28 Eylül 2019

Deprem, ecel ve tedbir



Hemen her konuda az çok bilgimiz var ama hayatta kalmak için en gerekli bilgileri çoğu zaman önemsemiyoruz bile. Bir felaket anında, kendimizin ve çevremizdekilerin hayatlarının bir pamuk ipliğine bağlı olacağı anlar olacaktır ve o sırada yapılacak bir müdahale, atılacak bir adım çok şeyi değiştirebilecektir.

Deprem zamanı, yeri ve şiddeti tahmin edilebilir bir afet değil; işe bu “basit” gerçekten başlamak gerekiyor. Rasathaneler bilimsel verilerle ne yapacaklarını kendileri bilir ama bir deprem yaşamış olanların tecrübeleri, bizim için en değerli bilgiler olabilir.

Gerek bir deprem yaşayanların tecrübeleri ve gerekse bu işin uzmanlarının biriktirdiği verilerle oluşan gerçek bilgilerin halka en net ve en anlaşılır şekilde ulaştırılması gerekiyor.

Deprem olduğunda evler yıkılıp, yer alt üst olurken şiddetini kimse merak etmez, o depreme maruz kalmayanların ya da kurtulanların işidir. Bize hayatta kalanların enkazdan kurtarılmaları ve hayatlarını devam ettirmelerini sağlayacak bilgiler lazım, organize lazım.

Devlet aklı ve organizesi en çok bu gibi felaket zamanlarında lazımdır. Oluşacak kaosa rağmen; kurtarma çalışması yapılacak, sağlık hizmeti verilecek, yaşamak için gerekli su ve erzak dağıtımı yapılacak ve güvenliği sağlayacak olan ancak devlet kurumlarıdır.

Sivil toplum kuruluşlarının organize ettiği ekipler de mutlaka çok önemli roller üstlenecektir. Kargaşa ve başıboşluk depremle sarsılan toplumu daha da yıkabilir. Bu anlamda, resmi görevi olmayan ama bu gibi zamanlarda yardıma koşmak ve bir şeyler yapmak isteyenlerin STK’ların ekiplerine katılmaları gerekir.

Bir afet durumunda, kimin nasıl tepkiler vereceğini önceden tahmin etmek çok zordur; dağ gibi adamlar çaresiz bir çocuğa dönüşebilirken, cılız biri kahramanlık gösterebilir. Büyük konuşmaya gerek yok, metanetini korumak eğitimle sağlanabilecek bir şey mi bilemiyorum.

Deprem sonrasıyla ilgili hatıralarını okuduğum pek çok kişi, gayri ihtiyari olarak gördüğünüz herkese yardım etmek isteğinin oluştuğunu söylüyorlar. Kendisini kurtaran ve gücü yerinde olanların ellerinden geldiği kadar yardıma koştukları bir ortamda, yağmacıların ve hırsızların da ortaya çıkıp, akbabalar gibi dolaştıklarını anlatıyorlar.

Hayatın ve insanlığın her türden gerçeğiyle aynı anda yüzleşmek zorunda kalmak ve her şeye rağmen, sağlam ve temiz kalabilmek büyük bir erdemdir. Fıtratı bozulmamış hiçbir insan, herhalde öylesi bir anda, gayri ahlaki bir hali aklından bile geçirmeyecektir. Ne yazık ki, “aşağıların aşağısına” düşen mahluklar da vardır ve olacaktır.

Devletin en önemli görevi, ülkedeki herkesi ve her şeyi denetlemesi ve olası senaryolara göre önlem alması ve aldırmasıdır. Bu yüzden Fırat’ın kıyısında kurda yem olan kuzunun hesabı idareciden sorulur. Devleti bu gibi zamanlara hazırlamakla görevli olanların sorumluluklarını yerine getirmeleri hem halka hem de hesap verecekleri Hakk’a karşı en önemli görevleridir.

Bize düşen, kendi durum ve şartlarımızda, en iyi tedbirleri alarak yaşamaya devam etmek ve bir felaket anında neler yapacağımıza dair, öncelikle kendimiz ve aile fertlerimiz için bir planımızın olmasıdır.

Bütün hazırlık, tedbir ve eğitimlerin dışında, kalbinde iman ve tevekkül bulunması her insan için ideal bir güç ve sığınaktır. İman, başa gelene sabrı, devam etmek için gereken iradeyi ve çevresi için gerekli her vesileyle yardıma koşma gücünü verir.

İman; adaletin ve emniyetin kaynağıdır, iradenin ve kuvvetin tohumudur, sabrın ve metanetin temelidir, korkunun ve ümidin sebebidir, duanın ve tevekkülün özüdür…

Tedbirin kaderin önüne geçebileceğini zannetmek büyük gaflet, tedbirsizlik ise büyük ahmaklık olur; bir felakete engel olmak için sebeplere sarılmak farz iken, ecele mani olunabileceğini zannetmek Muhammed(sas)’e indirileni inkar etmek olur.

Hiçbir kimse Allah’ın yazılıp bir süreye bağlanmış izni olmadan ölmez. Kim dünya nimetini isterse ondan kendisine veririz, kim ahiret nimetini isterse ona da ondan veririz ve şükredenleri ödüllendireceğiz. (Ali İmran 145)

25 Eylül 2019

Doğu ile batı eşitliği



Güneş doğudan doğar ve öncesinde ufukta bir kızıllık belirir, batıdan batar ve sonrasında ufukta bir kızıllık görülür. Üzerinde tefekkür etmek isteyenler için, Allah’ın kainata koyduğu düzenin her biri ayrı ayrı ayetlerdir. Tıpkı Kur’an ayetleri gibi, herkesin gönlüne ve aklına hitap eden ayetler.

Bir kere bu düzenin insanoğlu var olduğundan beri, aksamadan ve değişmeden devam ediyor olması, akıl sahipleri için büyük bir ayettir ve ancak iman ve acziyetini fark etmeye vesile olur.

Baksanıza dünya, kendi etrafında dönüyor, diğer gezegenlerle birlikte güneş etrafında dönüyor, güneşle birlikte galaksi içinde dönüyor, galaksimizle birlikte samanyolu içinde yol alıyor ve biz her akşam aynı yıldızları, aynı noktada bize göz kırparken buluyoruz, yerleri insanoğlu gökyüzünü takip etmeye başladığından beri milim değişmiyor.

Ve hiç bir güç, Allah’ın koyduğu düzene müdahale edemiyor, değiştiremiyor, durduramıyor!

Güneş, hayatımızı yönlendirdiğimiz zamanın ayetidir ve zaman dediğimiz hayatımızın en değerli varlığı onu hiç ilgilendirmiyor. Yaratılış maksadına uygun olarak duruyor öylece…

Doğuş ve batış bize göredir, güneşin bunlardan haberi bile yok!

Ufuklardaki kızıllık bizim gözlerimize göredir; ne güneşin, ne ufukların, ne de kızıllığın bundan haberi bile yok!

Zamanı saydığımız günler, saatler ve dakikalar, dahası haftalar ve aylar, yıllar ve yüzyıllar bize göre geçiyor; güneşin ve gökyüzünün bunlardan haberi bile yok!

Biz, bize göre yaşıyoruz; dünyanın bundan haberi bile yok!

Öldüğümüzde de bize göre ölmüş olacağız; yaşayanların bundan haberi bile yok!

Başkasının ölümü yaşanabilir bir duygu değildir çünkü, çünkü başkasının acısı hissedilemez, başkasının sevinci hissedilemez. Güneşin bizim yanan tenimizi hissetmediği gibi, karanlığın bizim göremeyen gözlerimizden haberinin olmayışı gibi…

Batının müreffeh ve özgür, zengin ve şımarık bireylerinin; doğunun garip ve şaşkın, fakir ve ezik halklarının acılarını ya da sevinçlerinin hissetmeleri de mümkün olmaz, olmadı da.

Doğu ile batının eşit olduğu zaman, sadece güneşin doğduğu ve battığı zamanlarda görülen kızıllıkların benzerliği kadardır.

İnsan olmak bakımından eşit gibiyizdir, lakin batılılar daha bir eşittir sanki. Canlarımız olması bakımından da eşit yaratılmışızdır, fakat bir batılının canının kaç doğulunun canına eşit olduğunu hesaplayamaz makinalar ve bombalar.

Seslerimizin çıkması bakımından da eşitizdir, ama bir batılının sesi kadar uzağa ulaşamaz bizim seslerimiz, hiçbir zaman!

Onlar; dünyayı ve yaşayanlarını sömürür ve iliklerini kurutur sonra da karşımıza geçip yaşanabilir bir dünya için neler yapmamız ve yapmamamız gerektiğini bize dikte ederler.

Onlar; canlarının ve çocuklarının derdinde olan doğuluların acısını hissedemezler ama bizim de onlar kadar gamsız olup, buzulları ve balinaları dert edinmemizi isterler.

Onlar; dünyayı kendileri için yaşanır, başkaları için cehenneme çevirip, yaktıkları ateşte pişirdikleri yemeklerinin lezzetli olması için insanları atarlar ocaklarına, sonra da çıkan dumandan genizleri yanınca bize kızarlar, neden dumansız ve sessiz yanıp kül olmuyoruz diye…

Her şeye rağmen, güneş doğup batmaya devam ediyor ve günler yani zaman hem onlar hem bizim için geçiyor. Devirler değişiyor. Tarihin ibresinin bizden yana dönme zamanı yaklaşıyor, sabahın yaklaştığı gibi.

Doğu ile batı yeniden eşitlenecek ve güneş doğudan doğmaya devam edecek. Biz doğuşun kızıllığının sevincini yaşayacağız, onlar batışın kızıllığının hüznünü. Engellemez bir kudret devranı değiştiriyor!

Size bir yara dokunduysa karşı topluluğa da benzer bir yara dokundu. Allah'ın gerçekten iman etmiş olanları ortaya çıkarması ve aranızdan şehitler edinmesi için, bu günleri böyle aranızda döndürürüz. Allah zalimleri sevmez. (Ali İmran 140)

20 Eylül 2019

Göklere merdiven inşa etmek



Hayatın her alanında, söz ve duruşları eleştiren ama sürekli ve sadece eleştiren insan tipleri vardır. Nerede oldukları, konunun ne olduğu, kimin konuştuğu, konunun ehemmiyeti, konuşanın ehliyeti, ortamın havası, sözün hikmeti, hatırlatmanın fayda ya da zararı gibi söz ve duruş inceliklerinden ya da ıstılahi tabirimizle adabı muaşeretten yoksun birileri hep vardı ve olmaya devam edecekler.

Kendine ait bir fikri ve fikrini ifade edebilecek sözü ya da sözünü dillendirecek kadar kelime hazinesi olmayan ama illa ve mutlaka konuşmak ve itiraz etmek isteyenler için zorunlu bir çaresizlik durumu söz konusudur. Susmanın semtlerine uğramadığı ve her konuda bir diyeceği olan birinin yaşadığı gurur, içi ne kadar boş olursa olsun, bir nefsi tatmine ve rahatlamaya sebep olur.

Bazılarımız hep o, sesinin ilk çıktığı ya da ilk defa adam yerine konulma ihtiyacını hissettiği, delikanlılık çağında kalmayı seviyor da olabilir. Neticede insanız ve bir şekilde avunmaya, kendimizi temize çıkarmaya ve en güzel aklın ve sözün kendimize ait olduğuna inanmaya ihtiyacımız var.
Bir de hasta muhaliflik olarak isimlendirebileceğim, aykırı olma, reddetme ve itiraz etme gibi bir haleti ruhiye var. Sürekli her şeye düşman gözlerle bakmak, her an saldırıya uğrayan bir cengaver gibi pozisyon almak, söze ya da yazıya kendini ifade ya da muhatabına bir hakikati anlatma gayretiyle değil, vurmak ve yıkmak kastıyla başlamak.

Uçan kuşa kusur bulmak, esen yele kızmak, yağan yağmura itiraz etmek, açan güneşe ateş açmak, gördüğü her nesneye kırılacak kütük muamelesi yapmak; normal bir insan için oldukça yorucu ve yıpratıcı bir kavgadır aslında...

Mutsuz ve yorgun, asık suratlı ve umutsuz, bezgin ve bedbaht olmanın en kestirme yolu, kendini düşman ordusunun ortasında tek başına, az bir cephaneyle kalmış zannederek sağına ve soluna, önüne ve arkasına, kimdir ve necidir diye bakmaksızın sürekli sözleriyle mermi sıkmaktır.

Oysa, aykırılık ya da sınırları aşmak marifet değildir, neticede sen yine sen olarak kaldıktan sonra! Tamam koyun olma, sürüye uyma ama çitin diğer yanına geçince değişen tek şey, başkasının otuyla beslenmekse, sonun o başkalarına kurban olmak olur, en fazla.

Bugünün dünyasında, hele de batı dünyasında; kimse başkasının kuzusunu bedavaya beslemez. Verdiğinden fazlasını alamayacağı yere yatırım yapmaz.

Bırakalım batıyı da dünyasına da, bizim doğumuzda da; etinden ve sütünden, hatta derisinden ve tüyünden bile faydalanmayı hesap etmeden, yalnız ve sadece Allah için iyilik yapılması artık bir ütopyaya dönüşmüşse yavaştan, adımlarımızın bizi sahraya mı yaylaya mı götürdüğünü çok iyi bilmek zorundayız.

Kimsenin düşünemediğini düşünebilen, söylenmemiş sözleri olan ve daha da ilginci konusu din olan çok adam var şimdi ortalarda. Herkese ve her şeye muhalif bunlar. Ayetleri ve hadisleri de kimse onlar kadar ince ve orijinal anlayamıyor zaten. Ve asla bağlı oldukları bir merci yok! Ne hikmetse kendilerini adadıkları hakikatin yegane yolcusu oluyorlar.

Amerika kıtasını yeniden keşfetmeye gerek yok, yeniden keşfedenler sömürgeci oldular tarihte, bugün de onlardan aşağı kalmazlar.

Bal satıyorlar ama içine kendi şekerlerini karıştırmayı ihmal etmeden! 

Yürek yelpazesi sallıyorlar ama ardından kendi nefeslerini üflemeyi unutmadan!

Her konuda ortada sağlam bir ceviz bırakmayıncaya kadar bütün kabukları kırıyorlar ama kendi sinelerinde bir kozları var, ona asla dokundurtmuyorlar.

Takva ehlidirler ama takiyeden vaz geçmiyorlar!

Nefret ettiklerine gülümsüyorlar ama kinlerini büyütmeyi din sayıyorlar.

Bunca usta sahtekarlığa karşı aciz kaldığımız doğrudur. Biz bu kadar ayak oyunu bilmediğimizden mağlup olduk ve oluyoruz. Zalim olamadığımızdan başımızın beladan kurtulmadığı bir gerçektir.

Biz kuyu kazmıyoruz, göklere merdiven inşa edenleriz.

14 Eylül 2019

Herhangi biri ile her şeyi



Olaylara ve insanlara biraz fazla bencil bakıyoruz. Değerlendirmelerimiz ve davranışlarımız da bu bencilliğe göre şekilleniyor. Kendi bakış açımız ve görüş kapasitemizi esas kabul edince, bizden başkasının ne dediğinin de ve aslında ne düşündüğünün de bir değeri kalmıyor.

Bizim için ciğer paresi, gözümüzün içi, gönlümüzün sultanı, başımızın tacı olan birinin ya da bir şeyin; bir başkası için sıradan ve herhangi biri olabileceği gibi, dikkate değer bir olay bile olmaması mümkün oluyor.

Kalabalık bir şehrin, günde binlerce hastanın ve yakınlarının gelip geçtiği büyük bir hastanesinde, birkaç dakikada bir hasta muayene etmek zorunda olan bir doktor için; her gelen hasta herhangi biridir. Rutin işini yapar, biraz enerjisi varsa birkaç espri ya da gülümseme ile gönül bile alır ama neticede kapıyı gösterir.

Halbuki o hasta erkek ise, kim bilir kimlerin sırtını dayadığı yıkılmaz kaledir de onun sarsılması kimlerin ciğerlerini titretir bilinmez. Kadınsa, kimlerin annesidir, ablasıdır, belki teyzesidir annesiz birilerinin; onun hastalığı kaç hayatı alt üst eder tahmin edilemez.

Çocuksa, annesiyle babasının yürek sızısıdır, ailenin diğer büyükleri için üzerine titrenilen bir taze çiçek gibidir. Kim bilir, kaç evin, kaç bahçenin, kaç akşamın ve kaç sabahın neşesi ve umududur bilinmez.

O hasta, o doktor için herhangi bir hasta iken; başkaları için hayatın anlamı, ciğerin parçası ve umudun canlı timsalidir; başına bir iş gelmesi  kaç ocağı viran eder, kim bilir…

Binlerce öğrencinin koridorlarında dolaştığı, ortalığın ana-baba gününe döndüğü, gürültünün ve hengamenin katlanılmaz boyutlara ulaştığı bir okulda; bir yönetici ya da öğretmen için, kızılıp susturulan ya da kulağı çekilen, kızılan veya aşağılanan, okumaya ve belki de insanlara küstürülen herhangi bir öğrenci vardır ve o öğrenci kim bilir kimlerin yolunu gözlediği mukayese edilmez bir değer, üzerine titrediği bir pırlantadır, bilinmez.

Öğretmenleri için yüzlerin veya binlerin arasında herhangi biridir o öğrenci ama birileri için her şeydir, kim bilir…

Pek hazzetmediğimiz mülteciler dolaşır ortalıkta, çoğunun üstü başı da kirli paslıdır. Yüzleri gülmez, gözleri yerdedir çoğu zaman ve gücü yetenlerimiz iter-kakar hatta döverler. Detaylandırmaktan utanacağımız muameleler yapılır kadınlara ve çocuklara. İşte bunların her biri de bizim için herhangi bir Suriyeli olduğu gibi birilerinin her şeyidir.

Biz kızıp nefret edebiliriz. Varlıklarından rahatsız olabiliriz. Ne ki; bunca insan, bunca acı, bunca yetim ve bunca yıkımın altından çıkıp gelen bu insanların her biri birilerinin her şeyidir.

Bu bakışımız kolay kolay değişmiyor maalesef. Bir haber bülteninde çatışmada şehit ya da kazada ölü diye birkaç cümleye sığdırılan her insan evladının birilerinin her şeyi olduğu gerçeğini unutuyoruz.

İnsanların sayılaştırılması modern hayatın acımasızlığının en bariz ifade şeklidir. Varlığın en değerlisi olan insan, istatistiklere konu sayılar haline getirildiğinde; geriye çiğnenemeyecek onur, unutulamayacak varlık, harcanamayacak değer kalmayıveriyor.

Kapitalizmin insanlığı getirdiği ve alıştırdığı bu nokta, birkaç yüzyıllık batı hakimiyetinin de devamının sigortasıdır adeta. Düşünsenize; batılı bir azgın devlet, ‘yanlışlıkla’ onlarca insanı vurabilir, kasıtlı olarak ülkeleri işgal edebilir ve milyonlarcasını öldürebilir ve bunlar kayıtlara sayılar olarak geçer. Aslında dünyanın yıkılması gereken katliam ve yıkımlar sadece istatistiki bilgilerdir artık!

Her bir sayının etkilediği sayısız insan vardır oysa ve göz ardı edilirler! Fakat insandır bu, unutmaz. Unutsa da bilinç altında bir yerlerde farkında olmadan kin ve nefret büyütür.

Dünyanın geldiği yer, insanların kin ve nefretle dolu olduğu ve en ufak bir ateşlemede büyük öfke patlamalarının yaşandığı bir felaketin kapısıdır.

İnsanlık için bu kapıdan dönüş ve yaratılış gerçeğine yani fıtratının hakikatine ulaşmak yegane kurtuluştur. Ne ki, bunun seslendirenler sesleri cılız, bilekleri zayıftır. Sesimizi çoğaltmak ve bileklerimizi kuvvetlendirmek zorundayız, belki de tarihin hiçbir devrinde olmadığımız kadar mecburuz buna.

Bencillikten vazgeçmek ve “dünya bensiz de dünya” demek gerekiyor…

11 Eylül 2019

Bak!



Yazıdır yazılır, sen okuyanın ne anladığına bak.
Güneştir doğar, sen batarken ufuktaki kızıllığa bak.
Mevsimdir gelir, sen ne getirdiğine bak.
Eylüldür sevilir, sen ne götürdüğüne bak.
Teröristtir saldırır, sen kimin hesabına yazıldığına bak.
Binadır yıkılır, sen enkazında kimin kaldığına bak.
Emperyalisttir işgal eder, sen kimin direndiğine bak.
Kahramandır direnir, sen kimin ihanet ettiğine bak.

Bu formatla bütün bir hayatın hikayesini alt alta dizebilirim. Sözün gücünün kıyamete kadar devam edeceğinden eminim. Ancak insanların sözü dinleyeceğinin bir garantisi yok, hiçte olmadı zaten.
Gördüğüne inanmak, duyduğuna inanmaktan baskındır hep. Kulak yalan duyar da göz yalan görmez sandığımızdandır bunca aldanışımız oysa.

Baksanıza gözlerimizin önünde oynanan onca oyundan payımıza seyircilikten başka bir rol düşmüyor. Buna sevinsek mi üzülsek mi orası da ayrı bir konu. Oyun dışı kalmak olsaydı mesele sadece, sevinirdik ama biz tarih dışı kalıyoruz gibi.

Kimlerin kimin hesabına iş gördüğünü, hangi işin kimin planı olduğunu, komplo teorilerini ve gerçekleri, duyduklarımızı ve gördüklerimizi bilemez olduk.

Kim ne kadar gördüyse, gerçeği o kadar sanıyor. Belki de gerçek, gerçekten o kadardır da biz emin olamıyoruzdur. Eksik sandıklarımız tamdır. Olması gereken budur.

Kendimize ve tercihlerimize çok değer biçtik sanki, sanki dünyayı çeviren el bizimdir…

Kim ne için, ne yaparsa yapsın; biz gördüklerimizle mutlu olmayı seçtik. Yalan ya da illüzyon olma ihtimaline rağmen gözlerimize inanıyoruz.

Bir de, inandıkları için canlarını verenlere inanıyoruz, onlar kadar kesin inanmaktan daha büyük bir iman yoktur zira.

İnanmak huzur ve mutluluk sebebidir. Gördüğüne inanmak, duyduğuna inanabilmek rahatlıktır.
Kesin olarak biliyor ve inanıyoruz ki; Allah(cc), Amerika’dan büyüktür. Her işi yöneten ve yaratan, izinsiz hiçbir şeyin olamayacağı yegane güç Allah(cc)’dir. “Allahu Ekber” derken gerçekten O’nun büyüklüğünü tasdik ve ilan ediyoruz.

İnsanlar sayısınca söz var evet, bir gün söylenecek bir şey kalmayacak diye beklerken, aslında sözün hiç bitmeyeceğini idrak ediyoruz. Kıyamete kadar konuşacak insanoğlu, dinleyen olsa da olmasa da susmayacak.

Neyse ki melekler var ve her şeyi dinleyip, kayıt altına alıyorlar. Kıyamet günü merak ettiklerimizin kesin ve doğru cevaplarını alacağımızdan şüphe yok. Sırf bu sebeple bile kıyamet sevilecek bir hadise. Düşünsenize gizli-saklı kalmayacak, merak bitecek, yalan yok olacak! Fazla kafaya takmaya gerek yok.

Büyük hesabın hesabını yaparak dünyalık hesap yapanlara ne mutlu…



28 Ağustos 2019

Mü’min, emin ve emanet insandır



İnsan, yalnız başına da hayatta kalabilir ancak bir hayat sürdüğünü söylemek için başka insanlara muhtaçtır. Toplumlar kurmak ve birbirine destek, köstek ve sair muameleler vesilesi ile diğer insanlarla münasebet kurmak ve bunu hayatının sonuna kadar devam ettirmek; bir hayat sürmektir, sadece hayatta kalmak değil.

İslam’ın inşa etmemizi istediği ve geçmişimizde örneklerini yaşadığımız toplumun da temel esası, kendi aramızda iyilikler ve kötülükler konusunda yardımlaşmaktır. İyiliklerin yayılması ve çoğalması, kötülüklerin engellenmesi ve yok edilmesi, belki de İslam sosyal hayatının en kısa özetidir.

Mü'min erkeklerle mü'min kadınlar da birbirlerinin velileridirler. İyiliği emreder, kötülükten alıkoyar, namazı kılar, zekatı verir, Allah'a ve Rasulü’ne itaat ederler. İşte bunlara Allah rahmet edecektir. Muhakkak Allah yücedir, hakimdir. (Tevbe, 71)

Müslüman erkek ve karınların, tıpkı imtihana muhatap yani mükellef olma hususunda aralarında herhangi bir fark bulunmaması gibi; iyiliği emir, kötülüğü yasaklama, namazı kılma, zekatı verme ve tümüyle Allah’a ve Rasulü’ne itaat konusunda herhangi bir farkları ya da ayrıcalıkları yoktur.
Yine bu konuda her birimiz diğerlerinin desteğine ihtiyaç duyarız ki, bu da insan olmanın sonucu ve hatta nimetidir.

İnanmanın temeli ise emin olmaktır. Hem kelime hem mana olarak mü’min ya da mü’mine, emin olunan ve emin olan kişidir.

Kadınlar hakkında farklı olarak, onların bedeni zayıflıkları ve hissi hassasiyetleri sebebiyle, erkekler tarafından bu emniyete muhalif olarak incitilmelerini, zulme uğramalarını ve onurlarının çiğnenmesini engelleyici bir çok tedbir alınmıştır.

“Ve kadınlar konusunda size hayrı tavsiye ederim. Onların canları üzerinde hiç bir hakkınız yoktur. Onları Allah’ın emaneti olarak aldınız ve Allah’ın kelimesiyle helal kıldınız.” Veda Hutbesi’nde kadınlarla ilgili emanet kelimesinin geçtiği kısım kaynaklarımıza göre burasıdır ve her akıl sahibinin fark edeceği gibi burada bahsedilen eş olarak evlenilen kadındır.

Emanet kelimesini dilene dolayan bazı bahtsızların sandığı gibi burada kadını aşağılayan değil aksine, koruyucusu ve hesap sorucusu bizzat Allah olan ve bu sebeple ağır hassasiyet gerektiren bir emanetten bahsediliyor. Zira emanetin değeri sahibinin değeri kadardır.

Emanet ibaresinden hemen önce gelen “nefisleri/canları üzerinde bir hakkınız yoktur” kısmı özellikle cahiliye devrinde ve halen devam eden canı sıkıldığında kadınları öldürebilme cüretini engelleyen bir ifadedir. Cahiliye dün ne idiyse bugün de odur, şeytan ve hileleri geçen onca zamana rağmen ileri gidememiştir.

Neticede; kadınlar erkeklere karşı zayıflıkları sebebiyle, Allah’ın emaneti olarak korunmaya alınmış ve olası zulüm ve aşırılıklar kesin olarak yasaklanmıştır. Allah’ın emaneti olmak ilahi bir iltifattır ve kalbinde iman bulunanı memnun eder, erkeklerinse hassas davranmaları için dikkatlerini çeker.
Her vesileyle, bilmedikleri ve bilmemekle kalmayıp düşmanlık etmekten geri duramadıkları İslam; Allah’ın kadın ve erkek tüm kulları için mutlak adaletin, dünya ve ahiret saadetinin tek ve kesin yolu, sorunların yegane çözüm kaynağıdır.

Mükellef kılmakta bir fark koymayan İslam, suç ve cezalar konusunda da fark görmez. Zulüm ya da cinayetlerin, dini, dili ve ırkı olmadığı gibi, cinsiyeti de yoktur. Haramların da cinsiyeti yoktur; kadın yaptığında haram ve ayıp olan, erkek yaptığında da haram ve ayıptır.

Ne onların düşmanlığı, ne bizim cehaletimiz ve ne de alimlerimizin acziyeti; mübarek ve muhteşem fıtrat dini İslam’ın, dünya ve ahiret saadeti için vaz ettiği nizama gölge düşüremez. İslam nimeti için Allah’a hamd ederiz.

19 Ağustos 2019

Unuttuğumuz işgal ve dahası



Bundan çok değil 100 yıl kadar önce bu topraklar büyük bir işgal yaşadı. İşgalin nasıl bir şey olduğunu yaşayan nesil aramızdan çekileli çok oldu. Bizim gibi birinci ağızlardan dinleyenler de yavaş yavaş azalıyor.

Dedemin İngiliz esareti sonrası Yemen’den Antep’e yürüyerek dönüş hikayesini dinlemek çocukluğumun en efsane akşamlarını süslerdi. Sonra ninemin küçük bir kız iken Fransız ablukası altındaki Antep’e giriş-çıkış hatıralarını, köylünün erzaklarını düşmandan korumak için mağaralara saklamasını dinledim hep.

Ninem şöyle anlatırmış anneme:
“Açtık, yokluk vardı, kıtlık vardı. Antep’e alışverişe giderken Fransız kontrol noktasında aranıp geçerdik. Bir seferinde nöbetçi komutan bize jest yapıp, ekmek arasında haşlanmış et dağıtmıştı. Ne yapacağımızı bilmeden elimizde beyaz un ekmeği ve arasında mis kokulu sıcak et haşlama ile ilerledik. Onların bizi görmediği bir noktaya gelince annem; ‘etleri yol kenarına dökün ama ekmekleri yiyebilirsiniz’ demiş. Zira etlerin helal olmadığını düşünüyorduk. Ekmekleri de yemezdik ama çok açtık ve arpa ekmeğinden sonra beyaz un ekmeği çok güzel gelmişti hepimize…”

Adım adım işgal edilmişti şehir ve her köşede, her evin mağarasında örgütlenen bir direniş vardı.

Meşhur Şehit Kamil hadisesi sırasında Fransız askerlerine müdahale eden ve ele geçirdiği tüfek kendisine ganimet olarak hediye edilen Yılankırkan Mustafa’nın oğlu Abdulkadir’in şehit oluncaya kadar kullandığı silahı, henüz direniş başlamadan ele geçirdiği halde, götürüp direniş organizesini de yapan heyete teslim etmesi bunun işaretlerinden biridir.

Sadece Kamil değildir Antep savunmasının çocuk kahramanları; bir çok fedakar ve cefakar çocuk, o günlerde büyük vazifeler icra etmiş ve çoğu da bu yolda canlarını feda etmişlerdi.

İşgalin olduğu bir yerde, sadece erlerin değil eli silah tutan herkesin yapabileceği bir şeyler mutlaka olur. Eli silah tutmayanlar da, elleri neye yeter, güçleri neyi kaldırırsa o kadar direnişe destek verirler.
Cephe gerisinde sağlık hizmetlerinden tutun, silah ve cephane temini ve ulaştırılması gibi, savaşın can damarlarına kan veren büyük ve önemli görevleri, isimleri tarihe geçmeyen ‘küçük’ kahramanlar yerine getirir.

Antep savunması sırasında, cepheye erzak ve cephane taşırken bir değirmende silahsız olarak mahsur kalan ve Fransız birlikleri tarafından kurşuna dizilen 14 çocuğun adları bir kenarda kayıtlı durur. Şüphesiz onlar büyük kahramanların ardındaki küçük dev adamlardır. Onların cephane taşıdığı Şahinbey ve çetesi de zaten son ferdine kadar can verinceye kadar düşmana yol vermemiş yiğitlerdi.

Çocuklar ve yeni yetme gençler için işgal altında yaşamak, başlı başına bir travmadır. Bizim gibi uzun zamandır savaş ve yokluk görmemiş toplumlar için bunu anlamak pek kolay olmaz. Fakat geçmişimizde yaşananları biraz hatırlayınca bugün gerek Filistin gerekse Suriye gibi, acımasız ve dengesiz bir savaşın ve işgalin sürdüğü topraklarda, karşımıza çıkan akıl almaz eylemleri anlamak değil belki ama anlamlandırmak mümkün olabilir.

Bütün değerlerini kaybetmiş, ailesini ve en sevdiklerini kurban vermiş, mukaddes bildiği pek çok şeyi çiğnenirken görmüş bir çocuğun nasıl tepki verebileceğini varsın ruh bilimciler düşünsün. Fakat dünya bu çocuklara ettiklerini çekeceğinden emin olmalıdır. Bunlar sıradan ve uysal vatandaşlar olamayacaklar. En özel eğitimlerden ve terapilerden de geçirilseler, bir yanları hep eksik ve yıkık kalacak.

Bir gün, bir Filistinli çocuğu, elince basit bir bıçakla, tam tesisatlı ve eli tetikte asker grubuna saldırırken gördüğünüzde bunları hatırlayın. Bunlar normal çocuklar değiller ve olamayacaklar. Tıpkı dün bu topraklarda Fransız askerlerinin üstüne taşlarla saldıran bizim dedelerimiz gibi, bunlar da sonunu düşünmüyorlar. Bir hesap ya da planla yapılacak işler değil bunlar, tıpkı Kamil’in annesini müdafaa için süngülerin üstüne atılışı gibi…

Kimsenin bu çocuklar üzerinde bir hesabı olduğunu sanmıyorum, zaten o kadar düşük bir direniş profili direnmeyi de başaramaz. Bir halkın kurtuluş mücadelesi, çocukların omuzlarına, kadınların sırtlarına yüklenemez; yükleniyorsa düşer, yıkılır, kaybedilir.

Uzaktan davulun sesi değildir sadece hoş gelen; bir bombanın, bir savaş uçağının sesi, bir babayı kaybetmenin, annesizliğin acısı, kardeşini kurtarmak için toprağı tırnaklarıyla kazmak zorunda kalmanın çaresizliği ve en sevdiklerinin etlerini taşların arasından toplamanın şoku!

“Anlamak yok çocuğum, anlar gibi olmak var,
Akıl için son karar; saçlarını yolmak var.” (Necip Fazıl)

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...