibi tamlamalar da tamamen batıl ve saçma yaklaşımlardır. Zira ilahi olan tek din İslam’dır!

Burada anlatılmakla ve izah edilmekle bitmeyecek kadar, muhkem ve mutlak deliller neticesinde idrak edilmesi gereken, İslam itikadına göre Yahudi ve Hristiyanların cennete değil cehenneme girecekleridir. Tevbe edip İslam’a dönmedikçe onları bekleyen akıbet budur.

Bazı Ehli Sünnet düşmanı, hoca kılıklı soytarıların, ısrarla ama yavaşça ve gizlice, Yahudi ve Hristiyanları cennete sokma uğraşıları, onların merkepliğini yapmalarından kaynaklanmaktadır. Onlar bunların sırtlarına binerek dünyada hedeflerine ulaştıkları gibi ahirette asla ulaşamayacak ve hepsi birlikte -eğer tevbe etmezlerse- cehennemin dibini boylayacaklardır.

Dünyada Ehl-i Kitap’a merkeplik yapanların ahirette de bu hal üzere olacakları, dünyada sırtlarına aldıkları gibi ahirette de sırtlarında taşıyacakları, tahrif edilmiş sapkın inanç sahiplerinin gideceği yere onlarla beraber gitmek olacaktır.

“Kimsenin Allah(cc) namına konuşma hakkı yoktur” gibi, aslında hakikati ifade etmekle birlikte, bu konuda kullanıldığında, sığ ve çiğ kalan savunmaların bu hükmü değiştirmesi ve geçersiz kılması mümkün değildir. Allah(cc) adına Peygamberler konuşmuş ve hakikati biz insanlara öğretmişlerdir. Onların yolu ve yaşantıları, sözleri ve işaretleri ile sabit bir gerçeğin,  bizim tarafımızdan dile getirilmesine, Allah(cc) namına karar vermek olarak görmek, ya ahmaklık ya da demogojiden ibarettir.

28 Eylül 2019

Deprem, ecel ve tedbir



Hemen her konuda az çok bilgimiz var ama hayatta kalmak için en gerekli bilgileri çoğu zaman önemsemiyoruz bile. Bir felaket anında, kendimizin ve çevremizdekilerin hayatlarının bir pamuk ipliğine bağlı olacağı anlar olacaktır ve o sırada yapılacak bir müdahale, atılacak bir adım çok şeyi değiştirebilecektir.

Deprem zamanı, yeri ve şiddeti tahmin edilebilir bir afet değil; işe bu “basit” gerçekten başlamak gerekiyor. Rasathaneler bilimsel verilerle ne yapacaklarını kendileri bilir ama bir deprem yaşamış olanların tecrübeleri, bizim için en değerli bilgiler olabilir.

Gerek bir deprem yaşayanların tecrübeleri ve gerekse bu işin uzmanlarının biriktirdiği verilerle oluşan gerçek bilgilerin halka en net ve en anlaşılır şekilde ulaştırılması gerekiyor.

Deprem olduğunda evler yıkılıp, yer alt üst olurken şiddetini kimse merak etmez, o depreme maruz kalmayanların ya da kurtulanların işidir. Bize hayatta kalanların enkazdan kurtarılmaları ve hayatlarını devam ettirmelerini sağlayacak bilgiler lazım, organize lazım.

Devlet aklı ve organizesi en çok bu gibi felaket zamanlarında lazımdır. Oluşacak kaosa rağmen; kurtarma çalışması yapılacak, sağlık hizmeti verilecek, yaşamak için gerekli su ve erzak dağıtımı yapılacak ve güvenliği sağlayacak olan ancak devlet kurumlarıdır.

Sivil toplum kuruluşlarının organize ettiği ekipler de mutlaka çok önemli roller üstlenecektir. Kargaşa ve başıboşluk depremle sarsılan toplumu daha da yıkabilir. Bu anlamda, resmi görevi olmayan ama bu gibi zamanlarda yardıma koşmak ve bir şeyler yapmak isteyenlerin STK’ların ekiplerine katılmaları gerekir.

Bir afet durumunda, kimin nasıl tepkiler vereceğini önceden tahmin etmek çok zordur; dağ gibi adamlar çaresiz bir çocuğa dönüşebilirken, cılız biri kahramanlık gösterebilir. Büyük konuşmaya gerek yok, metanetini korumak eğitimle sağlanabilecek bir şey mi bilemiyorum.

Deprem sonrasıyla ilgili hatıralarını okuduğum pek çok kişi, gayri ihtiyari olarak gördüğünüz herkese yardım etmek isteğinin oluştuğunu söylüyorlar. Kendisini kurtaran ve gücü yerinde olanların ellerinden geldiği kadar yardıma koştukları bir ortamda, yağmacıların ve hırsızların da ortaya çıkıp, akbabalar gibi dolaştıklarını anlatıyorlar.

Hayatın ve insanlığın her türden gerçeğiyle aynı anda yüzleşmek zorunda kalmak ve her şeye rağmen, sağlam ve temiz kalabilmek büyük bir erdemdir. Fıtratı bozulmamış hiçbir insan, herhalde öylesi bir anda, gayri ahlaki bir hali aklından bile geçirmeyecektir. Ne yazık ki, “aşağıların aşağısına” düşen mahluklar da vardır ve olacaktır.

Devletin en önemli görevi, ülkedeki herkesi ve her şeyi denetlemesi ve olası senaryolara göre önlem alması ve aldırmasıdır. Bu yüzden Fırat’ın kıyısında kurda yem olan kuzunun hesabı idareciden sorulur. Devleti bu gibi zamanlara hazırlamakla görevli olanların sorumluluklarını yerine getirmeleri hem halka hem de hesap verecekleri Hakk’a karşı en önemli görevleridir.

Bize düşen, kendi durum ve şartlarımızda, en iyi tedbirleri alarak yaşamaya devam etmek ve bir felaket anında neler yapacağımıza dair, öncelikle kendimiz ve aile fertlerimiz için bir planımızın olmasıdır.

Bütün hazırlık, tedbir ve eğitimlerin dışında, kalbinde iman ve tevekkül bulunması her insan için ideal bir güç ve sığınaktır. İman, başa gelene sabrı, devam etmek için gereken iradeyi ve çevresi için gerekli her vesileyle yardıma koşma gücünü verir.

İman; adaletin ve emniyetin kaynağıdır, iradenin ve kuvvetin tohumudur, sabrın ve metanetin temelidir, korkunun ve ümidin sebebidir, duanın ve tevekkülün özüdür…

Tedbirin kaderin önüne geçebileceğini zannetmek büyük gaflet, tedbirsizlik ise büyük ahmaklık olur; bir felakete engel olmak için sebeplere sarılmak farz iken, ecele mani olunabileceğini zannetmek Muhammed(sas)’e indirileni inkar etmek olur.

Hiçbir kimse Allah’ın yazılıp bir süreye bağlanmış izni olmadan ölmez. Kim dünya nimetini isterse ondan kendisine veririz, kim ahiret nimetini isterse ona da ondan veririz ve şükredenleri ödüllendireceğiz. (Ali İmran 145)

20 Eylül 2019

Göklere merdiven inşa etmek



Hayatın her alanında, söz ve duruşları eleştiren ama sürekli ve sadece eleştiren insan tipleri vardır. Nerede oldukları, konunun ne olduğu, kimin konuştuğu, konunun ehemmiyeti, konuşanın ehliyeti, ortamın havası, sözün hikmeti, hatırlatmanın fayda ya da zararı gibi söz ve duruş inceliklerinden ya da ıstılahi tabirimizle adabı muaşeretten yoksun birileri hep vardı ve olmaya devam edecekler.

Kendine ait bir fikri ve fikrini ifade edebilecek sözü ya da sözünü dillendirecek kadar kelime hazinesi olmayan ama illa ve mutlaka konuşmak ve itiraz etmek isteyenler için zorunlu bir çaresizlik durumu söz konusudur. Susmanın semtlerine uğramadığı ve her konuda bir diyeceği olan birinin yaşadığı gurur, içi ne kadar boş olursa olsun, bir nefsi tatmine ve rahatlamaya sebep olur.

Bazılarımız hep o, sesinin ilk çıktığı ya da ilk defa adam yerine konulma ihtiyacını hissettiği, delikanlılık çağında kalmayı seviyor da olabilir. Neticede insanız ve bir şekilde avunmaya, kendimizi temize çıkarmaya ve en güzel aklın ve sözün kendimize ait olduğuna inanmaya ihtiyacımız var.
Bir de hasta muhaliflik olarak isimlendirebileceğim, aykırı olma, reddetme ve itiraz etme gibi bir haleti ruhiye var. Sürekli her şeye düşman gözlerle bakmak, her an saldırıya uğrayan bir cengaver gibi pozisyon almak, söze ya da yazıya kendini ifade ya da muhatabına bir hakikati anlatma gayretiyle değil, vurmak ve yıkmak kastıyla başlamak.

Uçan kuşa kusur bulmak, esen yele kızmak, yağan yağmura itiraz etmek, açan güneşe ateş açmak, gördüğü her nesneye kırılacak kütük muamelesi yapmak; normal bir insan için oldukça yorucu ve yıpratıcı bir kavgadır aslında...

Mutsuz ve yorgun, asık suratlı ve umutsuz, bezgin ve bedbaht olmanın en kestirme yolu, kendini düşman ordusunun ortasında tek başına, az bir cephaneyle kalmış zannederek sağına ve soluna, önüne ve arkasına, kimdir ve necidir diye bakmaksızın sürekli sözleriyle mermi sıkmaktır.

Oysa, aykırılık ya da sınırları aşmak marifet değildir, neticede sen yine sen olarak kaldıktan sonra! Tamam koyun olma, sürüye uyma ama çitin diğer yanına geçince değişen tek şey, başkasının otuyla beslenmekse, sonun o başkalarına kurban olmak olur, en fazla.

Bugünün dünyasında, hele de batı dünyasında; kimse başkasının kuzusunu bedavaya beslemez. Verdiğinden fazlasını alamayacağı yere yatırım yapmaz.

Bırakalım batıyı da dünyasına da, bizim doğumuzda da; etinden ve sütünden, hatta derisinden ve tüyünden bile faydalanmayı hesap etmeden, yalnız ve sadece Allah için iyilik yapılması artık bir ütopyaya dönüşmüşse yavaştan, adımlarımızın bizi sahraya mı yaylaya mı götürdüğünü çok iyi bilmek zorundayız.

Kimsenin düşünemediğini düşünebilen, söylenmemiş sözleri olan ve daha da ilginci konusu din olan çok adam var şimdi ortalarda. Herkese ve her şeye muhalif bunlar. Ayetleri ve hadisleri de kimse onlar kadar ince ve orijinal anlayamıyor zaten. Ve asla bağlı oldukları bir merci yok! Ne hikmetse kendilerini adadıkları hakikatin yegane yolcusu oluyorlar.

Amerika kıtasını yeniden keşfetmeye gerek yok, yeniden keşfedenler sömürgeci oldular tarihte, bugün de onlardan aşağı kalmazlar.

Bal satıyorlar ama içine kendi şekerlerini karıştırmayı ihmal etmeden! 

Yürek yelpazesi sallıyorlar ama ardından kendi nefeslerini üflemeyi unutmadan!

Her konuda ortada sağlam bir ceviz bırakmayıncaya kadar bütün kabukları kırıyorlar ama kendi sinelerinde bir kozları var, ona asla dokundurtmuyorlar.

Takva ehlidirler ama takiyeden vaz geçmiyorlar!

Nefret ettiklerine gülümsüyorlar ama kinlerini büyütmeyi din sayıyorlar.

Bunca usta sahtekarlığa karşı aciz kaldığımız doğrudur. Biz bu kadar ayak oyunu bilmediğimizden mağlup olduk ve oluyoruz. Zalim olamadığımızdan başımızın beladan kurtulmadığı bir gerçektir.

Biz kuyu kazmıyoruz, göklere merdiven inşa edenleriz.

13 Ağustos 2019

Akıl ibadetlere müdahale edemez



Kurban meselesinde olduğu gibi, fetva olarak vacip veya sünnet hükmü verilen ibadetleri küçümsemek veya reddetmek -Allah muhafaza- dinden çıkartır. Bir ibadetin fıkıhtaki hükmü İslami teknik boyutunu gösterir ancak aynı konu İmani olarak mutlak bir kabul gerektirir.

Bu kesin ve keskin girişten sonra, anlamak isteyenler için genelde ibadetlerin hikmetleri üzerinden ama çoğunlukla akıllarına göre birtakım iptal ya da değiştirme girişimlerine kısa bir cevap vermeye çalışacağım.

İbadetlerin hikmetini anlamak değerli bir iştir, ancak şimdikiler ibadeti ortadan kaldırmak için bahane haline getiriyorlar. Kurban, ne et yemek ne yoksul doyurmak için kesilir. Ne İsmail bulmak zorundasın ne de başka bir şey; düz ve sadece Allah kurban kesin dediği için kesilir.

Aynı şekilde ibadetin sonucunda elde edilen dünyalık fayda da ibadetin sebebi ya da hikmeti değildir. Namaz kılan egzersiz yapmış, oruç tutan sağlıklı kalmış olabilir ama bunlar ibadetin sebebi ya da hikmeti değil faydasıdır. İbadetler Allah emrettiği için ifa edilir.

Dünya kurulalı beri Allah’ın dini ve emirleri hep birileri tarafından çarpıtıldı ya da istismar edildi. Ama bu da imtihan dünyasının bir gerçeğidir ve asla ibadetlerin sorgulanmasına bahane edilemez. Hiçbir ibadet; kaldırılamaz, değiştirilemez, sorgulanamaz, hafife alınamaz.

Din dediğimiz şey tam olarak budur. İsteyenin kafasına göre değiştirdiği, hoşuna gidenleri yapıp kafasına yatmayanları attığı, zevk ve yaşantısına dokunmayan, duygularını incitmeyen, etliye ve sütlüye karışmayan şey, iman edilen bir din değil oyuncak edilen bir efsane olur.

Kurban için yapılan “kendi İsmail’ini bul, onu kes” yorumu tuhaflıkta ilk sırayı alır herhalde. Safa ile Merve arasında say yaparken oğlumuza su mu arıyoruz, Mina’da şeytan taşlarken şeytanı mı görüyoruz? Sembolleşen imtihanlardan ibadet menasikine dönen şeyler bunlar.

Hep bu edebiyatçı tayfa yaktı insanların beynini ve akılcılara ibadetlerin hikmeti sandıkları konuları bir şekilde aşma ihtimali verdiler. Hayır efendiler, kıyamete kadar o koç kurban edilecek, siz beyin lüksünüzü alternatif üretmek için boşuna yoruyorsunuz.

Kafanıza yatmayan ibadetleri değiştirme ya da değiştirilmesini teklif etme hakkınız ve yetkiniz bulunmuyor. Bu dine iman ediyorsanız bu ibadetleri kabul edip, ifa edeceksiniz. İnanmıyorsanız da saygı duyacak ve sesinizi kısacaksınız. Hani o meşhur inanç hürriyetimize saygı kapsamında susacaksınız.

Dinimiz ya da ibadetlerimizle alay edenler, saygı duyulma haklarını kaybederler. Dinimizi ya da ibadetlerimizi değiştirme veya iptal etme gibi saçmalıklara tevessül edenler bu dinden olma sıfatlarını kaybedeler. Görecekleri muamele de buna göre olur.

Kurban şöyle de olur, oruç bu şekilde olabilir, namaz olmasa da olur diyenlere verilecek tek cevap vardır: Bu din inananlara hitap eder, kendinize başka oyalanacak bir şeyler bulun…

18 Nisan 2019

Marifet değil boşboğazlık


Dünya kurulalı beri, çok insan geldi ve geçti. Savaşanlar, barışanlar, dolandıranlar ve sahip çıkanlar oldu. Susanlar vardı her zaman ve her zaman çok konuşanlar oldu. Mütevazilik her devirde makbul idi ama mütecavizler de vardı.

İlk insandan bu yana, yeryüzünde hep Allah(cc)’in dini vardı ve kabullenenler de oldu reddedenler de. Kabulün çok çeşidi var, inkarın da oldu.

Her iman eden bir meleğe dönüşmedi elbette ama şeytanlaşan çok insan oldu.

İman edipte teslim olanlar oldu, bir de iman etmeden Müslüman olanlar! İnkar ettiği için azgınlık edenler oldu ama inkar etse de efendi kalanlar da vardı.

Din, hayattı ve hep hayat olarak devam etti, dinin gündemden düştüğü bir devir hiç olmadı ve olmayacak. Sünnetullah hükmünü icra ederken, kimsenin bunu durdurmaya değiştirmeye yetmeyeceği gibi.

Öyle ya, Allah(cc) ayların sayısını 12 kıldı ve mümin, kafir kimse bunu değiştirmedi. Haftanın günlerinin sayısını da değiştiremez kimse. Dünyanın kaderini ve kaderinin zamanını, yalnız ve sadece onu var eden Allah(cc) tayin eder ve dilerse değiştirir. Biz de kontrolümüzde sandığımız dünyalıklarla avunur dururuz.

Saate bakıp zamanı yönettiğini zannetmek ne büyük ahmaklık, saati durdurmakla zamanı durdurduğunu sanmak kadar…

İnsan, insan olalı hep bir ukalalıktır gidiyor. Din ve dünya için her birimizin, hep çok doğru tespitleri var olageldi. Oysa, yerine getirilmeyen sözler etmek, gereğini yapamayacağımız hükümler koymak, altından kalkamayacağımız sorumlulukları üstleniyormuş gibi yapmak kadar boş iş az bulunur.

Sorulduğunda hemen her mevzuda hükmümüz var. Gösterilen her olaya bir izahımız, arka planlara dair yakaladığımız hikmetler var. Ne yazık ki; hakkında zihnimizde ve elimizde, kati delil ve kaynak olmaksızın, düşündüğümüz ve söylediğimiz her şeyin, sabit hakikatler olmadığını, olamayacağını bir türlü kabullenemiyoruz.

Karşısına çıkan her konuda; şu şudur bu budur demek, marifet değil boş boğazlıktır.

İşin asıl mühim ve vahim tarafı ise, imanımız konusunda bile kendi ahkamımızı kesmekte pek mahir oluşumuz. Bunun kendi çapında vahim bir durum olmasının yanı sıra; olası samimi ve iyi niyetli uyarıları da bu ukalalık sebebiyle, dikkate almamamız ve kendimizce bir tevil bularak keyfimizin kahyasıyla yaptığımız anlaşmaya göre yaşamaya devam edebilmemizdir.

Üzerinde konuştuğumuz konu, ekonomik göstergeler olsaydı ve bir ekonomist bizi uyarsaydı belki daha hassas davranır ve sözümüzü biraz daha ölçer biçerdik. Öyle ya, karşımızda işin ehli var.

Çoğumuz bu işin yani din hususunun ehli değiliz, ehlini bulmak ve sorunlara çare, sorulara cevap, yanlışlara ikaz almak çokta kolay değil artık.

Fakat asla göz ardı edemeyeceğimiz bir konuda, iman ve din konusunda; yapılan uyarıları, nasihat ya da eleştirileri, her şeyden daha çok dikkate almak ve muhatabımızın kalibresini, üslubunu, yanlışını ya da doğrusunu irdelemeden önce, konunun hassasiyetine binaen, ya doğruysa, ya haklıysa ihtimalini de düşünerek, cesur olmamak evet en azından cesur olmamak zorundayız.

İnsanoğlu hele de biraz söz etme becerisi olan biri ise, herkesi susturacak laflar üretebilir. Ama mevzu din ve iman ise, insanları ikna etmemizin, en azından ahirette bir değeri olmadığından emin olmamız gerekir.

Bir müminin imanı hususundaki hassasiyeti ve samimiyeti, yapılan uyarılara gösterdiği tepkilerden anlaşılır. Mazaret arama ve kendini haklı gösterme çabası yerine, imanına zarar gelmesinden duyduğu korkuyla, uyarıyı ciddiye alıp, titizlikle davranmak gerekir.

Minarenin eğri ya da doğru olduğu değildir mesele, mesele minarenin kayıtlara eğri ya da doğru olarak geçmesidir. O yüzden boş görülse de halat takıp minareyi düzeltmek gerekir.

25 Mart 2019

Bu da geçer ya hu!



Geçtiğimiz yüzyıla biraz sıkıntılı başlamıştık ya, aslında öncesinden biriken, yüzyıllar boyu devam eden, geri geri giden ayaklarımızın yeryüzünde bıraktığı izler vardı.

İber yarımadasından Balkan yarımadasına, yarım kalan bir medeniyet yürüyüşü ya da eşyanın tabiatı gereği, dünyanın zirvesine kadar ulaşınca çaresiz bir düşüş, geriye gidiş, içine kapanış vardı.

Yer çekiyordu bizi, toprak çekiyordu!

Büyük yenilgiler aldık, sayılarını doğru düzgün hesap edemediğimiz kayıplar verdik. Adeta yüzyıla omuzlayacak gençliği toprağa gömdük te geçtik buraya. Okulların mezun veremediği yıllar geçirdik.

Sonra devletimizi yıktılar; bütün birikimi ile, bütün ihtişamı, bütün yükü, bütün ağırlığı ile yıktılar, üstümüze yıkıldı koca bir imparatorluk!

Kırık-dökük bir ülke, ezik bir halk olarak kaldık geriye…

Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer var olamadı, yenilgi yenilgi büyüyen bir eziklik kaldı.

Dile kolaydı; hemen her birimizin dedelerinin arasında imparatorluğun bir cephesinde kalanlar vardı, yarım bedenlerle dönenler, bütün varlığını artık bizim olmayan topraklarda bırakanlar.

Fakirdik, on yıllar boyu daha da fakirleştik. Hiç bir şey üretemedik, daha da ezildik zira neyimiz varsa onlara borçluyduk. Borçluyduk hakikaten, Demokles’in kılıcı dolara dönüşüp ensemizde sallanır oldu.

Batı’ya borçluyduk ve onlar gibi olursak kurtulacaktık güya. Ne onlar gibi olabildik ne de kurtulabildik borçtan. Bir koca yüzyıl daha geçti ama hala başladığımız yerdeyiz.

Kıyafetlerimizden yediklerimize, dilimizden dişimize, fabrikamızdan köyümüze, tarlamızdan tohumumuza; neyimiz varsa hepsine onların istediği gibi nizam verdik. Olan 3-5 parça şeyi de onların kredileriyle yapmıştık zaten, mecburduk onların istediği gibi olmaya…

Eziktik her bakımdan!

Kullandığımız eşyaları ve teknolojiyi onlar üretiyordu, biz sadece kullanıcıydık, kullanılıyorduk haliyle.

Dünyayı onlar yönetiyordu, biz ezik ezik seyrediyorduk.

O kadar tuhaf bir eziklikti ki bu; onlardan biri Müslüman olunca daha çok seviniyor, onlardan biri bizi sevse dünyalar bizim oluyordu. Oysa, bizden bir kişinin imanını muhafaza edebilmesi onlardan bin kişinin Müslüman olmasından daha değerliydi.

Onlardan biri bizi öldürüp bir diğeri de öldürene kızınca acımız geçiyordu. Onlardan birinin bizi savunması pek değerliydi.

Sahip oldukları pek çok şeyi bizden çaldıklarını unutuyorduk. Teknoloji diye ürettikleri neredeyse her şeyin altında bizim koyduğumuz temellerin olduğunu bilmiyorduk.

Bir de güçlü orduları ve çok öldüren silahları vardı. Galiba biraz da korkuyorduk onlardan! Çünkü acımıyorlardı; asker-sivil ayrımı bir yana, kadın ya da çocuk tanımıyorlardı öldürürken.

Durumumuz pek parlak değildi, hala da değil. Bugünden yarına büyük değişiklikler olabileceğine dair pek net ve büyük işaretler de yok. Aksine umutsuzluk büyütmek için gerekli bir çok sebep var.
Oysa bu gibi durumlar için dünyanın kaderini tayin eden, Aziz ve Celil olan Allah(cc)’ın uyarısı vardı:

Eğer bir yara aldıysanız, o kavme de benzeri bir yara dokunmuştur. İşte bu günleri biz insanlar arasında dolaştırıp dururuz. Bu, Allah'ın iman edenleri belirtip ayırması ve sizden şehitler edinmesi içindir. Allah, zulmedenleri sevmez. (Ali İmran 140)

Bu günler geçecek, işte bu kesin!

Bir zamanlar; Avrupalıların Bağdat’tan gelen saatin büyüsünü çözmeye çalıştıkları günler tersine dönmüş durumda.

Bir zamanlar; Avrupalıların arapça öğrenmek için, Endülüs’e yolculuk yaptıkları günler tersine dönmüş durumda.

Bir zamanlar; Avrupalı asilzadelerin İstanbul’da Sultan’ın eteğini öpmekle övündüğü günler de tersine dönmüş durumda.

Tekrar tersine dönecek!

İşte buna iman ediyoruz biz; mutlaka ama mutlaka Allah(cc)’ın vaadi yerine gelecek.

Bu günler de geçecek ya hu!

13 Mart 2019

Kötülüğü yaymak


Aklı başında her insanın olduğu gibi normal her Müslüman için geçerli olan bir ahlak kuralı vardır: İyilik etmek ve iyilikleri yaymak, kötülük etmemek ve yayılmasını engellemek, olarak özetleyebileceğim bu kaidenin istisnası yoktur. Yani herhangi bir iyilik ya da kötülük için farklı tercihlerden bulunmak düşünülemez.

Buraya kadar olan kısımda hemen hepimiz hemfikiriz. Lafa gelince de zaten bunu beyan ederiz. İyilik kimden gelirse gelsin takdir eder, kötülüğü kim yaparsan yapsın reddederiz.

İyiliklerden iyilik seçmemiz gerektiğinde daha iyisini, kötülüklerden kötülük seçmek zorunda kaldığımızda da daha az kötüsünü seçeriz. Bu düz mantık, şartların etkilerinden arındırılmış sağlam fıtrat tercihidir.

İyilik ve kötülük anlayışının, kişilere ve toplumlara göre ayrışan yanlarından bahsetmiyorum. Konumuzu herkesin hakkında ortak bir fikri olan genel konular olarak kabul edelim. Örneğin, hırsızlık gibi ya da yalan söylemek gibi normal insanlar için kötülük olduğu tartışmasız konular düşünülebilir.

Aynı şekilde; haksız yere bir cana kıymak, kadın ya da çocukları savaş veya başka kavgaların parçası haline getirip, onlar üzerinden insanların canını yakmaya çalışmakta kötülük olduğu hakkında tartışma olmayacak bir konudur.

Bir şekilde savaşa bahane bulunur ama şehirleri yok edip, savaşla direk alakası olmayan insanların evlerini başlarını yıkmanın, çocukları -kimyasal ya da konvansiyonel fark etmeksizin- silahlarla helak etmenin, kadınların kadınlığını bir işkence malzemesi olarak görmenin normal insan fıtratını muhafaza etmiş bir kafa yapısında bahanesi olmaz, olamaz, olmamalıdır.

Bu aşağılık işleri Bosna’da görmüştük, Afrika’da görmüştük ve en son Suriye’de de görmek zorunda kaldık. Zaman ve mekan değişse de insanlıktan nasibi kalmayan bazı yaratıklar, bu yollarla insanların canını yakmaya ve yurtlarını yıkmaya devam ediyorlar.

Bir diğer kötülük şekli olan ve ahlaksızlık olduğu hususunda, bu cürümleri işleyenler de dahil, hemen herkesin ittifak ettiği bazı günahlar vardır. Bunlar da normal insan fıtratının kabullenemeyeceği işlerdir ve alenen işlenmeleri bir yana savunulmaları da aynı derecede ahlaksızlıktır.

Bazılarının bu cürümleri açıktan ve utanmadan işlemeleri ya da kendilerini ifşa etmeleri, en az bu günahlar kadar iğrenç ve aşağılıktır.

Garip bir şekilde, iyilik ve güzellik arzusundaki insanların bütün bu günahları eleştirmek ve lanetlemek için sayfalar dolusu yaymak ve yayınlamak konusunda gayretlerine şahitlik ediyoruz. Hiç duymak istemeyeceğimiz şeyleri duyup, asla şahitlik etmek istemeyeceğimiz günahları görüyoruz.

Onların niyetlerinin, elbette bu kötülükleri ifşa ederek, insanların kötülerden ve kötülüklerden nefret etmelerini sağlamak, en azından dualarıyla mazlumlara destek olmalarını arzu ettiklerini biliyorum. Hatta ‘kötülüğe engel olamıyorsan onu yay’ şeklinde veciz sözler dolaşıyor ortalıkta ve bunu gören ve kötülükleri karşı elinden bir şey gelmeyen çaresiz ama iyi niyetle insanlar, paylaş düğmesine basmakla bir derin nefes alıp hayatlarına devam ediyorlar.

Birçoğumuz için artık bombardımanla yıkılmış evlerin hatta şehirlerin fotoğrafları sıradan görüntülere dönüştü. Kan ve ceset görmekten rahatsız olanlarımız baya azaldı.

Birtakım ahlaksızların, kendi günahlarını afişlere yazıp taşıdıkları fotoğrafları yaymak ne kadar normal geliyor artık.

Oysa gözlerimizden gönüllerimize ulaşan bir yol var ve oradan nefretle de olsa geçen her günah görüntüsü bir yerlerimizi yıpratıyor. Gönül yollarımız aşınıyor. İçimizde bir takım setler erozyona uğruyor. Nesillerimizin fıtratı sarsılıyor. Hem de gönüllü olarak ve kendi ellerimizle yaptıklarımızdan dolayı.

Zulüm ve cürümlerinden insanları emin kılmak niyetiyle ve olası tehlikeye dikkatlerini çekip uzak durmalarını tavsiye etmek maksadıyla; bir fasığın günahını ya da bir zalimin zulmünü anlatmakta ve göstermekte elbette bir mecburiyet vardır. Bahsettiğim, üzerinde yaymakla hiçbir etkimizin olmadığı ve olmasının da düşünülemediği olaylar.

Zulmü duyurmamız gereken zaman, gerçekten duyulmadığı zamandır. Oysa şimdi her şey tüm insanlığın gözleri önünde alenen işleniyor. Bizim duyurmamızla değişen bir şey olmuyor.

Günahı ifşa etmemiz gereken yer, başkalarının ondan uzak durmasını sağlamak amacıyla sınırlıdır.

Maksadı aşan miktarda kötülükten bahsetmek onun reklamına dönüşebiliyor, aman dikkat!

Tanıdığım son Osmanlılardan birinin şu hatırasını buraya ekleyeyim:

“Annelerimiz bize ‘medreseye giderken Bulgarların sokaklarından geçmeyin, kulaklarınıza gramofon sesi gelir de kalbiniz kararır ilim öğrenemezsiniz’ derdi.”

12 Şubat 2019

Dünyayı ve yaşamayı seviyoruz



Bütün kızgınlıklarımız ve kırgınlıklarımız bir yana; hepimiz yaşamayı seviyoruz ve bu dünyada yaşamak için gerekli olan her şeyi baya baya seviyoruz. Hatta yaşamak için gerekli olan miktarından fazlasını elde etmeyi seviyoruz.

Özendiğimiz o kadar çok şey var ki, saymakla bitmez. Bazılarımız bazılarının hayatlarını yaşamak istiyor, ne garip! Bir başkasının yerinde olabilmek mümkün olabilseydi; mesela bukalemunların renk değiştirmesi gibi biz de hayat standartlarımızı değiştirip deneme imkanına sahip olsaydık, herhalde şekilden şekle, kılıktan kılığa, hayattan hayata geçmekten yorulur, biter ve o yolda helak olurduk.

Elimizden gelecek pek fazla bir şey de yok.

En akıllılarımız ve en iyilerimiz, halinden memnun olabilenler oluyor. Yaşadığı standartları ve verilen imkanları kabullenen ve selim bir kalp ile hamd edebilenlerimiz kurtuluyor.

Kurtuluyor dediysem, yalnız dünyada değil elbet, ahirette de kurtuluyor.

Din; dünyada kendisine verilenlerden razı olan bireyler yetiştirme kuralları manzumesidir, şeklinde bir tarif yapsam yanlış olmaz, haddimi de aşmış olmam sanırım.

Verilenden memnun, verilmeyenden razı, istenileni yapan ve yasaklananlardan kaçınan insanlar; mutlu ve mesut bir dünya hayatını ve dahası aynı şekilde bir ahiret hayatını kazanabilme umudu en yüksek olanlarımız oluyor.

Bizi bozan ve yoldan çıkaran, bütün istek ve arzularımızı kontrol altında tutmamızı sağlayacak olan da bu sonra gelecek olan yani ahirimizde elde etmeyi umduğumuz kazançtır.

Gözümüz ve gönlümüz doymak bilmez tamam ama doymayı bilen midelerimizle bile sorunumuzu çözemiyoruz.

Hem dünyanın hem ahiretin en yüksek makamlarına talip oluyor ama tırnağımız incinmesin istiyoruz. Bedelsiz bir sefa sürme sevdasıdır aldı gidiyor…

Gerek geçmiş nesillerden gerekse çağdaşlarımızdan, büyük emeklerle büyük kazançlar elde edenlerin hikayelerine bayılıyoruz. Biz galiba, bilgi çağının her şeyi sadece bilgiden ibaret gören nesilleriyiz. Bilmek yetiyor bize, yapmaya gerek görmüyoruz.

En basit hayat kurallarından en ağır sorumluluklara kadar, kaçabildiğimiz ne varsa kaçmayı marifet biliyoruz.

İdeallerimiz hatta din anlayışımız bile bu keyfin etrafında şekilleniyor. Bizi yoran hayırlardan kaçıyoruz. Kolay ve kısa vadeli zahmetlerle büyük menfaatler elde etmek cazip geliyor. Bunu sorun olarak görmek istemiyoruz, ona da tamam. Ama bari kendimizi dev aynasında görmeseydik…

Kendimizi sigaya çekmekten korkuyoruz. Baksanıza bu satırlarda hep ‘biz’ kullanmışım, hiç ‘ben’ yok. Ucu bana dokunmasın da kim ne derse desin, kim ne yaparsa yapsın!

Nasihatlerin fayda etmemesinin ne kadar basit ve anlaşılır bir sebebi olduğunu görmek için çok akıllı olmaya da çok şey bilmeye de gerek yok.

Bizden bir sonraki nesli beğenmememizin haklı yanı elbette var ama biz de bizden önceki nesilden daha iyi değiliz.

22 Aralık 2018

Dinde fikir hürriyeti yoktur


İnsanlar her konuda akıllarına geleni söylemeyi fikir hürriyeti olarak algılamaya başladı. Çayın kalitesinden bahsetmeye benzer bir rahatlıkla Kur’an ve sünnet hakkında ileri-geri konuşmaktan çekinmeyen bir kitle var.

Diledikleri gibi saçmaladıkları bir sırada kendilerine yönelen eleştiri ve kınamaları hemen bir fikir özgürlüğü maskesi ile karşılamaya çalışıyorlar.

Din hususunda kimsenin aklına geleni söyleme, aklına geleni hakikat diye ortaya atmaya, kendi fikirlerini dinin temellerine yerleştirmeye hakkı, yetkisi ve izni yoktur.

Din tamamlanmış ve esasları ile kayıtlara geçmiştir. Bu esaslar üzerinde ümmetin salih alimleri ittifak etmiş ve ümmetin tamamı da bu esaslar üzerinde birleşmişlerdir.

Kimse, bu dinin Rasulü(sas)’nden, O’nun sahabesinden ve onların yetiştirdikleri tabiinden daha iyi bu dini bilemez, anlayamaz veya onların anladığından farklı bir anlayış getiremez.

Kur’an ve sünnet konusunda sapkınlardan başkasının şüphesi ve tartışması olmaz. Bu iki temele itiraz edenin veya kendince yorumlarla bunları iptal etmeye çalışanın da bu din içinde yeri kalmaz.

Kendilerine devrimizin akademik kariyer planlaması içinde önemli bir yer edinen bazı isimler, otorite oldukları zehabına kapılarak, din hususunda kuralları yeniden koymaya kalkıyorlar. Dinin temelleri olan Kur’an ve sünnetin anlaşılması konusunda bir ihtilafı değil, bizzat bu kaynakların kendilerini sorgulamaktan çekinmiyorlar.

Kur’an; Allah(cc)’in sözüdür, bunun aksini iddia eden, din sınırlarını aşmış olur. Lafzı da manası da Allah(cc)’dendir. Herhangi bir kelimesi değiştirilmeden vahyedilmiş, değiştirilmeden kaydedilmiş ve değiştirilmeden nakledilmiştir.

Kur’an’ın “yedi harf” yani 7 kıraat üzere olması arapça dil kuralları içinde oluşan değişik söyleyiş şekillerinden olup, bunlar da yine Rasulullah(sas)’e vahyedildikleri gibi bize nakledilmişlerdir.


Bu ortaya konulan iddialar tabi ki yeni değildir. Said bin Cubeyr(ra) gibi büyük tabiin alimlerinin uğruna canlarını vermekten çekinmedikleri Kur’an’ın Allah(cc) kelamı olduğu hakikatinin iptali için ortaya ilk nesilden hemen sonra atılmışlar ve dönem dönem, değişik coğrafyalarda yeniden farklı söylemlerle görülmüşlerdir.

Günümüzde ise batılı bir müsteşrik edasıyla bunları tazeleyip dillendirenler, kendilerine yönelen itirazları fikir özgürlüğü maskesiyle savuşturmaya çalışıyorlar. Ne yazık ki; Müslümanlar arasında dinleri hakkında insanların fikir özgürlüğü olduğunu sanarak, bunları savunan kişiler de görülüyor.
Hayır, Allah(cc)’in dininde fikir özgürlüğü yoktur. Esasen din kavramı, akılla elde edilen veya tasarlanan bir konu değildir. Din, imana ve kabule dayalı bir sistemdir.

Akılla meleklerin varlığına iman edemezsiniz! Akılla göklerden bir meleğin Allah(cc)’in sözünü getirip bir insana aktarmasını açıklayamazsınız!

Akılla ancak Allah(cc)’i idrak eder ve iman edersiniz. Sonra da gelen vahye boyun eğer, hakikat olduğuna iman eder ve tabi olursunuz. Ya da iman etmez ve tabi olmazsınız. Fakat dini akla uydurmaya, fikre tabi tutmaya çalışırsanız sapıtır ve kendinize bir din türetmiş olursunuz. Ve bu artık Allah(cc)’in dini olmaktan çıkar…

Dinin sınırları içinde fikir ve yaşantı olarak dolaşmak elbette serbesttir. Sınırları tayin eden esasları yerinden sökmek hürriyet değil isyandır!

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...