17 Ocak 2021

Trafik aynasından şehre bakmak

Günümüzde büyük şehir; kalabalık kaldırımlar, sıkışan trafik, çok sesli bir gürültü korosu ve bir o kadar da yoğun hava kirliliği anlamına geliyor. Yüksek binalar, az görülen güneş, gücü kesilen rüzgar, uçuşan plastik poşetler ve bolca egzoz dumanı da, tuzu biberi.

Gaziantep, bir anlamda büyük şehir olmanın hem nimetlerini hem mihnetlerini yaşıyor. Nimetlerinden herkes çabası ve kısmeti kadar faydalanırken, mihnetlerinden kaçınma imkanı hiçbirimizin yok gibi.

Öyle ya; trafikten kaçmak için ne kadar uğraşsak da yakamızdan düşmüyor. Aldığımız nefes, her ne kadar şimdilerde bir maske ile biraz filtrelense de, sonuçta hemen hepimiz aynı havayı soluyoruz. Kulaklarımızı tıkama imkanımız olmayan gürültü kirliliğine, hepimiz ayrı ayrı maruz kalıyor ve farkında olmadan yoruluyoruz.

Bu şehrin, ekonomik ve kültürel kalkınmasının uzun vadeli ve gelecek vizyonu arasında mutlaka temiz bir çevre misyonu da olmak zorunda. Bunun başlangıç noktası ise; şehrin ve medeniyetin ilk görülmesi gereken yer olan sokaklar, caddeler ve buralarda akan trafik, trafikteki araçlar, araçlardaki şoförler ve yolcular.

Uzun aralıklarla şehre mecburen gelen ve köyüne dönen herhangi birine, “şehir nedir” diye sorsak alacağımız cevap; kalabalık ve trafik olacaktır. Özellikle, bu gibi zaruri ziyaretlerin, zaruri güzergahları olan çarşı ve hastane gibi mekanların çevresinde yaşanan karmaşa, onları bu düşünceye yöneltmeye yeterlidir.

Bütün gelişmişlik ve imkanlarına rağmen, Gaziantep şehir merkezi; caddeleri, kaldırımları, otoparkları, toplu taşıma durakları ile modern bir kent görünümüne maalesef henüz ulaşamadı. Bu konuda, bu şehirde yaşayan ve hatta kısa süreliğine ziyarete gelenler bile aynı şeyi düşünüyor.

Herkesin bir acelesi oluyor. Normal akışında bir trafiğe katlanmak zor geliyor. Her ne kadar çoğunluk kurallara; gerek gönüllü gerekse ceza korkusuyla gönülsüz uysa da, 3-5 kendini kaybetmiş sürücü, bir anda, zaten zor katlanılan trafiği daha da işkence haline getirmeye yetiyor.

Bu noktada trafikte denetimlerin ne kadar önemli olduğunu her seferinde daha iyi anlarken, şehrimizin belediye trafik zabıtalarının gerçekten ne iş yaptıklarını da sorgulamadan geçemiyorum. Çoğu zaman onları, bir cadde kenarında park etmiş halde görüyoruz. Yanlarından akan daha doğrusu akamayan trafiğe ya da yanlış park eden bir araca müdahale ettiklerini görmek, nadir güzelliklerden biri olarak karşımıza çıkıyor. Mutlaka bizim bilmediğimiz önemli bir görevleri vardır ancak araçlarının üstünde trafik yazarken, trafiğe bigane kalmaları biraz anlaşılmaz bir manzaraya yol açıyor.

Belediyelerimizin, yaya trafiğinin yoğun olduğu merkezi noktalara, yürüyen merdivenleri ve asansörleri çalışan üst geçitler yapmamakta direnmeleri nedeniyle, merkezdeki curcuna sürüyor. Işıkların sayısının artmasına da neden olan bu üst geçit yokluğu ya da kullanışsızlığı, Gaziantep için ciddi bir sorun haline gelmiş durumda, ancak ne hikmetse bir türlü belediyelerimizin dikkatini çekemiyor.

Sayın belediye yetkilileri, evet Gaziantep halkı olarak trafik kurallarına pek uymuyoruz ama sizin de cadde ve kaldırımları akıcı bir trafiğe uygun tasarım ve donanımlarla düzenleyerek, bize yardımcı olduğunuzu söylemek çok zor.

Yıllardır kangren olan merkez trafiğinin en çok kilitlenen noktasını oluşturan Suburcu ve Karagöz caddeleri istikametinde başarısız olduğunuzu lütfen kabul buyurun. Ne tek yön, ne de park yerlerini kaldırmak çözüm olmadı. Saat uygulaması başarısız oldu. Artık ya alttan ya üstten bir ilave geçit mi yaparsınız ya da tümden trafiğe kapatıp, yol olmazsa sorun da olmaz diye, kesin çözümü bulmuş mu olursunuz, bilemiyorum. Ama emin olun, o nokta belediyenin trafik düzenlemeleri noktasında mihenk olacaktır. Şehrin her yanını halletseniz bile, orası sorun olarak kaldığı sürece, gölgesi diğer hizmetlerin üstünden eksilmeyecektir.

Bütün olay, bu şehrin sorunu ya da çözümü belli; merkezdekiler başta olmak üzere, ana caddelerde belediyenin tayin ettiği kontrollü ve işaretli park yerleri dışına kimseyi park ettirmeyeceksiniz. Ticari hayatın kalbine giden yolları bir şekilde açık tutmanın yolunu bulacaksınız. Yeterli otopark hizmeti sağlayacak çalışmalar yapacaksınız.

İnsanların şehir merkezinde kümelenen kamu ve özel sektör hizmetlerine sorunsuz ulaşmasını sağlamak belediyelerin ilk vazifesi olmak durumundadır. Halk olarak bizlerin kural tanımaz uyanıklıklarımızın denetlemelerle dizginlenmesi gerekmektedir! Bu da zaten varlığınızın önemli nedenlerinden biridir.

Belediyelerimiz trafiği aksatan her şeyi görmek, denetlemek ve düzenlemek durumundalar. Bu şehrin en merkezi yerinde, en kritik ve kalabalık caddesinde bir vatandaş, aracını park edip gitme cesaretine sahipse, bu denetleme mekanizmasının çalışmadığına ya da eksik olduğuna işarettir.

Trafik polislerinin sayısının azlığını, görevlerinin yoğunluğunu, her yere yetişmelerinin imkansız olduğunu bildiğimizden, belediyelerimizin zabıtalarının bu noktada daha aktif olmalarını bekliyoruz.

15 Ocak 2021

Emperyalist olmadan imparatorluk olmak

 


Tarihin farklı dönemlerinde, İslam dinine mensup insanların yani Müslümanların kurdukları, çok sayıda devlet geldi ve geçti. Bunlardan bazıları kısa sürelerde ve küçük alanlarda etkili olduklarından genel hafızada pek yerleri olmadı. Bir kısmı ise, imparatorluk seviyesinde bir büyüklüğe ulaştıkları için, dünyanın tamamını etkileyen varlıklarına kimse bigane kalamadı.

Bu tarihi sürecin içinde bir şekilde yer alan farklı ırk ve nesiller, ister istemez dil ve kültür etkileşimlerine maruz kaldılar. Yönetilenler kadar hakimiyeti elinde bulunduranlar da doğal bir etkiden uzak kalamadılar. Bu bakımdan, fethedenlerin içlerine aldıkları sebebiyle bir tür iç fetih yaşadıkları tezi çoğu tarih analizcilerinin kabullendiği bir gelişmedir.

İslam’ın bu devlet ve imparatorluklar üzerindeki etkisi, ortak bir kültürün gelişmesine yol açtı. Neticede, temel toplumsal kurallar üzerinde bir tartışmaya gerek kalmadan düzen devam edebiliyordu. Emirler ve yasaklar, fıkıh temelli bir hukuk sistemine dayandığından, itiraz ve isyanların Müslümanlar nezdinde karşılık bulması çok zor oldu.

Evet idarecilere karşı isyan edenler oldu, ancak kimse mesela namazı ya da camileri tartışmaya açmadı. İçki gibi temel haramlar konusunda bir sıkıntı yaşanmadı. Aile kurmaktan komşuluk münasebetlerine, alışverişten devletler arası ilişkilere varıncaya dek elde hazır ve sağlam bir sistem vardı.

Aksaklık ve eksikliklere rağmen, toplum hayatının İslam’a göre şekillenmesinin en önemli getirilerinden biri de; Müslüman olmadığı halde bu devletler içinde yaşayanların, kendi dil ve kültürlerini muhafaza etmelerine sağlanan imkandı.

Osmanlı örneğinde görülen, Müslüman olmadığı halde kıyafet olarak onlara benzemeye çalışmanın yasaklanma gerekçelerinden olarak sayılan; “taklit sonucu kendi kültürlerini kaybetme” endişesi gerçek bir medeniyet göstergesidir.

Dil konusunda Müslümanların ortak bir yerde buluşması, Kur’an’ın Arapça olması nedeniyle zor olmadı. Arapça artık bir ırkın değil bir inancın diline dönüştü ve herkes bu dili Kur’an ve Sünneti anlamak için öğrendi. Öyle ki; yine Osmanlı örneğinde gördüğümüz gibi, Türk asıllı bir Osmanlı aliminin Arapça yazdığı tefsiri anlamak için Araplar yardıma ihtiyaç duyar oldular.

Özellikle İslam’ın son asırdan önceki son bin yılında, hamilik ve tebliğinde büyük rol oynayan Türk devletlerinin ürettikleri, devlet ve toplum tecrübesi, bugün bile hala ulaşılamayan bir zirveyi temsil ediyor.

İslam’ın hiçbir ırk ya da dile özel bir anlam yüklemeden herkese açık olan kapısından giren Türkler, elde ettikleri erdem ve gelecek tasavvurunun yanında, sahih ve sağlam inançları ile, Arapların en son Endülüs’te maalesef kaybettikleri, yalnız Allah(cc) kelimesinin yüceltilmesi davasını sırtlayarak cihana bir duruş ve bir medeniyet sergilediler.

Tarihin kaderinin bir neticesi olarak, İslam coğrafyasının merkezinde hakimiyet elde eden Selçuklu ve Osmanlı devletlerinin, gerek devlet gerekse edebiyat dili konusunda herhangi bir çekinceleri olmadan, Arapça ve Farsça gibi kendilerine yabancı ama içine dahil oldukları İslam kültürüne yakın dillere meyletmeleri, bunların yanında hem kendi halkları hem de idareleri altında yaşayan diğer halkların dil ve kültürlerini korumaları konusunda gösterdikleri alicenaplık ve neticesinde elde ettikleri başarı, tarih ve toplum gelişmeleri hakkında birazcık bilgisi ve fikri olanlar için gerçekten müstesna örnekler oldu.

Yüzyıllar boyu Arap ya da Acem bütün hutbelerde Türk sultanların adını herkes dualarla yad ederken, hakimiyeti elinde bulunduran Türkler, Arap ya da Acem diye düşünmeden, sadece İslam oldukları için bu ırkların isimlerini aldılar, adetlerine katıldılar, saraylarında en yüksek mertebeleri verdiler, sırtlarını dayadılar ve yollarına devam ettiler.

Kaliteli insanların yetenek ve hizmetlerini, hayırla kendi istikametlerinde kullanma konusunda, İslam’ın getirdiği temel prensiplere sadık kalındığında, imkan verilen her ırk ya da kültürden insanın, bu büyük medeniyet yürüyüşüne güzel katkılar yapabileceğini gösterdiler.

Bugün de hala samimi ve temiz bir inanca sahip Müslüman halkların arasında dil ya da kültürler sorun değil ancak sempatik birer tanışma nişanesidir. Aslında Arapça olan selam, bütün Müslümanların bir nevi parolası; yine aslında Arapça olan ezan, bütün Müslümanların hürriyet meşalesidir.

Alparslan Türkçe bir unvandır ve tarihe İslam’ın şerefli komutanı Muhammed Han’ın adı olarak geçmiştir. Doğuda ve batıda herkes, Alparslan denilince cihangir bir İslam kahramanından bahsedildiğini bilir.

Yine tarihin garip bir cilvesi olarak Arapça Ebu’l Feth (Fethin babası) lakabı, ikisinin de adı Muhammed olan ve bizim birine Sultan Alparslan diğerine Fatih Sultan Mehmet dediğimiz iki efsane imparatora layık görülmüştür.

Selim ya da Süleyman Arapça isimlerdir ancak bugün dünyanın her yerinde iki Türk hükümdarın, şeref ve hasretle yad edilmesini temsil ederler.

Selahaddin, Arapça bir isimdir ama ismi taşıyan Kürt komutan, tarihe İslam’ın yüz akı olarak geçmiş bir adamdır ve kimse ırkını ya da dilini düşünmeden sever onu. Çünkü Selahaddin bu dinin zaferinin ve kurtuluşunun adıdır.

İşte, kuru emperyalist hedefler peşinde koşmak yerine, insanlık ve İslamlık için, onurlu bir yürüyüşün, bizdeki karşılığı budur. En çok sevenlerin de, en çok nefret edenlerin de, sunduğu medeniyetten yüz çeviremediği bir yücelikten bahsediyorum.

Taş duvarların, süslü çinilerin, ahşap sanat eserlerinin fısıldadığı; bir zamanlar buralarda, sadece dönemlerinin değil, tarihin en güzel medeniyet örneklerinden birinin yaşandığının hikayesidir.

Kervansarayların, medreselerin, tekkelerin, camilerin, çeşmelerin ve kemerlerin anlattığı; adalet ve ilmin, emniyet ve dirliğin, iyilik ve güzelliğin bu topraklardaki hatırasıdır.

Ve yine aynı cümle ile bitiriyorum:

Tarih; Doğu Türkistan'dan Endülüs'e, Kırım'dan Afrika’ya kadar, bizim yaptıklarımızla onların yıktıklarının hikayesidir ve yaşananların özeti de budur!..

 

10 Ocak 2021

Modern şehrin arka yüzü

 Günümüzde hayatın en önemli getirilerinden birinin gelişmiş ve geçmişe göre çok daha büyük şehirlerde yaşama imkanının yanında, kalabalık insan topluluklarının ekonomik şartların oldukça farklı şekillendiği ortamlarda yaşamak zorunda kalmalarıdır.

Giderek yükselen şehirli nüfusunu, neredeyse yok olmaya yüz tutan köylülük ve köy hayatı yani üretim ve doğallığın kaynağının kuruması gibi sonuçları da beraberinde getiriyor.

Hemen her yüksekten düşenin çok incindiği gibi, bu modern ve gelişmiş şehir hayatının zirvelerinden düşenlerin mahkum olduğu hayat standartları öylesine iç acıtıcı koyutlara ulaşmış durumda ki; sokakta kalan evsizler için battaniye ve yiyecek temin etmek üzere kurulmuş sivil toplum kuruluşlarımız bile var. İyi ki varlar, o da işin bir başka boyutu. Ya olmasaydılar?

Bu modern yaranın ülkemizin metropollerinde dünyanın diğer büyük şehirlerine oranla daha az olması, bunun yanında Gaziantep’te daha az sayıda kişinin sokaklarda yaşamak zorunda kalıyor olması, bir açıdan teselli olsa da; bu insanlık ayıbının sıfırlanması toplum ve yönetim olarak hepimizin ortak bir sorunudur.

Bugünlerde her ne kadar ağır kış şartlarını yaşamıyor olsak bile, önümüzdeki günlerin nasıl bir kış getireceğini tahmin edebiliyoruz. Belediyemizin önceki yıllarda olduğu gibi, bu kış yine şehrin sokaklarında kimsenin kalmaması için çaba sarf edeceğini artık standart bir prosedür olarak bekliyoruz ve bu bizi bir nebze de olsa ferahlatıyor.

Yılın zor zamanlarında sokaklarda kalanlara el uzatılması elbette çare değil, asıl önemli olan; öyle ya da böyle, bir şekilde hayatının ipinin ucunu elinde kaçırdığı için normal yaşam standartlarını kaybeden insanlara köklü çözümler sunabilmeliyiz.

En ağır suçluları bile çok uzun zamanlar boyu barındıran, yediren ve içeren bir devlet mekanizmasının, sayıları onların binde biri kadar bile olmayan ve tek suçları, modern zamanların adaletsiz hayat kavgasında yenik düşmek olan bu garipleri, yılın tüm zamanlarında kendileri ve şehirleri için normal ve faydalı bir ortama kavuşturması gerekiyor.

Bunun yanında, şehrin büyüklüğünü temsil eden ekonomik çarkların dönmesi için, bir hayat boyu durup dinlenmeden didinen, -çalışan diyemiyorum- ancak çırpınan ama ancak asgari açlık sınırı ile tayin edilen maaşlar elde edebilen, şehrin temel direklerini çürütmemek gerekiyor.

Normal zamanlarda, Gaziantep’in hayırsever ve kadirşinas işyeri sahiplerinin ve büyük şirketlerin, mensuplarını mağdur etmemek adına, ayni ve nakdi yardımlarla, resmi rakamların üstünde bir destek sağladıklarını hepimiz biliyoruz.

Ancak bu salgın dönemi herkes için zor günler getirdi ve bugünlerde hep olduğu gibi; iş hayatında en önde çalışan ancak gelir elde ederken en arkada kalanların bir de üstüne işini kaybedenlerin ya da kaybetme korkusuyla yaşayanların hayatlarının en zor dönemlerini geçirdiklerini fark etmek durumundayız.

Sokaklarında kimsenin sığınacak bir köşe aramadığı, evlerinde herkesin karnı tok, sırtı pek, çocukları ve aileleriyle, elde ettiklerine kanaat edebildikleri bir şehirde yaşamak herhalde herkesin hayrına olacak ortak bir beklentidir.

Rızık, ezelden takdir edilmiş bir meseledir, evet. Bütün mesele, insanların harcadıkları emeğin karşılığını aldıklarına kalplerinin kanaat etmesindedir. Aç gözlülük ya da gözü doymazlıktan bahsetmiyorum. Ortalama, kendi halinde, emeği ile ekmek derdinde çaba sarf eden ve buna karşılık elde ettiğinden de tatmin olacak olan insanlardan bahsediyorum.

Dünya durdukça, birileri daha iyi imkanlara sahip olurken, bir grubumuz da ya kıt kanaat geçinecek ya da yardıma muhtaç olacaktır. Bu değiştirilemez gerçeğin neresinde durduğumuzdan daha çok, üzerimize düşenleri ne kadar yaptığımız önemlidir.

Zenginlik ya da fakirlik, gelir ve geçer. Geriye; zenginlerin yardımseverlik ve cömertlikleri, fakirlerin kanaat ve sabırları kalır.

Bu çağın süslü ve parlak yüzünün arkasında, bu modern şehirlerin ışıklı ve aydınlık caddelerinin arka sokaklarında; hikayelerini göz ardı ettiğimiz kimsenin kalmaması, varsa eğer insanlık onurunun kavgasıdır.

Çevrenize, sevdiklerinize, komşularınıza ve arkadaşlarınıza, bir kere daha bakın, bir kere daha bütün hallerini sorun, varsa yapabileceğiniz yapın, yoksa yapabileceklere haber uçurun. Kimse aç ya da açıkta kalmasın.

Şehrin sahip olduğu her şeyin sadakasını vermeyi unutmayın. Sadakası verilmeyen büyük caddeler daralır, ışıklar kararır, topraklar kurur, sular çekilir. Sadakası verilmeyen şehrin bereketi azalır. Şehrini seven gariplerine, muhtaçlarına sahip çıksın. Memleketini seven, fakirlerine, yolda kalmışlarına el uzatsın. Ahiretini seven, dünyadakilere yardım etsin.

 

09 Ocak 2021

Erkek ve Kadın Hukuku



1. Erkek sorumluluk ve derece bakımından kadından öndedir. Bu yaratan Allah(cc)'unun tayinidir.

2. Dinin emir ve yasakları konusunda erkeklerle kadınların bir farkı yoktur.

3. Kadının yaratılış ve cennetten kovulma gibi hadiselerden dolayı suçlanması ya da aşağılanması Allah(cc)'unun kaderine isyan olur.

4. Kadın neslin devamı için gerekli yaratmanın rahminde cereyan etmesi ile anne olarak erkekten bir kademe daha hak üstünlüğü elde eder.

5. Evlenmek dinin yarısını kurtarmak değerinde önemli bir müessesedir. Eşler birbirinin dininin yarısı gibi değer kazanır.

6. Evlenmekten maksat, eşiyle dünyada huzuru, ahirette ebedi saadeti elde etmek konusunda yardımlaşmak ve neslin devamını sağlamaktır.

7. İslam toplumunun mutlak bir parçası olan kadının hayatın her alanında erkekle yarışması ya da her yerde onunla birlikte bulunması gibi bir hedef fıtrata aykırıdır.

8. Helal ve haram sınırlarına riayet şartıyla, kadınlar da ihtiyaç olunan alanlarda çalışabilirler ancak maişet konusunda bir sıkıntısı olmayan bir kadının çalışma hakkı eşinin iznine tabiidir.

9. Kadın eşinden izinsiz evinden çıkamaz ve seyahat edemez. Ancak yanında bir mahremi olmak kaydıyla yolculuğa çıkabilir. 

10. Evlenmek maksadıyla bir erkekle kadın görüşebilir ve sohbet edebilirler. Birbirlerine bakmalarında bir mahsur yoktur.

11. Evlilik ile ilgili tüm masraflar erkeğe aittir. Adetlere göre yapılan görev dağılımlarına, helal ya da mubah iseler uymak caizdir.

12. Nikah gizlenemez, aleni olmalı ve ilan edilmelidir.

13. Mihir, nikahta kadınlara Allah(cc)'unun verdiği bir haktır ve sınırlandırılamaz, bu konuda kadınlara baskı uygulanamaz.

14. Mihirlerin yüksekliği nedeniyle evlenemeyen gençleri evlendirmek devletin ve sair Müslümanların görevidir.

15. Kadın eşinden izinsiz onun eşyalarından birini başkasına veremez.

16. Kadın eşinin istemediği birini evine alamaz. Kim olduğu önemsizdir.

17. Erkek ve kadın, eşlerinin onur ve haysiyetine leke getirecek bir söz ya da davranışta bulunamaz.

18. Erkek eşinin barınma, giyinme ve beslenme ihtiyaçlarını günün şartlarına göre yerine getirmek zorundadır.

19. Kadının isteklerini güzellikle karşılamak ve gücü varsa yerine getirerek onu memnun etmek erkeğin vazifesidir.

20. Kadının ve erkeğin eşleri için güzel görünmeleri ve bakımlı olmaları gerekir. Kadın sadece eşi için süslenebilir.

21. Eşlerden birinin haram olan isteği asla yerine getirilemez. Haram, eş istediği için helal olmaz.

22. Kadının tesettürü konusunda onu eğitmek, İslam'ı ona öğretmek ve tesettürü olmadan dışarı çıkmasına izin vermemek erkeğin hakkıdır.

23. Çarşıda ya da pazarda gezerken kadının yanında bir mahremi olmasını sağlamak gerekir. Erkek böyle bir gezintide hanımını ya yanına ya da önüne alarak yürür, arkada bırakması caiz değildir.

24. Erkeğin ve kadının, haklarına riayet etmeyerek eşlerine eziyet etmeleri zulümdür ve haramdır.

25. Ev işleri kadının görevidir ve yerine getirmezse günahkar olur. Erkek imkanı varsa bu işler için hizmetçi tutar.

26. Başkalarının yanında eşin kusura söylenemez ve başkalarının yanında eşe vurulamaz.

27. Kadın ancak kendisi eşine vurduğunda ya da sövdüğünde veya yabancı biri ile konuşup görüştüğünde dövülebilir.

28. Erkek eşini evden çıkmaya mecbur etmemelidir.

29. Cezalandırmak gerektiğinde erkek kadının yüzüne asla vuramaz, haramdır.

30. Eşinin ve çocuklarının rızkını helalinden temin etmek erkeğin vazifesidir.

31. Erkek ya da kadın birbirlerinin nefislerini tatmin etmek için gayret etmeli ve eşlerine libas olmalıdırlar.

32. Eşinin tüm ihtiyaçları gibi tedavi ve ilaç masraflarını karşılamak da erkeğin vazifesidir.

33. Kadının eşinin akrabalarıyla aynı evde kalmayı kabul etmeyebilir ve bu durumda erkeğin ona ayrı ev tutması gerekir.

34. Kadının aynı şehirdeyse haftada bir kez kendi anne ve babasını ziyaret hakkı vardır.

35. Kadın vefat ettiğinde cenazesinin teçhiz ve tekfin işlemlerinin masrafları da erkeğe aittir.

36. Kadın nikah sırasında erkeğe ikinci eş almamasını şart koşamaz, bunu yapsa bile bu şart hükümsüzdür.

37. Birden fazla eşi olan erkeğin dünyalık muamelelerde eşleri arasında adaleti sağlama vazifesi vardır. Onlardan birini ziyaret etmemesi ya da herhangi bir şeyden mahrum bırakması hakkını çiğnemesi olur.

38. Erkek boşandığı eşini sokağa atamaz, gidecek yeri yoksa evinde barındırmaya ve ihtiyaçlarını görmeye devam etmek zorundadır.

39. Eşinden ayrılan bir kadın özgürdür, dilediği ile evlenebilir. Erkeğin bu konuda ona engel olma, kıskançlık gösterme, yasaklama gibi bir hakkı yoktur.

40. Boşanmada çocuklar babanın velayetindedir, akil baliğ olacakları zamana kadar annelerinde bırakır ve her durumda nafakalarını karşılamak babanın vazifesidir. Kadın başka biri ile evlenirse çocukları babalarına verir.

41. Boşanan kadının eşinden mihir dışında maddi bir hakkı yoktur ancak eşi isterse gönlünü hoş etmek için bağışta bulunabilir.

Bütün bu İslam fıkhının verdiği hak ve sorumlulukların yerine getirilmesi ve hakların sahibine verilmesi günümüzde mümkün olmayabilir. Bu durumda şeriatın maksadına ve eşlerle çocukların maslahatına en uygun yolun bulunması ve onunla amel edilmesi için tavsiyede bulunulması gerekir. Şartların değişmesi İslam'ın hükmünü değiştirmez.

08 Ocak 2021

Batının çıkmaz sokağı

 


Hayatın akış hikayesinde, sıradan bir insanın, aradığı önemli bir adresi bulmak için girdiği sokağın çıkmaz çıkmasıyla; devasa bir devletin, yegane kurtuluş yolu olarak lanse ettiği sisteminin çıkmaza girmesi arasında pek bir fark yoktur.

Neticede duvara çarpmak için illa suratınızın taşlara veya tuğlalara değmesi gerekmiyor. Önemli bir hayal kırıklığı da baya sert bir çarpma etkisi gösterebilir.

Dünyanın geri kalanına ihraç ettikleri demokrasi ellerinde patlayan Amerikalıların hali, keşfettiği oldukça gösterişli ama kalitesiz bir ürünü aleme pazarlayarak köşe dönme hayali kuran hatta baya köşeler gören uyanık girişimcinin fabrikasının alev almasından farksız, telaş ve öfke nöbetleri ne kadar da benziyor.

Özellikle bizim coğrafyamızın şehirlerinde görmeye alışkın oldukları ve olduğumuz manzaraların, bir şekilde kendi başkentlerinde de ortaya çıkmasının şokunu anlayabiliyoruz. Kolay değil, aleme tanrılık taslarken, büyük abdestini kaçırmak!

Büyük rezillik!

İşgal edilen ve yağmalanan bina görüntülerinin canlı yayınlanacak kadar yakınlarda olması, Amerikalı muhabir ve sunucular kadar; uzaklarda onlara muhbirlik yapmak için el pençe divan duran gönüllü Amerikan yandaşlarını da hayli şaşırttı.

Yaşananları kabullenemeyen, dalga geçenlere kızan, hatta daha ileri giderek buna sebep olduklarını düşündükleri Amerikalı politikacı ve kanaat önderlerine bile fırça atacak kadar Amerikalılaşan, aslında ezik bir köleye daha çok benzeyen ve dolar basan makinaların silindirleri arasında şeref ve haysiyeti dümdüz edilmiş insan müsveddelerinin ağlaşmaları, Allah’(cc)’unun bize gösterdiği gönül ferahlatan bir lütuf gibi geliyor bana.

Tapındıkları ilahları, büyük abdestini tapınaklarının ortasına yaptı! Kokusu aleme yayıldı ve burun direklerimizi sızlattı.

Burun direklerimizin sızlaması, onlara duyduğumuz merhametten değil; onların yaşattığı acıların bir nebzesinin onlar üzerinde görülmesinin bile, bize aslında ne büyük hüzünleri hatıra bıraktıklarını hatırlatmasından oldu.

Onlar ve köleleri şaşırdılar, biz buruk gülümsemelerle ettiklerini hatırladık!

Sırtlan sürüsünün iktidar kavgası sonunda kazanan yine bir sırtlan olacaktır. Aslanlar bu vadiye dönene kadar durum bu…

Dünya tam da bu gündeme kilitlenmişken, Fransa’nın üstün teknik özelliklere ve gelişmiş teknolojik donanımlara sahip helikopterlerle bombardımana tabi tuttuğu bir düğünün kana bulandığı ve çocukların da olduğu sayılarının yüzden fazla olduğunun tahmin edildiği bir kitlesel katliam yapıldığı haberleri geldi, Afrika’dan, Mali’den.

Batı, içinde bulunduğu zulüm ve işgal çamurundan kurtulmak için yalandan çırpındıkça, boyuna kadar pisliğe batıyor.

Güya silahlı teröristleri bahane ederek girdikleri topraklardan, tıpkı bundan 100 yıl önce Güneydoğu Anadolu’da denedikleri ve başarısız oldukları işgalleri sonlandırmak zorunda kalmaları gibi, bir gün arkalarına baka baka çıkıp gitmek zorunda kalacaklarını biliyorlar.

Kovulacakları güne kadar, kan dökmeye, sömürmeye devam ediyorlar. Bir an bir utanma gelip de “biz burada ne yapıyoruz” noktasına gelmek onlar için muhal…

Siz hiç, parçaladığı ceylanın etini yiyip kanını içerken; “ben ne yapıyorum” diye düşünen çakal duydunuz mu?

Batının çıkmazı işte tam burada yatıyor. Yatmak derken, öyle sakin ve hareketsiz bir yatış değil batının çıkmazı. Kanlı ve bol katliam dolu bir yatış, vahşi bir yatış.

Batının özeleştiri yapmasını yakın bir gelecekte beklemiyorum. Halen mevcut siyasi ve fikri yapının, böyle cesur bir muhasebe yapma cesaretine sahip olmak bir yana, ihtiyaç bile duymadığını düşünüyorum.

Tarihin şahitliği de böyledir. Kendilerince gerekçeler buldukları zulüm ve sömürü düzenleri ile dünyada saltanat süren toplumlar, yüklendikleri veballerin ve aldıkları kahırların neticesinde, ağır bir yıkım ile son buluyorlar.

Bunun bugünden yarına yaşanması gerekmiyor. 50 ya da 100 yıl bir insan için çok uzun zaman olsa da; devletler ve tarih için küçük ve kısa devirlerdir.

Hak ya da batıl, adil ya da zalim her saltanat mutlaka son bulacaktır. Dünya için Allah(cc)’unun koyduğu kanun; “her yükselenin mutlaka düşecek olması” şeklinde formüle edilebilir. Zamanını, şeklini ve sebeplerini ise tarih yazacaktır.

Duvara toslayan batının kibirli burnu kırılmıştır. Ya acıyla saldırganlaşacak ya da başını ellerinin arasına alıp bir muhasebeye girişecektir. Ne yazık ki, beklentim ilk seçenek yönünde.

Zaten, Firavun’a yakışan zelil bir şekilde çamurlarda boğularak can vermektir!

03 Ocak 2021

Sosyal kontrol ve mahalle baskısı

 Aslında şehir ya da köy, nerede yaşandığından bağımsız olarak, insan topluluklarının hayatlarına yön veren ve çoğu zaman yazılı olmayan ancak yazılı kural ve kanunlardan da etkili bir araçtır; sosyal kontrol ve mahalle baskısı.

Çağımızın benlik ve egoistlik akımlarına kapılan yeni nesiller için, öcü gibi gelse de; huzurlu bir toplumun ve dengeli bir sosyal hayatın temelinde, insanların birbirine yani içinde bulundukları çevrenin -genel olarak kabul ettiği- yaşam tarzına ve kurallara uyum ve saygısı bulunur.

Şehir hayatı; farklılık ve çeşitliliğin kaçınılmaz olarak arttığı, meşhur deyimle, “72,5 milletin” bir arada yaşadığı, herkesin kendine özgü bakış açısını ve hayat tarzını birlikte getirdiği bir toplanma yeri gibidir. Bu çokluktan dengeli, düzgün ve parlak bir mozaik çıkarmayı başaran şehirler ve devletler başarılı olurlar. Bunun da şahidi, genelde insanlık tarihi, özelde ise bizim tarihimizdir.

Devletler ve imparatorluklar görmüş halkların medeniyet ve şehir anlayışları, atalarından gördükleri gibi büyük ve geniş olmalıdır. Adım attığı toprakların her bir parçasında başka bir insan toplumunun kalıntıları üstünde dolaşmanın bir ayrıcalığı varsa, o sadece turist çekmek değil, aynı zamanda ileriye, geleceğe, elindekilere benzer kalıcı ve hatta daha kaliteli ve gelişmiş izler bırakmak gayreti olmalıdır.

Bütün medeniyetlerin temelinde yetişmiş insanlar vardır ve insan yetiştirmek dünyanın en zor işidir. Orduların gücü ile elde edilemeyen bir zenginliktir, kalifiye insan sahibi olmak. Para ile alınmaz, belki paranın gücüyle ancak ithal edilir. Bugün paranın bizde olmadığını düşününce ve bırakın başkalarından insan ithalini elimizdekileri başkalarına kaptırma noktasında olduğumuzu düşününce, insan yetiştirmenin değeri daha çok öne çıkıyor.

Çocuklarımıza temel insani değerleri ve kendi medeniyet köklerini göstermek, öğretmek ve içlerine sindirmelerini sağlamak için; elimizden gelen bütün gayreti, hem fert hem toplum olarak, hem yönetenler hem de yönetilenler olarak göstermek durumundayız.

Çekirdek ailelerimizin hassasiyetlerinin toplumda karşılığı olmadığında, çocuklarımızın yaşadığı zorluk ve şaşkınlığın, ayak kaymalarına sebep olduğunu hepimiz görüyoruz. Çocuklarımızı sadece aile içinde yetiştirme ihtimalimiz olmadığından, toplumun en azından ortak medeni adımlar ve ahlaki kurallar çevresinde bir birliktelik, ortak ses, genel bir duruş göstermesi gerekiyor.

Bizim insanımızın gönlünde ayıp ve haram kavramlarının, diğer tüm yasaklama metotlarından daha etkili olduğunu biliyoruz. Bunun bir tür sosyal kontrol ve mahalle baskısı olduğunu kabul etmekle birlikte, faydalı olduğuna kaniyim.

Hem mahalle baskısının kötü bir şey olduğunu, sosyal kontrolün zararlı bir mekanizma olduğunu düşünmemizi gerektirecek kadar, ferah ve lüks zamanlarda olmadığımız ortadadır. Batının ferdiyetçi ve egoist yaklaşımının, onların toplumlarını getirdiği noktaya bakınca, aynı yere gitmek gibi bir hataya düşmemek için uğraşmamız gerektiğini daha iyi idrak edebiliyoruz.

Kimseyi takmayan nesillerin, gelecekte onları köle edinecek sistemlerin, tarlamıza ektiği zehirli tohumların meyveleri olduğunu fark etmemiz gerekiyor. Kendinden başkasını düşünmeyen birinin, şehrine ve toplumuna ya da ülkesine verebileceği ne olabilir ki? Kendi karnının doymasını, sırtının ısınmasını kafi gören bir anlayışla medeniyet kurulamayacağını, günümüzün zengin ama medeni olmayan devlet ve toplumlarında örnekleriyle görüyoruz.

Kötü örnek, örnek alınamaz ancak o kötü noktaya nasıl geldiği anlaşılarak, o yol takip edilmez, o izlere basılmaz, o çizgiden ayrılmaya çalışılır.

Bizim nesil, bundan 40 sene öncesinin Gaziantep’inde, sokaklarında özgür dolaşamazdı. Kendi aile ya da akrabalarından birine rastlamasına gerek yoktu, denetlenmesi için. Herhangi bir esnaf, herhangi bir komşu da yanlışında uyarır, yol gösterir ve çocuklar da onları dinlerdi. Asla büyüklere hakaret edilemez, şehrin genel havasına aykırı haller ulu orta sergilenemezdi.

O naif günlerin geri gelme ihtimali yok. Ayrıca gelecekte, biz değil bugünün nesli olacak. Bütün mesele, bizim geçmişimizle geleceğimiz arasında köprü olma görevimizi doğru yapmamızla ilgilidir. Neslimiz bizim sırtımızda taşıdığımız geçmişin sağlam tahtalarına basarak bugünün tehlikeli sularını geçebilmeliler. Sonrası onların bileceği iş.

Bizden öncekiler bizim nelerle karşılaşacağımızı bilemiyorlardı. Bize, iyi ve dürüst olmayı, merhamet ve hamiyet sahibi kalmayı tavsiye ettiler. Uyanlarımız kadar uymayanlarımız da oldu. Bizden sonrakiler de böyle olacak. Gelecek nesillerin gerçekten bizden olarak kalmaları, onların tercihi olacak.

Yeni dönemlerin, yeni tür mahalle baskı metotlarına ve sosyal kontrol mekanizmalarına ihtiyaç duyduğunu düşünüyorum. Bu noktada geliştirilecek bir şehre aidiyet projesine ihtiyaç duyuyoruz. Antepli olmanın bir karşılığı olmalı ve bu şehrin insanlarının asgari olarak üzerinde birleştikleri bir şehir kültüründen kaynaklanan, yazılı olmayan bir sosyal kontrol sistemi olmalı.

Sokaklarda dolaşan insanlardan, uzun yıllardır aynı yerlerde esnaflık yapanlara kadar herkesin içine sinen bir iyilik ve güzellik anlayışı geliştirmemiz gerekiyor. Bu şehre dışarıdan gelen insanların, burada bir medeniyet görmeleri, buna imrenmeleri gerekiyor. Damaklarında bıraktığımız yemek lezzetlerinden daha unutulmaz bir insanlık lezzeti bırakmayı başarmak durumundayız.

Bu şehir, yiyecek bir şeyin bulunamadığı kıtlık zamanlarını da gördü ve geçirdi, altından kalktı. Ancak insan kıtlığının telafisi çok zor olur ve belki de mümkün olmaz. İnsan kaybı; nüfusun azalması değil, kaliteli insanların sosyal hayattan çekilmesi, azalması ve yok olmasıdır.

31 Aralık 2020

Zaman ve takvim yaratılışa tabiidir



Hayatı anlamlandırmakta kullandığımız en önemli verilerden biri, hiç şüphesiz zaman mefhumudur. İnsan hayatının en kısa tarifinin; “doğum ile ölüm arasında geçen süre” olduğu düşünüldüğünde zamanla hayatın bağı daha net ortaya çıkıyor.

Tarih, takvim, saat, ay, gün ve yıl gibi saya saya bitiremediğimiz, vazgeçilmez bilgi ve düzenlemelerin tamamı, zaman mefhumunun neticesidir. “Dünya hayatı zamanın geçmesinden ibarettir” desek, abartmış olmayız. Hayat bir vakittir ve geçmektedir neticede.

Ancak zamanın geçmesi, vaktin süresi gibi kavramların tamamının aslında göreceli olduğunu ve bunların bir bakıma bizim zanlarımızdan ibaret olduğunu da yine yaşayarak öğreniyoruz. Rüyasında zamanlar üstü bir yolculuk yapanlarımız olduğu gibi, saatler süren bir hikayeyi birkaç saniyede görebildiğimizi modern bilimin tespitleriyle anlıyoruz.

Uyuyan için zamanın bir bakıma ortadan kalktığını, saatlerin tıkırtılarının rüyaları etkilemediğini yani bu alemde kaldığını ve bu rüyaların zannettiğimiz ve yaşadığımız gibi bir zamanın geçerli olmadığı, bir başka alemin varlığının da göstergesi olduğunu fark ediyoruz. Uykunun küçük bir ölüm denemesi olduğunu, ölümün fragmanı olduğunu bilince; aslında rüyanın da ahiretin bir fragmanı yani diğer alemin bir tanıtım filmi olduğunu, varlığının delili olduğunu anlamamız mümkün oluyor.

Ayların ve yılların bizim için geçtiğini, aslında kainatın yaratılışından sonuna kadar olan her şeyin, ezeli ve ebedi ilim sahibi Allah(cc) için malum olduğunu; olacakların olduğunu, yazılacakların yazıldığını, kalemlerin kuruyup defterlerin dürüldüğünü; kaderin hükmünün icrasını zaman içinde görelim için dünyada olduğumuzu, çok fazla çırpınmanın, bu hayatı ve alemi çok değerli ve çok gerçekçi zannetmenin büyük bir gafletin kapısı olduğunu; bedenlerimizin ve canlarımızın, hayatlarımızın ve dünyamızın, zamanlarımızın ve anlarımızın değerlerinin ancak içini doldurduğumuz iyilik ve güzellikler kadar olduğunu biliyorum.

İyilik ve güzelliğin de bir nasip işi olduğunu unutmuyorum. Unuttuğum zaman hatırlatan, zamanın da yaratıcısı olan Allah(cc)’uya hamd ediyorum.

O’nun kudret ve tayini ile ayların 12 olduğunu, haftanın 7 gün kaldığını biliyorum. Adına ne takvimi denilirse densin, insan fıtratının 12 aylık bir yılı, 7 günlük bir haftayı yaşamak zorunda olduğunu görüyorum.

Bunca etkisiz ve bunca zavallı durumdaki insanın, sanki kendi tayin ettiği takvimlerle, kainatın ve insanlığın kaderine etki edebilecekmiş gibi aptalca bir zanna kapılmasını hayretle karşılıyorum.

Varsa bir gücümüz, haftanın günlerinin sayısını 8 yapıverelim mesele, ya da ayların sayısını 13 yapalım, olmadı 11’e indirelim.

Yapamayız!

Zamanın da hakimi olan Allah(cc)’dur, bunu her takvim değişiminde bir kere daha hatırlamakta ve hatırlatmakta fayda var.

“Gerçek şu ki, Allah katında ayların sayısı, gökleri ve yeri yarattığı günden beri Allah'ın kitabında on ikidir…” (Tevbe 36)

Daha önce deneyenler gibi, farklı takvim türleri yapılabilir. Çok zor bir iş değildir bu. Ayların sayısını da günlerin sayısının da değiştirebilirsiniz. Ancak bu insanların içine sinmez, kullanımı yaygın olmaz, genel kabul görmez.

Çünkü, fıtrat yaratılışa tabiidir.

İnsanoğlunun kendince takvim değişimlerini kutlamaya kalkması kadar, takvim değişiminden kaderin ve hayatın etkilenmesini ya da bir şeylerin değişmesinin takvimde yazılı sayılarla olabileceğini düşünmesinin, ne kadar basit ve insan onuruna yakışmayacak bir düşünce olduğunu fark etmemiz gerekiyor.

Adına miladi ya da hicri de desek, güneş veya ay takvimi de desek, zaman geçiyor bizim için ve mukadder bir sona doğru gidiyoruz. Bunun kutlanacak bir yanı olmadığı, takvimin türünden bağımsız bir vakıadır.

İnsanın kendini bu kadar önemli ve değerli görmesi, eliyle yazdığı sayılarla dünyaya hükmettiğini zannetmesi, ciddi bir kendine tapınma sapkınlığının göstergesi olabilir. Neyse ki, ölüm var ve insana kendi yerini hatırlatmaya devam ediyor.

“Varsa gücünüz ölümü durdurun” diye meydan okuyan kudretin karşısında boyun eğmekten başka çaresi yoktur kimsenin. Ne ki, bunu itiraf etmekle, ısrarla inkar etmek arasında özgürdür insan. Hayatı boyunca ölmeyeceğini iddia etse de, ölecektir oysa. Tıpkı öldükten sonra dirilmeyeceğini zannetse de dirileceği gibi…

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...