29 Şubat 2020

Hayat bağlarımız



İnsanoğlunun hayata tutunmak için, uğrunda birtakım fedakarlıklar yaparak, kendini mutlu hissettiği, yaşamaktan haz duyduğu ve hadi öyle söyleyeyim, “hayatına anlam kattığı” duygu bağları, his dünyası, aidiyet arzuları vardır.

Mesela biz Müslümanlar için, temeli imanımıza dayanan birçok örnek vermek mümkün. Rasulullah(sas)’e duyduğumuz muhabbetten başlayıp, seçkin insan toplulukları olarak ashabına duyduğumuz bağlılık, onların izlerinden gitmeleri ve dünyaya hayırlı bir nam, güzel bir hatıra ve yüksek bir şan bırakan ecdadımıza duyduğumuz aidiyet duyguları bizi hayata bağlayan, yaşadıklarımıza anlam katan ve gelecek tasavvurumuzu şekillendiren iç dinamiklerimizdir.

Kendimizi ait hissettiğimiz milletten, neslimizin geldiği aileye, bir nimet ve imtihan olarak lütfedilen evlatlarımızdan, bir şekilde bağımız olan ve değer verdiğimiz insanlara, arkadaşlarımıza ve dostlarımıza; ortak duygularımız, ortak hayallerimiz, ortak acılarımız ve ortak sevinçlerimiz olan her bir varlığın ve duygunun bizi biz yapan, insanlık damarımıza can veren, hayatımıza değer katan bir yanı, bir etkisi ve bir katkısı vardır.

Bu dünya hayatında hiçbir şey mükemmel değildir ve olmayacaktır. Bu bahsettiğim duygular ve bağlar da hatasız, eksiksiz ya da sonsuz değildir. Biri azalıp diğeri çoğalarak, biri ağırlaşıp bir diğeri hafifleyerek, biri bitip diğeri başlayarak bizi bir yerlerimizden tutup hayata ve hayatın getirdiklerine bağlar, dayanmamızı sağlar ve nesiller gelip geçer, sonuçta dünya burası, burada işler böyle yürüyor.

Bir de kızdıklarımız vardır, nefret ettiklerimiz hatta, insanı hayata bağlayan önemli bir duygudur bu; irili ufaklı pek çok kişi ya da mesele kafamızı bozar, içimize daraltır, öfkemizi celp eder, mümkündür.
 
Üzerinde normal her insanın ittifak ettiği bir konuda, hemen herkes aynı rahatsızlığı duyar, o da zulümdür. Zulmü, hak sahibinin hakkını vermemek ya da hakkını elinden almak gibi temel bir tarifle anlayan hemen herkes, bu durumdan en azından hazzetmez, hoşlanmaz. Bir ileri aşamada nefret eder.
Zalimin ya da mazlumun kimliği, kişiliği ya da birtakım mensubiyetleri kafaları karıştırsa da; vicdanının derinliklerinde, her normal insan zulümden rahatsızlık duyar.

Politik duruşları sebebiyle gözleri kör olanlar, desteklediklerinin zulmüne ya da karşı olduklarının maruz kaldıkları zulme maalesef sessiz kalabiliyor hatta alkış tutabiliyorlar. Buna da alıştık…

Batı hayranları bir başka bahane ile batının yaptıklarını hoş görmenin bir yolunu bulurken, doğulu emperyalistlerin hayranlarının bahaneleri hakkında bir fikrim henüz yok. Öyle ya, bir insan neden zulmü mazur görsün hele de kendisi için bir bahane yokken?

Batı hastaları için “müreffeh ve demokrat” dünyanın devam etmesi için, geri kalanlara olanlar önemli değildir. Ülkelerin yıkılması, insanların yok edilmesi gerekiyorsa edilir, sorun değildir. Yeter ki, batının rahatı bozulmasın ve hayranlık duyacakları, tapınacakları bir ilahları olsun batı ve kimse onlara dokunamasın, dokunmak ne kelime, rahatsız edemesin. Belki yılda birkaç kez ya da başları sıkıştığında tamamen kaçıp sığınacakları bir güvenli liman olarak, orada öyle dursun istiyorlar ve ben emin olun bunu anlıyorum. Neticede insan budur; rahatını arzular, güvenlik ister, keyfine göre dünyanın safasını sürmek ister.

Anlamadığım, doğu hayranları dediğim, Avrasya bloğunun sorgusuz sualsiz köleleri. Bunların ne Çin’den ne Maçin’den bir beklentilerini görmedim. Ne Rusya’ya ne de İran’a göç etmek ve orada yaşamak gibi bir hayalleri olduğunu da duymadım. Birkaç günlüğüne gidip geldikleri ve aslında gittiklerine gideceklerine pişman olup döndükleri halde, ne hikmetse ve ne gibi bir motivasyonları varsa, onlara asla ve kata laf söylemiyor ve söyletmiyorlar.

Öyle ilginç bir doğu emperyalizmi hayranlığı ki bu; kendi yaşadıkları, ekmeğini yedikleri, nesillerini yetiştirdikleri, gelecek hayallerini kurdukları, aslında yalandan şikayet etseler de mutlu ve mesut yaşadıkları, kendi yurtlarına ve topraklarına, yani kendi ülkelerine sahip çıkmadıkları ve savunmadıkları kadar, İran veya Rusya’yı savunuyor, Çin’e laf gelmesin diye çırpınıyorlar.

Siyasi ya da dini kimliklerinin bir önemi yoktur, ırklarının ya da kan bağlarının da bir ederi yoktur onların gözlerinde. Her konuda nasıl oluyorsa, içlerinden geldiği her halinden belli bir samimiyet ve bağlılıkla, efsunlanmış gibi bu ülkeleri ve politikalarını dillendirip, itiraz edenlerle tartışmaktan geri durmuyorlar.

Dinlerine küfredilse tepki vermeyen Müslümanlar, bu ülkelere laf gelmesin diye çırpınıyor!

İçkisine zehir katılsa ses etmeyen sekülerler, bu devletler başarılı olsun diye yerinde duramıyor!

Nasıl oluyorsa, aynı anda hem İrancı, hem Rusçu, hem de Çİnci oluyorlar! Biri Müslüman, biri Hristiyan, biri komünist ama aynı kalpte hepsinin sevgisini mis gibi taşıyorlar. Hem de öyle böyle değil, candan ve uğrunda can verecek kadar.

Bu duruma bir izahat bulamadım bu bana dert oldu ama bu ülkeyi ve İslam dünyasını onlara bırakmadık şükür, bu da onlara dert olsun!

Suriye’nin firavunu Esed’e ve destekçilerine lanet olsun!

26 Şubat 2020

Bizden ne istiyorlar?



Dünya’nın mutlak huzur ve rahat yeri olmadığını biliyoruz. En azından biz Müslümanlar, saldırı ve zulümlere muhatap olmamızın kaçınılmaz olduğunu da biliyoruz. Zira adalet ve merhamet isteyen İslam’ın yeryüzünde çanına ot tıkadığı ve tıkayacağı her zalim bizi doğal düşman olarak biliyor.

En çaresiz ve en zayıf zamanlarımızda bile düşmanlıktan vazgeçmeyecek kadar korkuyorlar bizden. Biz dediğim, kişi ya da toplumlar değil; aleme adaletle nizam verecek olan İslam ve İslam’ın sunduğu hayat görüşü, dünyaya ve bütün mahlukata bakış, hatta yere ve göğe intizam verecek, kuş ve ağaçlara huzur getirecek bir yaşam tarzı…

Her ne kadar bizim bizden sandığımız bazılarımız bile bundan emin olamasa da bu böyle, çoğumuzun haberi olmasa da bu böyle.

Hırsızın polisten korkusu gibi, katilin intikam alacak adaletten kaçması gibi, karanlığın doğacak güneşten ürkmesi gibi, kuru otların rüzgarda uçuşmaktan veya ateşte yanmaktan titremesi gibi; çaresiz ve tedavisiz bir korku hastalığına yakalanmışlar.

Filistin ya da Doğu Türkistan’da, dahası Keşmir’de bugün olan, dün Bağdat ve Gırnata’da, önceki gün Buhara ve Semerkant’ta yaşanan bu idi; hakikatin karşısında çıkaracak bir malzemeleri yoktu çünkü! Çünkü adaletin karşısında dayanacak bir kaleleri, merhametin oklarını durduracak bir zırhları yoktu.

Çareyi saldırmakta buldular. Bırakın insanlığı, hayvanlığın bile kabullenemeyeceği şeyleri bu yüzden yapıyorlar. Bu nefretin arkasında korkunç bir çaresizlik ve aslında eziklik var.

Sözümüzün üstüne sözleri yok, işimizin üstüne işleri yok, medeniyetimizin üstüne bir başka medeniyet inşa edemediler. En azgınları bile hala bizden kalan binaları gezip bize diş biliyor, bizden kalan tarihi dinleyip bize düşman oluyorlar.

Adını bizden öğrendikleri çeşmeden su içip bize küfrediyorlar çünkü onlar bunu yapamadı ve yapamayacaklar. Hiç tanımadıkları ve tanıyamayacakları, yüzünü görme, sesini ya da teşekkürünü duyma ihtimalleri olmayan birilerine iyilik etmeyi onların havsalası almadı, almayacak.

Suriye’nin bütün şehirlerini ve köylerini hatta hiçbir sistemin kayıtlara almadığı çadır kentlerini haritalardan silseler doymayacaklar!

Doğu Türkistan’da, Allah(cc) diyen tek canlı bırakmayacaklar belki ama bitmeyecek, bıkmayacaklar kanımızı içmekten!

Filistin’i baştan sona işgal ettiler, istedikleri ağacı kestiler, istedikleri evi yıktılar, korkularından çoluk çocuğu, kadınları ve kızları kurşunladılar ama çaresi yok bizden korkmaya ve bu yüzden o cinnet haliyle öldürmeye devam edecekler!

Delhi sokaklarında herhangi bir masum Müslümanı linç edip öldürecekler, Kaşgar’da ya da Urumçi’de bir Müslüman Uygur’u ezecekler, Arakan’da bir Müslümanı ateşlere atacaklar…

Rusya hastaneleri, Amerika düğünleri, Suud okulları, İran pazar yerlerini vuracak!

Sisi meydanları tarayacak, Esed işkence merkezleri kuracak…

Hepsi ve tamamı, büyüğü ve küçüğü, süperi ve normali, lideri ve devleti ile Müslüman avlayacaklar!
Dünyayı nefretle doldurdular, doymadılar.

Daha geçen yüzyılda Bosna’yı ve Çeçenistan’ı, yüzlerce yıl önce Kırım’ı ve Endülüs’ü yaktılar ve yıktılar, yetmedi. Tarih onların bize düşmanlığını yazmaktan yoruldu ama onlar bırakmadılar.

Bizi gönülleri ve dilleri ile yenemeyeceğini anlayanlar, düşman oldular. Fikirleri fikrimize, sözleri dilimize yetmeyenler, bizden nefret ettiler.

Çaresi yok; Allah(cc) ölümü yazdı insanlığa, inkar edenler de kaçamayacak! Allah(cc)’e olan düşmanlıklarını O’na inananlara kusmak, onların buldukları savaş yolu.

Ama ne gam; hepimizi yenseler, ölümü yenemeyecekler!

Zalimler de ölecek, ardından gelenler ve gelecekler de ölecek. Dünya hiçbirine yar olmayacak.
Biz ahirette tecelli etmesinden emin olduğumuz adaletin, mümkün olduğunca dünyada da sağlanması için yaşamaya devam ediyoruz. Ve o günü dünya gözüyle görmek, dünyalık en büyük temennimiz…

“Aranızda ölümü biz takdir ettik; sizi benzerlerinizle değiştirmemiz ve bilemeyeceğiniz bir şekilde sizi yeniden var etmemize kimse engel olamaz.” (Vakıa 60-61)

Bu meydan okuma; bütün dik boyunları büker, bulutlara uzatılan burunları kırar, kibirleri yıkar, inkarları yok eder.

19 Şubat 2020

Siyasal İslam, İslam siyaseti



Biz dünyalılar, onca eğitime ve bilişim imkanlarına rağmen bir türlü kavramlar üzerinde anlaşamadık. Hala birimizin dam dediğine diğeri direk demeye devam ediyor. Bunca gürültünün ve anlamsız tartışmanın temel çıkış noktası da bu.

Tamam inşaat sektörünün kavramlarda belli bir dengeyi yakaladığı bir vakıa, en azından hiçbiri dam ile direği tartışmıyor, gayet iyi anlaşıyorlar ama misal bu ya; konu İslam olunca sıradan bir mesleki hassasiyet bile tanımayan ve daha da acısı kendi menfaat ve hedefleri doğrultusunda bu dini çarpıtarak kullanmaktan vazgeçmeyen bir kesim hep vardı, hala da var.

İslam’ı cüzlere ayırdığımızda, bunların her birinin tek başına tam anlamıyla İslam olmadığını herhalde biliyoruzdur. Bu temel mantık daha çocukken öğrendiğimiz bir gerçektir; bir dilim kek, bir dilim kektir, kek tepsisinin tamamı değildir!

Bu kadar ciddi bir meseleyi, böylesine basit misallerle anlatmam aslında konunun verdiği rahatsızlığı ifade edeceğim ağır kelimeleri bastırmak için. Bu girizgahtan sonra asıl mevzuya gelelim.

Siyasal İslam tanımını siz uydurdunuz bayım! İşinize geldiği gibi kullandınız, şimdi de işinize öyle geldiği için bitirmek istiyorsunuz. Size göre siyasallık, yaşadığımız ülkenin kanunlarına uygun bir yapı ile siyasi otoritede güç elde etmekti. Bunu gerçekleştirmek için de İslam gibi bu toprakların her zerresine işlemiş ve tarih boyunca ana omurgamızı dik tutmuş bir desteği kullandınız.

Meydanlarda temel bazı haklarından mahrum bırakılmış ve hayatlarını bu dinin hakikatine göre düzenlemek isteyen halkı, onlara istediklerini vereceğinizi vadederek, sizi desteklemeye ikna ettiniz. Bu yolla makamlar ve imkanlar elde ettiniz. Hayatınız boyunca yemekle bitmeyecek mallar ve neslinizi payidar edecek mülkler edindiniz.

Şimdi bitti demenizle biteceğinizi sandığınız şey, bu halkın en azından bir kısmının hayat bildiği İslam dininin yaşam tarzının korunması gayesidir. Siz dün ona siyasal İslam adını verdiniz diye bu gaye ve arzu var olmadı, bugün de bitti demenizle bitmeyecek.

Kıyamete kadar var olacak bir dinin, kıyamete kadar ona tabi olacak mensuplarının hayattan ve dünyadan beklentilerinin temelinde, bu dine uygun bir toplumda yaşama ve en azından inancına göre yaşadığında saldırıya uğramadan ve saygı görerek, kendini ve neslini ikame etme gibi bir niyeti, bir kararlılığı ve ilanı vardır.

Ezanlar değiştirildiğinde de bu vardı, camiler ahır yapıldığında da vardı, sizden önce de vardı, sizden sonra da olmaya devam edecek. İsterseniz hatırlatayım; Sultan Alparslan Muhammed Han, Malazgirt muharebesinde Bizans’ı yenmeden hemen önce Halep’teydi ve oraya şiiler tarafından değiştirilen ezanı düzeltmek için gitmişti.

Tarih şöyle not düşmüştü:

Mekke'li müşriklerin, Allah(cc)'ın Rasulü(sas)’e ve onun ashabına ettiği bin bir türlü işkence ve zulümden dolayı, Rasulullah(sas) ve ashabının dinlerini rahatça yaşamak için Medine'ye hicretlerinden 463 sene sonra, Türklerin Sultanı, Sultan Muhammed, Halep'e vardı.

Halep'in karşısına otağını kurarken, askerlerinden ve beylerinden gür sesle Ezan-ı Muhammedi’yi  okumalarını istedi. Bunu yapmasındaki maksat, şehrin Şii yöneticilerine gelme sebebinin ezanı doğru şekline çevirmek olduğunu göstermekti.

Halep’te düzeltilen ezan Malazgirt’te elde edilecek zaferin teminatı oldu. Allah(cc), Sultan Alparslan Muhammed Han ve askerlerini muzaffer kıldı ve neslini bu topraklara yerleştirdi.

İşte bizim gözümüzde İslam’ın siyasiliği budur. Halkın dünya ve ahiret menfaatlerini sağlamak için gereken yolu takip ederek, Allah(cc)’in dininin önündeki engelleri kaldırmak ve bu dini ifsat etmek isteyenlere mani olmak; sizin anlayacağınız tanımlamayla siyasal İslam’dır.

Tuğrul Bey’in inşa ettiği Selçuklu da, Ertuğrul evladının bina ettiği Osmanlı da, bu cihana İslam’ın bayraktarları olarak nam saldılar ve öylece gittiler. Arkalarından havlayanların yüreğine kahır olsun, gam olsun, acı olsun.

Bunu dün ikame edenler gibi, bugün de savunanlar var ve yarın da tekrar ayağa kaldırılacak hakikat şudur ki; İslam kıyamete kadar devam edecek ve mensupları da onun gereğini yaparak yaşayacak ve gerektiğinde de gereğini yaparak ölecekler.

Politikacılar ve iktidarlar gelecek ve geçecek, hatta devletler ve şehirler kurulup yıkılacak ama tarih hükmünü icra etmeye devam edecek!

Topraklar ve savaşlar kazanılacak ya da kaybedilecek, kaybedilen geri alınacak, alınan tekrar kaybedilecek; tarih böyle işliyor, devran böyle dönüyor ama umutlarımız ve yüreklerimiz yıkılırsa bu akışın dışında kalırız, dönüşümüz hayal bile olmaz, bunu gerçekleştirmek için bizden başka bir nesil beklenir.

Yüreklerinizde imanlarınızı kavi tutun, umutlarınızı büyütün; “İslam üstündür ve ona asla üstünlük kurulamaz!”

10 Şubat 2020

Sivil toplum tepkisi ve etkisi



Devletler insanların sadece kendi iç meselelerini çözmek için oluşturdukları yapılar değildirler. Aynı zamanda uluslararası sorunlarda, komşu devletlerle olan münasebetlerde ve dünyanın geri kalanıyla gerek ticari gerekse siyasi işbirlikleri veya düşmanlıklarda; halkların caydırıcı gücünü göstermek, hissiyat ve fikirlerini dillendirmek ve hemen her alanda etkilerini ortaya koymak için kullandıkları en geçerli aygıt devlettir.

Devletin soyut varlığını oluşturan temellerden en önemlisi de halktır ve halkın yapısı ve duruşu -normal şartlar altında- devlette temsil bulur.

Sivillerin yani konumları ve yetkileri bakımından devletin işleyişine direk etki etme imkan ve ihtimalleri bulunmayan, idari ya da askeri karar alma mekanizmalarında yer almayan, ancak bir şekilde değişen şartlar ve yeni durumlarda, devleti temsil eden insanların ve kurumların, söylem ve eylemlerine etki etmek, yönlendirmek veya hiç değilse meramını haykırıp içini rahatlatmak gibi bir ihtiyaçları olduğu da bir vakıadır.

Hukuki ve meşru sivil toplum örgütlenmeleri, resmi ya da gayri resmi kanallardan görüşlerini ifade etmek, mümkünse bunu daha geniş kitlelere duyurmak ve desteklerini almak ve bu yolla idareciler ya da karar vericiler nezdinde görüşlerinin dikkate alınmasını sağlamak isterler.

Sivillerin bu amaçla oluşturdukları genellikle de resmi kurumsal bir kimliği olan sivil toplum kuruluşları (STK) günümüzün en yaygın organizasyonlarıdırlar. Gerek toplumsal olaylarda tavır ortaya koyma, gerekse herhangi bir felaket ya da başka bir ihtiyaç durumunda yardım toplama ve dağıtma gibi faaliyetleri STK’ların yapmasına oldukça alışkınız ve kendilerini daha çok bu alanlardan tanıyoruz.

Bunların yanında, devletin ulusal ya da uluslararası bir konuda halkının fikrini bilmesi hatta bunu arkasına alarak söylem ve eylem gerçekleştirmesi için de sivil toplumun kendini ifade etmesine ihtiyaç vardır.

Ülkemizde yaygın olarak kullanılan miting yani açık hava toplantıları, daha çok kendini ifade etmeye ve aynı fikirde olanların bir araya gelerek, daha yüksek bir ses çıkarmayı ve karar alma mekanizmalarını etkilemeyi amaçladıkları ortamlardır. Bu mitingler seçim zamanlarında oyların rengini etkilemeye çalışırken, diğer zamanlarda daha çok ya toplumun bir isteğini ifade etmesine ya da ülke dışından algılanan bir etkiye tepki verilmesini amaçlar.

Özellikle uluslararası meselelerde, halkın fikir ve isteklerinin, devletin gücünü ve imkanlarını aşması durumunda, yapılan mitingler sadece halkın kendini teselli etmesine hizmet eder. Bu sebeple, miting ya da toplantı yapmak herhangi bir şeyi çözmeyebilir.

Ülkemizde uzun zamandır yapılan Kudüs mitingleri bunun güzel örneklerinden biridir. Siyasi ya da askeri olarak mevcut durumu değiştirmesi beklenmeyecek olan Türkiye halkının bir kesiminin, Kudüs konusunda duyarlılık göstermesi ve sokaklarda bunu haykırması, devlet politikalarını etkilemeyen ancak içinde bir rahatsızlık barındıran insanların bir nebze içlerini dökme ihtiyacını karşılayan etkinliklerdir.

Yakın tarihimizde, Osmanlı devrinde düzenlenen en büyük mitingin, Yunanların Girit adasını ilhakı üzerine 1866’da gerçekleştiğini ve neticede, ne adanın durumunda ne de devletin politikalarında bir değişime sebep olamadığını hatırlamak yeterli olacaktır.

Muhatap devletler, bizim kalabalıklarımızdan herhangi bir şekilde etkilenmiyorlar. Yukarıda bahsettiğim gibi, belki kendi devletimizin etkilenmesi mümkünse de, bunun da gidişatı değiştirmediği maalesef bir gerçekliktir. Devlet denen soyut varlık, hislerle ve kalabalıkların heyecanlarıyla yön değiştirmez, değiştirirse raydan çıkması muhtemeldir. En azından günümüz organize devletlerinde durum böyledir.

Mitingler ve gösteri yürüyüşleri elbette yapılabilir ama bunlardan dolayı birtakım beklentiler içine girmek, çoğu zaman yeni hayal kırıklıklarından başka bir sonuç getirmez. Bağırıp, çağırarak hatta birilerini övüp birilerine söverek, sadece heyecanlı ya da öfkeli kalabalıklar deşarj olur ve hayatlarına daha sakin devam ederler.

Elbette devletlerin, uluslararası arenada halklarının desteğinin arkalarında olduğu imajını vermek ve bunu bir koz olarak kullanmak gibi bir politikaları da olabilir. Bunun sağlamak için yarı sivil toplum kuruluşlarının organize edeceği miting veya toplantılar düzenleyebilirler. Neticede, algı az şey değildir.

Özelde Kudüs ve Mescidi Aksa’nın, genelde Filistin’in, mitinglerle özgürleşme ihtimalini, bildiğim kadarıyla o mitingleri düzenleyenler de beklemiyor. Maksatlarının bu konuda bir hassasiyet oluşmasını sağlamak olduğunu zannediyorum. Bu sebeple, sakin olmaya ve miting yapıldı diye sorunun çözüldüğünü zannetmeye ya da üzerimize düşeni yaptık havasına girmeye gerek olmadığını unutmayalım.

Aynı şekilde; bir başka İslam beldesi olan Suriye’de, Rusya ile birlikte katliamlar işleyen hatta cinayetleri Yahudi işgalinden çok daha fazla olan İran’ın ve çetelerinin, Kudüs davası iddialarının altında takiyeden başka bir şey olmadığını bilmek zorundayız. İnançlarında Kudüs’ün ve Mescidi Aksa’nın hiçbir kudsiyeti olmayanların, buraları dava edindiğine inanmak için gerçekten saflıktan daha ötesi gerekiyor.

Dolayısıyla, miting düzenlemek iyidir ama kimlerle yan yana ve omuz omuza olduğumuza da dikkat ederek düzenlemek gerekiyor. Sırtlanlar ve çakallarla sarmaş dolaş yol yürüyerek, kimsesiz bir ceylanın istiklal ve istikbalini kuramaz ve koruyamayız. Ki yapamadık da…

Neticede, niyetin ve gayenin doğru ve iyi olması yetmiyor; gidilen yolun, yanındaki yoldaşın, yoldaki yürüyüşün, yolun sonundaki hedefin, yolda atılan her bir sloganın ve yolun sonunda duruşun da doğru ve iyi olması gerekiyor.

05 Şubat 2020

Dengeyi korumak


Hayatın akışına ve olayların gidişatına, cüzi de olsa bir etkimiz ve katkımız var ya da öyle olduğuna inanıyoruz. Biz herhangi biri gibi, her şeyin bizim kontrolümüzde olduğunu, hayatın merkezinin avucumuzda olduğunu düşünmüyoruz.
Kendini ilahlaştırmak; her şeye güç yetirebileceğini zannetmek, olumlu ya da olumsuz etkileriyle dünyayı değiştirebileceğini düşünmek, hayat ya da ölümün kendi elinden olduğunu vehmetmek, Kadir-i Mutlak olan Allah(cc)’i unutup kendini çok fazla önemli ve değerli görmektir.
Tam aksi yani insan cinsini etkisiz eleman, varlığı anlamsız ve değersiz görmekte büyük bir fikir sapması olur.
Mesele, bu iki uç arasındaki dengeyi  kurmaktadır.
Bu denge, yalnız kişisel meselelerimizde değil, dünyevi ve uhrevi işlerimizde de doğru ile yanlışı, hak ile batılı karıştırmamızı sağlayan oldukça faydalı bir noktadır.
Bazılarımız keskin bıçak gibi yaşar, kimimiz de kör testere gibi, fakat aslolan yerine ve zamanına göre bu hallerden birine bürünebilmektir. Hatta bazen kimseyi incitmeyen bir kauçuk tokmak olmakta mümkün, tabi bir davulcunun eline geçmemek şartıyla; yoksa alem bizden ve gürültümüzden bizar olacaktır.
Davranışlarımızdan da önce hislerimizin dengeli kullanılması gerekiyor ki, başımız daha az ağrısın. Sakındığımız göze çöp batması; ataların irfanı kadar, kaderin bir cilvesidir. Tıpkı güvendiğimiz dağlara yağan karların beyazlığının içimizi karartması gibi…
Sakındıklarımızı dengeli sakınmak, güvendiklerimize dengeli güvenmek, sevdiklerimizi dengeli sevmek, nefret ettiklerimizden dengeli nefret etmek; bize ve onlara hayatı kolaylaştıracaktır.
Fıtrat denge üzerine kuruludur. Bir yana fazla yüklenmek dengeyi bozar. Bir koluna ağır bir poşet alan dengesiz yürür ve daha çok yorulur. Herhangi bir varlığı dengesiz tüketmek, dünyanın da dengesini bozar.
Dengesini kaybeden sendeler, toparlayamazsa serilir yerlere. Bütün bu süreç aslında muhteşem bir nimettir. Allah(cc), acziyet ve zayıflığımızı gösterir bize ki; ayağımızı ona göre uzatalım, adımımızı ona göre atalım.
Sarsılmak nimettir, yıkılmak mihnet; denge nimettir, kaybetmek felaket…
Kişisel ve toplumsal felaketlerimizi de dengeli okumak ve anlamak en hayırlısı. Ne dünya bizim ettiklerimizden yıkılıyor, ısınıyor ya da kuruyor; ne de bütün bu felaketlerde bizim etkimiz yok deyip kenara çekilmemiz mümkün.
Ne kurtulanlar sağlam ve yeterli tedbir alarak hayatta kalır, ne de ölenler ecellerinden önce terk edebilirler dünyayı. Tedbirsiz adım atmak caiz olmazken, takdire boyun eğmeden ve hükme teslim olmadan da Müslüman olunmaz.
Baksanıza geriye bir dönüp; ne sağlam kaleler koruyabildi, ne kalın zırhlar, ecelin oku deldi geçti ciğerlerden. Ne yenilmez ordular aşabildi kaderin tahkimatını, ne cihangir sultanlar geçebildi cılız bir dereyi.
Deryalar aşan kaptanlar, sığ sularda boğuldu; yüzme bilmeyenler sellerden sağ kurtuldu.
Kimse ölümsüzlüğün sırrını bulamadı ve kimse yaşamanın sırrını bulup onunla yetinmedi.
Doğu ile batı, güney ile kuzey bir dengeyi sağlıyor.
Mü’min ile kafir, Müslüman ile münafık bir dengeyi sağlıyor.
Zalim ile mazlum, ensar ile muhacir bir dengeyi sağlıyor.
Ahmak ile akıllı, gafil ile uyanık bir dengeyi sağlıyor.
Akşam ile sabah, gece ile gündüz bir dengeyi sağlıyor.
Ölüm ile hayat, dünya ile ahiret bir dengeyi sağlıyor.
Baksana; dünyayı boşlukta bir dengede tutan Allah(cc), dünyanın içindeki her şeyin de dengesini sağlıyor. O’nun izni olmadan, kudretinin dışında kimse bu dengeyi değiştiremez.
Şimdi derin bir nefes alıp tekrar edeyim:
Allah(cc) her şeye kadirdir, her şeye!

29 Ocak 2020

Planlar ve Kudüs davamız



Hayat semboller ve işaretler üstüne bina edilir. Maddi ya da manevi bütün değerlerimiz birer semboldür aslında; varlığımızın, hayatiyetimizin, özgürlüğümüzün, fikir ve neslimizin devamının, dinimizin ve dünyamızın bekasının sembolleri ile yaşar ve o semboller uğrunda can verir gideriz bu alemden. En azından insanlık ve İslamlık onurunu taşıyanlar için bu böyledir.

Gerek bizim için manevi bir sembol oluşu, gerekse dünya siyasetinin kaçınılmaz, kadim ve müstakbel merkezi olması sebebiyle Kudüs, bir davanın sembolüdür. İslam dünyasının özgürlük meşalesi, şeytan ve askerlerine velhasıl bütün batıl güçlere başkaldırısının merkezidir.

Kudüs düşmüşse, siyaseten yenilmişiz demektir!

Kudüs düşmüşse, sahip olduğumuz her şey tehdit altında demektir.

Kudüs düşmüşse, geçmişimizin mirasını çiğnetmiş, geleceğimizin emanetini kaybetmişiz demektir.

Kudüs düşmüşse, dünya üzerindeki bekamız gerecekten büyük bir felakete muhatap demektir.

Kudüs semboldür…

Ve sandığımız ya da umum olarak öyle gördüğümüz gibi Kudüs, ne dün ya da önceki olaylar sırasında değil; Osmanlı orayı İngilizlere teslim etmek zorunda kaldığı ve İngiliz general elini kolunu sallayarak şehre girdiği gün düşmüştür.

İşte o gün bugündür, başımızı öne eğen bir yenilgi ile yeryüzünde sahip olduğumuz her şeyi korumakla meşgulüz, savunmadayız. Zira Kudüs düştükten sonra, elimizde kalan her şeyi almak isteyeceklerini ve bu yolun açıldığını biliriz.

Kudüs düştükten sonra; devletimiz gitti, rüzgarımız kesildi, umudumuz kırıldı.

Kudüs düştükten sonra; davamız yarım kaldı, neslimiz perişan oldu, dinimiz ve kültürümüz tarumar edildi.

Kudüs düştükten sonra, bir daha belimizi doğrultamadık!

Şimdi bu acı gerçekle yüzleşerek, hayata ve planlarımıza yeniden bakmak durumundayız. 

Allah(cc)’in dünyaya koyduğu kanunlar biz ve onlar için eşittir. Kim gayret eder, savaşır ve üstün gelirse yeryüzünde iktidar ve dolayısıyla Kudüs ona verilir.

Gerek Filistin’de gerekse sair İslam beldelerinde Kudüs’ün ve çevresinin işgali maalesef kabullenilmiş bir çaresizlik olarak karşımızda duruyor. Filistinliler, işgali sonlandırma güç ve yeteneğinin kendilerinde olmadığını fark ettiklerinden bu yana, gün be gün direniş saflarının seyrelmesi ve gerek madden gerekse manen gerilemeleri hızla devam ediyor.

Filistinlilerin çoğunluğu direniş olarak, orada var olmaya ve varlıklarını devam ettirmeye odaklanmış durumda. Defalarca denedikleri ve başarısız oldukları “intifada” ve benzeri kalkışmaların bir sonuç getirmediğini ve sonu olmayan bir yol olduğunu herkes gördü.

Kaybettikleri canlar ve işgal hapishanelerinde çürüyen yakınlarının acısı, zamanla işgal yarasının kabuk bağlamasına sebep oldu. Yeni nesil Filistinliler, -çok azı hariç- daha iyi bir hayat sürme, üretilen refahtan pay alma, daha çok yardım alma gibi meselelere kafa yoruyorlar.

Bundan 100 yıl önce, merkezi bir yönlendirme ile Yahudilerin başardığını, bu başıbozuk ve mağlubiyet ezikliğiyle Müslümanların başarması oldukça zor görünüyor.

Bu süreçte, Filistinli direniş örgütlerinin ne yapacağını kestirmek aşağı-yukarı mümkün: Gösteriler ve sloganlar üretecekler, halen yüreklerinde küllenmemiş bir kor taşıyan yiğitleri meydanlara çağıracaklar. Bu bir süre devam edecek ve sonra ön saftakiler, ya kurşunlarla ya da prangalarla durdurulacak ve geriden gelenler her zaman ve her yerde olduğu gibi azalacak ve bereketli bir ırmağın çölde kuruyuşu gibi kesilecekler…

Özellikle İran gibi ülkeler, destekledikleri ve desteklerini aldıkları örgütleri bugünlerde yeniden sahaya sürmek isteyecektir; nasıl olsa giden can kendilerinden değil ve akan kan da onların damarlarından çıkmayacak. Eksilen ümmetin kuvvetidir, onların değil.

Umarım Filistinli örgütler, kendilerine ve Kudüs’e bir fayda sağlamayacak “anlamsız işler” yerine, daha planlı ve kapsamlı bir direniş çözümüne yönelirler. Yeni bir nesle ve yeni bir direniş planına ihtiyacımız olduğu kesin. Yeni bir birliğe, kardeşliğe ihtiyacımız olduğu ortada.

Bunu anlamak için şu acı gerçeği de yazayım:

İşgalciler bugün Filistin’den herhangi bir bölgeyi, (bunu Gazze’de daha önce yaptılar) Müslümanların idaresine verseler, ertesi gün yaşanacak olan bir iç savaştır. Yaşandı da…
Mevcudiyeti ve istikbali hakkında fikir birliği etmeyen halkların özgürlük kavgasında galip gelmeleri muhaldir.

Neye ihtiyacımız olduğunu doğru tespit etmek ve önce onları yetiştirmek zorundayız. Faziletli alimler, yetenekli siyasetçiler, yiğit askerler ve vefalı bir halk; direniş ve özgürlüğün olmazsa olmaz temelleridir. Ve bunlar bizde öyle sandığımız kadar çok yok…

Kudüs’ü; sebeplerini yerine getirmeden, gökten bir el altın tepsi içinde bize sunmayacaktır. Allah(cc) bizi o sebeplerin yolcusu kılsın ve yaşarken Kudüs’ün özgürlüğünü, İslam’ın üstünlüğünü görmeyi nasip eylesin.

24 Ocak 2020

Demokrasi masalları



Dünyamız, -bize çok uzun zaman gibi gelen- bin yıllardır insanoğlunun yaşadığı ve kendi cinslerine de diğer mahlukata da her nevi zararı verip, tahribatı marifet bildiği dönemler geçirdi. Devirler döndü, devran değişti ama değişmeyen bir tek insan kaldı.

İnsan, kendini ilah bilip hükmünü diğer insanlara ve canlılara dayattığı zaman, ondan daha tehlikelisi olmadı. Yaktı, yıktı…

Otorite ve gücünün sarsılma ihtimaliyle çılgına dönen tiranlar ve azgın halklar, genelde zorla ama bazen de manipülasyonlarla insanlara hükmetmeye devam ettiler.

Allah(cc)’in insanlar için hüküm ferma kıldığı yaşam tarzı ve hayat düzeni, bu tipler tarafından kesin ve mutlak olarak reddedildi. Zira onda, ilahlaşan insanlar ve insanlar başta olmak üzere, tüm canlılara zulmeden bir anlayışa izin ve yer yoktu.

Bu minvalde emperyalist düzenler ve milletler oluştu. Günümüze kadar devam eden bu sistemlerin kurbanları hep, güçsüz ve ezilen milletlerin halkları oldu. Toprakları ve zenginlikleri ellerinden alınan, nesilleri ve gelecekleri çalınan birçok millet, sömürgecilere sevdalansa da, sürekli ve düzenli bir verim elde etmek isteyen emperyalistler, psikolojik olarak fertleri, sosyolojik olarak toplumları, kendilerine bağımlı, boyun eğmiş ve hatta sadakat ve minnetle hizmetten zevk alan köleler haline getirmek için, gerçek dışı birtakım manipülasyonları kullandılar.

Emperyalist ve kapitalist efendilerin, dünya halklarına uyguladıkları en yaygın ve makbul manipülasyon yöntemi olarak karşımıza demokrasi çıktı. Kendi yöneticilerini seçtiğini ve istediğinde onları değiştirebildiğini zanneden kitleler, içinde bulundukları halle mutlu oldular, olası rahatsızlıklarını da demokrasi içinde nasıl olsa çözeceklerine inanarak yaşayıp gittiler.

Bu minvalde; demokratik ülke örneklerinden, Avustralya, Yeni Zelanda ya da Kanada gibi bazılarının, aslında birer İngiliz sömürgesi olduğu ve ülkelerinde bulunan sömürge valisi onaylamadan herhangi bir kanun çıkaramadıkları gibi, hükümetlerini de vali onaylamadan göreve başlatamıyor oluşları bile, bu büyük ve makbul manipülasyon içinde eridi gitti.

Batılıların monarşik demokrasileri ile doğunun demokratik diktaları gayet güzel anlaşabildiler. Demokrasinin polisi Abd ile kraliyetin en ağır şekilde uygulandığı Suud rejiminin gayet mutlu ve mesut bir ortaklığının oluşu da demokratik masalların büyüsünü bozamadı.

Gerekli gördüğü toprakları işgal eden, gerekli gördüğü silahları sivil halk üzerinde denemekten utanmayan ama belirli aralıklara güya seçim yaparak başkanlarını seçen Rusya gibi devletler bile demokratik kabul edildi.

İşgalle kurulduğu günden beri, yerli halkı sürgün eden, öldüren ve topraklarını, ağaçlarını yakıp yıkan İsrail rejimi de oldukça demokratik tabii ki!

Halkının yarısını mülteci olmaya zorlayan, yüz binlercesini katleden, işkence ve kötü muamele kelimelerinin basit kaldığı bir düzen kuran ve emperyalistlerin himayesinde devam ettiren Suriye’nin Baas rejimi de sonuçta seçimle gelmiş bir başkan tarafından yönetilen demokrasi.

İslam dünyasının her yerinde fitne ateşleri yakan, savaşlar çıkartan ve nihayetinde ana hedefi Pers emperyalizmi olan, İslam ile süslenmiş İran rejimi de demokratik baya. Seçimler yapılıyor, insanlar özgürce oy veriyorlar ya, daha ne istiyorsunuz?

İşin aslı, demokrasi ya da şeriat, monarşi ya da mutlakiyet; insanların asıl derdi yönetim şekli değil, refah ve adalet dengesinin kurulmuş olmasından ibaret, adına ne dendiğine kimse bakmıyor, üzerinde kafa da yormuyor.

Bütün halkın memnun ve mesrur olacağı bir yönetim şekli yoktur. Ancak bütün halkın elindekilerle yetindiği, hakkını elde ettiğine inandığı ve hukuk sistemine güvendiği sistemler vardır.

Kendinden olana farklı, diğerlerine farklı bir adalet sistemi olamaz, olsa da adı adalet olmaz. İşte sadece bu yüzden bile demokrasi uzun bir masalın adıdır.

Allah(cc) ile kulları arasında engel olan tüm şahıs ve yapıları ortadan kaldırmak gibi ulvi bir maksat, emperyalist hedeflerle yan yana gelemez.

Yeryüzünde adaleti tesis etmek için gereken her şeyi yapmak, gerektiğinde dünyanın bir diğer ucuna gitmek ya da ordular göndermekle; sömürgecilik ve işgal için aynı yollardan geçmek asla aynı olmaz, olamaz.

Birinde özgürlük ve haklar teminat altına alınırken, diğerinde yok sayılır. Birinde halkın diline, dinine, ırkına/nesline, aklına/fikrine ve malına kesinlikle dokunulmazken, diğerinde bunlar ayaklar altına alınır.

Batının gücü demokrasi masalından değil zenginliğinden geliyor, doğunun ezikliği de fakirlikten. Krallarının önünde saygıyla eğilen zengin Japonlar gayet medeni iken, kabile reisine sadakatle bağlı olan fakir Afrikalılar geri kalmıştır!

Yazı burada bitmek durumunda, gazetede fazla yer kaplamamalı ama demokrasi masalı devam ediyor, bütün hayatımızı kaplayarak hem de…

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...