15 Ekim 2020

Yolcu yolunda gerek; buyurun!

 


Bazılarımızın üstünde hep gitmeye hazır bir yolcu hali vardır. Bir ayağı eşikte, gözleri kapıda, kulakları haberde; gitmek için hazırdır kimilerimiz.

Yolculuğa karar verenin hazırlık yapmasından daha normal ne olabilir ki? İşe gitmek için hazırlanmak gibi, yemek için sofraya oturmak gibi, çayını içmek için karıştırmak gibidir bu biraz. Bir hareketin, bir devamlığın, bir duramamanın, mecburi bir gidişin ayak üstü nefeslenişidir belki de bu…

Sorun onlarda değil aslında, asıl sıkıntı; gitmeyi hiç düşünmüyorken, hiçbir hazırlık yapmamışken, apansız kapıya dayanan bir kolluk kuvveti zorlamasıyla gider gibi, gözü ve gönlü ardında kalarak, eli boş ve güçsüz, üstü başı alelade ve düzensiz, saçları bile taranmadan yolu revan olanlardadır.

Hazırlıksız yakalanmak, bir deyimdir ve her zaman geçerli olduğu tek an; ölümdür.

Suçlular ve günahkarlar hazırlıksız yakalanmaz, bilirler elbet bir gün başlarına gelecek olanın geleceğini. Masumlar için kapının beklenmedik bir vakitte çalınması ve beklenmedik bir zanla oradan oraya gitmek zorunda kalmak, gerçekten beklenmedik bir gelişmedir.

Ahirete iman edenlerle iman etmeyenlerin, ahiret konusundaki tek ortak yanı; ikisinin de beklenmedik bir anda bu yola çıkmasıdır belki de. İnkar edenlerin bütün umutlarının söndüğü o an, iman edenlerin bütün umutlarının gerçekleştiği andır.

Hazırlıksız ve habersiz, hatta yolu ve yolculuğu, dahası menzili bile inkar edenlerin, yola çıkmak zorunda kaldıkları andaki halleriyle; bilerek ve isteyerek, bekleyerek ve özleyerek, hazırlanarak ve toparlanarak, yine de apansız çıktıkları yola çıkma anının birbirine benzememesi gerekir.

Birinin düğüne diğerinin cenazeye gidiş, birinin kurtuluşa diğerinin felakete uğramasındaki benzeyiş, birinin yüz aydınlığı diğerinin karanlığı olan kapıdan geçiş, birinin said diğerinin şaki yazgısının büyük harfler ve parlak ışıklar altında, gözden kaçmayan bir tabela gibi dikiliş anı…

Yol hayattır, hayat yol; insan yolcudur, yolcu insan.

Geriye kalanın hepsi, o yolun aksesuarları, süsleri ya da engelleridir. Geriye kalanın hepsi, insanın yoldaşıdır; yol değil, yolcu değil…

Dünya, yol ya da yolcu değildir;

yolda bir durak,

bir nefeslik bir oturak,

bir kavgada sığınak,

bir hengamede barınaktır.

Bir savaşta şehadet,

bir sabırda metanet,

bir barışta mühlet,

bir hikayede ibret,

bir açlıkta nimet,

bir acıda mihnet,

bir zulümde cinnet,

bir tebessümde saadet,

bir işgalde zillet,

bir işte ücret yeridir dünya…

Bir hayatta yaşamak ve ecelde ölmek yeridir dünya.

Yürümek ya da sürünmek, koşmak ya da uçmak bir gidiş şeklidir. Oturmak ise sabır değil, duruştur. Duruş dediysem; bir anlam ve eylemin, bir fikir ya da aksiyonun duruşu değil, öylesine kelimenin basit ve temel anlamıyla, kuru kuruya ve boşu boşuna bir durmak işte.

Hiç değilse kalbinde ve beyninde yolda olmalıdır insan, gitmelidir. Yoksa yolcu sayılmaz. Niyetlenmelidir, hazırlanmalıdır. Yola çıkmayı istemelidir. Hedefe kavuşmayı arzulamalıdır insan.

Hem insan dediğimizi insan yapan şey; ayrıldığına, özlediğine, ait olduğu yere, geldiği mekana, aslına dönme hissidir belki de.

Hepimizin genlerinde, Adem(a) babamızdan kalan bir anavatan hasreti vardır. Vatan hainliğine kimse normal bakmaz, vatanına dönmeyi istemeyene şaşılır, aleyhinde olana kızılır, babasının mirasına sahip çıkmayana ya da boş yere heba edene aptal denir hatta.

 

11 Ekim 2020

Yaya öncelikli trafik ve belediyelerimiz

Büyük şehirlerin yaşanabilir kalmasında, herhalde en az trafik düzeni kadar önemli bir konu da trafiğin yaya öncelikli bir temele dayanıyor olmasıdır.

Yaya öncelikle trafik demek sürücülerin ikinci sınıf insan kategorisine alınması gibi saçma bir anlama gelmiyor. Zira kimse bu şehirdeki tüm faaliyetlerini bir aracın içinden yürütmüyor. İllaki, bir yerde ve zamanda mutlaka o araçtan çıkıp, kaldırımları ve caddeleri adımlıyoruz hepimiz.

Gerek resmi ve uyulması zaruri kurallar, gerekse yazılı olmasa da insani erdemler nedeniyle; herhangi bir sebeple trafik akışına karışan yayaların yaşam hakkına saygı gösterilmesinden daha doğal bir şey olamaz. Kurallara aykırı bir yerde kaldırımdan indiği için, birine aracıyla çarpma hakkına hiçbir şoför sahip değildir ve olamaz.

Ancak, bu hayatı önceleyen durumdan, bir istismar alanı açarak, kafasına göre her yayanın trafiğe istediği noktadan dalması da kabul edilemez.

Normal bir trafik düzeni sağlanan şehirlerde, yaya ya da sürücü herkes tabi olduğu kuralı bilir ve ona göre hareket eder. Bu da sorunları en aza indirmenin tek yoludur.

Bu noktada; belediyelerimizin standart trafik düzenini denetleyen polislere ve normal akışa uyan, kurallara göre hareket eden vatandaşlara yardımcı olacak önlemler alması, şehir düzeni ve medeniyetinin en kolay görüldüğü yer olan trafiğin akışına katkıda bulunması kaçınılmazdır.

Biz normal vatandaşlar, kimin nerede ve ne kadar yetkili olduğunu bilmeyiz, bilmek zorunda da değiliz. Biz bize sunulan ve öğretilen, dahası denetlenen kurallara uymakla yükümlüyüz. Uymazsak ceza göreceğimizi bilerek hareket ederiz.

Belediyelerimizin herhangi bir yeni semtte yol açtıktan sonra yaptıkları ilk işin kaldırım yapmak değil, asfalt dökmek olması, bakış açılarını ele veren net bir durumdur. Araçlar rahat geçsin, yayalar ne yaparsa yapsın demenin en kibar yolu budur herhalde. Yayaların aynı güzergahtan geçerken, asfalt dururken toprak kaplı kaldırımlardan yürümeyeceğini ve asfaltta yürüyen yayaların, trafiğin akışına engel olmak bir yana, kendi hayatlarını tehlikeye atmalarını belediyelerimizin düşünememesi gerçekten oldukça ilginç bir yaklaşımdır.

Henüz yeni gelişen bir semtte önce asfaltla işe başlayan belediyelerimiz, binalar inşa edildikçe ortaya çıkan, sanki önceden hiç bilmiyorlarmış gibi asfalt döktükleri sokak ve caddeleri bu defa asfaltı keserek kaldırımla donatırlar. Çöpe atılan asfaltın maliyeti bir yana, (bu maliyete bir yana diyecek kadar zengin bir ülke olmadığımız gerçeğine rağmen) çoğunlukla eğri büğrü kesilen asfalta uymayan yamuk kaldırımlarla yol arasında kalan açıklıklar tamir edilseler de, birkaç yıl içinde mutlaka oralardan sökülmeye başlayan asfalt yeniden tamire ihtiyaç duyacaktır.

Belediyelerimiz bilmem kaç yıldır, bilmem kaç kere, aynı hatayı sürekli tekrar ederek, yol yapmayı öğrenecekler belki ama umarım heba ettikleri milli servetin hesabını kolay verirler.

Oysa işin çok basit bir yolu var:

Sayın belediye yetkililerimiz!

Önce kaldırım yapacaksınız!

Sonra o kaldırım taşlarının arasına asfalt dökecek ve sabitleyeceksiniz!

Bitti, sadece bu kadar.

O asfalt yanlarda açıklıklar ve yamukluklar olmadığı için gerçek ömrünü tamamlayana kadar sağlam kalacak, vatandaş olarak biz daha memnun olacağız, sizse bundan politik olarak faydalanmanın yanında, vicdanen de rahat edeceksiniz.

Kaldırım yapmaya öncelik vermeyince, bize de, yaya öncelikli trafik anlayışından uzak olduğunuzu düşünme hakkı doğuyor.

Kaldırımların halini anlatmaya gerek bile yok!

Rastgele dikilmiş elektrik direkleri ve ağaçlar, rastgele yerleştirilmiş ve her kazanın istediği yere koyabildiği rögar kapaklarıyla düzeni bozulan, bırakın engellileri normal yayaları bile zorlayan bir yığın düzensizlik… Kaldırım konusunu müstakil bir yazıda ele almak üzere burada bırakayım.

Yaya öncelikli trafik dediğimizde, akla ilk gelen ve son yıllarda denetlemeler nedeniyle uygulanması biraz yaygınlaşsa da, Gaziantep genelinde maalesef pek umursanmayan, yaya geçitlerinde yayalara öncelik tanınması kuralı anlaşılıyor.

Belediyelerimiz, bu gibi noktaların her birine özel dikkatle yaklaşıp, gerekli düzeni sağlamakla yükümlüler. Kaldırımların yapısından, yaya geçidi çizgilerine kadar tamamı belediyelerin görevi olduğu halde, pek çok yaya geçidinin yerini bulmak baya zor bir maceraya dönüşüyor. Yayaların bulamadığı çizgileri araç içindeki sürücülerin görme ihtimali de azalıyor. Ki maalesef sürücülerimiz tabelalara göre hareket etmeyi bilmiyorlar.

Bu basit gerçekle yaşıyoruz: Evet, sürücüler tabela okumayı ve ona göre hızını ayarlamayı bilmiyor ya da bilmek istemiyorlar.

Şehrin birçok noktasında, örneğin Özdemirbey Caddesi gibi dik inişler olan yerlerde, yaya geçitleri açılması, ne yayalara ne de sürücülere hizmet etmiyor. Zaten silik çizgileri görmeyen sürücüler normal hızla yollarına devam ederken, onları takip edenler de yaya geçidi ihtimalini göz önüne almadıklarından aynı hızla peşlerinden gidiyorlar. Bir yayanın orada geçide adım atması, ya yayanın felaketine ya da sürücülerin zincirleme kazalarına neden olabilecek kadar tehlikeli bir durumu ortaya çıkarabilir.

Bu şu anlama geliyor:

Her yere rastgele yaya geçidi açmak ve en fazla birkaç haftada silinecek çizgiler çekmekle, yaya öncelikle trafiğe hizmet edilmiş olmuyor. Aksine her türlü kazaya yol açacak bir nevi tuzak gibi tehlikeli bir durum ortaya çıkıyor.

Öylesi yoğun trafikli caddelere dik yokuşun ortasına, yaya geçidi değil üst geçit yapılması gerekir ve orta refüjün de, yayalar tarafından kullanılmasını önlemek için engeller inşa edilmesi maalesef bir gereklilik olarak karşımıza çıkar.

Maalesef diyorum çünkü Gaziantep’te belediyemiz, bazı kavşaklarda yayaları demir parmaklıklarla engellemek zorunda kalıyor. Bu konuda yapılacak en iyi şey bu mudur, bilemiyorum ama belediyeyi bunu yapmaya mecbur bırakan da bu şehrin insanları, başkaları değil.

Belediyelerimizin saha şartlarına normal ve sıradan vatandaş gözüyle bakacak uzmanlarla çalışması ve yaya geçitlerinin durumunu incelemesi gerekiyor. Yaptık oldu ve bitti ile bu çağda belediyecilik yapılamıyor.

Yol ve yaya geçitlerindeki çizgi ve tabelalarının, uzun ömürlü ve istemesek de görülecek kadar netlikte ve büyüklükte olması gerekiyor.

Belediyelerimizin, vatandaşları tereddütte bırakacak silik ve anlaşılmaz çizgileri yok etmesi ve kanuni zorunluluklara uygun tabela ve çizgileri mutlaka ama mutlaka sürekli net görülecek şekilde elden geçirmesi gerekiyor.

Belediyelerimizin, yaya geçitlerini özel takip ederek, gerekirse engeller inşa edip, trafiği yavaşlatmayı garanti etmesi ve yayaları, o geçitleri kullanmanın güvenli olduğuna ikna etmesi gerekiyor.

Belediyelerimizin, daha çok üst geçit inşa etmesi gerekiyor. Trafiğin zaten sık sık tıkandığı bir şehirde, kontrollü ya da kontrolsüz yaya geçitlerinin çoğalması, sadece işi daha da içinden çıkılmaz hale getirmekten başka bir işe yaramıyor.

Belediyelerimizin, kaldırımları işgal eden iş yerlerine ve kaldırımları kullanmayarak trafiğe engel olan yayalara ciddi uyarılarla bu işi normal seyrine getirmesi gerekiyor.

Aslında her şeyin kural ve kanunlara göre uygulanması ve bunun çok iyi denetlenmesinden başka bir yol bulunmuyor. Biliyorum ve hepimiz de biliyoruz ki; bu ülkede ve bu şehirde aslında her şey kurallara göre uygulansa, sorunların en az yarıya inmesi işten bile değildir. Ancak ne hikmetse, her birimiz, başkaları da yapıyor diyerek kaytarmanın mazeretini buluyoruz.

Biz ne isek, kurumlarımız da öyle, biz nasıl bir hayat yaşıyorsak şehrimiz de öyle görünüyor. Bu şehri, şehir yapan biziz, medeniyet dediğimiz şeyin bu şehre gelmesini sağlayacak olan da biziz…

 

 

08 Ekim 2020

Dünya böyle bir yer

 


Kurulduğu günden insanların ayak bastığı güne, yine insanların ayaklarının üstünden kaybolacağı ve -belki de- tamamen yok olacağı zamana kadar, dünya hep eksikliklerin, yarım bırakılmışlıkların, mahrumiyetlerin yurdu olmaya devam edecek. Çünkü varlıkları ve nimetleri geçici, geçici olarak verilecek ve hep bir yanı eksik olarak verilecek.

Dünyanın dengesi; azlarla çokların sürekli yer değiştirmesi, birinde olanın diğerinde olmaması, bugün verilenin yarın alınması, devranın hep dönmesi üzerine kuruludur.

Ebediyete kadar sürecek bir güç ya da iktidar olmadığı gibi, zenginlik ve varlık da yoktur. Tıpkı bunların tam aksinin de edebi olamayacağı gibi.

Hayatın ve ölümün olduğu, yani insanın varlığının başlangıcının ve sonunun olduğu bir yerde; diğer tüm mahlukatın da, bu intizama tabi olduğunu tahmin etmek için çok şey bilmeye değil, iman etmeye ihtiyaç duyuyoruz. Gerçi bilgi de bunun ispatından ibarettir.

Bilmek dediğimiz şeyin nihayetinde, mesela Cern’de yapılan deneyin sonunda, insanlığın ulaşacağı zirvenin en tepesinde bulacağı şey; Allah(cc)’in hayatı ve ölümü yarattığından başka bir şey olamayacaktır. Tabi bunu itiraf ve kabul, ikrar ve iman etmek ayrı bir nasip meselesidir.

Kadim bilginin ve erdemli insanlığın ortak kanaatidir ki; “her yeni eskiyecek, her doğan ölecek” ve fakat “utanmayan istediği her şeyi yapacak”. Yani bu gerçeklerle yüz yüze kaldığı halde, insanlığın en zayıf yanı olarak, adeta boş kalede çizgi üstünde duran topu taca atmayı başaracak.

Dünyanın inkar edilemez ve değiştirilemez gerçekleriyle iç içe yaşarken, bunlardan azade ve başka bir yol tutarak kendini kandırmakta, başkalarını bir yalana inandırmaktan daha beceriklidir insan evladı.

Hayat yarım kalacaktır, çünkü ölüm var. Hayatın içinde elde edilecek her şey eksik ve yetersiz olacaktır, çünkü ahiret ve cennet var. Ahiretten nasibi olanın dünyadan eksiği illaki olacaktır. Hatta ahiretten nasibi olmayanın da dünyadan pek çok eksiği olmaktadır.

Dünyanın en varlıklı insanları da, en fakir garipleri de; neticede temel kapasitesi 2 litre olan ve mide denilen küçük bir torbayı doldurmak zorundadır, en azından bunun gayretindedir. Yine her türden ve sınıftan insan, yediği ve içtiği her ne olursa olsun; sonunda iki dizini büküp çökmek zorundadır.

Yaratılışının kanununa direnmeye kalkan, hayatını zehir eder. Hep yemek ve hiç çıkarmamak mümkün müdür? Hep almak ve hiç vermemek mümkün mü?

Bedenlerimizin bizi mecbur ettiği hayat kaideleri kadar, ruhlarımızın bizi meylettirdiği kurallar da vardır. Hepsinden azade, her şeyden müstağni olmak yaratılmış olmaya terstir.

Bütün bu serencamın neticesi, kul olduğunu fark etmek ve evet, köleliği boyun eğmekten ibarettir. Kul ve köle aynı anlamdadır değil mi?

Özgürlük teraneleri okuyanların, aslında Allah(CC)’e kul olmaktan vazgeçtiklerini ve bunu kulaklara hoş gelecek bir kelimeyle ifade etmek istediklerinden, kendilerini ve başkalarını bu büyük yalana inandırmak için kullandıkları, şeytani bir yalana teslim oldukları ortadadır.

Onların özgürlükten kastı; helal ve haramların olmadığı, suç ve cezanın düşünülmediği, dünyanın ve ahiretin hesap dışında bırakıldığı, fıtratın bütün kural ve kanunlarının inkar edildiği ve aksinin icra edilmek istendiği, tepeden tırnağa bir şeytani isyan hayalinden ibarettir.

Ve fakat; kıyamete kadar izin verilen şeytan gibi, kıyamete kadar yeryüzünde de isyan ve nisyan eksik olmayacaktır. Bu dünyanın eksikliğinin ve yarımlığının bir diğer yanıdır. Küfrün ve haramın da yaşanmasının da mümkün olduğu yerdir dünya.

Hiçbir zaman tertemiz olamayacaktır, hep bir yandan kirlenecek, bir yandan temizlenecektir. Hiçbir zaman bitmeyecektir zulüm ve isyan, bir yandan zalimler, diğer yandan mazlumlar akacaktır dünya sahnesine.

Her şeyin yolunda olduğu bir dünya yoktur, aksine bir şeylerine mutlaka yolunda olmayacağı bir yerdir dünya.

Muratların, arzuların ve heveslerin yarım kaldığı yerdir dünya.

Dünya bir hayaller ülkesi, bir efsaneler yurdudur. Bir uyku tulumudur; uyanılacak, içinden çıkılacak ve kabre girilecektir.

03 Ekim 2020

Gaziantep ne kadar engelli dostu?

Doğuştan engelli insanların hayatın asla unutulmaz bir gerçeği olduğunu, bilişim çağındaki insanlara anlatmak için birtakım günler ve kurumlar ihdas ediyoruz. Oysa zaten hep gözümüzün önünde olan bu gerçek, her an, her birimizin kapısını çalabilir.

Bir çoğumuzun yakın çevresinde mutlaka engelli insanlar vardır. Hiç yoksa yaşlılarımızın artık normal hayat meşgalelerini kolaylıkla yerine getiremediğine mutlaka şahit olmuşuzdur.

Savaşlar, insanların sonradan engelli olma sebeplerinin başında geliyor. Gazi deyip geçtiğimiz kelimenin aslında ne büyük imtihanları özetlediğini çoğu zaman bilmiyoruz.

Bir hastalık yahut kaza sebebiyle engeli olanlarımız, tüm sağlamlarımız için çok açık bir mesaj veriyorlar. Kaza dediğimiz şey, kaderin tecellisidir ve bir adım sonrasını gözümüzle görsek de, neler olacağını ancak Allah(cc) bilir.

Hayatın her alanında engellilere engel olan şeylerle mücadele etmek, engelliler kadar engelsizlerin de vazifesi olarak karşımızda duruyor. Kurumsal bazda ise belediyeler, şehirdeki engellilere engel olan konuları çözmekle yükümlüler.

Her geçen gün, bu konudaki bilinç düzeyinin yükselmesiyle belediyelerin çalışmalarında engellilerin hayatlarını kolaylaştıracak adımlar da artıyor. Ancak hep daha iyisinin mümkün olduğu anlayışıyla yapılanların eksikliklerini söylemek, engelli ya da engelsiz hepimizin vazifesidir.

Merdiven çıkmakta büyük sorunlar yaşayan biri olarak, bu alanda karşılaştıklarımı dillendirmek ve yetkililerin dikkatini çekmek için çok uzun zamandır özellikle sosyal medyadan yazmaya devam ediyorum. Ancak ne hikmetse, yazdıklarımla ilgili şu ana kadar herhangi bir gelişmeye şahit olmadım.

2014 yılında, ilk kez sosyal medyadan belediye yetkililerine, şehir merkezindeki üst geçitlerin asansörlerinin çalışmadığını ve engellilerin, yaşlıların ve çocuk arabası olan annelerin, üst geçitleri kullanmakta çok zorluklar yaşadıklarını yazmaya başladım.

Bu konuda yazmaya 6 yıldır zaman zaman devam ettim. Hürriyet Caddesi üzerinde bulunan, özellikle eski küçük sigorta binasıyla hastane arasındaki üst geçitte, o kadar çok olaya şahit oldum ki, anlatmakla bitmez. Sigorta ile hastane arasında en çok hastalar gidip geliyordu ve hala çok kullanılan bir üst geçit olarak duruyor.

Biraz daha ileride bulunan ve eski Bedesten alışveriş merkezi varken, bir dönem çalıştığı halde sonradan çalışmaz hale getirilen yürüyen merdivenler, atıl durumda çürümeye terk edilmiş gibi duruyor.

Bu arada şehrimizde sanırım tek çalışan üst geçit asansörü, üniversite hastanesi karşısındaki üst geçitte bulunuyor. Ancak onu da kullanabilmek için büyükşehir belediyesinden engelli kartınız olması gerekiyor. Yani hastalıktan ayakta duramıyor olsanız da asansöre binemiyorsunuz. Çocuklu bir anne iseniz ve kendiniz ya da çocuğunuz hasta olsa da asansöre binemiyorsunuz. Ne yardım edecek bir görevli ne de başka bir alternatif geçiş imkanı var.

Belediyemiz, üst geçitleri kullanmak isteyen yaşlı, engelli ya da hastalarla, çocuk arabalı annelere; “ne haliniz varsa görün” diyor, bir bakıma!

En son bu yaz 20 Temmuzda sosyal medyadan, konuyu yazdığım belediyemiz, ekiplere durumun iletildiğini yazmıştı. Bir şekilde cevap vermiş olmaları bile şaşırtıcı oldu benim için, çünkü 6 yıldır yazdığım bir konuda ilk defa geri dönüş aldım. Umarım ekipler bu bilgiyi değerlendirir diye bekliyorum.

Gaziantep, her fırsatta engellilere yaptığı hizmetleri anlatarak engelli dostu şehir olduğumuz söylüyor. Ancak benim gibi yarım engelli biri bile yıllardır böyle bir sorundan muzdarip olduğu halde çözüm üretilmiyor. Diğer engelli, yaşlı ve çocuklu annelerin halini düşünmek, hem bizim hem belediyemizin görevidir. Bu vesileyle tekrar ricamı yenileyeyim:

Lütfen, Gaziantep’in tüm üst geçitlerinde asansörler çalışsın, sadece engelli kartı olanlar değil, ihtiyaç hisseden herkes kullanabilsin bu asansörleri. Yürüyen merdivenler yapılsın ve bunlar çalışsın. Balıklı parkından Eyüpoğlu Camii istikametine karşıya geçiş için bir üst geçit yapılsın, asansörü ve yürüyen merdiveni de olsun.

Engellilerin kaldırımlarda yürümelerine yardımcı olan şeritler hep bakımlı ve doğru düzgün olsun. Gözleri görmeyen hemşerilerimiz sopasıyla bulmaca çözmek zorunda kalmasın. Engelli geçişlerini eşya koyarak kapatanlara, bir daha asla yapmaya cesaret edemeyecekleri kadar ağır cezalar verilsin.

Kaldırımların otopark alanı değil yayaların yürümesi için olduğu ve esnafın ürün sergi alanı olmadığı öğretilsin bir şekilde.

Kaldırımların geçiş noktalarında engelli araçları devrilme tehlikesi atlatmasın. Eğimler, engellilere ve çocuk arabalı annelere sorun kaynağı olmasın. Kaldırımlarda sökülmüş parkeler, nasıl oluştuğu meçhul çukurlar ve rast gele dikilmiş ağaçlar olmasın. Engelliler komando eğitimi yapmak zorunda kalmasın bu şehrin kaldırımlarında.

Elektrik ya da başka hizmetlerin aktarımı için dikilmiş direklerin bir standardı ve sabit çizgide yerleri olsun; her seferinde manevra yapmak zorunda kalmasın engelliler ve çocuk arabalı anneler.

 Gazi şehir Gaziantep; adına yaraşır şekilde, gerçekten gazi dostu, engelli dostu bir şehir olsun!

01 Ekim 2020

Altını tenekeden ayırt etmek

 


Her konuda her şeyi çok iyi bilmemiz imkan ve ihtimal haricidir. Her mesleğin kendi kurallarını ve kıstaslarını en iyi o işin ehli bilir ve haliyle de o konuda uzman olan onlardır. En basit tamir işine bile ehlini arar, mümkünse en az hata ile yaptırmak için araştırırız.

Dinimiz yani kalbimiz, hayatımız, dünyamız ve ahiretimiz söz konusu olduğunda da; en az arabamıza usta aradığımız kadar hassas, cep telefonumuzun çizilmemesine gösterdiğimiz kadar titiz bir tavırla, kimden ve nasıl öğrendiğimize dikkat etmek, ekmek aldığımız fırını seçmekten çok daha büyük bir inceleme ile din aldığımız ağızları araştırmak, herhalde en değerli vazifemizdir.

Alimlere hürmet şiarımızdır ancak Allah(cc)’in dini söz konusu olduğunda kimsenin hatırına hakikat feda edilemez. Hele bir de o kişi insanları saptırma potansiyeline sahip bir pozisyonda ise görmezden de gelinemez. Sevdiğimiz bir hoca söyledi diye batıla hak elbisesi giydiremeyiz.

Alimlere gerçek hürmet, onların ayaklarının kaydığını fark ettiğimizde, ateşten kurtarmaya çalışmaktır. Bu din yolu, en ustaların bile ayaklarının kayabileceği kadar pırıl pırıl ve tertemiz bir yoldur.

Uydurma bir hadisi, uydurma olduğunu bile bile anlatıp, Rasulullah’a(sas) yalan izafe etmekten çekinmeyen bir hocanın başka konularda ne kadar yalan söyleme potansiyeline sahip olacağını tahmin etmek zor değil; cehennemdeki makamına hazır olan neden çekinecek?

Çok şirin bir hoca, çok esprili, onu dinlemek çok hoşumuza gidiyor olabilir ama emin olun bu meddahlıkla hocalığı karıştırmanın ahiretteki karşılığı çok ağır olacaktır.

Ha, insanlar kandırılmayı seviyor ya da kandırıldıklarının ortaya çıkmasından hoşlanmıyorlar, bu da ayrı bir vakıa. Hepimiz gittiğimiz yolun, peşinde olduğumuz adamın en güzeli ve doğrusu olduğunu düşünür ve aksine inanmak istemeyiz.

Her güzel konuşanı hoca zannetme yanılgısını anlamak mümkün gerçi; hayatında hiç salih bir alim görmemiş olan biri, peşinden gittiğini haliyle evliya zanneder.

Yapacak bir şey yok; herkesin hocası, alimi, şeyhi kendine. Kimse kimsenin hocasını eleştiremez, hatası yoktur şeyhlerimizin ve kusursuzdur liderlerimiz.

Peygamberler bile zelle/hata eder ama bizim hocamız haşa!

Bu anlayışın sapkınlığını anlatmaya bile gerek yoktur.

Hakikate insanların çoğunun kulağı kapalı, dile getirenlerin ise sesini çağın saçma curcunasının gürültüsü bastırıyor ve daha kötüsü; yalanın şöhreti yalancının şöhretine bağlı, inanmayanlara bile bulaşıyor.

Medya, yalanları ve yalancıları parlak ışıklarıyla süslüyor, maalesef.

Ve fakat:

Allah(cc) el-Muzill’dir; dilediğini alçaltır ve rezil eder.

İnsanların göklere çıkarttıklarını yerin dibine geçiren O’dur. İnsanların yerlere attıklarını göklere çıkartan yine O’dur.

Bu ümmetin salih alimleri, tıpkı geçmiş kavimlerin peygamberleri gibi -içinde bulundukları toplumun adet ve fıtratlarına göre farklı nüanslarla da olsa- dillendirdikleri hakikatler, uyguladıkları hayat düzeni ve inşa ettikleri toplum yapısı aynıdır.

Alimlerimizin fıkhi hatta akidevi ihtilaflarında bile ümmetin hayrının ve maslahatının olduğunu bize kalan devasa mirastan anlıyoruz. Onların farklı yönlere büyüyen dallar gibi İslam ağacını büyüttüklerini ve ana bedenden kopanları nasıl çürüttüklerini görüyoruz.

Bu geçmiş bilgisi bize bugünü değerlendirmede isabet ihtimali sağlıyor. Meydanda alim, hoca ya da şeyh diye dolaşanların; neye ve kime benzemeleri gerektiğini, neyle onları kıyaslayacağımızı böyle anlıyoruz.

Ebu Hanife’nin mezhebindenim diyene bakıyoruz, ne kadar benzer ona diye. Tabi bu mukayeseyi yapabilmek için, bizim de mezhebinden/yolundan gittiğimizi iddia ettiğimiz alimleri, bir nebze tanımamız gerekiyor. Bu biraz zahmetli bir iş ama aksi halde bize sunulan her zatı, muhterem bilip dizinin dibine oturup kalırız.

Altınla tenekeyi ayırt etmek için kuyumcu olmak şart değil, aklı başında olmak ve biraz bu maddeleri tanımak yetiyor. Lakin altın suyuyla boyanmış tenekeleri anlamak için ehlinden yardım almaktan başka bir yok yoktur.

İlim ehli olmayabiliriz, farz olanları bilsek kafi ama birinin peşinden gideceksek onun gerçekten salih bir alim olduğundan emin olmak zorundayız. Altın suyuyla boyanmış bir tenekeye, dünya ve ahiret servetimizi feda edersek, çok yazık olur.

28 Eylül 2020

Şehirlilik ve medeniyet

 


Çok büyük sözler ediyor, çok önemli mevzular yazıyor ve konuşuyoruz. Ya da en azından öyle zannediyoruz. Oysa gerçek hayat, sokaklarda ve evlerde yaşanıyor. Fikirler ve edebiyat daha çok satırlarda ve sayfalarda mahpus kalırken, sesler ve kokular caddelerde geziyor.

Medeniyet dediğimiz şeyi, filozoflar konuşurken; aslında köşkerler dikiyor, bakkallar tartıyor.

Kim ve ne olduğunuz önemli değil, sonuçta aynı yolda yürüyor ve aynı kaldırımları kullanıyoruz. Araçlarımızın markası ya da modeli ne olursa olsun, aynı asfaltta ya da aynı tozun toprağın ve taşın üstünde sürüyor, aynı sakızı çiğniyoruz ve yutuyoruz.

Ne kadar zengin olursanız olun, ne kadar pahalı olursa olsun arabanız, ya da tam tersi; yaşadığımız şehrin havasını soluyor ve tamam bazılarımız içme suyunu parayla alsa da, genelde aynı suyu içiyoruz.

Hepimizin ekmeği hamurdan, o da buğdaydan yapılıyor. Kimisi içine birkaç çeşit tahıl katsa da, neticede ekmek ekmektir.

Şehir şehir midir peki? Ne kadar şehirdir ya da?

Köyle kenti ayıran nedir?

Eskiden olsa kolaydı bu sorunun cevabı; “köylerde sokaklarda çöp bidonları olmaz” der bitirirdik. Ha köylerde de çöp üretiyordu eskiden insanlar ama ne hikmetse şimdiki gibi çöp bidonları olmasa da köy sokaklarında ne teneke kutulara ne de plastik poşetlere rastlanırdı. Ne yapardı sahi köylüler çöplerini?

Hatırlayanınız vardır belki. Yanabilecek bütün çöpler yakılırdı mesela. Gömülmesi gerekenler toprağa verilirdi.

Kimse çevreci değildi ama ne yerlerde çöp olurdu, ne de bir şey zayi edilirdi.

Sonra şehirli oldular. Öyle ya, bu halkın çoğu bir zamanlar köylüydü. Köylerden kente göç ettiler ve şehirli oldular. Çevrecilik moda oldu ama geçmişim köyleri kadar temiz olamadı şehirlerimiz!

Köylerde binekler döneceği yere kendiliğinden giderdi ve sinyal vermezdi eşekler! Sürüler halinde koyunlar dalsa da sokaklara, her koyun döneceği köşeye yanaşır, diğerlerinin yolunu kesmezdi. Aksamazdı trafik köylerde. Araç yoktu çünkü hepsi canlıydı.

Şehirdeki araçların içinde canlı olduğundan emin olamıyoruz bazen! Mesela bir siren sesi duyduğunda “yol vermeliyim” telaşına düşmeyenin canlı olma ihtimali elbette vardır ama türü hakkında düşünmek gerekir.

Duyduğun sirenin neye ve kime ait olduğunun ne önemi var? Ya cana ya mala bir zarar gelme ihtimali vardır ki, o acı acı çalıyordur. Yalan olsa da sana ne? Sen insanlığını göster, görmeyen utansın!

Biraz ağır olabilir ama bazı şeyleri açıkça söylemek lazım. Bu yazılarla aklıma takılan sorulara cevap arayamaya çalışacağım. Umarım sizlerin de sorularına cevap buluruz birlikte.

Mesela şunları düşünüyorum:

Kaldırımlara tüküren bir şehir sakini ne kadar şehirlidir, bu kişi için belediye kaldırım yapmalı mıdır?

Arabasının camından caddeye, sigara izmaritini ya da başka bir çöpünü atabilen biri için belediyeler caddelere asfalt yapmalı mıdır?

Kaldırımları kullanmayı bilmeyen ve sürekli caddede yürümeyi tercih ederek, trafiği aksatan, sürücüleri engelleyen ve kendi canını da tehlikeye atan biri için belediyeler kaldırım yapmalı mıdır?

Şerit kullanmayı bilmeyen, değiştirirken sinyal vermeyen, döneceği şeride yanaşmayan bir araç sürücüsü için belediyeler yol yapmalı mıdır? Yollara çizgiler çekmek için masraf etmeli midir?

İnsanlara canlarının istediği yerden karşıya geçemeyeceklerini öğretmekten umudunu kesen ve kaldırımları demir bariyerlerle kapatan bir belediye yanlış bir iş mi yapmış sayılır?

Trafik ışıklı kavşaklara normal şeridin yanında bir de imdat şeridi bırakan, itfaiye ve ambulans gibi acil durum araçlarının kavşaklarda mahsur kalması cana ve mala mal olacağından, bunların geçmesini hesaplayarak yol yapınca, şehir sürücülerinin hemen o alanı da yeni bir ek şerit olarak kullanması üzerine, kavşakları daraltan ve ek şerit oluşturulmasını engellemek için çaba sarf eden belediyeler ne yapmak istemektedir?

Asfalta aralıklı ya da kesintisiz çizilen çizgileri anlamayan sürücülere neyi anlatmak mümkündür mesela bilmek isterdim…

Aslında belediyelere de yazacak çok şeyim var elbette ama iğneyi kendimize batırmakla başlamış olayım. Gelecek haftalarda artık kime denk gelirse çuvaldız!

26 Eylül 2020

Belediye kalbimize dokunmalı

Gaziantep şehir olarak, tarihi temelleri ve geleceğe umutla bakan ticari ve sosyal gelişmeleriyle, hep dinamik bir şehir olduğundan olsa gerek, şehrin yolları ve kaldırımları çok yıpranır. Tabi bunda, yazlarının kavurucu sıcaklığın ve kışlarında yaşanan dondurucu ayazların da etkisi çoktur.

İnsan faktörüne gelince; şehrin sürekli hareket eden ve yerinde duramayan halkını hepimiz yakinen tanıyoruz. Evden işe gitmek gibi sıradan yolculuklar bir yana, hiçbir işi olmasa da piknik/sahre amaçlı gezintiler, aile ziyaretleri ve arkadaş buluşmaları gibi sosyal aktiviteler hiç durmaz bu şehirde ve trafik hiç bitmez.

Hepimizin her zaman bir işi vardır ve mutlaka acelemiz de olur. İşlerine gidenlerle evlerine gelenler farklı şeritlerde yarışırlar adeta.

Halkının bu dinamizmi, belediyeler başta olmak üzere tüm kurumların da aktif, dinamik ve heyecanlı olmalarını kaçınılmaz kılar. Bu şehrin hızına ayak uyduramayan, idareci ya da sıradan vatandaş fark etmeksizin, yarışın dışında kalır, elenir.

Gaziantep’in kendi iç hareketliliğinin üstüne, bir de çevre illerden başlayarak, son dönemde yaşanan turistik ataklarla neredeyse dünyanın öteki ucundan aldığı ziyaretçiler eklendi. Tabii ki işin ticari boyutunu unutmuyoruz. Hareketin olduğu yerde bereketin olduğundan şüphemiz yok.

Ancak şehir merkezi, pek genişlemeye müsait olmayan ya da kimsenin dokunamadığı binalar sebebiyle dardır Gaziantep’in. Kalp damarları daralan yaşlı bir adam gibi, her sabah ve her akşam, Gaziantep’in de nefesi kesiliyor.

Yolların darlığının yanında, istatistiksel olarak, kişi başına düşen araç sayısı şehrimizde 4 kişiye 1 araç şeklindedir. Aynı istatistik, örneğin bir dünya metropolü olan İstanbul’da 10 kişiye bir araç düşecek şekilde kayıtlara geçmiştir. Bu durum da; Gaziantep’te trafik sorununun yol yapmakla çözülmesinin çok zor olduğunu ancak elimizdeki yolları daha verimli kullanarak az da olsa rahatlamalar sağlanabileceğini söyler.

Belediyelerimizden şehir merkezi için artık mucizevi dokunuşlar bekliyoruz. Fakat kurumların doğasında insanüstü güçler olmadığından bu da gerçekleşemiyor. Bazı noktalarda bizi hayrete düşüren düzenlemeler olsa da; şehirde hemen herkesin, “şurası bir türlü düzenlenmedi” dediği onlarca kilit nokta hala kilitli olarak duruyor.

Büyün sıkıntılar radikal çözümlerle aşılabilir. Gaziantep’te su veya doğalgaza erişimde bir sıkıntı yaşanmıyor ancak şehrin can damarları artık bu nüfusa ve bu araç sayısına dar geliyor. Cesur adımlar atacak ve gerçekten köklü çözümler üretecek bir yerel idare anlayışı bekliyoruz.

Kalbine giden ve gelen ana damarları tıkalı bir hastanın parmak ucundaki yaraya pansuman yapılmasının birkaç damla kan kaybını önlemekten başka bir faydası olmayacaktır.

Sokaktaki gerek kendi aracını gerekse toplu taşımayı kullanan her vatandaşın, özellikle sürekli trafikte olan ticari araç kullanıcılarının yani taksicilerin ve servis şoförlerinin tamamına yakını şehir merkezinden şikayetçidir. Her trafik sohbetinin ana ya da ilk konusu budur.

Merkeze açılan ve damara takılan dar bir stent gibi sık sık tıkanan, merkezdeki alt geçitler, ne tek şeritlidir ne çift şeritli. Tecrübeli taksicileri dinlerseniz, o alt geçitlerin aslında nereden başlayıp nerede bitmesi gerektiğini size anlatırlar.

Bu şehrin sorunları masa başında yapılacak planlarla değil, sokaktaki insanların sesini dinleyerek doğru şekilde çözülebilir. Ancak ne hikmetse gazi şehrin büyükşehir belediyesine kimse meramına anlatma imkanına sahip değildir.

Gaziantep belediyesi, sosyal medya gibi, dünyanın en büyük metropol şehirlerinin bile halkını muhatap alıp çözüm üretmeye çalıştığı hatta bırakın belediyeleri, dünyanın siyasetine bile yön verilen mecralarda, kimseyi dinlemeye tenezzül etmiyor. Örneklerini bizzat yaşayarak tecrübe ettiğim bu durumu gelecek haftaya bırakıyorum. Zira engelli dostu olma iddiasındaki şehrimizin çözümlenmeyen engelli sorunları da var.

Telefonla ya da bizzat ziyaret ederek can kulağıyla yani ciddi ve samimi olarak vatandaşları dinlemek, yerel yönetimlerin aslında en güçlü olması gereken yanını terk etmek, ne akılla ne çağımızla ne de profesyonel belediyecilikle bağdaşmazken, vatandaşın gönlüne dokunma imkanından da mahrum olmak anlamına geliyor.

 

 

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...