06 Mayıs 2016

Kudüs Fedaisi Sultan

Süleyman Şah oğlu Kılıçarslan, doğum tarihi bilinmemekle birlikte öyle bir ömür sürdüki ölümüyle bir fetret devri başladı, yokluğunun felaketi ile varlığının nimeti anlaşilır oldu.

1093 yılında İznik'te tahta çiktiginda herkes onun için en değerli şeyin saltanat ve taht olduğunu sanıyordu. Babasının ölümünden 7 yıl sonra tahta kavuşmuş olması ve gençliği onun ilk önceliginin tahtı olacağı zannına sebep oluyordu. Tahta çıktığı ilk yıllarda devletinin birliğini kurmaya ve Bizans ile ilişkilerini iyi tutmaya çalistiysa da tarihin en iğrenç sayfalarının yazılmasına sebep olan Haçlı Seferleri'nin başlaması ve ilk haçlı çapulcularinin Anadolu'ya yani Anadolu Selçuklu Devleti topraklarına girmesiyle herşey bir daha geri dönmemek üzere değişti.

Tarih, bir kez daha kan ile akan bir nehir olmuş ve ancak bu nehirde yüzmeyi başaranların var olabildiği korkunç dönemler başlamıştı. Bizans'ın başindan defetmek için Anadolu'ya geçirdiği haçlı çapulcular köyleri yağmalamaya, canlara kıymaya ve bir çekirge sürüsü gibi geçtikleri yeri kurutmaya başladılar. Hatta Kılıçarslan'ın başkenti İznik yakınlarına kadar ilerleyip köyleri talan ettiler.

1096 yılı sonbaharında ilk ciddi karşilaşmalarında Kılıçarslan, haçlı ordusunu aşağılayıcı bir mağlubiyetle yendi ve karargahlarını ele geçirdi. Daha sonra Malatya bölgesindeki keşişlerin hakimiyetine son vermek için sefere çikan Kılıçarslan yeni bir haçlı sürüsünün Anadolu'ya geçtiği haberi üzerine kuşatmayı kaldırıp İznik'e dönmek zorunda kalmıştı ve bir daha da doğuya sefere çıkamadı zaten. Zira haçlı sürülerinin ardı-arkası kesilmek bilmedi.

Malatya-İznik arasındaki mesafeyi ordusuyla bir ayda aşan Kılıçarslan başkente geldiğinde şehir sayısı belirsiz bir sürü tarafından muhasaraya alınmıştı. Sultan'ın yorgun ordusu ile denediği yarma harekatları başarısız olunca çaresiz şehir teslim edildi, hatta ailesi esir düştü.

Sultan Kılıçarslan bir kez daha Eskişehir ovasında elinde kalan süvari birlikleri ile haçlılara saldırdıysa da başarılı olamadı ve ordusunu yıpratmamak için geri çekildi.

Bundan sonra tarihi bir kararla düzenli ordusunu dağıttı ve küçük parçalara ayırdı. Her grubun başina güvendiği komutanlarını tayin etti ve bir vur-kaç savaşi başlattı. Bazı gruplar haçlı sürülerinin önüne geçtiler ve daha onlar ulaşmadan geçecekleri güzergahtaki insan ve hayvan gıdalarını yok ettiler. O bölgelerde yaşayan halkı uzaklaştırdılar.

Sultan Kılıçarslan'ın da başlarında bulunduğu diğer bir çok grup ise haçlı sürülerini yol boyunca gölge gibi takip ettiler ve mümkün her yolda, vadide, dağlarda ve ovalarda ani baskınlar ve saldırılarla verebilecekleri en çok zararı verdiler.

Haçlı çapulculari bu baskıya pek fazla dayanamadı, ne uykuları ne yiyecekleri düzenli değildi. Her an bir yerlerden bir Selçuklu müfrezesi çikabiliyor ve onlara yemeği, suyu ve hayatı zehir ediyorlardı.

Yıllar birbirini kovaladı ve Anadolu Selçuklu Sultanı 1. Kılıçarslan ne saltanat sürdü ne taht yüzü gördü ama haçlı sürülerine de Anadolu'yu zindan etmeyi başardı.

Avrupa topladığı haçı sürülerini Anadolu'ya sürüyordu ama Anadolu'da Kılıçarslan'ın yaktığı ateş onları tereyağı gibi eritiyordu. Bunlar arasında en meşhurlarından biri de bizzat Danimarka kralının oğlunun komutasındaki bir ordunun Akşehir civarında tamamen telef edilmesidir.

Haçlılar bu durum karşisında daha da kudurarak aynı anda değişik güzergahlardan sürüler yolladılarsa da Sultan, Kudüs yolunu onlara kapatmaya kararlı idi ve tarihi şaşirtan adımlar attı.

1101'de İtalyan, Fransız ve Almanların oluşturduğu ve diğer Avrupa milletlerinin de katkı sağladığı 3 farklı ordu Anadolu'ya yöneldi. Kılıçarslan bu defa onlardan bir adım öndeydi ve geçmeleri muhtemel güzergahta adeta taş üstünde taş bırakmadı. Ekinleri yaktı, kuyuları kapattı ve kapatamadıklarını da zehirledi. Otlakları dahi imha ederek haçlı sürülerini bitap düşürdü.

Sultan Kılıçarslan'ı yok etmeden Kudüs'e ulaşamayacaklarını çok iyi anlayan haçlı sürüleri farklı istikametlerden Sultan'a doğru ilerledilerse de yol boyu baskınlarla da iyice yıprandılar. Sonunda Merzifon'da karşilaşilan ilk haçlı sürüsü yok edildi. Ardından diğerleri ile Ereğli civarında savaşan Kılıçarslan ayrı ayrı bu iki orduyu da telef etti.

Haçlı sürülerini bertaraf eden Sultan Kılıçarslan, yeniden doğuya yöneldi ve Musul'a kadar bölgenin idaresini ele geçirdi ve hatta adına hutbe okuttu.

Bu durumu kabullenmeyen Selçuklu beyleri ordularıyla üzerine geldiler ve Habur Çayı kenarında karşılaştılar. Ona destek olan beylerin ordularıyla savaş alanını terketmeleri üzerine Sultan çayı geçerek savaş alanından uzaklaşmaya çalışırken sulara gömüldü. (13 temmuz 1107)

Bir efsane böylece son bulmuş oldu. Birkaç gün sonra kıyıya vuran cesedi bugün Silvan olarak bilinen Meyyafarikin'e götürüldü ve vali tarafından yaptırılan Kubbetu's-Sultan adı verilen türbeye defnedildi ise de bugün bu türbe yok olmuştur.

Tarihçiler olayları yazdılar, savaşları ve sonuçlarını yazdılar ama insanların hele de sultanların iç dünyalarını kimse bilemedi. Yazdıkları mektuplar ve şiirlerle duygularını yakalamaya çalıştığımız bu kahramanların gerçekte neler hissetmiş olabileceklerini ancak tahmin edebiliyoruz.

Zamanın ve olayların bir anda tarihin merkezine aldığı bu kudretli ve merhametli insanların da zaafları ve hataları olmuştu ki bunları da yazanlar hatta abartanlar elbette olmuştur ve olacaktır.

Ancak tarihe silinmeyecek izler bırakan ve adlarını unutulmazların arasına yazdıran bu kahraman sultanların bizler tarafından anlaşilmaları için yaşadıkları dönemi de iyi bilmek zorundayız. Dünyaya nasıl yön verdiklerini ve nasıl etkilediklerini görmek zorundayız.

Tüm Avrupa ordularının karşisında aciz kaldığı bir sultandan bahsediyoruz!

Tahtının dağlara kuran ve vadilerden kutlu seller gibi haçlı sürülerinin üstüne akıp onları boğan ve tarihin çöplügüne atan fedakar ve cefakar bir büyük kumandandan bahsediyoruz.

Yumuşak minderlerde değil taşlarda oturan ve kuştüyü yataklarda değil toprağa serili kilimlerde yatan ama Kudüs yolunu haçlı sürülerine kapatan bir mücahidden bahsediyoruz.

Genç bir sultandan bahsediyoruz, genç... Dünyaya ait istekleri, beklentileri olan ve sadece bir kerecik baş eğmesi ya da görmezden gelmesi karşilığında istediği saltanatı sürmesine izin verilecek olmasına rağmen boyun eğmek bilmeyen ve bir gerilla gibi direnen, direnişi fert fert askerlerinin ruhlarına işleyen ve onları birer Kudüs fedaisine dönüştüren ruh ve dirayete sahip bir liderden bahsediyoruz.

Biz geçmişten bugüne yollarımızı yaptıklarıyla açan bu muhterem insanlardan ancak güzellikleriyle bahsediyoruz. Zira sahip olduğumuz şuur bu yiğitlerin tırnaklarıyla kazdıkları topraklarda ve tarihten kopardıkları yapraklardadır.


Allah taksiratını affeylesin ve rahmetiyle muamele eylesin.

04 Mart 2016

Fetret Devri

Önce şunu bir kayda geçelim; bir hadisenin bizim tarafımızdan desteklenmesi ya da reddedilmesi için ana mihverimiz nihayetinde bir başarıya ulaşacak olması da hezimete uğrayacak olması da değil hak ya da batıl olmasıyla ilgili olmalıdır. Zayıfta olsa hakkı tutmak, güçlü de olsa batılı reddetmek ve karşı durmak İslami erdemin gereğidir.

Gelelim yaşadığımız dünyanın normallerine...

Herhangi bir batı ülkesi herhangi bir gerekçeyle bir doğu ülkesini işgal edebilir, sivil-asker ayırt etmeksizin bu işgale karşı çıkan herkesi terörist ilan edebilir ve insanlı yahut insansız hava araçlarıyla bir tür oyun oynar gibi insanları katledebilir ve bunun eleştirilmesi bir yana karşısında olmak zaten ‘terörist’lerle birlikte olmak gibi, onlara yardım ve yataklık etmek gibi ne idüğü belirsiz suçlamalarla muhatap olmak işten bile değildir.

Daha da açalım; Afganistan, Irak ve benzeri ülkeler işgal edilebilir, sadece işgal edilmekle kalınmaz yeraltı ve yerüstü zenginlikleri isteyerek yahut istemeyerek uzun vadeli, olası itirazları da yok edecek güya anlaşmalarla ele geçirilebilir. Bunlar müstekbir işgalciler pencerelerinden dünyaya bakanlar için gayet sıradan ve kabule mazhar durumlar olabilir.

Hiç yokken, ön hazırlıkları onyıllar süren bir yerleşme sonucu bir anda Filistin toprakları üzerindeki işgalci ingilizlerin gerekli ortamı sağlamaları ile bir yahudi devleti olarak İsrail ilan edilebilir ve bu ‘güya’ devlet her türlü katliam ve işgallerle kendine toprak üretip yayılarak bir anda dünyanın müteğallibe zalimleri gözünde gayet makbul bir devlete dönüşebilir.

***

İslam coğrafyasında geçen yüzyılda oluşturulan birtakım sınırlarla ilan edilen ve yönetilen devletlerin idarecileri halklarından mutlaka uzak, batılılara yakın olmuşlar ve hatta çoğunlukla zorla ve baskıyla ülkelerinde batılı birtakım yaşam tarzlarının kurulup korunmasını sağlamışlardır. Bir bakıma onları görevlendiren batılı efendilerine sadakatle hizmet etmişlerdir.

Birinci Dünya Savaşı sonrası işgal edilen islam coğrafyası, yerel kurtuluş hareketlerini de işgal eden batı işgalinden henüz kurtulmaya başaramamıştır. Ancak bir şekilde silahlı mücadele yolu ile işgalin askeri kısmını sonlandırabilen bazı ülkeler olmuştur. Bunların ilk örneği Türkiye olabilir. Daha sonra nasıl oluştuğuna dair bu topraklarda yaşayanların hiçbir fikrinin olmadığı sınırlar çizilmiş ve devletler bir anda yerden ot biter gibi oluşmuşlardır.

Asgari insan hakları vesair hususlardan bahseden herkesin mutlak olarak kabul etmesi gereken gerçek şudur ki; işgalcinin başarılı olması ve yenilememesi asla ve kat’a onun işgalinin haklılığı gibi bir sonuç doğurmaz, doğurmamalıdır.

Bu durum Afganistan ve Irak işgalleri için de sözkonusudur. Her ne kadar yalan oldukları aşikar olsa da buldukları bütün bahanelere  rağmen batılı müstekbir ve zorbaların bu işgallerini hiç kimse hiçbir sebeple mazur ve makbul göremez, gösteremez. Nihayetinde sebebi ne olursa olsun bunlar işgaldirler ve bunu yapanlar da işgalcidirler. Onların bu işgal ettikleri ülkelerdeki uyguladıkları zulüm ve baskıların tamamı ise onları hem insanlık önünde hem de tarihte aşağılanmaya mahkum edecektir.

Suriye meselesine gelince; bu ülke de yine Birinci Dünya Savaşı sonrasında 1946’ya kadar sürecek olan Fransız hakimiyetine geçecek ancak diğer avrupalı işgalciler gibi Fransa buradan da çekilerek bağımsızlık ‘hediye’ edilecektir. 1963 yılından beri hep iktidarda olan Baas Partisi ve 1970’de iktidara gelen onun doğal lideri Hafız Esed, ülkenin azınlıklarından olan Nusayriliği esas alan yaklaşımları sebebiyle ülkede bulunan ve nüfusun çoğunluğunu oluşturan ‘sünni’ kesim üzerindeki baskılarla ve göstermelik birtakım seçimlerle saltanatlarını devam ettirmişlerdir. Hafız Esed iktidarda bulunduğu 1970-2000 yılları arasında değişik zamanlarda uyguladığı özel yöntemlerle olası bir muhalefeti daha doğmadan yok etmiştir.

Yok etmek tabiri lafın gelişi değil vakıanın kendisidir. Bunun en bariz örneği ise 1982 yılı şubat ayında yaşanan Hama katliamı olmuştur. Ülkedeki yegane muhalefet olarak teşkilatlanabilen Müslüman Kardeşler’in Hama merkezli ayaklanmaları bu katliamla bastırılmıştı. Şubat ayı boyunca şehri bombardımana tabi tutan Hafız Esed halen kesin sayısını kimsenin bilmediği ama ortalama 40 bin olarak tahmin edilen can kayıplarına sebep olmuştu.

Bundan sonrası Suriye müslümanları için korku ve baskı dolu yıllardır. Gözaltında ölümler ve kayıplar sıradan vakalar olmuş ve ülkenin her yanına, her köşesine Esed’in ajanları yayılarak en ufak bir işaret sebebiyle olası ‘terörist’ ilan edilen insanlar yok edilmişlerdir.

2011 yılına gelindiğinde 2000 yılında ölen babasının yerine geçen oğul Esed, Arap Baharı’nın ülkesinde esen rüzgarlarını olabilecek en katı yöntemlerle bastırmaktan çekinmemiştir. O günden bugüne kadar ise sayıları yine net olarak bilinmese de en iyimser tahminlerle 300 bin insan hayatını kaybetmiş ve geçmişte yaşanan tecrübeler sebebiyle katliam korkusu yaşayan halk çevre ülkelere iltica etmekten başak bir yol bulamamışlardır.

Halen hemen her gün yüzlerce insanın can verdiği ve Baas militanlarının fırsat bulduklarında toplu katliamlar yaptıkları haberleri gelmeye devam etmektedir. Suriye halkı Baas ve onun başlarına bela ettiği Esed zulmüne karşı bir kurtuluş savaşı vermektedirler.

Ama muhalifler şunu yaptılar ama muhalifler de bunu yapmasaydılar gibi sığ ve vicdani bakıştan mahrum yaklaşımlar sebebiyle ve dünya müstekbirlerinin de desteği ile Baas canavarı Esed ve avanesi katliamlarına devam ediyorlar. Doğal müttefikleri Rusya ve İran bu savaşta da Esed’in yine en büyük destekçileri olarak yer alıyorlar.

Batılı zalimlerle onların ortağı İsrail’in gitmesini istemediği Esed yönetimi, kendi halkına uyguladığı baskı ve zulümlerle batılı efendilerini hiç aratmazken, yaşanan işkence ve katliamlarda onları geçebilecek kabiliyette olduğunu da göstermiştir.

***

Yaşadığımız dönem özelikle hilafetin ilga edilmiş olması ve müslümanların gerek yabancı işgalciler gerekse yerli hizmetkarları eliyle emniyetten mahrum ve adaletten uzak bir hayat yaşamaya mahkum edilmeleri sebebiyle tam bir ‘Fetret Devri’dir. Tarihimizdeki meşhur fetret devirlerinden olan Moğol istilasındakine benzer ve maalesef çağdaş/ medeni batının elinde bulundurduğu kitle imha silahları sebebiyle çok daha kanlı ve yıkıcı bir devir.

Bütün bunların üstüne bir de müslümanların olanları değerlendirmedeki tuhaf ve anlaşılmaz tavırları var ki evlere şenlik! Gerek Suriye halkının gerekse onların durumuna düşürülen tüm halkların zulüm ve işkencelerden kurtulmak için isyan etmeye ve gerektiğinde silaha sarılmaya elbette hakkı vardır ve olmalıdır. Bazı müslümanların kendi rahatlarını bozma ihtimaliyle bu gibi hareketlere soğuk bakmaları onların sorunudur. Zira Allah zulmedenlerin yıkılmasını istemektedir(Şuara 227) ve bunu dünyalık sebeplere bağlamıştır. O sebeplere sarılıp akıbeti Allah’tan beklemek en doğal İslami duruştur.

Gerek  İslam hukuku gerekse İslam tarihi bu gibi durumlarda müslümanların nasıl hareket etmeleri gerektiği konusunu belirlemiştir. Konunun bu kısmı ayrı bir derleme olarak ele alınması gerektiğinden sadece özetlemekle yetinelim.

İslam, idarecilerin zulümlerine sessiz kalmayı onları zımnen desteklemek olarak kabul eder ve zalimlere payanda olanlara dünyada zulüm ateşini ahirette cehennem ateşini vadeder.

Müslüman da olsa bir idarecinin İslam’a aykırı emir ve yasaklarına uyulmasını kesinlikle yasaklar.

Gayri müslimler tarafından işgal edilen herhangi bir islam toprağının kurtarılmasını farz kılar. Öyle ki o beldede yaşayan müslümanların buna güçleri yetmemesi durumunda dalga dalga en yakınlarından başlayarak bu farizayı tüm ümmete yayar.

Bir tek müslüman kadının dünyanın en batısında kafirler tarafından esir edilmesi durumunda daha o zalimler kadını kendi kalelerinden içeriye sokmadan dünyanın en doğusundaki müslümana o kadını kurtarmayı vazife kılar.

Bir İslam beldesinde, dinin herhangi bir hükmünün reddedilmesi ya da uygulamasının ortadan kaldırılması durumunu savaş sebebi sayar.

Bu örnekleri çoğaltmak mümkün, ne ki kalbinde vehn yerleştirilenler olarak bizim bunları idrak etmemiz için bolca kavli ve fiili duaya ihtiyacımız var. Bu tavır ve duruşlar ne fevri ne de radikal yaklaşımlardır. Aksine örnekleri Nebi(sas) ve ashabında görülen, daha sonraki devirlerde fıkhi olarakta ortaya konulan İslam’ın öngördüğü hayatın temelleridir.

Bu din gölgesi altında yaşayan insanlara, ‘akıl, mal, can, nesil ve din’ emniyetlerinin sağlanmasını emreder ve bunlardan birisini kaybeden kişiye kendini savunmak ve hakkını almak için mücadele etme hakkı verir. Bu amelin adı ise cihaddır.

Cihad, Allah’ın kelimesinin/hükmünün yüceltilmesi için verilen savaşın adıdır. Allah’ın kelimesi ise yukarıda örneklendirdiğimiz temelleri bize emreder.

Toprakları işgal edilen, onur ve haysiyetleri sokak ortasında kirletilen, bebeklerine varıncaya kadar katledilen, boyun eğmekle ölmek yahut sürgün edilmek gibi her biri kendi çapınca ayrı bir zillet olan hallerden bir hale razı olmayıp ayaklanan, direnen ve ölen bir halk her türlü destek ve yardımı hak etmektedir! Yaptıkları iş tüm komplo teorilerinden bağımsız olarak cihaddır.

Ayaklanmanın nasıl başladığı üzerinden komplo teorileri üreterek güya kullanıldıklarına karar verenlerin bu herşeylerini kaybeden halktan dilemeleri gereken özür kelimelerle olamayacaktır. Hiçbir plan ya da sonucu bu yaşananlarda Suriye halkının ve destekçilerinin suçlanmasını haklı kılmaz. Arap baharının tamamen batılı bir proje olduğunu varsaysak bile bu hakların elde etmek için ortaya çıktıkları hemen her hak ve hürriyet Allah’ın onlara verdiği ve ellerinden alındığında uğrunda savaşmalarınz izin verdiği şeylerdir. (Hacc 39-40-41)

İslam fıkhı açısından cihadın hükmü ve gerekçeleri bellidir. Bu amelin yerine getirilmesinin başkalarının işine yarayacak olması onun Allah katında müslümanlar indinde hükmünü değiştirmez. Elbette müslümanlar akıllı ve siyasi hareket ederler ve elbette zafere yönelir ve onu elde etmek için gayret ederler.

Anadolu müslümanları geçen yüzyılın başında yaşadıklarını maalesef unutmuş görünüyorlar. Oysa bugün Suriye’de yaşananlara ne kadar da benziyor. Azıcık tarih bilgisi ile, o zor zamanlarda hangi sebeplerle ayaklanılmış ve kimlerden nasıl destekler alınmış hatırlamak umarım zihinleri açar. Kısacası zalimlerin zulümde birbirlerine yardımları kadar hatta daha fazla mazlumlar zulmün defedilmesi için yardımlaşmak zorundadır.

İnsanlık onuruna sahip herkesin Suriye halkının hiç değilse aleyhinde olmamak gibi bir ödevi vardır.

Şam’ın kahraman evlatlarına Allah’tan yardım ve zafer diliyorum!..

11 Şubat 2016

1. Kılıçarslan, Kudüs Fedaisi Sultan

Süleyman Şah oğlu Kılıçarslan, doğum tarihi bilinmemekle birlikte öyle bir ömür sürdüki ölümüyle bir fetret devri başladı, yokluğunun felaketi ile varlığının nimeti anlaşilır oldu.

1093 yılında İznik'te tahta çiktiginda herkes onun için en değerli şeyin saltanat ve taht olduğunu sanıyordu. Babasının ölümünden 7 yıl sonra tahta kavuşmuş olması ve gençliği onun ilk önceliginin tahtı olacağı zannına sebep oluyordu. Tahta çiktigi ilk yıllarda devletinin birliğini kurmaya ve Bizans ile ilişkilerini iyi tutmaya çalistiysa da tarihin en iğrenç sayfalarının yazılmasına sebep olan Haçlı Seferleri'nin başlaması ve ilk haçlı çapulcularinin Anadolu'ya yani Anadolu Selçuklu Devleti topraklarına girmesiyle herşey bir daha geri dönmemek üzere değişti.

Tarih, bir kez daha kan ile akan bir nehir olmuş ve ancak bu nehirde yüzmeyi başaranların var olabildiği korkunç dönemler başlamıştı. Bizans'ın başindan defetmek için Anadolu'ya geçirdiği haçlı çapulcular köyleri yağmalamaya, canlara kıymaya ve bir çekirge sürüsü gibi geçtükleri yeri kurutmaya başladılar. Hatta Kılıçarslan'ın başkentii İznik yakınlarına kadar ilerleyip köyleri talan ettiler.

1096 yılı sonbaharında ilk ciddi karşilaşmalarında Kılıçarslan, haçlı ordusunu aşağılayıcı bir mağlubiyetle yendi ve karargahlarını ele geçirdi. Daha sonra Malatya bölgesindeki keşişlerin hakimiyetine son vermek için sefere çikan Kılıçarslan yeni bir haçlı sürüsünün Anadolu'ya geçtiği haberi üzerine kuşatmayı kaldırıp İznik'e dönmek zorunda kalmıştı ve bir daha da doğuya sefere çikamadi zaten. Zira haçlı sürülerinin ardı-arkası kesilmek bilmedi.

Malatya-İznik arasındaki mesafeyi ordusuyla bir ayda aşan Kılıçarslan başkente geldiğinde şehir sayısı belirsiz bir sürü tarafından muhasaraya alınmıştı. Sultan'ın yorgun ordusu ile denediği yarma harekatları başarısız olunca çaresiz şehir teslim edildi, hatta ailesi esir düştü.

Sultan Kılıçarslan bir kez daha Eskişehir ovasında elinde kalan süvari birlikleri ile haçlılara saldırdıysa da başarılı olamadı ve ordusunu yıpratmamak için geri çekildi.

Bundan sonra tarihi bir kararla düzenli ordusunu dağıttı ve küçük parçalara ayırdı. Her grubun başina güvendiği komutanlarını tayin etti ve bir vur-kaç savaşi başlattı. Bazı gruplar haçlı sürülerinin önüne geçtiler ve daha onlar ulaşmadan geçecekleri güzergahtaki insan ve hayvan gıdalarını yok ettiler. O bölgelerde yaşayan halkı uzaklaştırdılar.

Sultan Kılıçarslan'ın da başlarında bulunduğu diğer bir çok grup ise haçlı sürülerini yol boyunca gölge gibi takip ettiler ve mümkün her yolda, vadide, dağlarda ve ovalarda ani baskınlar ve saldırılarla verebilecekleri en çok zararı verdiler.

Haçlı çapulculari bu baskıya pek fazla dayanamadı, ne uykuları ne yiyecekleri düzenli değildi. Her an bir yerlerden bir Selçuklu müfrezesi çikabiliyor ve onlara yemeği, suyu ve hayatı zehir ediyorlardı.

Yıllar birbirini kovaladı ve Anadolu Selçuklu Sultanı 1. Kılıçarslan ne saltanat sürdü ne taht yüzü gördü ama haçlı sürülerine de Anadolu'yu zindan etmeyi başardı.

Avrupa topladığı haçı sürülerini Anadolu'ya sürüyordu ama Anadolu'da Kılıçarslan'ın yaktığı ateş onları tereyağı gibi eritiyordu. Bunlar arasında en meşhurlarından biri de bizzat Danimarka kralının oğlunun komutasındaki bir ordunun Akşehir civarında tamamen telef edilmesidir.

Haçlılar bu durum karşisında daha da kudurarak aynı anda değişik güzergahlardan sürüler yolladılarsa da Sultan, Kudüs yolunu onlara kapatmaya kararlı idi ve tarihi şaşirtan adımlar attı.

1101'de İtalyan, Fransız ve Almanların oluşturduğu ve diğer Avrupa milletlerinin de katkı sağladığı 3 farklı ordu Anadolu'ya yöneldi. Kılıçarslan bu defa onlardan bir adım öndeydi ve geçmeleri muhtemel güzergahta adeta taş üstünde taş bırakmadı. Ekinleri yaktı, kuyuları kapattı ve kapatamadıklarını da zehirledi. Otlakları dahi imha ederek haçlı sürülerini bitap düşürdü.

Sultan Kılıçarslan'ı yok etmeden Kudüs'e ulaşamayacaklarını çok iyi anlayan haçlı sürüleri farklı istikametlerden Sultan'a doğru ilerledilerse de yol boyu baskınlarla da iyice yıprandılar. Sonunda Merzifon'da karşilaşilan ilk haçlı sürüsü yok edildi. Ardından diğerleri ile Ereğli civarında savaşan Kılıçarslan ayrı ayrı bu iki orduyu da telef etti.

Haçlı sürülerini bertaraf eden Sultan Kılıçarslan, yeniden doğuya yöneldi ve Musul'a kadar bölgenin idaresini ele geçirdi ve hatta adına hutbe okuttu.

Bu durumu kabullenmeyen Selçuklu beyleri ordularıyla üzerine geldiler ve Habur Çayi kenarında karşilaştılar. Ona destek olan beylerin ordularıyla savaş alanını terketmeleri üzerine Sultan çayi geçerek savaş alanından uzaklaşmaya çalisirken sulara gömüldü. (13 temmuz 1107)

Bir efsane böylece son bulmuş oldu. Birkaç gün sonra kıyıya vuran cesedi bugün Silvan olarak bilinen Meyyafarikin'e götürüldü ve vali tarafından yaptırılan Kubbetu's-Sultan adı verilen türbeye defnedildi ise de bugün bu türbe yok olmuştur.

Tarihçiler olayları yazdılar, savaşları ve sonuçlarını yazdılar ama insanların hele de sultanların iç dünyalarını kimse bilemedi. Yazdıkları mektuplar ve şiirlerle duygularını yakalamaya çalistigimiz bu kahramanların gerçekte neler hissetmiş olabileceklerini ancak tahmin edebiliyoruz.

Zamanın ve olayların bir anda tarihin merkezine aldığı bu kudretli ve merhametli insanların da zaafları ve hataları olmuştu ki bunları da yazanlar hatta abartanlar elbette olmuştur ve olacaktır.

Ancak tarihe silinmeyecek izler bırakan ve adlarını unutulmazların arasına yazdıran bu kahraman sultanların bizler tarafından anlaşilmaları için yaşadıkları dönemi de iyi bilmek zorundayız. Dünyaya nasıl yön verdiklerini ve nasıl etkilediklerini görmek zorundayız.
Tüm Avrupa ordularının karşisında aciz kaldığı bir sultandan bahsediyoruz!

Tahtının dağlara kuran ve vadilerden kutlu seller gibi haçlı sürülerinin üstüne akıp onları boğan ve tarihin çöplügüne atan fedakar ve cefakar bir büyük kumandandan bahsediyoruz.

Yumuşak minderlerde değil taşlarda oturan ve kuştüyü yataklarda değil toprağa serili kilimlerde yatan ama Kudüs yolunu haçlı sürülerine kapatan bir mücahidden bahsediyoruz.

Genç bir sultandan bahsediyoruz, genç... Dünyaya ait istekleri, beklentileri olan ve sadece bir kerecik baş eğmesi ya da görmezden gelmesi karşilığında istediği saltanatı sürmesine izin verilecek olmasına rağmen boyun eğmek bilmeyen ve bir gerilla gibi direnen, direnişi fert fert askerlerinin ruhlarına işleyen ve onları birer Kudüs fedaisine dönüştüren ruh ve dirayete sahip bir liderden bahsediyoruz.

Biz geçmişten bugüne yollarımızı yaptıklarıyla açan bu muhterem insanlardan ancak güzellikleriyle bahsediyoruz. Zira sahip olduğumuz şuur bu yiğitlerin tırnaklarıyla kazdıkları topraklarda ve tarihten kopardıkları yapraklardadır.


Allah taksiratını affeylesin ve rahmetiyle muamele eylesin.

22 Aralık 2015

İslam’ın yitik çocuğu

Çelimsiz denilebilecek kadar zayıf bir adamdı, boynu bükük ve sesi titrekti hemen çoğu Bosnalı gibi... Zaten köse de olsa sakal ve bıyıkları metruştu. Bir başka muhabbet sırasında sormuştum bunu; ‘neden Bosnalılar hep tıraşlı’ diye de cevabımı almıştım.

‘Çünkü Sırplar sakallı!’

Sonra adını sormuştum, ‘Ramazan’ demişti. Heyecanla ne demek biliyor musun peki demiştim de ‘sadece adım’ ‘Ramazan’ ıslık gibi çınlamıştı kulağımda. Ramazan oruç tutmayı da bilmiyordu, Ramazan ayını da. Hatta namazdan da bihaber idi.

‘Neden öldürüyorlar ki sizi’ gibi saçma bir soru daha sormuştum o karmaşık kafayla.. Ramazan mazlum ve çaresiz ses tonuyla ıslıkladı yine:

‘Türk olduğumuz için!’

Sırplar, Boşnakları Türk oldukları için öldürüyorlardı. Türk onların gözünde müslüman demekti. Dünyanın bir başka bölgesinde başka zamanlarında hep birileri müslümanları öldürmek için bir sebep buluyordu nasılsa, burada Avrupa’nın ortasında neden bulamasınlardı bir sebep.

Osmanlı bakayası olmak Türk olmak için kafiydi Sırplara göre ve öldürülmeyi, hayır hayır soylarının kurutulmasını hak ediyordu bu Osmanlı kalıntıları(!).
Ramazan ile ve onun gibi birçok Bosnalı ile sohbet ettim. İçlerinde düzgün bir islami eğitim almış ve Sırpların bakışıyla yok edilmeyi hak edenler olduğu gibi, bira şişesini namazdan sonra devam etmek için devrilmeyeceği bir yere bırakmaya çalışanlara da rastladım.

Eksikleri, hatta haramları ve küfürleri ile Bosnalılar İslam’ın yitik bir çocuğu olarak kalmış, imparatorluk hatırası ciğerlerinden en ağır ameliyatlarla hem de narkozsuz kopartılmaya çalışılmış bir halk. Cahil bırakılmışlar, ezilmişler ve hep bir şekilde bir ucundan tutunup müslüman kalmışlar!

Sırplar adı da sadece müslüman kalsa müslüman bir halka katlanamayacak kadar gözü dönmüş katiller sürüsü.. Öyle hayvanca geldiler ki üstüne Bosna’nın, öyle acımasız öyle zalim bir hayvana rastlamamıştır vahşi ormanlar!

Hiçbir katil hayvan kurbanının onurunu çiğnemez zira, en fazlasını yapan yavrusuna avlanmaya öğretmek için bir kaç hamle yapmasına izin verir belki ama daha ötesi yok, siz hiç avına tecavüz eden hayvan duydunuz mu? Silahsız, tırnaksız hatta ve çaresizce boyunlarını ölüme uzatan mazlum bir halkın onuruna yapılan saldırılar tarihte eşine az rastlanır boyutlara ulaştı da aştı bile..


Ali çayı çok severdi, son yudumuna kadar karıştırmaya devam eder ve yanında da bir sigara yaktı mı dünyadan alınacak bütün keyfi almış bir genç adam olarak üflerdi dumanlarını... Az konuşurdu, edebiyle meşhurdu, kem söz ya da kem davranış görmedik biz ondan. Tertemiz yüzü ve köse sakallarıyla Bosnalılara çok benzerdi. Bu temiz yiğidi Allah Bosna’da şehid olarak aldı.

--------------

Kara Kuğular romantizmden önce Bosna’nın kurtuluş savaşının türküsünü yazdılar. Sırp canilerine hak ettikleri dersler adım adım verildi ve nihayetinde Bosna toprakları bir kere daha Allah için, mazlum ve mağdur bir halk için; beli bükük ihtiyarlar, ğadre uğramış kadınlar ve aciz çocuklar için cihad ile tanıştı, şehid kanı ilebir kere daha bim kere daha yüzbin kere daha yoğruldu.

İslam’ın hilali yıkılmadı Bosna’da!

Batı savaşın seyrinin müslümanlar lehine meyletmesi ile derhal müdahil oldu tabii ki ve durdurdu savaşı ardından Aliya’nın ‘zehir içmekten’ zor anlaşmayı imzalamasıyla bir devir daha tarih oldu.

Bugün hala toplu mezarlar bulunmaya devam eden Bosna büyük bir kabristana dönüştü. Savaştan sonraki savaş devam ediyor Bosna’nın sokaklarında ve odalarında!
Savaştan çok uzun yıllar sonra yolum Belgrad’a düşmüştü. Karmaşık trafiği ve hep bir Sırp ülkesinde bulunmanın verdiği soğuklukla tedirginliği iliklerimize kadar hissetmiştik. Sonra Belgrad’ın ortasında olduğunu tahmin ettiğimiz genişçe bir yol kavşağının ortasında ilginç bir tabela gördüm. Mostar yazıyordu ve bir ok işareti ile yön gösteriyordu. Bildiğimiz alışık olduğumuz türden bir trafik tabelası yani. Mostar buralara yakın olmasa gerekti, bir an beynimde haritalar uçuştu ve Mostar’dan önce Saraybosna’nın geldiğini düşündüm. Arada kimbilir daha kaç şehir vardı ama Sırplar Belgrad’ın ortasına sadece ve yalnız başına bir Mostar tabelası koymuşlardı. Hem de 400 km mesafeye rağmen. İçlerinde uhde olarak kaldığı anlaşılıyordu. Mostar’da islam’ın hilalini kıramamış olmalarının hıncını taşıdıklarını ve nesillerine bunu empoze ettiklerini anlıyoruz.

Yaşanan katliamlar unutulmayacak, tarih müslümanları hep unuttu ama biz unutmayacağız. Unutulan tekrarlanıyor çünkü! 20 yıl önce Bosna’da yaşananlar bugün Suriye’de tekrarlanıyorsa unutmuş olduğumuzdan olabilir mi?

Bosna, İslam’ın yitik çocuğu, yaralılarının kanları ve ölülerinin kemikleri hiç bitmeyecek ülke. Bütün gürültülere ve eğlencelere rağmen bastırılamayan bir vicdanın sesini galeyana getiren mahzun yürekler ülkesi. Çocukları ve kadınları ve yaşlıları ve zayıf bırakılmış erkekleri ve açlıktan kemikleri sayılan cesetleri ile Bosna.

Aliya’nın ülkesi...

İslam’ın 20. Asırda yetiştirdiği müstesna fikir ve hareket adamı Aliya İzzetbegoviç. Hayatının sonuna kadar halkının İslam üzere kalması ve adaletten ayrılmaması uğruna mücadeleye devam eden yiğit adam.
Uzun tariflere ihtiyacımız yok:

Esaret zamanlarında bilinçlendirme ve hürriyet sevdasının bayraktarlığı, savaş zamanında ordu komutanlığı ve kurtuluşun liderliği Aliya’da vücut bulmuştu. Tarih bize onu ve onun gibi yiğitleri çok anlattı ne ki her devirde hemen her coğrafyamızda benzerlerine çokça ihtiyaç duyduğumuz gün gibi aşikar.

Allah, Bosna’ya rahmet eylesin!

Allah, Bosna’nın yiğit lideri Aliya’ya rahmet eylesin!

Allah, Bosna’nın şehitlerine rahmet eylesin...

02 Eylül 2015

Bana siyahı anlat



Mavi senin olsun 
bana siyahı anlat

Senin olsun modern hayatlar
bana yıkılmış şehirleri anlat

Sabaha karşı meltemin sesi senin
Bana kulakları yırtan jetin sesini anlat

Resmimi çekmeyin böyle  tozluyken heryerim,
Duydum, sizin orda insanlar üzülüyormuş
Hilal çıktı bayram sizin
Bize savaşın  bittiğini anlat

Şu yanımda  yatan kardeşim.  
Az ötedeki kopmuş el onun
Bana nasıl sabredeceğimi
Ona cenneti anlat

Mavi senin olsun olur mu abi,
bana siyahı anlat.

Çekmeyin resmini kardeşimin, 
Zaten üzülür izlemezler sizin orda.
Onlar üzülmesin,
bana siyahı anlat.

05 Temmuz 2015

Fakirlik Vakıa'sı

Abdullah b. Mesud(ra)'u, ölüm hastalığında ziyâret eden Osman(r.a): "Sana bir bağışta bulunulmasını emredeyim mi?" dedi. Abdullah, buna ihtiyacı olmadığını söyledi. Osman; "Senden sonra kızlarına kalır" dedi. O zaman Abdullah onu su cevabı verdi: "Sen kızlarımdan korkma. Ben onlara Vakıa suresini okumalarını emrettim." Peygamber(s.a.s)'in söyle dedigini işitmiştim:
"Her kim her gece Vâkıa suresini okursa, ona fakirlik dokunmaz."
(İbn Kesir, Tefsiru'l-Kur'ani'l-Azim, IV, 282)

Bu rivayetin benzerleri farklı varyasyonlarla bazı kitaplarda daha yer almakla birlikte hadis ulemasınca sure ve ayetlerin faziletleri ile ilgili tüm hadislerin zayıflığı tespit edilmiş olup bu hadisin de sahih olmadığı beyan edilmiştir. Ancak konunun bu kısmını ehline havale edip bu rivayet üzerine bina edilen ve çoğunlukla Kur'an-ı anlamaktan uzak yeni devir yurdum müslümanları arasında yayılan, fakirlik görmemek maksadıyla Vakıa okumak adeti üzerine birkaç kelam edelim.

Bu rivayetler üzerine yaygınlaşan ve sırf fakirlikten kurtulmak yahut fakirliğe düşmemek için Vakıa suresi okuyan ve bunu ilan eden hatta tavsiye eden birçok müslümana rastlıyoruz. Şüphesiz herşey gibi duaların en güzelleri de Kitabullah'tadır. Ancak Vakıa suresi incelendiğinde içeriğinde herhangi bir dua ayeti bulunmadığı dahası fakirlik yahut rızık genişliği ile ilgili bir konunun da anlatılmadığı görülecektir.

Sure ismini veren kelime olarak Vakıa yani bir olaydan bahseder ki bundan maksadın kıyamet olduğu açıktır. Giriş kısmında bu Vakıa'nın şiddeti sonucu dünyada yaşanacak değişikliklerden bahsedildikten sonra insanların oluşturacağı sınıflar anlatılır. Ve devamında bu sınıfların ahirette görecekleri muamele ve elde edecekleri nimet ve cezalarla sure devam eder. Öldükten sonra dirilmenin anlatıldığı kısmın devamında ise Allah(cc)'in yaratmasına muhteşem örnekler verilerek imanlarımız tahkim edilir. Son kısımda ise ölüm anı ve devamında yaşanacaklar anlatılır. Cennet ve cehennem ehli kısa ama çok ağır ve şiddetli ifadelerle müjdelenir ve korkutulur. Tesbihat ile sure sona erer.

Bu bir paragrafta özetlemeye çalıştığım içeriği mutlaka ama mutlaka mealden ve tefsirden okumak gerekir ki sure doğru anlaşılsın ve hikmetlerinden faydalanılsın.

Şimdi gerek bu mana ve gerekse sahabenin bu sure ile ilgili söylediklerini yanyana getirdiğimizde karşımıza bir rızık duası yahut fakirlikten kurtulmak için okunacak bir dua çıkmadığı farkedilecektir.

Öncelikle fakirlik anlayışımızı kısaca mukayese edelim; sahabeye göre bir günlük yiyeceği yahut rızkı olan fakir olduğunu düşünmez ve günlar veya aylar sonrasının geçimini düşünmek ise 'tuli emel' sayılırdı. Yukarıda kendisinden Vakıa suresiyle ilgili sözler rivayet edilen Abdullah bin Mesud(ra) da Ebu Zer(ra) de zengin değillerdi, hatta bizim bakışımızla fakir idiler. Ki Osman(ra)'ın birşeyler vermeyi teklif etmesi de bunun delilidir. Ebu Zer(ra), çölde yalnız olarak vefat ederken o da çocuklarına Vakıa suresini öğrettiğini söylerken bizim kasdettiğimiz bir fakirlik ve zenginlikten bahsetmiyordu.

Daha basit söylersek; Vakıa suresi onu insanlar içinde ilk öğrenen, en iyi anlayan ve en güzel yaşayan sahabenin fakirliğini gidermesine vesile olmamıştı. Şüphesiz Kur'an okuyuşunu Nebi(sas)'in de çok beğendiği Abdullah bin Mesud(ra) da Vakıa suresi çokça okumuştu ama bizim kurtulmak için Vakıa suresi okuduğumuz fakirlikten kurtulmadan vefat etmişti.

Şimdi biz hangi özellik ve güzelliğimizle sahabenin elde edemediği bir hayrı Kur'an-dan elde edebileceğiz sorusu ortada dursun!..

Sahabe için fakirlikten kurtulmak Kur'an bilmekti zira... Zaten pek çoğumuzun bildiği 'içinde Kur'an okunmayan ev harabedir' hadisinin kasdettiği haraplıkta duvarlarının yıkılması ya da boyalarının dökülmesi değil.

Vakıa'nın asıl anlattığı idrak edildiğinde ise zaten fakirlik ve zenginlik anlayışlarımız değişecek ve Vakıa okuduğumuzda dünyalık isteyecek halimiz ve mecalimiz kalmayacaktır.

Bütün bunlardan sonra unutulmamalıdır ki; fakirlikten kurtulmak için dua etmek elbette gerekli ve caizdir. Kur'an-dan bir ayet ya da sureyi bu maksatla okuyan birisinin niyet ve duasına icabet edecek olan Rahman olan Allah'tır. O dilerse hiç ilgisiz bir dua sebebiyle de sadece niyeti için bir kuluna lütfeder.

Öyleyse fakirlikten kurtulmak için Vakıa okuyan ve okunması gerektiğini düşünen kardeşlerimize teklifim mutlaka bu surenin meal ve/veya tefsirini de mutlaka okumaları ve okutmalarıdır.

Şimdi buyrun birlikte okuyalım Vakıa suresini:

1 - Olacak vak'a olduğu zaman

2 - Onun oluşunu yalanlayacak kimse yoktur.

3 - O, alçaltıcıdır, yükselticidir.

4 - Yer şiddetle sarsıldığı

5 - Dağlar serpildikçe serpildiği

6 - Dağılıp toz duman haline geldiği

7 - Ve sizler üç sınıf olduğunuz zaman

8 - Sağın adamları (var ya) ne mutludurlar onlar!

9 - Solun adamları ise ne uğursuzdurlar onlar!

10 - Önde olanlar (var ya), onlar öncüdürler.

11 - İşte o yaklaştırılanlar,

12 - Nimet cennetlerindedirler.

13 - Çoğu önceki ümmetlerden,

14 - Birazı da sonrakilerden.

15 - (Onlar) cevherlerle işlenmiş tahtlar üzerindedirler.

16 - Karşılıklı olarak onların üzerinde yaslanırlar.

17 - Çevrelerinde, ölümsüzlüğe ulaşmış gençler dolaşırlar.

18 - Kaynağından doldurulmuş, testiler, ibrikler ve kadehlerle.

19 - Ondan ne başları ağrıtılır, ne de akılları giderilir.

20 - Beğendikleri meyvalar,

21 - Canlarının çektiği kuş etleri,

22 - İri gözlü hûriler,

23 - Saklı inciler gibi,

24 - Yaptıklarına karşılık olarak verilir.

25 - Orada boş bir söz ve günaha sokan bir laf işitmezler.

26 - Duydukları söz, yalnız "selam", "selam" dır.

27 - Sağın adamları, nedir o sağın adamları!

28 - Dalbastı kirazlar,

29 - Meyva dizili muzlar,

30 - Uzamış gölgeler,

31 - Fışkıran sular.

32 - Pek çok meyva arasında,

33 - Tükenmeyen ve yasaklanmayan

34 - Ve yükseltilmiş döşekler üstündedirler.

35 - Biz kadınları yeniden inşa ettik (yarattık).

36 - Onları bâkireler yaptık.

37 - Hep yaşıt sevgililer,

38 - Sağın adamları içindir.

39 - Bir çoğu öncekilerdendir.

40 - Bir çoğu da sonrakilerdendir.

41 - Solun adamları, nedir o solcular!

42 - İçlerine işleyen bir ateş ve kaynar şu içinde,

43 - Kapkara dumandan bir gölge altındadırlar.

44 - Ki ne serindir, ne de faydalı.

45 - Çünkü onlar bundan önce varlık içinde sefâhete dalmışlardı.

46 - Büyük günahı işlemekte ısrar ediyorlardı.

47 - Ve diyorlardı ki: "Biz ölüp, toprak ve kemik yığını olduktan sonra, biz mi bir daha diriltileceğiz?"

48 - "Önceki atalarımızda mı?"

49 - De ki: "Öncekiler ve sonrakiler"

50 - "Belli bir günün belli vaktinde mutlaka toplanacaklardır."

51 - Sonra siz, ey sapık yalanlayıcılar!

52 - Elbette bir ağaçtan, zakkum ağacından yiyeceksiniz.

53 - Karınlarınızı hep onunla dolduracaksınız.

54 - Üstüne de kaynar su içeceksiniz.

55 - Susuzluk illetine tutulmuş develerin içişi gibi içeceksiniz.

56 - İşte ceza gününde onlara sunulacak ziyafet budur.

57 - Biz sizi yarattık; tasdik etmeniz gerekmez mi?

58 - Attığınız meniyi gördünüz mü?

59 - Onu siz mi yaratıyorsunuz yoksa yaratan biz miyiz?

60 - Aranızda ölümü takdir eden biziz ve bizim önümüze geçilmez.

61 - Böylece sizin yerinize benzerlerinizi getirelim ve sizi bilmediğiniz bir yaratılışta tekrar var edelim diye (böyle yapıyoruz).

62 - Andolsun, ilk yaratılışı bildiniz. Düşünüp ibret almanız gerekmez mi?

63 - Ektiğinizi gördünüz mü?

64 - Onu siz mi bitiriyorsunuz, yoksa bitiren biz miyiz?

65 - Dileseydik, onu kuru bir çöp yapardık. Hayret eder dururdunuz.

66 - "Doğrusu borç altına girdik."

67 - "Doğrusu, biz yoksul bırakıldık" (derdiniz).

68 - İçtiğiniz suya baktınız mı?

69 - Buluttan onu siz mi indirdiniz, yoksa indiren biz miyiz?

70 - Dileseydik onu tuzlu yapardık. O halde şükretseniz ya!

71 - Bir de o çaktığınız ateşi gördünüz mü?

72 - Onun ağacını siz mi yarattınız, yoksa yaratan biz miyiz?

73 - Biz onu bir ibret ve çölden gelip geçenlere bir fayda yaptık.

74 - Öyleyse büyük Rabbinin adını yücelt.

75 - Hayır, yıldızların yerlerine yemin ederim.

76 - Bilirseniz bu büyük bir yemindir.

77 - O, elbette şerefli bir Kur'ân'dır.

78 - Korunmuş bir kitaptadır.

79 - Ona temizlenenlerden başkası el süremez.

80 - (O), âlemlerin Rabbinden indirilmiştir.

81 - Şimdi siz bu sözü mü küçümsüyorsunuz?

82 - Rızkınızı, yalanlamanızdan ibaret mi kılıyorsunuz?

83 - Can boğaza dayandığı zaman

84 - Ki o zaman siz (ölmek üzere olana) bakar durursunuz.

85 - Biz ona sizden daha yakınız, fakat siz görmezsiniz.

86 - Eğer cezalandırılmayacak iseniz,

87 - Onu geri çevirsenize; şayet iddianızda doğru iseniz.

88 - Fakat ölen kişiye gelince, eğer o rahmete yaklaştırılanlardan ise,

89 - Ona rahatlık, güzel rızık ve Naîm cenneti vardır.

90 - Eğer O, sağın adamlarından ise,

91 - "(Ey sağcı), sana sağcılardan selam!"

92 - Ama yalanlayıcı sapıklardan ise;

93 - İşte ona da kaynar sudan bir ziyafet vardır.

94 - Ve cehenneme atılma vardır.

95 - Kesin gerçek budur işte.

96 - Öyle ise Rabbini o büyük ismiyle tesbih et.

Elmalılı Hamdi Yazır Meali

Sadeliğin Sultanı

Zamanlar ve mekanlar çok yiğit gördü, çok melik, hükümdar, sultan gördü. Pek azı hariç sultanlar, saltanatın debdebesine, gücün şehvetine yenildiler. Dünya avuçlarına konulan bu adamların imtihanları elbette adları gibi büyük oldu. Hep sevapların güçler nisbetinde işlendiği düşünülse de aslında günahlar daha çok gücümüzün yettiği kadardır. Sultanların hele de Osmanlı sultanlarının otorite ve saltanatlarının gücü düşünüldüğünde ona sahip olan herhangi birinin sapmaması, azıtmaması bile başlıbaşına büyük bir marifettir.

Bu sebepledir ki; Osmanlı sultanlarını değerlendirirken gözardı etmememiz gereken şey, onların yaptıkları kadar aslında yapmaya imkanları olduğu halde yalnız Allah için geri durdukları işleri de hatırlamak olacaktır. Güç ve saltanat, para ve imkan gibi firavunlaşmanın yolunu en hızlı açan anahtarları belinde taşıyarak ama şeytana karşı beli bükülmeden bir ömür sürmenin ne büyük bir marifet olduğunu onların yaşadıklarını hayal bile edemeyen bizlerin anlaması pek kolay değil aslında. Belki yaz ortasında oruçlu bir adamın yorgun bir günün ikindisinde soğuk bir su pınarının başında Rabbi ile başbaşa kalmışlığı bir nebzecik bize daha yakın bir örnek olur. Yalnız Allah için kuru dudaklarla soğuk suyu seyretmek gibidir saltanatta iken dünyaya dalmamak zira...

İşte bu kahramanların belki de en müstesna örneklerinden birinden bahsediyoruz:

Osmanlı sultanlarının dokuzuncusu, İslam’ın 74. ve Osmanlı’nın ilk halifesi Sultan Beyazıd Han oğlu Sultan Selim Han.

Hayatı ve mefkuresi ile devrine ve dünyaya önderlik etmiş büyük Sultan!

Cengaverliği ve dirayetiyle ile dünyaya nam salmış Yavuz Sultan!

Kelimeleri şiirleştiren dilindeki maharetin belindeki kılıçla yarıştığı yetkin ve yetişkin arif Selim Han!

Allah’ın dünyayı ayaklarını altına serdiği kadar dünyalıklardan uzak kalmayı başarmış zahid kemter kul Selimi!

Sahip olduğu kişisel ve devletsel tüm varlık ve gücünü kuru saltanat davasına değil Allah’ın rızasına ram eden mü’min ve salih kul!

Yaşadığı devrin dini ve dünyevi sıfatlarının en büyüklerini şahsında toplayan Halifeyi Ruyi Zemin ve Padişahi Ali Osman iken Hadimul Harameyn olan mütevazi Kaan!

Nasılların ve niçinlerin çok ilerisinde bir dava ve cihad adamı! Yavuz Sultan Selim Han...

Tacını ve tahtını terketmeden masalsı bir dervişlik timsali! Dünyanın hazinelerini getirdiği payitahtına alkışlardan korunmak için gece karanlığında gizlice girecek kadar hem de.

Zamanında attığı adımları ve katettiği mesafeleri ile devirlere işaret ve ilham olan bir devlet adamlığının yanısıra siyaset ve askeri dehası ile 8 yıl gibi kısa bir süre kaldığı hükümdarlık makamından tüm dünyayı emrine boyun eğdiren Sultan’ın özellikle idaresi altına aldığı bölgeye bugün bakıldığında yaptıklarının anlamak için çok fazla bilgi ve yeteneğe bile ihtiyaç yoktur.

Sultan Selim’in 1517’de idaresine aldığı Filistin topraklarının kontrolden çıkacağı 1917 yılına kadar 400 yıllık bir selamet ülkesi olarak kaldığını bilmek o kadar çok şey anlatır ki...
Sultan Selim’in yaptıklarının değerini anlamak için gerçekten çok uzun zamanlar geçmesi gerekmiyorsa da geçen her asır 8 yılının herbirinin bir asra müsavi olduğunu bir kez daha tasdik etmektedir.

Sultan’ın İran/Safevi devletine boyun eğdirdiği seferi öncesi ve sonrası ile hem o devirde hem de halen tartışılmaktadır. Oysa Sultan’ın büyük ideal için hem de o sefer sırasında çocukluk arkadaşı Hemdem Paşa’nın kellesini Şah İsmail’in peşinden gitmekten bıkan, yorulan ve geri dönmek isteyenlerin önüne attığını düşünürsek kararlılığını anlayabiliriz.

Evet, Sultan Selim, Safevileri bir daha kalkamayacak şekilde diz çöktürmek için önüne çıkan herkesi ezip geçmiştir. Tarih anlatanların durduğu yere göre anlamlandırıldığından herkesin üzerinde ittifak etmesi beklenecek bir objektif gerçekliği olmayan bir bilgidir.

Tarihin sonuçları objektifliğinden daha kolay görülecektir. Osmanlı-Safevi sınırının en az savaş yaşanan bölge olması da Sultan Selim Han’ın ayak izlerinin derinliğindendir.

Bugünlerde İran’ın emperyal hayallerle bölgeye ateş döktüğü ve aslında Safevi faşist temellere dayalı mezhep politikaları bugün Yavuz’un izlerinin silinmesinin doğal sonucudur. Şahitlik ettiğimiz tarih aslında bir ‘Sultan Selimlik’ daha aramaktadır. Bu kısmını siyaset analizcilerine bırakıp Sultan’ın Ehli İslam için, Ehli Sünnet için açtığı selamet ve esenlik yolunu derin bir hasretle seyredelim.

Bugün yaşadığımız toprakların ve çevresinin yüzyıllar süren ve hatta Osmanlı’nın en zayıf dönemlerinde bile bir daha geçmiş fitnelerin, fesatların ve saldırganlıkların yaşanmamasını temin eden şey Sultan Selim’in büyük zaferlerle diktiği selamet ağacının gölgesiydi. Osmanlı çınarı yıkılıp gölgesi bu bölgeden uzaklaştığından bu yana yaşananlar kaybettiğimiz güzelliğin şahididir.

İslam’ın en mühim siyasi otoritesi hiç şüphesiz hilafettir. Sultan Selim eliyle Dersaadet’e taşınan hilafet bir şekilde ortadan kaldırılacağı 20. yüzyıla kadar mukaddesatımız için hizmetkar bir anlayışla temsil edildi. Son halife Abdulmecid Efendi’nin sürgünde Avusturya’da ikamet etmek zorunda kaldığı otelin masraflarının Hindistan müslümanlarının tayin ettiği parayla ödendiği bilgisi bile Osmanlı halifelerinin ümmet nezdindeki itibarına örnek olarak yeterlidir. Hilafetin ümmet için değerini anlamamız için birilerinin onu sahneden silmesi gerekmişti de o gün bugündür bu hasretle yaşıyoruz. Sultan Selim’in pek çok emaneti gibi onu da heba ettik heveslerimize...

Bu cümlelerdeki ‘biz’ elbette ne sadece bir ırk ne de sadece bir bölge halkıdır. Bu biz, devasa coğrafyalarımızın mahzun ve mahrum halklarının tamamıdır. Hatta sadece müslüman olanlar değil diğer inançların mensupları da hilafetin gölgesinden mahrumiyetin ateşlerinde yanmaktadır.

Selim Han’ın görüntüsü hakkında bile doğru bir kanaat oluşturamamış olmamız ise ayrı bir tuhaflıktır. Hayatı boyunca Ehli Sünnet üzere bir akide ve amelde bulunma hususunda çok hassas olan Sultan’ın sakalsız, bıyıklı, küpeli hatta Kızılbaşlara has kızıl sarık üstüne taçlı resimlerle temsil edilmesi belki de hatırasının anlaşılmayışının en net alametidir. Öyle ya hükümdarlığı boyunca belindeki saltanat alameti tokadan başka takı, parmağındaki mühürden başka yüzük ve başındaki sarıktan başka başlık yahut taç takmamış Hadimul Harameyn Selim Han ile resmedilen ve aslında her yönüyle onun perişan ettiği Şah İsmail’e benzeyen şahsın o imiş gibi yayılması belki de ona yapamadıklarını hatıralarına yaparak tatmin olan düşmanlarının eseridir.

Selim Han, herşeyden önce mert bir yiğitti! Sünnete ittiba ve Ehli Sünnet’in istikbal ve selametinden başka bir hayat gayesi olmayan bu güzel adamın hatırlarımızda siretine yakışır bir surette kalmış olması gerekirdi...

İslam coğrafyasında ‘vahdet’ pazarlamalarının çokça sattığı günleri yaşarken Sultan Selim Han, vahdetin nasılını tarihe nakşedip gitti. İslam’ın ilk örnek nesli sahabenin en kıymetlilerine küfretmeyi inançlarına temel alan Kızılbaş taifesine ve hatta onlara destek verenlere ‘kardeşlik’ atfederek kurulması muhtemel olanın bir vahdet değil ancak zahmet olacağını akıl sahipleri idrak edecektir. İşte Sultan Selim Han itikadı küfretmek ve hakaret üzere kurulu bu taifeye paye vermek yerine hak ettikleri gibi muamele etmiştir. Onlardan güzellikle ülkesinin halkı olarak kalanlar adalet ve refah ile yaşamış, fitne ve isyan ile meşgul olanlar ise kalkıştıkları işin sonucuna uğramışlardır. Esasen hem isyan edip hem de öldürüldüğü için ağlamak namertliğin bir başka türüdür. Başını bir davaya doyan, o başın o dava yolunda gitmesinden dolayı neden ağlasın?

Şüphesiz dünya Selim Han’ı keskin kılıçlı bir yiğit olduğu kadar mütevaziliği ve sadeliği ile de hep yadedecek. Ve şairler onun yazdığı şiirlere özenecek!
‘Tarih tekerrür eder’ tespitini pek çok şeyin yanında bir daha bir Selim Han tarih sahnesine çıkar umuduyla doğru kabul ediyorum.

Belki bizim zihinlerimizde Yavuz’un silueti yok ya da yanlış ama düşmanlarının kinlerinin tazeliğini görmemek mümkün değil. Onların gözünde Sultan her gün bir İran seferine daha çıkıyor ya da Mercidabık’ta yeni zaferler kazanıyor. Bazıları ise onu hala Sina Çölü’nden ordusuyla geçen büyük serdar olarak görüyorlar.

Öyle izler bırakmıştı Sultan geçtiği yerlerde, öyle derin hatıralar bırakmış ki ne dostları ne düşmanları onu asla unutmadılar, unutmayacaklar. Kafkasya’dan Yemen’e, Irak’a, Suriye’ye ve Filistin’e akan kanları görenler ve bunu dert edinenler Yavuz’u hasretle selamlıyorlar.

Allah, Sultan Selim Han’a rahmet eylesin. Biz ona rahmet okuyalım, umalım ki Allah, bir Yavuz ile daha ehli İslam’a rahmet eyler.

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...