İnsanlık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İnsanlık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Mart 2019

Kötülüğü yaymak


Aklı başında her insanın olduğu gibi normal her Müslüman için geçerli olan bir ahlak kuralı vardır: İyilik etmek ve iyilikleri yaymak, kötülük etmemek ve yayılmasını engellemek, olarak özetleyebileceğim bu kaidenin istisnası yoktur. Yani herhangi bir iyilik ya da kötülük için farklı tercihlerden bulunmak düşünülemez.

Buraya kadar olan kısımda hemen hepimiz hemfikiriz. Lafa gelince de zaten bunu beyan ederiz. İyilik kimden gelirse gelsin takdir eder, kötülüğü kim yaparsan yapsın reddederiz.

İyiliklerden iyilik seçmemiz gerektiğinde daha iyisini, kötülüklerden kötülük seçmek zorunda kaldığımızda da daha az kötüsünü seçeriz. Bu düz mantık, şartların etkilerinden arındırılmış sağlam fıtrat tercihidir.

İyilik ve kötülük anlayışının, kişilere ve toplumlara göre ayrışan yanlarından bahsetmiyorum. Konumuzu herkesin hakkında ortak bir fikri olan genel konular olarak kabul edelim. Örneğin, hırsızlık gibi ya da yalan söylemek gibi normal insanlar için kötülük olduğu tartışmasız konular düşünülebilir.

Aynı şekilde; haksız yere bir cana kıymak, kadın ya da çocukları savaş veya başka kavgaların parçası haline getirip, onlar üzerinden insanların canını yakmaya çalışmakta kötülük olduğu hakkında tartışma olmayacak bir konudur.

Bir şekilde savaşa bahane bulunur ama şehirleri yok edip, savaşla direk alakası olmayan insanların evlerini başlarını yıkmanın, çocukları -kimyasal ya da konvansiyonel fark etmeksizin- silahlarla helak etmenin, kadınların kadınlığını bir işkence malzemesi olarak görmenin normal insan fıtratını muhafaza etmiş bir kafa yapısında bahanesi olmaz, olamaz, olmamalıdır.

Bu aşağılık işleri Bosna’da görmüştük, Afrika’da görmüştük ve en son Suriye’de de görmek zorunda kaldık. Zaman ve mekan değişse de insanlıktan nasibi kalmayan bazı yaratıklar, bu yollarla insanların canını yakmaya ve yurtlarını yıkmaya devam ediyorlar.

Bir diğer kötülük şekli olan ve ahlaksızlık olduğu hususunda, bu cürümleri işleyenler de dahil, hemen herkesin ittifak ettiği bazı günahlar vardır. Bunlar da normal insan fıtratının kabullenemeyeceği işlerdir ve alenen işlenmeleri bir yana savunulmaları da aynı derecede ahlaksızlıktır.

Bazılarının bu cürümleri açıktan ve utanmadan işlemeleri ya da kendilerini ifşa etmeleri, en az bu günahlar kadar iğrenç ve aşağılıktır.

Garip bir şekilde, iyilik ve güzellik arzusundaki insanların bütün bu günahları eleştirmek ve lanetlemek için sayfalar dolusu yaymak ve yayınlamak konusunda gayretlerine şahitlik ediyoruz. Hiç duymak istemeyeceğimiz şeyleri duyup, asla şahitlik etmek istemeyeceğimiz günahları görüyoruz.

Onların niyetlerinin, elbette bu kötülükleri ifşa ederek, insanların kötülerden ve kötülüklerden nefret etmelerini sağlamak, en azından dualarıyla mazlumlara destek olmalarını arzu ettiklerini biliyorum. Hatta ‘kötülüğe engel olamıyorsan onu yay’ şeklinde veciz sözler dolaşıyor ortalıkta ve bunu gören ve kötülükleri karşı elinden bir şey gelmeyen çaresiz ama iyi niyetle insanlar, paylaş düğmesine basmakla bir derin nefes alıp hayatlarına devam ediyorlar.

Birçoğumuz için artık bombardımanla yıkılmış evlerin hatta şehirlerin fotoğrafları sıradan görüntülere dönüştü. Kan ve ceset görmekten rahatsız olanlarımız baya azaldı.

Birtakım ahlaksızların, kendi günahlarını afişlere yazıp taşıdıkları fotoğrafları yaymak ne kadar normal geliyor artık.

Oysa gözlerimizden gönüllerimize ulaşan bir yol var ve oradan nefretle de olsa geçen her günah görüntüsü bir yerlerimizi yıpratıyor. Gönül yollarımız aşınıyor. İçimizde bir takım setler erozyona uğruyor. Nesillerimizin fıtratı sarsılıyor. Hem de gönüllü olarak ve kendi ellerimizle yaptıklarımızdan dolayı.

Zulüm ve cürümlerinden insanları emin kılmak niyetiyle ve olası tehlikeye dikkatlerini çekip uzak durmalarını tavsiye etmek maksadıyla; bir fasığın günahını ya da bir zalimin zulmünü anlatmakta ve göstermekte elbette bir mecburiyet vardır. Bahsettiğim, üzerinde yaymakla hiçbir etkimizin olmadığı ve olmasının da düşünülemediği olaylar.

Zulmü duyurmamız gereken zaman, gerçekten duyulmadığı zamandır. Oysa şimdi her şey tüm insanlığın gözleri önünde alenen işleniyor. Bizim duyurmamızla değişen bir şey olmuyor.

Günahı ifşa etmemiz gereken yer, başkalarının ondan uzak durmasını sağlamak amacıyla sınırlıdır.

Maksadı aşan miktarda kötülükten bahsetmek onun reklamına dönüşebiliyor, aman dikkat!

Tanıdığım son Osmanlılardan birinin şu hatırasını buraya ekleyeyim:

“Annelerimiz bize ‘medreseye giderken Bulgarların sokaklarından geçmeyin, kulaklarınıza gramofon sesi gelir de kalbiniz kararır ilim öğrenemezsiniz’ derdi.”

09 Mart 2019

Unutkan olduğumuzu da unutuyoruz



İnsan olarak isimlendirilmemize sebep olarak gösterilen açıklamalar arasında aklıma en çok yatanı unutmakla malul oluşumuz olduğundandır, kendim ya da başkaları için unutmayı makul mazeret sayarım.

Unutmanın ne büyük bir nimet olduğunu idrak edebilmek için; bizi darmadağın eden acıları, sevinçten delirten mutlulukları ve sürekli beynimize pompalanan bilgileri unutmama ihtimalinde delireceğimiz gerçeğini hatırlamak yeterli geliyor.

Sürekli bir şeyler öğreniyor, okuyor, konuşuyor ve dinliyoruz. Bütün bunlar beynimize ulaşıyor ve büyük bir kısmını unutuyoruz. Unutmasaydık patlardı herhalde kafamız. Tıpkı sindirim sistemimiz gibi beynimiz de, bilgileri işleyen ve işine yarayacağını umduklarını saklayıp gerisini atan ama pek biyolojik olarak görülmeyen bir usulle çalışıyor.

Kederin de sefanın da unutulması, ruh sağlığımız için gerekliliklerdendir ki; aklını kaybedenlerimiz ya hep güler ya da çok ağlarlar. Akılları başlarındayken, onu taşıran son damlanın keder veya hüzün olduğunu sanmışımdır hep.

Her birimizin kendine özel birer ‘veri tabanı’ var. Kendimizce biçtiğimiz değer sıralamasına göre, bildiklerimizi depoluyoruz. Bilinç altı ya da üstü, neticede bizi biz yapan ve değerlendirmelerimizi, dünyaya bakışımızı, insanlara ve olaylara karşı duruşumuzu belirleyen bu depoda sakladıklarımız.

Unutmak isteyip unutamadıklarımız kadar, unuttuğumuzu bile unuttuğumuz birçok bilgi ve değerlendirme imkanından sıklıkla mahrum kalıyoruz.

Hem dinimiz hem dünyamız için, işlerimizi kolaylaştıracak ve hayatın karmaşık münasebetler ağında çaresiz bir balık gibi hissetmemize engel olacak ve asla unutmamamız gereken gerçeğimiz; insan olduğumuzdur, yani unuttuğumuz…

Keskin yanlarımızı törpüleyecek, tahammül sınırlarımızı genişletecek ama bir o kadar değerli olarak; erdem ve ahlakımızı güzelleştirecek, dünyada ve ahirette değerimizi artıracak işleri/amelleri yapmamızı sağlayacak ‘selim bir kalp’ sahibi olmamız insan olduğumuzu unutmamamızdan besleniyor. Yalnız kendimizin değil tabi; bizi kızdıran, üzen, kıran, sevindiren ve destekleyenlerin de insan olduğunu unutmamamız gerekiyor.

Unutkanlığın farkında olmadan en çok yaşadığımız şekli; bizim için değerli olan bir bütünün büyüklük ve değerini ondan küçük bir parçaya yükleyerek, kendimizi ve hayatımızı onunla ifade etmektir.

Unuttuğumuz büyük ve asıl bütün yerine, elimizdeki bir küçük parçayla avunmak bize kolay geliyor. Bu da insanlığımızdan elbette. Kolay ve acele elde edileni tercih eder, zor ve uzak olanı unutmayı isteriz; hatta bu zor ve uzak olan çok ama çok daha değerli olsa bile…

Oysa uzun arzu ve emellerimizin bu dünya sınırlarını aşmasından daha akıllıca bir şey yoktur. Sonsuzluğun büyüklüğünü aklında tutmak, kısa günlerin, ayların ve yılların hüzün ve saadetlerini basitleştirebilecek en güzel hatıradır.

Unutmaktan daha kötüsü ve ağırı unutulmak gelir insan oğluna; herhangi birinin değil, unutmasını istemediklerimizin unutmasıdır mesele. Oysa unutmak insanlıktandır. Biz gibi her insanın da unutma gibi bir nimeti vardır.

Tek farkla ki; bizim unutamadıklarımızla başkalarının unutamadıkları her zaman aynı düzlemde kesişmez. Hayat, bir matematik işlemi gibi sabit kuralları ve sonuçları olan bir problem değildir.

Neyse ki unutmak var…

04 Mart 2019

Bu kadar uyanıklık bünyeye zarar!


Nazar ve hased gibi tehlikeli duygular taşıyoruz ve farkında olarak ya da olmayarak gözlerimizle birilerini devirebilir ya da kıskançlığımızla başkalarına zarar verebiliriz. Hasedini terbiye edebilenler, bakışlarını güzelleştirenler müstesna…

Her şeye nazar edilir belki ve belki her şey kıskanılır da; kimse kimsenin aklını, görüşünü, zekasını kıskanmaz ve nazar etmez. Çünkü her birimiz en iyisine sahibizdir bu hasletlerin, bizdekinden daha üstünü muhataplarımızda zaten yoktur, nesini kıskanacak nesine kem gözle bakacağız?

Çevremiz uyanıklardan geçilmiyor, bu yüzden!

Bundandır dolandırıcılarımızın başarısı.

Bundandır hırsızlarımızın marifeti.

Bundandır idarecilerimizin iltiması, adam kayırması.

Bundandır düşmanlarımızın bize galebe çalması.

Oysa akıl, zeka ve marifet odur ki; dolandırılmayalım, hele de şeytana hiç!

Soyulmayalım asla; ne aklımızı alsın kimse, ne de malımızı. Hele dinimizi kimse alamasın elimizden. Çocuklarımızı koparamasın kimse bizden ve canımıza dokunamasınlar.

Hangi konum ve sıfatta olursak olalım, adam kayırmayalım, kayrılmak istemeyelim, kayırılanlara izin vermeyelim. Rüşvete tevessül etmeyelim, demeye utanalım…

Düşmanlarımızın bize üstün gelme sebebi, onların gücü bizim zayıflığımızdır. Onların gücü akıllarında ve silahlarında iken, bizim zayıflığımız iman ve adalet duygumuzun, takvamızın eksikliğindendir.

Çok uyanık olsaydık bunları başarırdık. Dünyamızın ve ahiretimizin menfaatini sağlayacak işlerde kimse bize engel olamazdı.

Biz uyanıklığı trafikte bir arabanın sağından önüne geçmek sandık. Bir çocuğa gel sana şeker vereceğim diye kandırıp sevmek sandık. Komşunun ve akrabanın hakkını onlara fark ettirmeden çiğnemek sandık.

İnsanlar bizi birisi zannederken aslında başkası olmayı uyanıklık sandık!

O kadar alışmışız ki gizli ajandalara ve arka planlara; dünyanın bütün deveranını gizli bir düzenin işlemesi sanacak kadar ‘kader-i ilahi’yi unuttuk.

Hep bir komplo çözdük, cümlelerin ardındaki sırları anladık, mimiklerinden insanların kalplerini okuduk, uyanıktık ya!

İdarecilerimiz, bir şekilde kendilerinin seçilmesini temin etmeyi uyanıklık saydı. İlim adamlarımız, başkalarının kitaplarından satırlar kopyalayarak sıfatlar ve makamlar edinmeyi akıllılık saydılar. 

Tüccarlarımız, hep en ucuza almayı ve mutlaka en pahalıya satabilmeyi uyanıklık sanıyor.

Yapacağım diye vaatlerde bulunup, sonra unutmak normal kabul ediliyor.

Ben ilim adamıyım, alimim, hocayım deyip; bunlarla makam ve menfaat elde etmek güzel görülüyor.

Etiketleri artırıp sonra indirim yapar gibi yapmak en yaygın kampanya şekli olarak görülüyor.

Uyanığız ya biz!

Bazı meseleleri henüz çözemedik ama bakarsın onların da bir yolunu buluruz:

Mesela Azrail(as)’dan bir saat erteleme alan olmadı henüz. Toprağa değil taşa da gömülse, bin bir metotla mumyalansa da, hayata geri dönen olamadı henüz.

Başka neleri çözemedik diye konuşabilirdik ama ölüm konusunu çözemedikten sonra bulduğumuz neyin bize bir faydası olur ki?

23 Şubat 2019

Mukaddes devletler dünyası


İnsanlık tarihi boyunca tartışmaları, kavgaları ve savaşları tetikleyen en önemli sebep olarak kimin idare eden, kimlerin edilen olduğunu tayin etme meselesi olduğunu söyleyebiliriz. Dindar ya da seküler hemen herkesin, devletin gerekliliği ve önemi hakkında hemfikir olduğu da ayrı bir gerçek olarak tarihe yazılmıştır.

Kendi yaşam tarzını güvende tutmak ve dahası yaymak, hakim kılmak gibi hedeflere ulaşmak için de devlet gücü hep gerekli görülmüştür.

Geçmişin değişik dönemlerinde adalet ve merhametle idare edilen devletlerde, farklı hayat tarzlarının emniyet içinde yaşayabildikleri de olmuştur. Bunların İslami modelleri, yakın devirlere kadar uygulanmış ve hepimizin az-çok bildiği; çok uluslu, çok dinli ve çok kültürlü toplumlar kurulmuş, insanlar dilleri, dinleri ve nesilleri konusunda bir endişe taşımadan hayat sürmüş hatta milletler varlıklarını muhafaza edip bugünlere kadar gelebilmişlerdir.

Yüzyıllar boyu Osmanlı hakimiyeti altında kaldıkları halde, her yönüyle kültürlerini koruyabilen Balkan halkları bunun en kolay bilinen şahitleridir. Yunan ya da Sırp veya Bulgar gibi çok duyduğumuz ve gerek dinleri gerekse dilleri bakımından bizden farklı bu milletler, -ister kabul etsinler ister reddetsinler- İslam medeniyetinin sağladığı özgürlüklerin gölgesinde varlıklarını bugünlere taşımışlardır.

Bugünün medeni(!) batısının atalarının bizimle ilk mücadelelerinin, 11. Yüzyıl sonunda ele geçirdikleri Kudüs’te tek bir Müslüman ve Yahudi sağ kalmayıncaya kadar katliam yapmakla başlatabileceğimiz anlayışları, son birkaç yüz yıldır dünyanın hemen her yerinde devam eden soykırımlarla sürmüştür.

Çok fazla tarihe dalmaya gerek kalmaksızın, biz yaşarken yapılan nesillerin soykırımları ve kültürlerin imha hareketleri ile dünyaya nizam vermeye çalışan, bu vampir ve asalak batı canavarının insanlığa sunduğu en korkunç şey; devletlerin kutsiyeti ve insanların tanrılara kurban edilmesinin sıradanlaşması oldu.

İslam kültüründe devlet ya da güç, mukaddes olan ve insana ait değerler diyebileceğimiz her şeyi koruma altına almak olarak anlaşılır. Yani devlet değil korumakla yükümlü oldukları mukaddestir.
Batı, bugünlere gelinceye kadar kendi devletlerinin gücünü ve kutsallığını korumak uğruna; hem nesillerini feda etmekten çekinmemiş, hem de dünyanın neresine eli uzanabiliyorsa oraların tüm varlıklarını kendisi uğruna harcamaktan, tüketmekten çekinmemiştir.

Neticede gerek batıda gerekse doğuda bugün hakim olan anlayış; devletin kutsallığı üzerine bina edilmiştir. Bu kutsal tanrı devletleri, gerektiğinde kurban istemekte ve elbette istediğini almaktadır. Kurban; halkının canı, malı, nesli ya  da dini olabildiği gibi, aklını da gerektiğinde devletine kurban etmesi istenmektedir.

Dünyanın son 40 yılında, bizzat yaşayarak gördüğümüz olaylar bunu anlatıyor. Devletler özelinde örneklendirecek olursak; Türkiye’de 28 şubat mağdurları diyebileceğimiz insanların o dönemde devletin istediği kurbanlar oldukları ve adeta bu sebepten geri alınamadıklarını söyleyebiliriz. Tepeden halka, hemen herkesin eleştirdiği o günün yargısının uygulamalarının iptal edilememesinin başka bir izahını bilmiyorum.

İran’da bunu 1979 devriminden sonra yaşananlarda çok rahat görebiliyoruz. Devrim esnasında ve sonrasında halkının canları ve kanları ile kurulan düzeni muhafaza edebilmek uğruna, gerektiğinde savaşı, gerektiğinde dini kullanan bir rejim anlayışı halen Ortadoğu’nun bir çok bölgesinde kendine kurbanlar aramakta ve kolayca bulmaktadır. Mukaddes devlet uğruna can vermeye halkını ikna etmesi çokta zor olmadığından, fakru zaruret içindeki halkın en ufak kıpırdanışını kanla bastırmak ve idam sehpalarını meydanlara kurmak yoluyla da ikna metotlarını genişletebiliyorlar.

Suudilerin krallıkları uğruna, batıya yaranabilmek için halklarının zenginliklerini onlara peşkeş çekmekten gocunmayan devlet anlayışı, gerektiğinde halkının ve onları uyandırma ihtimali olanların canlarını almaktan çekinmemektedir. Son olaylarda görüldü ki; bu bir tür manda devleti, zenginlerini hapsedip mallarından bir bölümünü bağışlamaları karşılığında serbest bırakırken, gerektiğinde sözünü dinlemeyen vatandaşlarını vahşi metotlarla parçalamakta bir mahzur görmemektedir.

Kaddafi’nin Libya’sı ya da Saddam’ın Irak’ı da bunlardan pek farklı değildi elbette…

Mısır’ın firavunu ise devirler değişse de zulümle tahtında kalmaya devam ediyor. Firavun, bir şahsın adı değil bir düzenin temsilcinin adıdır, o düzen de kutsal devlet uğruna halkının kanını içerek beslenen bir krala dayanır. Dün adının Mübarek olmasıyla bugün Sisi olması arasında bir fark yoktur.

Tanrılarına insanlarını kurban eden ilkel kabilelerle bugünün modern devletleri arasında pek bir fark yoktur. Belki ifadeler, şekiller biraz değişti ama o kadar, dahası yok…

20 Şubat 2019

Rüzgara karşı duruş



Hayatımızın en kaçınılmaz gerçeği olarak, birbirimizle ve hele de güç ve otorite sahipleriyle münasebetlerimizi, bir düzene ve eksene oturtmak gibi erdemli ve ahlaklı davranış şekli olma zorunluluğu vardır.

Kendisinden bir şekilde sıyrılma, kurtulma ya da uzak durma ihtimalimiz olmayan hemen her canlı-cansız mahluk ya da etkene karşı, erdemli bir duruş geliştirmek mümkündür.

Rüzgara direnmek bir duruştur; yıkılmamak ya da kırılmamak için eğilmek bir duruştur, dik durup kırılmak ya da yerinden sökülmekte bir duruştur. Rüzgarı durdurmaya gücümüzün yetmediği ve sığınılacak bir emin mekan bulunmadığı zamanlarda bunlardan birini seçmek insanidir ve normaldir.

Yağmura direnmek bir duruştur; ıslanmamak ve üşütmemek için şemsiye açmak bir duruştur, başını göğe kaldırıp ciğerlerine kadar ıslanmayı göze almakta bir duruştur. Yağmuru durdurmaya gücümüzün yetmediği ve altına sığınılacak bir emin mekan bulunmadığı zamanlarda bunlardan birini seçmek yine insanidir ve normaldir.

Zamanın getirdiği akışın karşısınca kürek çekmek bir duruştur, çoğunluğun hoşuna gideni değil Allah’ın rızasını uyanı seçmek bir duruştur.

Güçlünün değil zalimin karşısında olmak bir duruştur. Zulme engel olmak için çırpınmak, kolunu-kanadını mazlumlara germek bir duruştur. Kenara çekilip sessiz kalmakta bir duruştur, dikilip seyretmekte…

Zalimi alkışlamak ise bir duruş değil bir boyun eğiştir!

Zalime yaltaklanmak bir duruş değil, insanlık izzetinin yerlerde sürünüşüdür.

Zalime karşı durmaya güç yetiremediği, zulümden korunmak için bir emniyet bulamadığı zamanlarda bunlardan birini seçmekte yine insani ve normal bir davranış şeklidir.

Herkes kahraman olamaz, olmak zorunda da değildir, olmamalıdır da. Yoksa kahramanlığın bir değeri kalmaz zaten.

Ancak kahraman olmadığı halde kahraman pozları vermek bir duruş değildir.

Şecaatten mahrum iken yiğitlik taslamak bir duruş değildir.

Rüzgardan korkan tohum filiz vermemelidir…

08 Şubat 2019

Çünkü biz de insanız



Hayat her birimize farklı sıfatlar ve konumlar tayin ediyor, dünyanın kanunu bu; herkes ve her şey birbirine bağlı gibi ama bir o kadar da bağımsız.

Zenginlik ya da fakirlik, güçlülük ya da zayıflık gibi en sıradan tarifler bile karşılığı olmaksızın anlamsız ve değersiz kalıyor. Yani demem o ki; birileri fakir olmasa zenginliğin ne değeri olabilir, ya da birileri zayıf olmasa gücün ne anlamı kalır?

Dostluk ya da ıstılahi anlamda kardeşliğin de değeri ancak yabancıların, nankörlerin ve hainlerin varlığıyla mı anlam kazanır? Yoksa her açıdan zaten değerli ve eşsiz olan bu erdemli münasebetlerin yokluğuna mı üzülüyoruz?

İnsanız, kim ve ne olduğumuzdan çok ama çok önce insan…

İnsanlığın bu saf ve sade, bu dürüst ve samimi, bu hesapsız ve açık, bu rahat ve kolaylıkla ortaya konmasını da yine insanlığın baş tacı Abdullah’ın oğlu Muhammed(sas)’den öğreniyoruz.

Önce, 1,5 yaşında toprağa verdiği oğlu İbrahim’in ardından döktüğü gözyaşlarında görüyoruz. Mezarındaki sivri bir taşı temizletmesinde görüyoruz. Cansız beden bundan etkilenmez hatırlatmasına “ama yaşayanların canını acıtır” demesinde görüyoruz.

Sonra, çok sevdiği amcasının katilini görmek istememesinde görüyoruz. Bütün insanlara, bütün sıkıntılara, insanların türlü incitmelerine katlanışında ama amcasının katilini görmeye dayanamayışında görüyoruz.

İnsanız ve bir gönül kırgınlığı bütün bir ömür yakamızda diken gibi takılı kalabilir.

İnsanız ve bir acı yüreğimizi yakıp, ciğerimizi eritebilir.

İnsanız ve kardeş ya da dost bildiklerimizden gelen darbenin yarası iyileşse de izi geçmeyebilir.

İnsanız ve bize Allah(cc), hakkımızı alma hakkı vermiştir. Hakkımızdan vazgeçmeme yani helal etmeme hakkımız da vardır. İnsan hakları diye evrensel beyannameler dizen insanlığın yerine koyamayacağı bir takım haklar için Allah(cc)’ın karışmadığı bir hesaplaşma vardır.

İnsanız yani yaratılıştan saygı duyulmayı hak ediyoruz. Kullanılmamayı, kandırılmamayı, dolandırılmamayı becermek zorunda değiliz. Aksine bunlardan korunmak zorunda olmadan yaşama hakkına sahibiz.

Kısacası; hırsızın hiç mi suçu yok diye soran Hoca’nın aradığı cevap şu: Hırsız suçludur!

Haklarına riayet etmediklerimiz değil biz suçluyuz.

Dünya hayatı öyle çok uzun bir zaman değil, göz açıp kapayıncaya kadar geçen yıllardan biliyoruz. Ölüm öyle çok uzak değil, her gün çevremizden eksilenlerden biliyoruz.

Hepimiz iyi değiliz, öyle olsaydık toplumumuz da iyi olurdu. İyi olmayan yanlarımızı görmeliyiz. İyiliği yok eden işlerimizi bulmalıyız. Herkes kötü de yalnız ben iyi değilimdir. Her birimiz parça parça iyilikler ve parça parça kötülükler koyarak bu toplumu oluşturuyoruz.

Kendimizden ve dolayısıyla toplumdan kaldıracağımız her kötülük parçası iyilik yolunda atılmış bir adım olacaktır. Kötülüklerin boşluğunu iyiliklerle doldurmak zorundayız. İyilik dünyanın en hızlı çoğalan nesnesidir hem, tüketildikçe çoğalan bir şey iyilik…

İnsanız ve birbirimize insan gibi davranmak yapabileceğimiz en güzel ve en kolay iştir.

02 Şubat 2019

Trafik aynadır


Meşhur bir söz vardır, ‘yol medeniyettir’ diye. Oysa yolun yapılışı, malzemeleri ya da şekli, ne kadar kaliteli ya da güzel olursa olsun, üzerinde akan trafik vahşi ise medeniyetten değil medeni bir vahşetten söz edebiliriz.

Yine benzer bir kelam-ı kibar vardır; ‘yol bir yere gitmez, o bir duruş şeklidir’ diye. Evet yol bir yere gitmez; durur ve onu kullananlar, yolun medeniyete katkısı olurlar.

Yol, bir şekilde bazı şeyleri gösterir bize. Bu anlamda asfaltın kalitesinden, kaldırımlara kadar; rögar kapaklarının düzgünlüğünden, şerit çizgilerine kadar uzanan bir göstergedir, aynadır.

Yollar medeniyetten çok şehrin idarecilerinin çalışma kalitelerinin ve ileri görüşlü planlamalarının göstergelerindendir. Hep söylerim; herhangi bir şehre ilk kez gittiğinizde yollara, kaldırımlara ve özellikle rögar kapaklarına bakın, o şehirde işlerin nasıl yürüdüğünün en masum şahitleri onlardır.

Çukurlarla dolu yolları, bazısı yüksek bazısı çökük rögarları, kırık-dökük kaldırımları, terkedilmiş orta refüjleri olan bir şehrin, yöneticileri hakkında insanlardan önce konuşan ve şikayet edenleri var demektir. Belki de o yüzdendir, bir yetkili gelmeden önce yolların düzenlenmesi.

Başka işlerin de nasıl yürüdüğünü yine buradan anlayabiliriz. Demek ki, düzeltilmesi gerekenler ancak daha etkili ve yetkili birisi orayı göreceği zaman yapılmaktadır.

Doğru ve net trafik şerit çizgileri olmayan belediyelerin işlerinin de doğru ve net olmadığını çıkarmak kesinlikle altı boş bir hayal değildir.

İdarecileri bize anlatan yollar kadar, insanları bize tarif eden bir önemli şahitte trafiktir.

Kurallara uymak için kamera ya da bir kontrole ihtiyaç duyan bir halk çok şaşırtıcı değildir. İnsan fıtratı gereği kontrol edilmediğinde yoldan çıkmaya meyyaldir zira. Kameraların görmediği noktalarda kural tanımayanları bir şekilde anlamak mümkünse de; diğer insanların haklarını gasp edenlerin izahı yoktur.

En çok rastladığımız örneklerdendir; sıradan bir trafik lambasında herkesin normal şeritlerinde durduğu bir anda, kendini uyanık zanneden biri, en sağda ambulans veya emniyet araçlarının acil geçişlerini kolaylaştırmak amacıyla bırakılan şerit boşluğuna girebilmektedir. Daha da vahimi o boşluğun olmadığı yollarda, şeride yandan burnunu sokarak birilerini rahatsız edip hatta korkutarak öne geçmeye, yol almaya çalışabilmektedir. Oysa bu;bir tür hırsızlık, gasp ya da en hafifinden diğer insanlara hakarettir.

İdarecilerin yolları kurallara uygun inşa etmek ve yine kurallara uyulması için gerekli şerit çizgileri, tabelalar ve ışıklandırma gibi eklemeleri yapmak gibi bir mecburiyetleri olduğu gibi; vatandaşların da bunlara uymak mecburiyetleri vardır.

Tam bu noktada, yol değil onu kullanma şeklimiz medeniyet seviyemizi gösterir demek doğru olacaktır. Öyle ya; en gelişmiş silahlarla en vahşi katliamları işleyenlerin medeni değil aşağılık katiller olduğunu hepimiz biliyoruz. En gelişmiş yollarda, trafik teröristleri pek çok insanın canına mal olan vahşilikler işleyebiliyorlar.

Her yerde ve her zaman, az ya da çok kural tanımayan, kendinin ve başkalarının haklarını bilmeyen insanlar vardır ve olacaktır. Ancak ekseriyetin tavrı, genel durumu hepimiz için daha güzel ve daha yaşanır hale getirebilir.

Hiç unutamadığım bir anımdır; 90’ların sonunda Gaziantep’te ilk kez araç kullanırken, kırmızı ışıkta durunca arkada kopan vaveyla beni çok şaşırtmıştı. Yanımdaki yeğenime, ‘ne oluyor’ diye sorduğumda, cevap oldukça ilginçti. Meğer kırmızı ışıkta durmama kızıyorlarmış.

Bugün gelinen noktada, gerek yol kalitesi, gerekse denetleme mekanizmalarının çalışması ile bazı şeyler normalleşti. En azından kırmızı ışıkta durana korna çalmıyor kimse. Demek ki öğrenebiliyoruz.

Şahsen umutluyum; önümüzdeki nesil daha güzel yollarda ve daha güzel bir trafikte araç kullanacak. Uyum sağlayamayanlar ayıplanacak ve kınanacak. Bizim kültürümüzde ayıp, para cezasından daha etkindir.

Trafikteki tavırlarımız, insan olarak kalitemizi ve şehrimizin medeniyet seviyesini gösteren bir aynadır; lütfen ayıp etmeyelim…

29 Ocak 2019

Gülümseyin, melekler çekiyor


Hemen hepimiz en kötü devirlerden birine denk geldiğimizi söylüyoruz. Hatta bize kalsa dünya kurulalı beri daha beteri görülmemiş bir çürüme ve kokuşma ile karşı karşıyayız. Bu konuda fertlerin ve toplumların, dünya ve ahiret saadetlerine dair birtakım endişeleri olan her birimizin de kendi çapında çıkış yolları ve kurtuluş çareleri var.

Okuduğum ve dinlediğim bütün ilahi metinler, -Kur’an ve sünnet başta olmak üzere– insanın yaratılış temellerine yani fıtratına döndüğü ve ona çizilen sınırlara uygun yaşayabildiği ölçüde; ideal, sorunsuz ve belki de kâmil insan olabileceğini anlatır.

Yaratılışımızda var olan ancak sonraları birilerinin yönlendirmesi ve zorlaması ile bozulan şey ahlaktır. Ahlak kelimesinin Türkçe karşılığı da zaten yaratılışına en uygun hareket demektir.

Çocuk masumiyeti dediğimiz şey, bozulmamış fıtrattan ibarettir.

İnsanları öyle ya da böyle umumi ahlaka ve kurallara uygun yaşatabilmek, toplumları bunun dışına çıkıldığında felakete sürükleyen günah ve ifsattan koruyabilmek için, envai çeşit metotlar ve türlü türlü sistemler kurgulayarak, düzeni korumaya çalışan akıl; dönüp dolaşıp, çıkmazlardan vazgeçip, yaratılışındaki aslına ancak Yaratan’ın tayin ettiği yol ve metotla ulaşabileceğini anlamak zorundadır.

Baksanıza; dünyanın gelmiş geçmiş en gelişmiş güvenlik sistemlerinin, en etkin güvenlik güçlerinin, en iyi etkileşim araçlarının, en kaliteli kameralarının ve her türden en üst seviye tedbirin günümüzün insanını suç işlemekten alıkoyamadığı aşikardır.

Aynı şekilde; uygulanan ceza sistemlerinin, ömür boyu hapislerin hatta linçlerin bile azgın insanları yola getiremediği ortadadır.

Yine fıtrat gereği; zalim ve ahlaksız, fasık ve edepsiz insanların aramızdan asla bitmeyeceğini, kıyamete kadar bunun da insanlık imtihanımızın bir yanı olduğu gerçeğini unutmadan, olası en geçerli çareyi konuşalım.

Fertlerin gönüllerine, iman temelli ve ahiret hesabını önceleyen bir şuur yerleştirmek, toplumu ve tabi olduğu yasaları da buna göre düzenlemek yegâne çözüm yoludur.

Bir insan; hayatının her anında, mutlak olarak onu gören ve kuşatan ilahi kudreti hissettiğinde ve meleklerin her hareketini yeryüzünün tüm teknolojilerinden daha üstün bir sistemle çekmekte olduğunu idrak ettiğinde, fıtratına dönmek için yeterli sebebe sahiptir.

Bundan sonra artık ona “gülümse, melekler çekiyor” dediğimizde; sözlerinin ve fiillerinin başka bir hesap sorucuya ihtiyaç duymaksızın hesabını yapacak, kendine yani fıtratına dönecektir.

Aynı şekilde, kendisi aleyhine yapılan her işin ve söylenen her sözün de bu sistemle kayıt altına alındığını ve faturanın mutlaka ama mutlaka, hem de en ufak bir adaletsizlik olmaksızın karşısına çıkacağını bilmek, alacak ve vereceklerin ‘bir hurma lifi’ kadar bile sapma olmaksızın sahiplerine ulaşacağından emin olmaktan daha büyük bir kontrol mekanizması olmadığı gibi, teselli de yoktur.

Hiçbir şey gizlenemeyecek ancak Allah’ın örttüklerinden başka!

Hiçbir hak unutulamayacak ancak sahibinin helal ettiklerinden başka!

Öyleyse başımızı kaldırıp meleklere bir gülümseyelim, çekiyorlar, güzel çıkarız belki…

19 Ocak 2019

Ah şu eziklik!


Çılgın bir genç, hışımla başını kaldırıp haykırdı:

“İslam’ı hayatımızdan çıkarmakta geciktiğimiz için geri kaldık!”

Bir başkası, içinde biriken bütün kazuratı, bir böğürtüyle ağzından döktü ortalığa:

“Batı medeniyetini taklit etmekten başka yol yoktur, aydınlanma çağımızın gerçeğidir.”

Haberler ve bültenler, konuşanlar ve dinleyenler, hep aynı şeyleri seslendirdi ve dinledi:

“Onlar daha medeni, yolları da çok güzel, kaldırımlarında engelliler için hiç engel yok, yeşil alanları çok fazla, çok mutlu onlar, onlar çok gelişmiş, onlar örnek toplum, örnek insanlar, örnek devletler…”

Çok bilmiş ve bilgiç, çok aydın ve ilerici, çok akademik ve çağdaş, çok seküler ve demokrat bir profesör; bütün bilimsel yaklaşımını bir iğrenç boğaz sesiyle, balgam çıkarır gibi tükürdü:

“Batı, bizden birkaç yüzyıl ileride, sadece teknolojik olarak değil, sosyal toplum ve yönetim sistemleri açısından da çağımızın ufku batıdır.”

Bir başka sapık, batı kadınlarının ne kadar şanslı olduklarını anlatırken, ağzının kenarından akan salyaları silmeyi unuttu!

Eğitim onlardaydı, bilim onlarda; akademi dediğin onlarınki gibi olurdu.

Devlet dediğin öyle olurdu zaten, biz sırf bu yüzden başarısızlığa mahkumduk! Padişahı kovmakta geç kalmıştık!

İsmini değiştirmemiz yetmedi, düzeni değiştirmemiz yetmedi, alfabeyi değiştirmemiz yetmedi, ezanı değiştirdik yetmedi; Kur’an-ı yaktık bitmedi, hocaları astık bitmedi, kitapları yasakladık bitmedi.

Biz ne yapılması gerekiyorsa yaptık, ama bir türlü çağdaş ve ileri bir ülke olamadık!

Değiştirmediğimiz bir halk kalmıştı, onu da son 50 yılda medya eliyle bozduk. Bozduk derken yanlış anlaşılmasın, sadece batılı standartlarda bir halk olmaları için ne gerekiyorsa pompaladık ekranlardan ve gazete sayfalarından, hatta radyolardan…

En ahlaksız filmler bizde olmalıydı, oldu.

En aşağılık katillerin hikayelerini biz yazmalıydık, yazdık.

En iğrenç tecavüzcüyü biz çıkartmalıydık, çıkardık.

En zalim baba, en acımasız evlat; hasılı en kötü aile bizde olmalıydı, yaptık.

Her fırsatta temelden tavana bütün değerlerimizi aşağılayarak batıya kuyruk sallamalıydık, belki başımızı okşarlardı; okşadılar.

En ağır suçlar mutlaka günlerce ekranlardan anlatılmalı, gösterilmeli, konuşulmalı idi. En küçüğümüzden en büyüğümüze, hepimiz bütün pislikleri sıradan görünceye kadar gözümüze sokulmalıydı, sokuldu.

Güzellik namına neyimiz varsa; medeniyet, tarih, ilim, irfan, ahlak, aile ve topluma dair neyimiz varsa, aşağıladılar!

Yenildik ve daha da kötüsü ezildik!

Eziklik hissi, bazımızı kendi benliğine ve kendine ait ne kadar değer varsa hepsine düşman etti. Onlara göre yenilgi ve ezikliğimizin sebeplerine düşmanlık kurtuluşun yolu oldu.

Bazımız, göz ve kulaklarını hatta bütün benliklerini batıya çevirdiler. Onların yeşil dediği kadar yeşildi ormanlarımız ve onların dediği kadar medeni olabilirdik ancak!

Onların tayin ettiği kadar değerli idi paramız.

Onların verdiği puanlar kadardı devletimizin dünya piyasasında ederi.

Toplumumuzun karnesi onların çekmecesinde idi, onların verdiği notlar kadar geçebilirdik sınıfları.

Oysa ne bazılarımızın sandığı kadar iyiyiz ne de batılı dostlarımızın(!) söylediği kadar kötü; biz bir fetret devri ezikliği yaşıyoruz. Geçecek ve bitecek bir devir bu.

“Bu günleri insanlar arasından dolaştıran” Allah sonumuzu hayreylesin. Hayra varmak bize derman versin.

05 Ocak 2019

Acı da olsa rahmet


İnsanlar ne vakit bir konuda ifrata ya da tefrite düşseler Allah(cc) “rahmetiyle” bir vesile, bir sebep halk edip şuur ve idrakimizi sarsıyor.

Bu rahmet,  bazılarımız için ağır bir ızdırap olsa da umum için bir işaret oluyor.

Bu konuda yani Allah(cc)’in yaptıklarının hikmetleri hakkında konuşma ehliyetini sahip olmadığımı biliyorum. Bu gerçekten büyük bir hikmet ve cürettir. Maksadım bazı tevafuklara dikkat çekmekten ibarettir.

Herhangi bir konuda haddi aştığımızda kişisel olarak ta sık sık başımıza gelen ve bize ‘şunu yapmasaydım’ dedirten bazı gelişmeler olur. Bir his veya bir farkındalık olarak bazı sebepleri görebiliriz.

Bazı örneklerle ne demek istediğimi anlatmak mümkün ancak netameli bir konu ve tehlikeli sular olduğu için seçeceğim örnek olaylar konusunda oldukça zorlanıyorum.

Geçtiğimiz yıl yaşanan ve nasılsa “piyasada” sahipleri olmadığı için kimsenin pek aldırmayacağı bir örnekle başlayayım.

Suriyeli mülteciler hakkında geçen dönemde korkunç bir propaganda ile aleyhlerinde kamuoyu oluşturma çabası vardı. O raddeye geldi ki, açıkça hakaretlere ve fiili saldırılara dönüşmesi işten bile değildi.

Beklenen de oldu ve bir anne, karnındaki bebeği ve yanındaki minik yavrusu ile vahşi bir cinayete kurban gitti.

Bir anda herkesin çenesi kapandı. Adeta Allah(cc) bize içimizdeki canavarları göstererek susmamızı işaret etti. Zira bu canavarlar sadece Suriyeli kimsesiz mültecilere değil bizim çocuk ve kadınlarımıza da saldırıyorlardı.

Acı ile susturulduk!

Sonra değişik meselelerde benzer uyarılar yaşandı.

Mesela, kadın beyanı esastır saçmalığının doğruluğunu tartışmak bile şiddetli tepkiler alırken; bir kadın kendine dayak atarken kameralara yakalandı. Kocası hakkında yaptığı şikayet o görüntülerle reddedilmeseydi adamın hayatının mahvolması işten bile değildi.

En son yaşanan acı olay ise 2 gencin sokak köpekleri tarafından saldırıya uğraması ve birinin olay yerinde can vermesi ile sonuçlandı. Hayvan hakları sevicileri son dönemde ilginç bir şekilde toplumun gözüne bazı işkence görüntülerini sokuyorlardı.

Ayağı kesilen yavru köpekler, öldürülen papağan gibi haberlerle günlerce çalkalandı ülke ve sonunda iş zıvanadan çıktı ve neredeyse hayvanlar insanlar üzerine galebe çalacak noktaya taşındı.

Ancak bu son olay aklımızı başımıza devşirmemiz ve aşırıya gitmememiz konusunda ilahi bir uyarı gibi idi.

Kendinize gelin ey insanlar!

Suriyeli mültecileri sevmiyor olabilirsiniz. Ülkede bulunmalarından rahatsız olabilirsiniz. Zaten onların da çoğu burada bulunmaktan rahatsızdır emin olun. Ancak işi şiddete, aleyhlerinde kamuoyu oluşturarak bazı kendini bilmezlerin yanlışlarına yol açmak büyük hata olur.

Her toplumda olduğu gibi onların arasında da iyiler ve kötüler vardır. Birkaç tanesinin yaptığı hatayı bütün bir Suriyeli toplumuna mal etmek ve suçlu ya da suçsuz olduğuna bakmadan dükkanları ve evleri talan etmek herhalde adalet değildir ve bize de yakışmaz.

Aynı şekilde, kadınlar Allah(cc)’in emanetleri olarak aramızda yaşarlar ve emanetin değeri sahibinden kaynaklanır. Hakları ve incitilmemeleri konusunda söylenecek ne varsa söylenmiş olmasına rağmen, dayak ve hatta işkence görmelerini ne din ne de dünya kabul etmez. İnsanlıktan nasibi olan hiçbir erkek zaten vicdanların almadığı bu işlere tevessül etmez.

Bu konuda da aşırıya gidilip yasalarla adaletsiz bir şekilde toplum gerilirse neticeleri daha da vahim oluyor. Biz bu insanları yasalarla ve polislerle değil, vicdanlarına dokunarak ve eğiterek adam edebiliriz. Ceza sistemi her şeye rağmen suç işleyenleri elbette yakalayacaktır.

Erkekleri erkekliğinden korkacak hale getiren bir yasal düzenleme adalet değildir, fıtrata aykırıdır ve sonucu vahim olur.

Aynı durum hayvanlar konusunda da gündeme geldi ve şiddetli bir örnekle sarsıldık. Konu insan hayatı ve güvenliği olduğunda hassas olmamız gerektiğini ve diğer canlıların hakları konusunda da sınırları aşmamamız gerektiğinin işaretini aldık.

Dengeli olmak ve ifrata ya da tefrite düşmeden herkese hakkını, hak ettiği kadar vermek adaletin ta kendisidir.

04 Ocak 2019

Anlamak istemeyene anlatmak


Herkesin her şeyi bildiğini sandığı bir devirde, birilerine bildiklerinin yanlış olduğunu hatta biraz eksik olduğunu anlatmanın bile zorluğunu hepimiz biliyoruz. Bu gözle görülen elle tutulan ve artık reddedilmesi mümkün olmayan meselelerde de böyledir.

Garip bir kibrimiz var!

Kendi fikrimiz kadar bilgimizden de çok eminiz. Biz bir şeyi biliyorsak o öyledir, bizim bildiğimizden farklı olma ihtimali yoktur. Çok çaresiz kalır da yanlış bildiğimizi kabule edersek, bu da bizim eksiğimiz ya da yanlışımız değildir, birileri bize ya yalan söylemiş ya da eksik bilgi vermiştir.

Yoksa haşa; biz hiç yanlış bilir miyiz? Hiç yanlış yapar mıyız?

Bilgi bazında durumumuz bu olunca, kanaat ve algılarımız zaten tartışmaya kapalıdır. Kimse bizi yönlendiremez, bütün kanaatlerimizi kendi özgür irademiz ve kişisel araştırmalarımız sonucu elde etmişizdir.

Medyanın bütün araçlarıyla bizi yönlendirenler boşuna uğraşıyorlar.

Biz biziz ve bu bize yeter!

Toplumsal algılar, bütün yanlışlığına ve hatta yalanlığına rağmen tartışılamaz.

Aksini iddia eden kesin cahildir, habersizdir, o yüce toplumun seviyesinde değildir.

Politik tercihlere göre olayları yorumlamak gibi bir hastalığımız var ve bu bize en anlamsız yalanlara dahi inanma yetisi veriyor ya da yetersizliği…

Siyasi duruşumuza uygun yalanlar, inanılması en kolay yalanlar oluyor.

Tabi bir de yalan kalitesi çok yükseldi, bunu kabullenmek gerek. Artık yalanlar öyle ustaca söyleniyor ki, gerçekten ayırt etmek gerçeğin kendisini yaşayanlar için bile inanılması mümkün iddialar haline geliyor.
Gerçi, yalanların en tehlikelisi gerçeğe en yakın olanıdır ve sahteciliğin en korkuncu gerçeğine en çok benzeyenidir.

Hemen herkesin duyduğu anda, ‘olabilir’ intibaına kapıldığı yalanlar en kaliteli yalanlardır.

Bir de anlamak istemeyenler kısmımız var.

O tarafa ne kadar rüzgar estiğinin, ne kadar yağmur yağdığının hiçbir etkisi olmuyor; kuraklık devam ediyor. Hangi argümanlarla, hangi net gerçeği ortaya koyarsanız koyun aldırmıyoruz.

Anlamak istemeyene anlatmak kadar boş iş yok aslında ama yine de anlatmaktan geri duramıyoruz. Bu da bizim başka bir hastalığımız.

Bildiğimiz her doğruyu karşımıza çıkan, birazcık fırsat bulduğumuz herkese aktarmaya çalışıyoruz.

Devir, çok konuşmak ve az çalışmak devri…

İstisna edebileceklerimiz, sanırım ‘lütfen’ asgari ücretle günde ortalama 12 saat çalıştırılanlarımız var.

Oysa hayat kısa ve ölümden kaçış yok ve bir güzel insanın deyişiyle; “nefes alan her canlı göçmen değil midir?”

01 Aralık 2018

Belediyelerden ne bekliyoruz?


Gündem dediğimiz şey, bütün medyatik yönlendirmelere rağmen kendi ilgi alanlarımıza bağlıdır. Kim ne kadar bağırırsa bağırsın, zıplarsa zıplasın; duymak istemediğimiz sesi, görmek istemediğimiz nesneyi duymaz ve görmeyiz.
Belediyecilik ise istisnasız hepimizin hayatında kesin yeri olan bir mesele olduğundan bigâne kalmak gibi bir lüksümüz yoktur.
Kaçınılmaz olarak, kapımızın önünden geçen sokağa onlar hükmedecek, çöpümüzün akıbetini onlar belirleyecek, içtiğimiz suyun kalitesini onlar tayin edecektir. Bu durumda ne olursa olsun, kim ne yaparsa yapsın demek gerçekten büyük bir umursamazlık olur. Sonuçları bakımından bizi direk etkileyen olaylara bir şekilde müdahil olma imkânımız varsa bunu kullanmamız gayet normal bir davranış olur.
Fakat ülkemizde neredeyse pek çok şey gibi belediyecilikte olması gereken normal anlamından çok farklı yerlere sürüklenebiliyor. Müspet ya da menfi bakış açımızı belirleyen, belediyecilik hizmetlerinden çok siyasi duruşumuza, dünya görüşümüze göre şekilleniyor.
Oysa çok basit ve sıradan işler gibi görünse de; hepimizin hayatını kolaylaştıracak, işlerimizi yoluna koyacak, modern şehirlerin çekilmez yaşam tarzını biraz olsun hafifletecek şeyler isteyebiliriz ve bu isteklerimizi seçmemiz için önümüze adaylar koyanlardan isteyebiliriz.
Adayları biz tayin etmediğimiz için, sürece ancak aday tayin edenleri etkileyerek katkıda bulunma şansımız olabildiğinden böyle diyorum.
Sıradan bir vatandaş olarak, bir belediyeden beklentilerimi kısaca yazmak istiyorum.
  1. İçtiğim suyun temiz olmasını tercih ederim, musluğumdan içebileceğim kalitede su akması gerekir.
  2. Yakıt olarak kullandığım gazın sorunsuz ve güvenli olarak bana ulaşmasını isterim. Kömür yaksaydım bacalara filtre mecburiyeti isterdim ki zehir solumadan yaşama imkânımız olsun.
  3. Sokak ve caddelerde yaya kaldırımlarının mutlaka olmasını, engelli ya da bebek arabalı kişiler için mutlaka uygun rampalar yapılmasını isterim. Kaldırımların ortasında yürüyenleri engelleyen ağaç, direk ya da işyerlerinin sergilediği ürünlerinin kaldırılmasını isterim. Mesela görme engelliler için uygulanan çizgili kaldırım üzerine park eden araçların süratle kaldırılmasını, sahiplerinin bir daha yapmayacak kadar ciddi miktarda cezalar almasını isterim.
  4. Kaplaması ne tür olursa olsun, rögar kapaklarının yol ile aynı seviyede olmasını isterim. Araç kullanırken ya da toplu taşımada tekerlerin çukurlara düşmediği ya da ani yükseltilerle sarsılmadığımız kalitede olmasını tercih ederim.
  5. Trafik için belediyelerin radikal çözümler üretebileceğini sanmıyorum ama en azından trafik zabıtalarının araçlar içinde gezinmekten daha fazlasını yapabileceğini umuyorum. En azından rastladıkları kural ihlallerine yetkileri kadar müdahale etmelerini isterim.
  6. Mümkün olan her yere kamera ve radar kontrolleri uygulayarak kural ihlallerinin kişi ya da kurum aracı olduklarına bakmaksızın, herkese en yüksek cezaların yazılarak engellenmesini isterim.
  7. Parklar başta olmak üzere şehrin mümkün olan her yerinin, orta refüjler dahil ağaçlandırılmasını, yeşillendirilmesini isterim. İmara açılan engebeli ve aslında insan yaşamına uygun olmayan alanların yeşil alan olarak ayrılmalarını ve ağaçlandırılarak korular haline getirilmelerini isterim.
  8. Belediyelerin kültürel faaliyetlerini en aza indirmelerini, mümkünse tamamen kaldırmalarını tercih ederim. Bu alanın şehircilik gibi asli belediye hizmetleriyle bir alakası olmadığını düşünüyorum. Tiyatro, konser ve konferans gibi etkinliklere belediyelerin bütçe ve zaman ayırması, bu alanlarla hiç ilgilenmeyen büyük halk kesimlerinin haklarını heba etmek gibi geliyor. Buna Ramazan etkinliklerini de dahil ediyorum.
  9. Toplu taşımada çok geri kaldığımızı herkes biliyor ancak belediyelerimiz bu alanda gereken adımları atmakta hala çok yetersiz ve eksik; şehrimin her yerine toplu taşıma ile süratle ulaşabilmek isterim. Özellikle trafiği etkilemeyen metro çözümünün uygulanması gerekir.
  10. Belediye başkanlarının sürekli ve sık sık, halk ile etkileşimde olması gerektiğini düşünüyorum. Cami ve pazar yeri gibi halkın toplandığı mekânlarda bulunmalarını, şikâyet ve istekleri direk dinlemelerini isterim. Bu hem onların hem de halkın menfaatine olacaktır.
Bunlar ilk etapta aklıma gelen çok genel şeyler olabilir, her birimizin benzer farklı beklentileri de olacaktır. Ama isteklerimizi basit tutmamızda yerine gelme ihtimali bakımından fayda olduğunu düşünüyorum. Afaki şeylerle vakit kaybetmek yerine gerçek ihtiyaçlarımızı istemek ve beklemek daha hayırlı olur diye umut ediyorum.
Temennim, esas konunun “halkın dünya ve ahiret saadeti” olduğu konularla meşgul olmamızdan ibarettir.

30 Kasım 2018

Ceza mı Rıza mı?


Her insanın bir takım değer yargıları, ölçüleri, kırmızı çizgileri vardır. Günlük hayatımızda bunlara göre tavır alır, tepki gösterir ya da göstermeyiz.

Temel insani değerler diyebileceğimiz, fıtratımızdan kaynaklanan sınırlarda hemen her görüşten, en azından çoğumuz hem fikirdir. Yine yaratılışımız gereği her türlü sapmaya, bozmaya, sınırları aşmaya meyyal olduğumuz için, en umulmadık terslikleri, edepsizlikleri yahut zulümleri de biz insanlar yapabiliriz ve hatta yaparız.

İçimizden bazıları, ne yaratan Rabbi’ni ne de çevresindeki kullarını incitmemek namına; Allah(cc)’in kurallarına riayet eder, kulların da haklarına azami hassasiyetle dikkat ederler.

Temel maksatları rıza olan bu Rahman’ın kulları, toplumlarımızda genellikle en büyük hüsnü kabule muhatap olurlar. Parmakla gösterilir, örnek alınır, takip edilirler.

Bunların bir şeyi yapmaları ya da yapmamaları için başlarına bekçi dikmeye, hareketlerini gözetlemeye, cezalarla yola getirmeye ihtiyaçları olmaz. İnandıkları hesap gününde, boyunlarında başka bir insanın hakkı olmadan dirilmeyi hedefledikleri için, dünyadan zaten bir parça süssüz ve desensiz bezle ayrılırken, yanlarına başkalarının ağırlıklarını almayı istemezler.

Elleri ve dilleriyle başkalarını incitmekten sakınırken; yürürken toprağı incitmez, istikametlerini bozmadıkça kimsenin yolunu da kesmezler.

Rahman'ın kulları yeryüzünde alçak gönüllülükle yürürler ve bilgisizler kendilerine laf attıklarında 'selam' derler. (Furkan 63)

Bazılarımız içinse, başlarının üstünde sallanacak bir sopa elzemdir. Ceza tehdidi ya da korkusu olmadan bir iş yapmazlar, kurallara uymaz, yolda kalamazlar. O kadar ki, bir trafik ışığına uymak için bile onları gözetleyen ayrıca bir kamera olması gerekir. Başkalarının haklarına riayet etmek bir yana, hiç akıllarına bile getirmezler.

Çiğnedikleri hukukun, görmezden geldikleri kul haklarının dünyada ve ahirette karşılarına çıkma ihtimalini unutarak yaşar, ancak gözle görülür bir takipçi ya da takip sistemi olduğunda yola gelirler. Bunları dünyalık işler için bir şekilde sağlamak mümkün olsa da uhrevi meseleler için melekleri gözleriyle görmek isterler.

Oysa hiçbir toplum sistemi yahut devlet düzeni her vatandaşını ayrı ayrı takip edecek bir yapıya sahip değildir. İnsanları ve toplumları nizama kavuşturan temel çözüm, insani bir vicdan ve uhrevi bir merhamet duygusudur.

Bozulmamış bir fıtratın sahip olduğu vicdan ve ahiret hesabını bilerek davranan selim bir kalp, insan olarak dünyada elde edilebilecek bütün üstün meziyetleri taşımaya yeterli altyapıya, temele, verimli toprağa sahip olmak demektir.

Vicdan ve merhamet dolu bir kalp için, Allah(cc)’in ya da insanların hukukuna riayet etmek için takip sistemlerine, kameralara, cezalara gerek kalmaz.

Çoğumuzun ezbere bildiği şu hadis bize nasihat olarak yetmez mi?

İman, yetmiş küsur şubeye ayrılır. En üst derecesi ‘La ilahe illallah’ sözüdür. En alt derecesi ise yolda insanlara eziyet veren şeyleri kaldırıp atmaktır. Hayâ da imandan bir şubedir. (Müslim)

Tefekkür, her akıl sahibi için nefes almak kadar hayati bir zorunluluktur.

Başkalarının haklarına riayet etmek; temiz fıtrat sahibi ve ahirete iman eden her insan için, özel bir gayret sarf etmeyi gerektirmeyen bir erdemdir.

23 Kasım 2018

Hürmetsiz/saygısız olmuyor


Okuduğumuz, dinlediğimiz, sevdiğimiz ve beğendiğimiz ne kadar güzel insan varsa, istisnasız hepsinde bir şahsiyet kalitesi ve göstergesi olarak, insanlara saygı ve değer yani hürmet görürüz.

İster arka planına İslam’ın haramlarını ekleyerek güçlendirilmiş bir hürmet deyin, ister kuru batılı insan hakları bağlamında saygı deyin, hangi kelimeyle söylendiğinden bağımsız olan gerçek; muhataplarımıza asgari de olsa değer vermeden herhangi bir muamele yaptığımızda karşılığının dostluk ya da yakınlık olmayacağıdır.

Biz vahiy temelli düşünen Müslümanlar için ise, davranış ve değer yargılarımızı tayin eden temel mihenk elbette Allah(cc)’in tayin ettiği kural ve kanunlar bütünü olarak dindir. Din bize, diğer insanlar, hatta canlılar ve daha da ötesinde tüm varlıklar için bakış açısı, davranış biçimi tayin eder.

Yeryüzü ve gökyüzü bize bir emanet olarak verilen, kullanımı bize ait lakin, sahibi bizim ve her varlığın Rabbi Allah(cc) olan, geçici kullanım haklarını elde edebileceğimiz varlıklardır. İnsan temelli kullanımlarda bile başkalarının hukukunu çiğnememek olarak, mutlaka göz önünde bulunduracağımız bir kural vardır.

Hiç kimse, yalnız kendi menfaat ya da kazancını düşünerek, başkalarının zarar görmesine sebep olma hakkına sahip olamaz. Kişisel haklarımız yani helallerimiz başkalarının kişisel hakları ile sınırlıdır yani haram kılınmıştır.

Tarlasının sınırını komşusunun tarlası içine kaydırmak, kaldırımda yürüyenlerin yoluna engel koymak, trafikte hakkı olan yolu birinden gasp etmek, kasten birini korkutmak hatta bir hayvanı ürkütmek gibi günlük karşılaşabileceğimiz ve bize basit gibi görünen hak ihlalleri hesap gününde karşımıza çıktığında çok şaşıracağımız kesin gibi…

Düşünsenize, mahşer meydanında bin bir cefa ile geçmiş, tam hesaplar başlamışken, ben de kendime baya güveniyorum zaten, hayırlısıyla cennete gideceğim umuduyla ilerlerken, aniden biri çıksa karşımıza; ‘sen falan gün falan yolda ilerlerken arabanı üstüme sürüp beni korkutmuştun, ver hakkımı yoksa gidemezsin’ dese!

Bu sadece bir değil, beş değil, neredeyse her gün defalarca tekrar etmiş ve kitaplar küçük ya da büyük ne varsa kaydetmiş, her bir adımın, kelimenin ve hatta nefesin hesabı soruluyor!

Kitap (amel defteri) konulmuştur. Suçluların onun içindekilerden dolayı korkuya kapıldıklarını görürsün. ‘Yazık bize! Bu kitaba da ne oluyor ki, küçük büyük hiçbir şey bırakmayıp saymış’ derler. Yaptıklarını karşılarında bulmuşlardır. Rabbin hiç kimseye haksızlık etmez. (Kehf 49)

Biz dünyada sorulacak hesaplardan çok ahirette verilecek hesabın endişesini taşıdığımız için farklıyız.

Biz işte tam da bu yüzden; insanlara, hayvanlara ve tüm kainata karşı herkesten daha hürmetkar ve herkesten daha sadık ve herkesten daha saygılıyız.

Biz işte tam da, kul hakkı dediğimiz ve ancak ilgili kula hakkı ödenmesi karşılığında ya da helal edilmesi şartıyla hesabından kurtulacağımız bir değere, bir kurala ve hatta bir kanuna sahip olduğumuz için; yerin ve göklerin, insanların ve hayvanların hukukunu koruyan medeniyetler inşa ederiz.

Kurdun kuzu ile yoldaşlık edişinin bir efsane olmaktan çıkması, ancak bizim bu anlayışımızla kuracağımız bir toplumla mümkün olabilecektir.

Ahiretin hesabını hesaptan çıkardığımızda, geriye bizden pek özel bir şey kalmaz! Kendileriyle yarışma azminde olduğumuz çağdaş emperyal sistemlere karşı dünyalık hesaplarla başarılı olma ihtimalimiz de pek yoktur.

Emiru’l Mu’minin Ömer(ra)’in savaşa giden orduya yazdığı mektupta dediği gibi; ‘onlara ancak haramlardan sakınmamız, farzlara sarılmamız ile üstün gelebiliriz.’ Takva yalnız ahirette değil dünyada da üstünlüğün tek yoludur, ölçüsüdür.

20 Kasım 2018

İnsanın Şımarıklığı


Her şeyi aklımıza, mantığımıza, anlayışımıza uydurmaya çalışıyoruz. Kafamıza uymayan adamlarla arkadaşlığı bırak, dinde kardeşliği bile tatil edecek kadar benciliz. Hoşumuza gitmeyen havalara bile kızıyor, tadını beğenmediğimiz meyvenin yetiştiği ağaca saldırıyoruz.

Bilmem kaç bin yıldır şu dünyada insan olarak yaşadık ve kim bilir daha kaç nesil yaşayacağız. Herhangi bir şekilde, kendimizde bir değişiklik yapma iradesine sahip değiliz. Bütün bir insanlık birleşsek ve şu insan kulağının yeri, ya da gözünün yeri şurasında olsaydı daha kullanışlı olurdu diyebilecek kadar bir marifetimiz asla olmadı.

Dünyanın varlığının sırrını araştıran en akıllı ve en bilimsel çalışmaların sonunda vardığımız nokta; “aslında dünya bu haliyle, bu olduğu noktada olmamalıydı” demekten öteye geçemiyor. Uzayın sonunu arıyoruz ve bilmem kaç milyar ışık yılı gittik hala sınırlarını tahmin bile edemiyoruz. Biraz fazla kafa yoranımız aklını yitiriyor.

Çok büyük medeniyetler kurduk, muhteşem şeyler keşfettik ama 6 ay buzun içinde donmuş halde bekledikten sonra, ısınınca canlanıp zıplayan kurbağanın sırrını kimse çözemiyor. Buna benzer, bilimin ya da çok gelişmiş insan aklının almadığı, anlamadığı, anlayamayacağı sayısız olay, canlı çevremizde dolaşıp duruyor.

Acizlik ve zavallılığımızı idrak ettiğimiz, iman noktasında bile mırın-kırın etmekten geri durmuyoruz!

Allah(cc)’ı imanımızla minnet altında bırakmaktan ve Müslümanlığımızla diğer Müslümanları minnet altına almaya çalışmaktan geri durmuyoruz. Ben Müslüman olmasam dünyada İslam yok olacaktı gibi bir aptal ve ahmak egonun yansımalarını dillendirmekten vazgeçemiyoruz.

Azıcık söz etmeyi becerenlerimiz hikmetin ağızlarında mahkum olduğu zannına kapılırken, birazcık iş yapanlarımız dünyanın onun gücüyle döndüğü iddiasına sapıyor!

Hepsinin tabii ki bir izahı var, hadi bunları insanlığımıza verdik diyelim. Ya Allah(cc)’in ayetlerinin ve yaptıklarının kendi aklına ve mantığına uyması derdinde olanlarımıza ne demeli?

Nasıl bir ilaha inanıyoruz ki, her dediği bizim aklımıza uymak zorunda olsun?

Nasıl bir Allah(cc)’a ibadet ediyoruz ki, her emrinin hikmetini bize bildirmek zorunda kalsın?

Nasıl bir rabbe teslim olduk ki, her yarattığı şeyin bizce bir anlamı olsun?

Adana’da kan donduran olay…
Adana’da kan donduran olay…
Neden Allah(cc), yarattıklarına hesap versin?

Neden Allah(cc), kullarının aklına uygun işler yapsın?

Allah(cc), dilediğine dilediği kadar ilim verir, hikmet verir. İşlerin sırrını öğretir ya da öğretmez. Dileyen iman eder, dileyen de etmez.

Kaderi sorgulayanların da kaderini takdir eden O’dur!

Şımarıklık etmenin alemi yoktur. Bizim gibi basit insanların ve kurumlarının bile sözlerine ve işlerine kafamız yatmıyorken, hangi cüretle Rabb’ul Alemin’e hesap sormaya, kelamını mantığımıza uydurmaya kalkabiliriz?

İnsan, efendi olmalı.

İnsan, mütevazi olmalı.

İnsan, aczinin farkında olmalı.

14 Kasım 2018

Provoke Oluyoruz


İnsan, his sahibi bir yaratıktır.

Üzülmek, acımak, kızmak yahut sevmek, saymak, özlemek…

Tepki veririz biz ve bu bizi insan yapan belki de en değerli özelliktir.

Ruhsuz, tepkisiz, sessiz kalmak bizim için kişilik sorunudur! Hayattan kopmak, benliğini yitirmek, kendini kaybetmektir.

Kızılacak şeylere kızmak ve sevilecek şeyleri sevmek ise normal bir insandan beklenecek, belki de en sıradan hislerdir.

İnandığımız şeylerin aksini gördüğümüzde; güzelliklerin saldırıya uğradığını ya da çirkinliklerin ortalığa döküldüğüne rastladığımızda bizim için birkaç yol vardır:

Elimizle o durumu düzeltmek
Dilimizle düzeltilmesi için uyarmak
Kalbimizde duyduğumuz rahatsızlıkla oradan ayrılmak.
Elle düzeltme işi devletlere aittir, dille uyarmak ise ehline yani âlimlere kalır. Bize düşen ise sessiz sedasız bir boynu bükük olarak orayı terk etmektir.

Arada aramızdan birileri, dayanamaz patlar ve ne düzeltmek, ne de engellemek maksadı olmaksızın, sadece içinden kopup gelen öfke ve dayanılmaz bir hisle karşı çıkar bazı şeylere; bağırır, üstüne yürür bazı şeylerin, dizlerini döver bazımız…

Marufun; iyi ve güzel olan her şeyin insanlığa aktarılması bir Müslüman için dünyada yapılacak en değerli iştir. Münkerin; kötü ve çirkin olan her şeyin terk edilmesi için çalışmak, anlatmak ve belki de feryat etmekte öyle.

İyiliği tavsiye edemeyen ve kötülükleri reddedip, terk edilmelerini söyleyemeyen birinin insanlar içinde yapacak pek bir işi kalmamıştır.

Bir ağacın dibinde oturup, yapraklarını ve kabuklarını kemirerek ölümü beklemek!

Evet, bu da bir yoldur; Ebu Zer(ra)’in “rebeze”sine giden bir yol…

02 Kasım 2018

Çağdaş Hariciler ve Politik Tekfir



Eski ile yeninin uyumu çoğu zaman insanın hoşuna gidecek bir yumuşak geçişe işarettir. İyilik ve merhamette, maslahat ve hayırda bir uyum, elbette gönül cezbeden nostaljik güzellemeleri haklı da kılar.


Ne yazık ki; insan evladı dediğimiz canlı, nefsinin ya da egosunun, menfaatinin ya da cebinin yılmaz bir kavgacısı ve yanlışlarının pes etmez bir savunucusudur.

Söz konusu olan ‘kendi’ olunca, önüne ya da sonuna kendisine ait olduğunu ekleyebildiği her şeyi muhteşem sahiplenebilir ve anlamsız bir inatla kavgasını verir.

Benim fikrim, benim ailem, benim şehrim, benim ırkım, benim ülkem, benim cemaatim, benim tarikatım, benim, benim, benim…

Hatta benim dinim! Yani dinden benim anladığım.

O aşamaya ulaşıldığında, artık aksini iddia eden ya da bir başka fikri savunanlar doğal olarak aforoz edilmelidir.

İslam’da aforoz yok mu dediniz? Haklısınız. Bu dinde aforoz yoktur ama tekfir vardır. Ve biz bu metodu olur olmaz her yerde, kendi keyfimize göre kullanmaktan zerre çekinmeyiz.

Öyle ya, din bizim, kime ne?

Bir başkasının bizim hocadan daha doğru anlama ihtimali yoktur.

Bir başkasının bizim cemaatten daha sahih, daha sağlam yolu yoktur.

Bir başkasının bizim şeyhten daha salih, daha takva, daha Allah’a yakın bir şeyhi yoktur.

Hadi bütün bunları anladık bir yere kadar. Hadi bütün bunların ardında, doğru ya da yanlış en azından bir destek, bir temel vardır diyelim. Politik görüş ve partileri nasıl oluyor da bu tekfir mekanizmasına sığdırıyoruz?

Kendimizin hak yolda olduğumuzdan o kadar eminiz ki, bir başka yolu seçenlerin batıl olmaktan gayrı gidebilecekleri yön kalmamıştır!

Laik, demokrat ve sosyal bir hukuk devletinde politika yapmak amacıyla, belli tüzük kurallarına bağlı kalınarak kurulan siyasi partilere mensup olmanın bir Müslümana nasıl bir başka partiden olanları tekfir etme hakkı verdiğini henüz anlayamadım.

Aynı kurallara tabi, aynı kanunlarla seçilen ve aynı görevleri icra eden ve tek farkları başka isimde bir partiye mensup olmak olan vekillerin birbirlerini tekfir etme hakkını nasıl ve kimden aldıklarını da anlayamadım.

Tabii ki biliyorum; sizin parti aslında bir dava partisi ve sizin parti olmasa ne din kalır ne devlet, siz olmasanız zaten dünyanın ayakta durmasına da şaşar kalırdık, siz olmadan hayatın devam etmesi ne mümkün!

Başlıktaki çağdaşlıkla haricilerin ve politikayla İslami bir terim olan tekfirin mantıksız uyumunu izah etmeye hiç gerek yok.

Ve fakat arkadaşlar, hangi cüretle Allah’ın dinini kendi cemaat ya da partinize ram ettiğinizi çok merak ediyorum.

Ne büyükmüş kibriniz farkında mısınız?

Sizden olmayanı dinden atacak kadar büyükmüş evet!

Şimdi ne tarihin haricilerini ne de bu çağdaki benzerlerini kınamayı bırakın ve kendinize bir bakın.

Tevillerle dini bir gömleğe dönüştürdünüz ve siz çıkardığınızda cansız bir giyecek gibi aciz kalacak havası verdiniz, başkası çıkardığında da dinsizliğine hükmettiniz. Oysa, altı üstü sizin tasarladığınız bir gömlekti bu, ne din ne devletti…

Yapmayın, dini politikanıza alet etmeyin. Hatta dini politikalarınıza malzeme de etmeyin.

Dilediğiniz kavgayı yapın, dilediğiniz menfaati temin edin, dilediğiniz makama yükselin ama ellerinizi ve dillerinizi Allah’ın dininden uzak tutun yeterli. Politikanızı yapın, geçip gidin.

Bir büyük sahilde kumdan kuleler yapan çocukların gibisiniz, İslam’ın muhkem kalelerini dillerinize dolamanız size fayda etmez! Rüzgarda yükselen dalgalar kulelerinizi alıp gitti, geriye bir cılız iz kaldı…

Allah, bizi selamet yollarına hidayet eylesin, ki kurtuluş ancak budur.

31 Ekim 2018

Halkın Yönetim Sistemi


Yönetmek insanın yaratılış itibariyle sahip olmak zorunda olduğu bir haslet olduğu kadar, yönetilmekte zaruri bir neticedir. Bazıları yönetir, bazıları yönetilir. Herkesin yönetici olma ihtimali yoktur.

Yönetenler sırf bu makamda oldukları için düşman olunmayı elbette hak etmezler, tıpkı zenginlerin sahip oldukları sebebiyle kınanamayacakları gibi…

İktidar mücadeleleri hatta savaşları insanlığın kaderidir. Kaçışı ve çıkışı olmayan, yaratılmış olmak ve hayatta kalmak kadar mecburi bir istikamet!

Yeryüzünde savaşların ya da en basit haliyle iktidar mücadelelerinin bitmeyi bırakın durma ihtimali bile yoktur. Bu sebeple insanlığa bunlarsız bir hayat vadedenler yalancıdır!

Kıyamete kadar devam edecek bir kavganın içindeyiz ve yegâne çıkış; ferdi olarak ölüm, toplumsal olarak ise helak olmaktır. Bunu da kimse istemez. Kalmak ve kazanmak zorundayız.

Bu durum sebebiyle nasıl yönetildiğimizle çok ilgiliyizdir. Bizi kim ya da kimler, neye göre ve nasıl yöneteceklerdir? Bu soruların cevapları tarih boyunca fikir akımlarına olduğu kadar kan akışlarına da yön vermiştir.

Küçük bir zümre dışında yönetim sistemi şekillerini dert eden pek yoktur aslında. Asıl sıkıntılar insanların adalet, emniyet ve refah düzeyleri ile ilgilidir.

Kendisine adil ve emin bir ortamda görecede olsa iyi bir refah seviyesi sunulan insanlar, yönetim sisteminin ne olduğuna bakmaksızın mutlu-mesut yaşamaya devam ederler. Tarih boyunca genel olarak, devletler içindeki yaşanan kargaşa, isyan yahut darbelerin ana sebebi araştırıldığında, toplumun büyük bir kesiminin adalet ve refah dağılımından memnun olmadıkları ve kendilerine adil davranılmadığını düşündükleri görülecektir.

Devletlerarası savaş ve mücadelelerin -İslam daveti dışındaki- ana gerekçeleri de emniyet ve refahtır. Başka ülkelerin sahip oldukları zenginlikleri ele geçirerek halkının refah seviyesini yükseltmek veya kendilerine yönelmesi muhtemel tehditleri ortadan kaldırarak emniyet ve refah içinde yaşamaya devam etmek, şeklinde özetlenecek iki ana konu savaşların çıkış sebepleridir.

İslam daveti apayrı bir konu başlığı olduğundan ve zaman içinde siyasi hedeflere de malzeme edildiğinden kısaca anlatmak mümkün olmayabilir. Ancak İslam’ın savaşta ya da barışta temel hedefi; ‘insanlarla Allah arasındaki engelleri kaldırmak’ olarak ifade edilirse konu belki daha kolay anlaşılabilir.

Aynı şekilde İslam devletleri de, zaman zaman emniyet ve refah düzeylerini artırmak maksadıyla savaşlara girişmişlerdir ve bu bir vakıa olarak tarihe geçmiştir. Olması gerekenle olanı ayırt etmek gerekir. İslam dini emniyeti sağlamayı bir devlet görevi olarak tayin etmiştir ve bunu sağlamak için savaş ilanını da meşru kabul etmiştir. Ancak sırf zenginlikleri ele geçirmek için savaşmak ya da ülkeleri ele geçirmeye çalışmak makbul bir gerekçe ve makbul bir yol değildir.

Halk olarak bizlerin ortalama dertleri bellidir. Bu dertler; huzur içinde ve müreffeh bir ortamda nesillerimizi kendi arzuladığımız hayat tarzına uygun olarak yetiştirmek olarak özetlenebilir.

Bu noktada, yönetim şeklinin halifelik mi sultanlık mı olduğu, meşrutiyet mi demokrasi mi olduğu çoğumuz için çokta önemli değildir.

Sultan halkına emniyet ve zenginlik getirdiği sürece kabul görecektir. Tarihte de görmüştür, bugün de görmektedir. Avrupa monarşilerinden rahatsız olan küçük bir zümre dışında kimse yok gibidir. Oysa fakirlik ve savaşla tarumar olan bir ülkede adına ne dendiğine bakılmaksızın herkes yöneticilerden şikâyetçidir.

Ülkemizde yakın geçmişte yaşanan bazı seçimlerde de görülen ve aslında fikrine ya da zikrine bakmaksızın oy verilen insanlar ve partilerden ana beklenti huzur ve refahtan ibarettir. Sahip olunan zenginlik ve görecede olsa rahatlığın bozulma ihtimali insanları doğal olarak yönlendirmektedir.

Bütün mesele; bu insani beklenti ve ihtiyaçları, dünya ve ahiret için kurtuluşa sebep olacak şekillerde çözmektir. Buna fıkhımızda ‘siyaset-i adile’ adı verilmiştir. Dünya ve ahiret birliğini bozan her metot ve yol ise ‘siyaset-i zalime’ olarak tavsif olunur ve reddedilir.

23 Ekim 2018

Mensubiyet ve Asabiyet


Belki biz anlatamıyoruz, belki onlar anlamak istemiyorlar bilemiyorum ama İslam’ın insanlara, ırklara, kabilelere bakışı hakkında hala söz söylemeye gerek olması, hele de bu dijital bilgi çağında biraz vakit israfı görünse de maalesef ihtiyaç olduğunu reddedemeyeceğimiz bir vakıa olarak karşımızda duruyor.

Allah(cc), insanları neden farklı ırklar ve kabileler olarak yarattığını izaha muhtaç olmayacak kadar net bir ayet ile bildirmişti:

Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır. Allah bilendir, haberdar olandır. (Hucurat 13)

Bu ayrımın dünya tarihinde ne büyük imtihanlara vesile olduğunu da düşününce Rahmani hikmetin boyutlarını görüp, ‘subhanellah’ diyerek başımızı eğmekten başka bir yolumuz yoktur!

İnsanlar, kabilelerinin ve ırklarının davası uğruna cehenneme koşabilecek kadar taassup taşıyabiliyor. Aynı insanlar, kendi yaptıkları asabiyet iddiasını bir başkası yaptığında ise ceberrut bir öfkeyle reddetmeyi marifet zannediyorlar.

Aslının ve neslinin ne olduğundan ve kimlerden olduğundan bağımsız olarak; Allah(cc)’in koyduğu nizama göre, O’nun yanından en değerli olan takva sahipleridir. Madem O’nun yanında değerlidirler, bizim yanımızda da değerli olmaları imanımız gereğidir. Biz imanı Allah için sevmek, Allah için buğzetmek ve Allah’ın koyduğu ölçülerle değerlendirmek olarak anlıyoruz.

İlahi kanunun ilk kuralı hepimizin bir ırka mensup olduğumuz gerçeğidir. Irkçılık kadar reddedilmesi gereken bir yanlışta; aslını, neslini yani ırkını inkâr etmektir. Bu da ayetin hükmünü yok saymanın bir başka şeklidir. Hepimiz bir ırka yahut kavme mensubuz. Bu gerçek fıtratımızın yani yaratılışımızın tartışılmaz neticesidir.

Bu ırkların birbirlerine karşı herhangi bir üstünlüğü söz konusu bile değildir.

Hepiniz Adem'in oğullarısınız, Adem ise topraktan yaratılmıştır. İnsanlar babaları ve dedeleri ile övünmekten vazgeçsinler. Çünkü onlar, Allah nazarında küçük bir karıncadan daha değersizdirler. (Tirmizi)

Sorun insanların birbirlerine karşı ataları ile övünmeye başlamaları olarak karşımıza çıkmıştı ve kıyamete kadar da öyle olacak gibi görünüyor. Cahiliye Araplarında görüp kınadığımız asabiyet hırsı halen yeryüzünün güya gelişmiş toplumlarında bile yaşatılmaya devam ediliyor.

Ecdadının iyilikleri ile iftihar etmek, onları örnek alınması gereken güzellikler olarak hatırlamak ve onları gıpta ile yad etmek elbette ırkçılık değildir.

Bir insanın kendini şu ırktanım diye takdim etmesi elbette ırkçılık değildir.

Bir müslümanın atalarının Allah’ın dinine destekleri ve yeryüzü mazlumlarına yardımları gibi güzel hasletlerini sevmesi ırkçılık değildir.

Sahabe komutanı Rasulullah(sas) olan orduya kabilelerinin bayrakları altında katıldılar ve savaştılar. Zor zamanlarda herkes kendi akrabasını O’na yardıma koşmak için çağırırken, ‘Ey Filan oğulları… Allah’ın Rasulü’(sas)in çevresine koşun, O’nu müdafaa edin’ diye feryat ederek, akrabalarını teşvik ettiler.

Onlardan sonra gelenler arasından Allah’(cc)in dinini insanlara ulaştırmayı ve dünyaya adaletle nizam vermeyi murad eden her nesil ve her idareci, hangi ırka mensup olduğundan bağımsız olarak, yalnız Allah için, ahiret hayatında kazananlardan olabilmek için gayret ettiler.

Selçuklu ya da Osmanlı gibi aslı ve nesli Türk olan devasa devletler, hedef ve gayelerine Allah rızasını koydukları gibi; bu uğurda savaştılar, can verip can aldılar. Onlardan herhangi bir idareci yahut ordu ırkçılık kavgası gütmedi, asabiyet davasına çağırmadı.

Ölçü sabit:

‘Irkçılığa çağıran bizden değildir, ırkçılık için savaşan bizden değildir, ırkçılık uğruna ölen bizden değildir.’ (Müslim, İbniMace, Nesei, Tirmizi, Ebu Davud)

Vasile(ra)’den rivayet edildi: Ey Allah’ın Rasulü, dedim, ‘asabiyet nedir?’ O(sas) da‘Asabiyet zulümde kavmine yardım etmendir’ buyurdu. (Ebu Davud)

Osmanlı Devleti’nin Avrupa içlerinde yüzyıllar boyu İslam’ı muhafaza ve müdafaa etmiş olması ve sürede birçok kez onların ordularını mağlup edip, devletlerini tarumar etmesi sebebiyledir ki; Avrupalılar, Müslüman olarak tanıdıkları ve nefret ettikleri bu topluluğu -kahir ekseriyeti Türk olduğundan olsa gerek- Türk olarak isimlendirdiler. Onlar için her Müslüman artık Türk idi. Özellikle Sırp milliyetçileri bu takıntıyı o kadar uzun süre taşıdılar ki, 90’ların başlarında Bosna’da Boşnak Müslümanları katlederken ‘Türklere ölüm’ diye bağırıyorlardı.

Bu durum, onlar açısından anlaşılabilir olsa da; bazı fikir ve kanaat sahiplerinin ulusçuluk akımına kapılarak bu Türk tanımını Müslümanlıkla eşdeğer görmeleri hatta Müslüman olmayan Türkleri, Türk kabul etmemeleri tuhaf bir yaklaşımdır.

Bu konu her açıldığında Medine’yi müdafaa etmekle vazifeli Osmanlı ordusunun komutanı Fahreddin Paşa’nın ihtiyat subaylarından İdris Sabih Bey’in, Medine’de kaleme aldığı şu şiirini okur geçerim:

Dünya ve Ahiret Efendimizsin
Bir Ulü’l-emr idin emrine girdik
Ezelden bey’atli hakanımızsın
Az idik sayende murada erdik
Dünya ve ahiret sultanımızsın.

Unuttuk İlhan’ı Kara Oğuz’u
İşledik seni göz bebeğimize
Bağışla ey şefi’ kusurumuzu
Bin küsür senelik emeğimize.

Suçumuz çoksa da sun’umuz yoktur
Şımardık müjde-i sahabetinle
Gönlümüz ganidir, gözümüz toktur
Doyarız bir lokma şefaatinle.

Nedense kimseler dinlemez eyvah
O kadar saf olan dileğimizi
Bir ümmi isen de ya Rasulallah
Ancak sen okursun yüreğimizi.

Suları tükendi gülaptanların
Dinmedi gözümüz yaşı merhamet
Külleri soğudu buhurdanların
Aşkınla bağrını yakmada millet.

Ne kanlar akıttık hep senin için
O Ulu Kitab’ın hakkı çün aziz
Gücümüz erişsin ve erişmesin
Uğrunda her zaman döğüşeceğiz.

Yapamaz Ertuğrul Evladı sensiz
Can verir cananı veremez Türkler
Ebedi hadimü’l-Harameyniniz
Ölsek de Ravzanı ruhumuz bekler.

Ey iman edenler! Allah'tan gereği gibi sakının ve ancak Müslümanlar olarak ölün. (Ali İmran 102)

11 Ekim 2018

Ne vadediyoruz?


Fertler ve toplum olarak kendimize, yakın çevremize ve hatta dünyaya ne vadediyoruz?

Bir başka deyişle; kendimizden biz ne bekliyoruz, dost, akraba ve arkadaş çevremiz ne bekliyor?

Yaşadığımız toplum bizden ne istiyor?

Ne gibi umutlar var bizimle ilgili?

Ya da yok mu?

Umutsuz vaka mıyız?

Düşünce ve hayat tarzı olarak kim bizden ne kadar umutlu ya da umutsuz?

Mü’min ve Müslüman oluşumuzun sair insanlar için alameti farikası nedir?

Hollanda’dan hatırlıyorum! Sıradan vatandaşlara sorulduğunda bizimle ilgili kalıplaşmış birkaç tarifleri vardı. Müslümanlar/Türkler söz verdiklerinde yerine getirmezler, randevularına vaktinde gelmezler ve sokaklarda kadınları erkeklerden 5 metre arkada yürür.

Aksi örnekler elbette çok vardı ama önyargılı bakışlar her zaman en kötüleri tüm topluma şamil kılar.

Yukarıdaki soruları kendi toplumumuz için cevaplarken, hepimizin aklına zaten saldırmak ve aşağılamak için bahane arayanların istemedikleri kadar malzeme verdiğimizi fark edebiliriz.

Tabii ki; sadece önyargılı yahut bizzat düşmanca yaklaşanların değil tüm insanların bakışlarının ölçü olamayacağını unutmuyorum. Ancak bir adalet ve emniyet toplumunda yaşamak için onların da bizden emin olmaları gerekiyor.

Başkalarının ne olduğundan ve bizden ne beklediğinden bağımsız olarak; biz, kendimize ve toplumumuza emniyet ve güven vadetmek zorundayız.

Kendimize vadetmediğimiz ve yerine getirmediğimiz bir erdemi başkalarına gösteremeyeceğimizi biliyoruz. Bu sebeptendir, nefsini hesaba çekmek ve bu sebeptendir, tefekkür ve tezekkürün bu kadar değerli oluşu…

Muhataplarına emniyet hissi vermeyen birinin ağzından dökülen güzel sözün değeri, pis bir kapta sunulan enfes bir yemek kadardır.

Büyük hedeflere ve büyük cümlelere gerek yok! Biz önce kendi nefislerimize sonra çevremize karşı dürüst olacak ve ahlaklı davranışlar sergileyeceğiz. Bunu birilerinin hoşuna gitsin için değil, öyle olmamız gerektiği için yapacağız. Hoşumuza gitmese de, birilerini rahatsız etse de…

Söyleyecek sözü olan ve sözü dinlenen kim varsa, fertlere ve topluma ahlaklı olmayı tavsiye etsin; emniyet ve adaletin temeli ahlaktır zira.

Kendimizden emin kılamadıklarımıza vadedecek başka bir gerçeğimiz olamayacak!

‘Müslüman, dilinden ve elinden Müslümanların zarar görmediği kimsedir. Muhacir ise, Allah’ın yasakladığı şeylerden uzak duran kimsedir.’ (Buhari, Müslim, Ebu Davud, Nesai)

Kanun budur, ölçü budur, gerisi boş laftır!

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...