30 Haziran 2018

Haddini bilmek

Bizde en çok bulunan şeyin uzman olduğu gerçeğiyle gündemin her türünde karşılaşırız. Ordu savaşa girse herkes kurmay seviyesinde bilgi sahibidir, seçim olsa toplum mühendisi, kriz olsa ekonomist…

Hele ‘Beyaz Türkler’ her konuda olduğu gibi toplumu tanımak hatta tanımlamak konusunda da herkesten daha önceliklidirler. En azından kendileri öyle sanırlar. Kendi doğrularının reddedilmesi bir yana tartışılmasına bile tahammülleri yoktur.

Son yüzyılda bu topraklarda hemen her alanda tek söz sahibi olma hakkı kendilerinde idi. ‘Bu ülkede bizim istemediğimiz bir şey gerçekleşemez’ cümlesi bir beyaz kadına aittir. Demokrasi denilen sistem güya onların hedeflediği dünyayı kuracaktı ama hesapları tutmayınca ‘demokrasi sandıktan ibaret değildir’ demekten utanmadılar.

Halk, bir türlü beyazların istediği gibi evrilemedi, onların doğrularını benimsemedi, onları bir türlü sevmedi.

Beyazlar bu halkı anlayamayacak, anlamaya ihtiyaçta duymayacaklar. Sabit fikirli yobazlara olarak kendi halklarıyla ve değerleriyle kavga etmeye devam edecekler. Kendilerine ait gördükleri imtiyazlarını ellerinden almadıkça veya bunu hissetmelerine sebep olan her ne ise yok edilmedikçe böyle devam edecekler.

Bu tuhaflığın bir diğer yanında da onlara yaranmak namına şekilden şekle giren, sözlerini ve bedenlerini eğip büken, yazılarını bugün yazıp yarın inkar eden, her konuda pek bir duyarlı ve mutlaka aramızdan özel olarak seçilmiş bizi aşağılayan bir tür var.

Bunlar serçeye özenip kendi yürüyüşünü değiştiren ama ne serçe gibi yürümeyi becerebilen ne de kendi yürüyüş modelini koruyabilen karga gibiler. Ne yürüdükleri belli ne koştukları ne de zıpladıkları…

Bu ara türün nihai hedefi; beyazların gazetelerinde yazmak, davetlerinde bulunabilmek, onlar tarafından adam yerine konulmak, erkeklerse beyaz kadınlarla takılmak(!), kadınlarsa beyazların teknelerinde gezinebilmek gibi süfli ve bayağı işler oluyor.

Ara tür özgürlükçüleri, duyarlılıklarını da beyazlara odakladıkları için mazlumların ve mağdurların yaşadıkları pek önemli değildir. Beyaz efendilerin hoşuna gidecekse tepki gösterilir değilse görmezden gelinebilir.

Günün modası Müslümanlığından dolayı mazlum duruma düşürülen masumları savunmak değilse kafa yormazlar, gündemlerine de almazlar. Bu sadece bu ülkenin beyazlarına da ait değildir. Dünya beyaz emperyalizminin gör dediğini görür, yaz dediğini yazarlar. Herhangi bir kedi-köpek ızdırabı, Suriye’nin ya da Filistin’in mazlumlarından daha önemlidir.

Bu yüzdendir; Esed, İran ve Rusya üçlüsünün herkesin gözü önünde silahlarını ve askerlerini eğitmek için çoluk çocuk bombalamasını göremeyişleri! Ve bu yüzdendir katil teröristlerin işledikleri vahşete sessiz kalışları.

Bu noktada bir kere daha bütün kalbimle lanet ediyorum; Esed’e ve Esedçilere, İran’a ve İrancılara, Rusya’ya ve Rusçulara, Dera’nın yıkılan her taşı sayısınca lanet olsun! Canların hesabı dünyada da sorulsun inşaallah.

Tarih, üstünlerin ve hizmetkarlarının enkazıyla doludur.

Hayat, onlara hadlerini bildiren bir kaderdir.

İnsanlık, fıtratın erdem ve onuru ile kaimdir.

Beyazlar da hadlerini öğrenecek, öğreteceğiz…

21 Haziran 2018

Ütopya yalandır

Allah’ın insanlar için tayin ve tesis ettiği hayat düzenini çiğneyen ve bununla kendilerine dünyalık saltanat ve mal edinen müstekbir ve zalimlerin halkların hayallerine bile yön vererek hükümdarlıklarını korumaya çalışmaları bir vakıadır.
Bunu farklı yollarla yaparlar. Günümüzde en yaygın araçları görsel yayınlar yoluyla umutları ve gelecek tehayyüllerini yönetmektir. Elbette toplumun tüm kesimleri ekranlara bakarak kendine bir hayal dünyası kurmayacağından, bunun bir de fikri ya da felsefi boyutunu hazırlarlar ki; kafası biraz çalışan ve gidişatın adil olmadığını fark edenler için meşgul olunacak bir mecra bulunsun.
Adil bir dünya düzeni kurma beklentilerini, ilk adımda adalet yerine eşitlik kavramını zihinlere yerleştirerek saptırırlar.
En kolay istismar edilecek olan mal dağılımıdır. Zenginlerle fakirlerin ceplerinde ve ellerinde olanların eşit olmadığı da reddedilemeyecek bir durumdur. Buradan zihinlere yerleştirilecek olan zehir, herkesin eşit olmamasının adalet olmadığıdır. Oysa ceplerde olanların farklılığı dünya durdukça değişmeyecek ve asla eşitlenemeyecek bir kaderdir. Uğrunda gayret edilmesi gereken insanların mal ve mülk bakımından eşitlenmesi değil, eşitsizliğe rağmen adil bir paylaşım düzeninin kurulmasıdır.
İslam bunu zekat, sadaka gibi sosyal yolların yanısıra devlet nizamına yerleştirdiği ve beytulmal’in yani hazinenin müdahaleleriyle aksayan noktalarda fertlerin ve toplumların hayatlarını adaletle düzenleyerek yapar. Bunu yapmak için kullanacağı yollar ve izleyeceği metotlar ise Kur’an ve sünnet ile sınırları çizilmiş, dönemin ulemasının fetvalarıyla şekillenen, ihtiyaçları gideren, dertlere çare olan ve sürekli gelişip değişen, canlı ve hayatın tamamına hakim bir ilim ve fıkıhtır.
Adaleti tesis etmek için gerektiğinde katilin canını alabildiği gibi, zenginin malına da el koyabilir.
Bir tek kadının ırzını korumak için yahut zekatta eksik verilen bir tek oğlak için savaş ilan edebilir.
Cizyesini ödeyen bir Yahudi yahut Hristiyan tebaasını müdafaa için Müslüman askerler canların verirler.
Kurtların ve kuşların aç kalmamasını dert edinir, yük taşıyan hayvanların kaldıramayacağı yükleri taşımamaları için sahiplerini takip eder.
Toplumun tüm kesimlerinin ve hakimiyeti altında yaşayan tüm canlıların hatta cansızların varlık ve devamlılıklarını güvence altına alır, korur ve destekler.
Otların ve ağaçların korunması kadar, böceklerin ve sair insanlar nazarında değersiz görünen tüm varlıkların sahibidir, hamisidir.
Uygulamalarda bugünün insanına hitap eden ve fikir dünyasını sarsacak şeyler vardır. Dünyanın halihazırdaki normalleşen gayri İslami düzenine alışan çağımız insanı olarak bizlerin kavramak için yardıma ihtiyacımız olan uygulamalar.
Bir örnek olarak, Osmanlı’da gayri Müslimlere Müslüman kıyafeti giyme yasağını gösterebiliriz. İlk bakışta çağdaş liberallerimizin ‘hani nerede özgürlük’ feryadını duymak mümkündür. Oysa hükmün sebep ve hedefinin o devirlerde nasıl ortaya konulduğunu bilmek her şeyi değiştirebilir.
Bir gayri Müslim, Müslüman kıyafeti giyerse sair halkı kendisinin Müslüman olduğu izlenimiyle aldatabileceği ilk sebeptir. Zira Müslüman demek kendisinden emin olunan ve her bakımdan güvenilen insan demektir. Tabii ki olmayanlar olacaktır ancak olması gereken budur.
Diğer sebep ise, gayri Müslimlerin Müslüman kıyafeti giymeleri halinde kendi kültürlerinin tahrip olması ve zamanla asimile olarak kaybolması gösterilir. Bu fetvada da zikredilen çok değerli bir sosyal uygulamanın delilidir.
Geçmişteki adil İslam yönetimlerinin pratiğinden yoksun günümüz insanının, nüfus olarak çok az oldukları halde büyük toplumları gayet başarılı bir şekilde yöneten atalarınıanlamaları da kolay olmayacaktır.
Öyle ya; Osmanlı 2000, evet yazı ile iki bin alp ile dev bir imparatorluğa meydan okuyabilmiş ve dahası ele geçirdiği kale veya şehirlere birkaç yüz Müslüman bırakarak yönetmeyi başarmıştır.
Bu insanların ellerinde sihirli değnek yoktu ama Allah’ın kurduğu bir adalet sistemi vardı ve buna fıtratı bozulmamış her insan teslim olmakta bir beis görmüyordu.
Çağdaş insanın en büyük sıkıntısı fıtratın kaybetmesi olsa gerek, bundan sonra batıl ve kötü olanı sevmek ve kabullenmek kolay olduğu gibi; hak ve adil olanı aramak, bulmak ve uygulamak zor gelir.
Evet, çağdaş ütopyalar yalandır ve tek gerçek İslam’ın adaletidir.

05 Haziran 2018

Oruç bir şiardır!

Bu ülkede bir zamanlar sokakta oruç yiyen dayak yerdi, saçmaydı; şimdi oruç tutanların saygı beklemesi eleştiriliyor, pervasızlık!

Bir sonraki aşamada oruç tutanlara tuttuğunuzu belli ederek bizi rahatsız etmeyin diyecekler herhalde.

Şunu netleştirelim:

İman etmemek bir tür özgürlük kullanmaktır ve bunun bizim ıstılahımızda karşılığı kafirliktir. Ramazan ve oruçtan rahatsız olup saldırıya geçmek ise kafirliğin bir üst kademesi olarak düşmanlıktır; İslam düşmanlığı.

Sahip olduğu inancı ve gereklerini savunmak imanın gereği bir onurken; İslam düşmanlığı yapanlara şirin görünmek için, oruç tutanlara yahut başka ibadet eden müslümanlara saldırarak, onlara yaltaklanmak ise aşağılık, eziklik ve nifaktır.

‘Aman efendim neden saygı bekliyoruz’ ile başlayan bir cümlenin devamında ‘biz onlara saygı duyalım’ gelecektir.

Bir yerde müslümanların özgür yaşadığının asgari alameti orada İslam'ın şiarlarının açıkça icra edilmesi ve saygı görmesidir.

Ezan, namaz, oruç ve kıyafet İslam'ın şeairinden birer nişanedirler.

İslam’ın nişaneleri o beldenin İslam yurdu olduğuna da delildirler.

Anadolu halkı bin yılı aşkın süredir bu toprakları İslam’ın yurdu bilmiş ve aleme de bunu böyle bildirmiştir. Geldiğimiz noktada alenen oruç yemenin marifet sayılması apaçık bir saldırı ve büyük bir hakarettir.

Hakim ve üstün kültürün ne olduğunun tartışılır hale gelmesi elbette kafirlerin hadsizliği kadar Müslümanların pısırıklığının ve zayıflığının sonucudur.

Oruç bu yönüyle de bir furkandır; hak ile batılı, mü’min ile kafiri ayıran bir furkan…

Şunu unutmayalım; ibadetlerin tamamı gibi oruçta yalnız Allah için tutulur, kimseden karşılık beklenmez. Ancak Allah için yapılan her farz ibadetin dokunulmazlığı vardır, kimse hakaret edemez!

Çağdaş dünyanın inanç özgürlüğü kavramı saygısızlık, hakaret ve saldırganlığı normal görmek olamaz, olmasına izin veremeyiz.

Namaz ve oruç gibi ibadetler yahut tesettür ve sakal gibi nişaneler ancak işgal altında hakaret veya saldırıya maruz kalırlar. Ve bu son noktadır artık; nişaneler saldırıya uğrar hale geldiyse sineye çekilecek bir hal kalmamıştır.

Mevcut gidişatta gayri Müslimler, gerek coğrafyamız genelinde gerekse Anadolu özelinde asla vazgeçmedikleri hedeflerine ulaşmak için her türlü nifak, bozgunculuk ve ifsad hareketini ya bizzat ortaya çıkartıyor ya da destekliyorlar.

Buna engel olmanın en önemli adımı ihlas ile ibadetlerimize sarılmak ve adım adım çevremize bu ibadetlere saygı duymayı öğretmektir. Farz ibadetleri gizli yapmaya gerek yoktur; namaz ve oruç gibi farzlar açıktan ve herkese ilan edilerek icra edilirler ve bunda riya da olmaz.

Ezanlarımız okunacak ve namazlarımız kılınacak, oruçlarımız tutulacak ve herkes buna saygı duymayı öğrenecek; biz bu toprakların asıl sahipleri olarak özgürce ve onurla ibadetlerimizi yerine getireceğiz!

28 Mayıs 2018

Oruç bir yazgıdır

Ramazan’ın ve orucun değerini idrak etmenin yolu onlara nasıl baktığımızla ilgilidir. Ramazan, kameri aylardan bir ay olmakla herhangi bir özelliğe sahip olmadı. Ancak kendisinde Kur’an’ın indirilmesi sebebiyle diğer tüm kameri aylardan farklı bir hüviyet kazandı. Sonra bu ayın oruçlu geçirilmesi emrinin Müslümanlara yazılması ile tüm aylara faziletler ve ibadetler bakımından üstünlük sağladı.

Aylar arasında herhangi bir yarış yok; Ramazan’ın üstünlük ve faziletleri biz insanlar için var. Zaten yaratılan ve insana tahsis edilen tüm varlıklar gibi zaman ve zaman dilimleri de insana hizmet içindirler. Ramazan da nihayetinde Müslümanın dünyadan elde edeceği en hayırlı amellerin zamanı olmasıyla bahşedilmiş bir lütuf ayıdır.

Ramazan ayı, içerisinde insanlar için hidayet rehberi, doğruyu gösteren açık belgeleri kapsayan ve hak ile batılı birbirinden ayıran kitap olarak Kur'an'ın indirilmiş olduğu aydır. Sizden kim bu aya erişirse onda oruç tutsun. Kim de hasta ya da yolculukta olursa tutamadığı günlerin sayısınca başka günlerde tutar. Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez. Bu, belirlenen sayıyı tamamlamanız, sizi doğru yola eriştirdiği için Allah'ı yüceltmeniz için ve olur ki şükredersiniz diyedir. (Bakara 185)

Oruç tutmanın bir yazgı oluşu da Kur’an’ın ifadesidir:

Ey iman edenler, sizden öncekilere yazıldığı gibi, oruç, size de yazıldı (farz kılındı). Umulur ki sakınırsınız. (Bakara 183)

Oruç tutmak, fakirlerin halini anlamak, açların derdiyle dertlenmek, susuzların acısını yaşamak için yerine getirilen bir amel değildir.

Oruç tutmak, bir hak yahut özgürlük olmadığı gibi; sağlık bulmak için de yerine getirilen bir amel değildir.

Oruç tutmak, her Müslüman için yazılmış bir farzdır ve her bir ferdin sadece kendisinin yerine getirmesiyle vebalinden kurtulabileceği türden bir farzdır yani ‘farz-ı ayn’dır.

Bunların yanında oruç tutan birisinin sıhhat bulması, fukaranın, açların ve susuzların halini yaşayarak anlaması mümkün olduğu gibi, bir ibadet hakkı ve özgürlüğü olarak görülebilir. Zira geçmişte ve günümüzde Müslümanların oruç tutmalarını yasaklayanlar da olmuştur, namaz kılmalarını engelleyenler de ve olacaktır. Halen Çin, Doğu Türkistan’da esaret altında yaşayan Uygur Müslümanlarının oruç tutmalarını yasaklamakta hatta zorla su içererek zulmetmektedir.

Oruç tutabilmenin bir nimet, bir lütuf ve bir rahmet olduğunu en iyi anlayanlar, oruç tutmak istediği halde herhangi bir meşru sebeple tutamayanlardır.

Oruç bir yazgıdır; yani kaderdir oruç! Behemahal yerine gelecek ve getirilecek bir yazgıdır. Ondan yüz çevirmenin mümkün olmadığı bir mübarek zaman, yaşanmasına kimsenin engel olamayacağı bir rahmettir.

Baksanıza sokaklarında oruçtan nasipsiz bir sürü insanın dolaştığı şehirlere bile damgasını vurmakta; tıpkı ezan gibi herkesin duyduğu ama ancak kısmet sahiplerinin erişebildiği ibadetlerden bir ibadettir.

Ramazan ayının gündemi Kur’an ve oruçtur. Bunu başkalarına heba etmemek ve değerli bir hazine gibi sahip çıkmak gerekir.

İnsanların başka dertleri, davaları, kavgaları olabilir. Hayatın getirdiği pek çok yük, karmaşa ve telaş belleri bükebilir. Netice asla değişmeyecek ve Ramazan bizim rahmet ve bereket zamanımız olarak kalacaktır; Kur’an ile rahmet, oruç ile bereket…

Günün akşamında bir ezan sesiyle Allah için tutulan orucun, Allah’ın nimetleriyle bozulması anında hissedilen iman ve kazanılan ecrin sevincini ancak yaşayanlar hisseder.

17 Mayıs 2018

Kudüs kimin olacak?


Mitingler büyük hadiseler karşısında halkın galeyana gelmesiyle ortaya çıkarlarsa devlet gücünü tetikleme görevi icra edebilirler. Ancak devletin gücü halkın iteklemesiyle artmaz. Devletten gücünden fazlasını beklemek hayalcilik olur.

Dün olduğu gibi bugünlerde de müstekbir devlet ve uluslar bizim zayıflık ve korkaklığımızdan faydalanarak kendi hükümlerini icra ediyorlar. Karşılarında durabilecek bir güç ya da devletimiz yok. Bu gerçeği kabullenmek ve ona göre beklentilerimizi dengelemek zorundayız.

Türkiye kalibresinde bir devlet, bu gibi olaylarda en yüksek perdeden kınama ve elçi çekmek gibi diplomatik adımların ötesine geçemez. Ki bu satırları yazdığım saatlerde sadece Türkiye ve Güney Afrika devletleri istişare için elçi çekme adımı atmıştı. Dünyadan hele de İslam dünyasından bu cesareti gösteren  başkası da yok zaten...

Tarihe şöyle bir not düşüldü: Giritli Ortodokslar 16 Ağustos 1866 gecesi Selino kazasındaki bütün Müslümanları (beşiktekiler dahil) katlettiler. Bu katliam karşısında Batı (Bosna ve Kosova’da olduğu gibi) kılını bile kıpırdatmadı. Hıristiyanların meclisi 2 Eylül 1866’da Enosis ilan ederek Yunanistan’ın Girit’i ilhak ettiğini bildirdi.

Böyle başlamıştı malum son ve yıllar sonra Yunanistan adayı tamamen ele geçirdiğinde ve son Osmanlı askerleri de adayı terkettiğinde İstanbul’da dev bir miting düzenlenmişti. ‘Girit bizim canımız, feda olsun kanımız’ sloganı en çok duyulanlardan biri idi. Sonra halk evine döndü. Girit kaybedildi ve bir kaç ay sonra da Sultan 2. Abdulhamid tahttan ilga edildi.

Ramazan’a kavuştuğumuz şu mübarek günlerde mukaddes beldemiz Kudüs’te yaşananlar ve buna karşı seslerini yükseltmeye çalışan Gazzeli müslümanların kurşunlarla biçilmeleri kalplerimizi titretmekte ve Allah’ın gazabından rahmetine koşacağımız bu ayda bizi nelerin beklediğinden korkmamıza sebep olmaktadır.

Rahmet ve bereket ayı Ramazan, ruhlarımıza ve şuurlarımıza Filistin, Kudüs ve şehidlerin mübarek yolunun gölgesini düşürmüş oldu ki; şüphesiz bunlar, rahmetlerin en büyüğü, dünyamızın ve ahiretimizin kurtuluşuna vesile olacak nimetlerdir.

Allah, Abd ve İsrail yahudileri eliyle bize Ramazan’da Kudüs ve şehadet şuuru vermeyi murad etmiştir.

Filistinliler kendilerinden beklenenden fazlasını yapmakta ve silahsız olarak kurşunların üstüne yürüyüp can vermeye devam etmekteler. Onlar için şehadeti dilemek ve dünyada huzur ve rahat yüzü görmeyen bu asil halkın ahiretlerinin mamur olmasını ve şehidlerinin derecelerinin yüksek olmasını dilemekten daha güzel bir temennimiz yoktur.

Kendi adıma yaşarken Mescidi Aksa’nın yıkılışını canlı yayında izlememekten daha güzel bir temennim olmadığını belirtmek istiyorum. Bu gidişin sonunda belki yakın bir gelecekte bunun da yaşanabileceğini ve yine yükselecek cılız bir kaç sesten başka tüm dünyanın gönüllü ya da zorla boyun eğeceğini düşünüyorum.

Gerek Filistin halkının ve kuruluşlarının gerekse umum müslümanların işgali sindirdikleri ve mevcut şartları muhafaza ederek hayatlarını devam ettirmeye razı oldukları ortadadır.

Geçmişte Filistin ziyaretim sırasında yaptığımız muhabbetlerden anladığım kadarıyla Filistinliler o topraklarda varlıklarını devam ettirebilmeyi ana hedef olarak benimsemişler ve daha ötesini hayal bile edemez hale gelmişlerdi. İsrail teröristleri ise onları tamamen silinceye kadar zulüm ve katliamlara devam edecek plan ve hazırlıklar içinde görünüyorlar.

Allah’ın murad ettiği bir zamanda, O’nun mukadddes beldelere varis kılacağı salihler topluluğu gelip oraları kurtarıncaya kadar işgalin devam etmesi mukadderdir.

Andolsun biz Zikir'den(Tevrat’tan) sonra Zebur'da da: 'Şüphesiz yeryüzüne(Kudüs’e) salih kullarım varis olacaklardır' diye yazmıştık. (Enbiya 105)

O salihlerden olamadığımız içindir ki Kudüs’e varis olamıyoruz. Allah’ın va’di haktır ve mutlaka gerçekleşecektir. Müslümanlar salih kullar olduklarında Kudüs yolları açılacaktır.

Rasulullah(sas) buyurdu ki: "Yakında milletler, yemek yiyenlerin çanaklarına davet ettikleri gibi, size karşı biribirlerini davet edecekler."

Birisi: "Bu o gün bizim azlığımızdan dolayı mı olacak?” dedi.

Rasulullah (sas), "Hayır, aksine siz o gün kalabalık, fakat selin önündeki çörçöp gibi zayıf olacaksınız. Allah düşmanlarınızın gönlünden sizden korkma hissini soyup alacak, sizin gönlünüze de vehn atacak." buyurdu.

Yine bir adam: "Vehn nedir ya Rasûlullah?" diye sorunca:

"Vehn, dünyayı sevmek ve ölümü kötü görmektir." buyurdu. (Ebu Davud)

06 Nisan 2018

Derede boğulmak

Nuh(a)’ın gemisinden ilham alınarak tasarlanmış devasa bir gemideydik, uzun yıllar süren, tarihin şahit olmadığı fırtınalarla boğuştuk. Bir yandan deniz ve rüzgar, diğer yandan zalim düşman saldırıları altında dönülemez yolumuza devam ettik. Devran aleyhimize döndü ve kaptanımızı kaybettik, hakimiyet ve üstünlüğümüz yıkıldı.

Kaybettiğimiz sadece bir kaptan olsaydı yerine yenisini mutlaka bulurduk, ki geçmişimizde bunun benzeri devirlerde, olmadık çareler üretip, bir kaptanın etrafına toplanıp gemimizi selamet sahiline ulaştırmıştık. Yine aynısını yapabilirdik ama düşman da bunu biliyordu.

Kaptanlığımızı yıktılar! Gemimizde artık öyle bir makam yok...

Karaya vurmak kaçınılmazdı. Kaptansız ve mağlup bir gemi için yolculardan sağ kalanların karaya ayak basmaları bir tür kurtuluştu, ya da en azından biz öyle sandık.

Karada işler bizim sandığımız gibi yürümüyordu. Rüzgarda yelken açmak ilerlemeye yetmiyor, bir de topuklarını vura vura yürümek gerekiyordu. Denizde hiç rastlamadığımız kadar toz, toprak ve çöp, karanın sıradan nesneleriydi, temiz kalmak neredeyse imkansızdı.

Dahası çoğumuz pisliğe bulaşmaya da alıştık.

Kurtuluş sandığımız kara, bizi düşmanlarımıza benzetiyor ve her geçen nesille biz de buna uyum sağlamayı marifet sayıyorduk. Önce görünüşümüz sonra içimiz onlara benzedi! Onlardan olmayı lanetlik bir durum görsekte, kendimize yakıştıramadığımız ne varsa aslında boynumuza asıldı kaldı.

Bu gidişin sonunu hızla bulanlara şaşmayı da ihmal etmeden hep birlikte bu kara deliğin içine çekilmeye devam ettik.

Şimdi gırtlağına kadar batanlarımız, tepelerine kadar batanları kınıyor. Beline kadar çamura saplananlarımız zor nefes alacak kadar batanları... En temiz kalanlarımızın da ayakları çamura bulanıyor, zira karada temiz yol yok, karada ferahlık yok, huzur yok, kurtuluş yok!

Selamet yani kurtuluş yeniden bir gemi inşa etmekten geçiyor, başına kendi kaptanımızı geçireceğimiz, yolunu vahyin çizdiği bir gemi.

Tam da bu noktada başarısızlığımızın sebebi yine biziz!

Bazılarımız gemi inşası için kalasları yontarak, kalaslar olmadan gemi olamaz diyor ve doğru da diyor! Diğerlerinden bir grup, kürekleri ve yelkenleri yapmaya çalışırken en önemli işin kendilerinde olduğunu ve herkesin onlara tabi olması gerektiğini, aksi halde başarısız olmanın kaçınılmaz olduğunu iddia ediyorlar, tıpkı diğer her bir grup gibi!

Bir zümre inşa edilmemiş gemi için yiyecek depolarken, bir başka topluluk ise gemimizin duvarları ve tavanları için süsler tasarlıyor.

Ortada gemi yok, henüz!

Bu kargaşa ve itişmeler sırasında bir çok işçi ve yolcu geminin inşa edildiği derede boğulup gidiyor...

Her olaydan sonra yeni bir çaba ve yeni bir bakış çıkıyor ortaya; ne hikmetse her grubun sebebi, metodu ve gayesi en doğru oluyor.Bu kadar çok doğrunun olmasından büyük bir yanlışlık düşünülemezdi, düşünülemedi de zaten; bu da doğru kabul edildi!

Son tabloda; küçük bir derede çırpınan, can veren, ter döken ama bir adım ileri gidemeyen bir ümmetiz... Her birimiz ayrı ayrı en haklı ve en doğruyuz. Biraraya gelmemize gerek yok! Böyle kendi çamurumuzda helak olup gitmekten zevk alıyoruz!

Okyanusları aşıp gelen geçmiş nesillerimizin başarıları ile iftihar ederken derelerde boğulup gidiyoruz...

Bu anlamsız kargaşada gemi inşa etmekten vazgeçenlerimiz kadar, gemi inşa etmek gerekliliğine inananlarımız da hızla azalıyor. Boğulanlardan daha çok meydanı terkedenler var ama biz didişmeyi gayemizden daha çok önemsiyor ve seviyoruz.

Çamuru sevdik biz, kirlenmeyi güzel gördük; artık temizlenmek ve gemi inşa edip açık denizlere yelken açmak istemiyoruz. Bir de bunu kendimize itiraf edebilirsek belki bir şey ya da bir şeyler değişecek.

28 Mart 2018

Hakikate eziyet

Çağımızın en kolay elde edilen şeyinin bilgi olduğu hepimizin malumu. Bilgi dediysem tetkik ve tahkikten mahrum, herhangi bir müderris yahut alimin kontrolünden azade, öylesine herkesin kolayca ulaşabildiği online ortamlarda elde edilen bilgileri kasdediyorum. Zaten diğer türlüsünün online elde edilme imkan ve ihtimali yok denecek kadar az. Tamamen yok diyemememizin sebebii de yine ehil ulemanın sesli ya da görüntülü derslerinin de online ortamlarda bulunabilmesinden kaynaklanıyor.

Bilginin kolay elde edilmesinin ilk ve büyük zararı bizzat bilgiye ve bilgi ile ulaşılabilen hakikate zulme sebebiyet verebiliyor. İnsanlar, değerlerini fiyatlarıyla ölçtükleri diğer ürünlerle mukayese ettiklerinde en ucuz şeyin bilgi olması bunun en önemli sonuçlarından biri. Ayrıca asıl ve ehil ilim ehlinin hürmet ve muhabbetine vurulan darbe de büyük zararlardan biri olarak karşımıza çıkıyor.

İlmin ve alimlerin değerini kaybettiği bir toplumda cehaletin itibar görmesi ve bilgin rolleri yapan ancak ehil olmayan zevatın ihtiram görmesine sebep oluyor. Bu gidişatın nihai noktası ise ‘cahiliye toplumu’ olmaktan başka bir şey değildir.

Ehil ulemanın çırpınışları ve büyük gayretleriyle yayılan ilmin hakikat üstünlüğü olmasa bu devirden sağ çıkmak kimsenin beceremeyeceği kadar ağır bir iş olacaktı. Sağ çıkmaktan maksat elbette bedenlerin ölmemesi değil; ruh ve taşıdığı imanın sağ kalmasıdır.

İmanı hayatta tutan ilimdir, ilmin elde edildiği makam alimdir. Bu işin sadece kitaplarla sağlanamayacağı da tecrübi olarak sabittir.

Gelelim bizim asıl derdimize; herkesin kolayca elde ettiği hakikatleri yine kolayca harcayabildikleri bir çağdayız. Ehli olmadığı halde ilmi elde edenin hali, altınla tenekenin farkında bilmeden kuyumculuk yapmaya cüret eden tüccarın hali gibidir, iflası kaçınılmazdır.

Bu gibilerin elinde ve dilinde dolaşan hakikatın uğradığı eziyet ise belki de toplumları ifsad etmesi bakımından herhangi bir katliam ya da zulümden daha büyük ve daha fecidir. Hakikate yapılan zulüm, ehlini de sarar ve dünyayı onlara zindan eder. Zira hakikatin sahipleri için hayatın manası ona uygun yaşayabilmekten ibarettir. Elinden cevheri alınmış bir müslüman için can taşımaya devam etmenin pek büyük bir değeri yoktur, olmamalıdır da...

Bütün bunların üstüne şunu ekleme zaruridir: Yalnız gerçeği, hakkı ve hakikatı almak tek başına doğru bir değildir, illa da ehlinden ve sahih, sadık ağızlardan almak gerekir. Aksi halde hakkın uğrayacağı bozukluk farkedilmeden yayılacak ve ancak helak ve ifsada yol açacaktır.

Bin sözünden bir yanlışı olandan uzak durmak evladır, zira ikinci yanlışı farketmeme ihtimalimiz dinimizin bozulmasına yol açabilir. Hatasız ve günahsız alim aramıyoruz; ihanet ve ifsad ehlinden korunmaktan bahsediyoruz!

İlmin büyüklüğü hiç bir ihaneti mazur gösteremez.

İhanetin aşağıladığı bir insanı, hiç bir şeref yüceltemez.

Fetret devirlerinde müslümanların dertlerinden uzak olanı, hiç bir bağ bize yaklaştıramaz.

Düğünlerimizde sevinmeyen ve cenazelerimizde üzülmeyenlerle aramızda kardeşlik olduğundan bahsedilemez.

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...