Tarihin değişik dönemlerinde, “sünnetullah” gereği, zenginlik
ve refah dünyayı dolaşıp durmuştur. Coğrafi konumlar ve sosyal şartlar elbette
bir çok avantajlar sağlasa da; kalkınma ve ilerlemenin/gelişmenin temeli, güç
ve adalet üzerine atılmıştır.
Güçsüz adalet; toplumsal ya da uluslararası münasebetlerde
belirleyici rol alamamış, sadece duygusal bir yoğunluk olarak kalakalmıştır.
Adaletsiz güç; bir yere kadar zenginlik getirse de, refah ve saadet gibi asıl
insani ihtiyaçları karşılamaktan çok uzak olduğundan, sonuç olarak zulüm ve
baskı, dolayısıyla gerilik ve mutsuzluk üretmiştir.
Dün ve bugün, refah seviyesi yüksek toplumlarda öne çıkan en
belirleyici kıstas, adaletin ne kadar hüküm ferma olduğudur. Adalet seviyesi,
bir açıdan dünyada iktidar olmanın kuralıdır. Çünkü iktidarlar halklarının
desteğini almaksızın ayakta duramaz, dursa da; bir medeniyet, gelişmişlik ve
adalet duygusu ile emniyet hissi veren devlet ve toplum oluşturamazlar.
Dünyanın geri kalanına haksızlıklar ve hatta apaçık zulümler
icra ettiği halde, halen batı devletlerinin mevcut gücü, ellerinde tuttukları
zenginlik ve bunu görece de olsa halklarına adaletle paylaştırmalarından kaynaklanıyor.
Tabii ki devlet gücü, sadece zenginliğin paylaşımında değil, insanlar arasında
yaşanan davalarda da, toplumun genelinin kendisine haksızlık yapılmayacağı
inancını ve emniyetini hissetmesini sağlamakla perçinleniyor.
Halklar devletin temelleridir; bu temel kendinden emin ve
sağlam, sarsılmaz bir dayanak oluşturursa, ortaya güçlü devletler çıkar.
Zenginlik ve güç ise, sadece dünya sisteminin maddi
getirilerini değil, manevi kaynaklarını da yönetebilmeyi mümkün kılıyor.
İletişim araçlarını ellerinde tutan ve bunlar yoluyla bir kültür
ve hayat görüşünü yaymayı, kendi varlık ve geleceğinin teminatı gören bugünün
batısı, geçmişin meşhur diktalarından bu yumuşak şekliyle ayrılıyor.
Gerçi batının; gerektiğinde kendisine başkaldırması muhtemel
toplumları, jandarması ABD eliyle terbiye etme yöntemi de bir kenarda duruyor
ve bu yönüyle de tarih boyu değişmeyen, gaddar ve zalim firavunluk sistemini
devam ettiriyorlar.
Yine de, orduları ve bombalarıyla yıktıkları ile medya ve
kuklaları eliyle yıktıklarını mukayese ettiğimizde, asıl ve tehlikeli olanın; insanların
canlarını ya da mallarını almaları değil, benlik ve bilinçlerini köreltmeleri,
duygu ve düşünce dünyalarına hakim olmaları, insana ve hayata bakış açılarını
belirlemeleri, yaşam ve yönetim tarzlarını dayatarak ya da benimseterek, kabullendirmeleri
olduğu ortaya çıkıyor.
Kaybedilen canlar geri gelmez ama nesiller devam eder, çalınan
mallar geri gelmez ama yenisi kazanılır, hatta gasp edilen topraklar bile bir
gün geri alınır da; aklını, şuur ve benliğini, geçmiş ve gelecek tasavvurunu,
dine ve dünyaya bakışını kaybeden bir toplumun geri dönüşü, tekrar kendi oluşu,
köklerine tutunuşu ve yeniden dirilişi çok ama çok zor ve düşük bir ihtimal
olarak görünüyor.
Uzun yıllar önce, cemaatimiz arasında bulunan Somalili bir
siyahi kardeşimizin, “diğer Somalilerin ona saygı göstermesi gerektiğini, zira renginin
onlardan biraz açık olduğunu” söylediğini hatırlıyorum. İşte bu büyük bir
kaybediş ve kölelikten daha tehlikeli bir esarettir.
Ancak yine vahyin haber verdiği tarih, bize bu devranın
beklenmedik zamanlarda ve beklenmedik şekillerde kırıldığını ve oluşan çatlaklardan
kuru topraklara sular yürüdüğünü ya da denizlerin dağlar gibi açılıp, adalet ve
merhamete yol verdiğini anlatıyor. Bereket ve rahmeti elinde bulunduran
Allah(cc) bize, devranın dönüp durduğunu müjdeliyor.
Bu yüzden söylemeye devam edeceğimiz bir hakikat olarak;
dünya adalet üzere duruyor ve adalet ancak ve sadece, dünyayı ve içindekileri var
eden Allah(cc)’in sınırları ile sağlanabiliyor. Bütün mesele; bizim ne kadar
adil insanlar olduğumuz ve ne kadar adil bir toplum oluşturduğumuzla alakalı,
gerisi nasip…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder