02 Ağustos 2011

Binbirsurat Dünya, Lanet Sana!

Özelde Gazze için genelde Filistin için söylenecek sözlerin bittiği bir dönemde yazmak zorunda olmak ne kadar tatsız tahmin edemezsiniz. Evet sözün bittiği ve anlamını yitirdiği bir tarih devresinden geçiyoruz. Ne desek boş, ne yazsak yetersiz… Günlerdir bütün kalem erbabı belki de yazılacakların hepsini yazdılar ve söz bitti artık!
Evlatlarının cesetleri başında yığılıp kalmış bir anne ya da babayı hangi söz teselli edebilir ki? Hangi güzel cümle, baba ve anne kelimelerini henüz ağzına bile alamadan daha, onları kaybeden bir bebenin hislerine tercüman olabilir ki? Tahmin edebilir misiniz nasıl bir duygudur; başka çocukları anne ya da baba diye seslenirken duyan ama kendisi için böyle bir ihtimal olmayan bir çocuğun halini, iç dünyasını, yüreciğinde kopacak fırtınaları…
Sonra kalkıp ayağa kocaman kocaman adamlar utanmadan bu çocuklara ‘terörist’ diyecekler ve biz de tasdik edeceğiz öyle mi?
Geçiniz efendiler, geçiniz… Yeryüzünün binbirsurat maymunları ve bukalemunları geçiniz. Size artık kimse inanmayacak! İnananlar da insanlık sıfatı zaten kalmayacak!
Bütün hücrelerimle dünyanın bu alçak mensuplarına lanetler okuyorum. Allah(cc)’ın, meleklerinin ve lanet etme şanına sahip olanların tamamının laneti, zalimlere ve onlara çanak tutan işbirlikçilerine olsun!
Bu yazıyı yazmak için bilgisayar başında oturduğum süre boyunca kaç cana daha kıyıldığının haberlerini okumaktan yazıyı tamamlamam ilk defa bu kadar uzun sürdü. Ve belki de her paragrafta, her enter tuşuna tıklamamda bir mendil daha ıslattım gözyaşlarıyla. Gazze’nin yiğit evlatlarına mı yoksa onlar seyirci kalan dünya müslümanlarının haline mi ağlıyorum emin değilim…
Müslümanlığımızdan dolayı üzerimize düşenleri yazmayacağım, çünkü çok iyi biliyorum ki bunları yapmaya ne benim ne de sizlerin gücü yetecek. Bu yüzden insanlığınıza sesleniyorum:
Lütfen birşeyler yapın!
Bir sms gönderin,
Bir mail atın,
Bir mektup yazın,
Duyduğunuz her yürüyüşe ve protestoya mutlaka katılın,
Cebinize kıyın bu defa ve onlar için yapılan her çağrıya katkıda bulunun,
Bir taş alın bir yerlerden ve atın bir yerlere Gazze niyetine,
Geceleri iki damla da olsa güzyaşı dökün,
Sokaklara çıkın, kapıları çalın birşeyler toplayın,
Çocuklarınızı da yanınıza alarak camilere koşun, dualara amin deyin,
Ama mutlaka birşeyler yapın…
Benim yapacaklarımla birşey değişmeyecek diye asla düşünmeyin. Unutmayın İbrahim(as)’i yakacak ateşe bir damlacık su ile de olsa saldıran karıncanın hikayesini ve geriye dönüp baktığınızda ‘evet, ben tarafımı belirledim ve gereğini yerine getirdim’ diyebilenlerden olun.
Bu bir Furkan savaşıdır, safların belirlendiği, insanlığını kaybedenlerle insan kalanların ortaya çıkacağı günlerdeyiz. Hak ile batılın ayrıldığı ve Hakk’ın herşeye rağmen üstün geleceğini bütün dünyanın göreceği günlerdeyiz.
Zira Gazze şimdiden kazanmıştır! Yok olsa da kazanmıştır! İnsanlığın tarihini yazarak kazanmıştır, onurun savaşını vererek, zulme boyun eğmeme dersi vererek kazanmıştır. Hür olarak ölmeyi zelil bir hayata tercih ederek kazanmıştır.
Ve hepsinden önemlisi Beni Amir vadisinde sırtından saplanan mızrağın göğsünden çıktığını gören sahabenin ‘Kabe’nin Rabb’ine yemin ederim ki ben kazandım’ cümlesi ile tarihe kazınan bir zaferle kazanmıştır Gazze!
Henüz dünyanın pisliklerini tanımadan, daha 4 yaşın yani meleklik yaşının üstüne bile varmadan cennete yolladığı çocuklarıyla Gazze kazanmıştır…
Geriye kalan bizim imtihanımızdır, insanlığın sınavıdır. Kim ne kadar insan ve kim ne kadar müslüman?
Yazmaya utansam da yazıyorum; geçtiğimiz hafta başlatılan yardım kampanyasında şehrimiz Deventer’in tüm Hollanda sehirlerini geride bıraktığını öğrendim. Halbuki insan ve müslüman nüfusu açısından çok kalabalık değil bu şehir… O halde herkesi Deventer’i geride bırakmaya davet etmekten başka bir yol kalmıyor.

her taşın dibine bir yıldız gömmüşler
şu denizden hala kırbaç sesi gelir
atlıları en son ne zaman görmüştün Nuveyba
ne zaman öpmüştün ayağını Selahaddin’in

Ramallah’ta tarlalara çocuk ektik Nuveyba
taşlarıyla ebabiller dönüştü tomurcuğa
güz ekinidir bilirsin verirse Mevlâ
yüreklerin buz kestiği bir mevsimin ardından
her bir çiçek kesebilir çocuğa (M.I.)
Muhammed Köse (Ufuk Gazetesi – Ocak 2009)

Gerisi vesaire…

Sonbahar hüzün mevsimidir, nerdeyse bütün edebiyatçılar en verimli zaman dilimi olarak sonbaharı görürler. Sonbahar hasat mevsimidir aynı zamanda. Ekenlerin biçtikleri mevsimdir. Sonbaharın türkçeleştirilmeden önce adı Hazan idi, Hazan mevsimi yani…
Yaprakların hayat verdikleri dallara vedasının adı, yeşilin sarıya ya da kızıla yenilmesi, rüzgarın her bir yaprak için ayrı ayrı gazeller okuduğu bir mevsim. Ağaçları, toprağı, suyu ve havayı saran hüznün insana dokunmama ihtimali yok! Göğsündeki kemiklerin arasında kalb taşıyanlara hüzün zaten ayrılmaz yoldaş…
Yeni zamanlarda artık hüzünler öyle ağır, öyle yoğun ki; acının şiddetinden diller tutulup, gözpınarları kurudu. Doğudan ve batıdan insanların ve can taşıyan her bir nesnenin feryadı sardı alemi. Yaşadığı ini kemirirken ev başına yıkılan farelere döndü çağımız insanı. Önce kendine olan saygısını yitirdi, sonra çevresindeki hiçbirşeye merhameti kalmadı. Pervasızca sömürdüğü dünya ve içinde ve üstünde yaşayanlar artık isyan ediyor. Yer öfkeyle sarsılıyor, fırtınalar, felaketler her gün bir başka yerde sanki intikamını alıyor…
Umursamaz bir zevkin, sonu belirsiz bir şehvetin, doymak bilmez bir büyük midenin, susmayan bir çenenin, çalışan ama akletmeyen bir beynin, yürüyen ama durdurak, sınırsığınak bilmeyen bir bedenin adına insan denilebildiği kadar insanız hepimiz…
Tezatlar dünyasının zıtlıkları hiç bugünkü kadar sırıtmamıştı ihtiyar gezegenimizin çehresinde. Kıyamete kadar hep varolacak, yenilmez, yıkılmaz, yokedilemez bir duruş daha var. Tek başına yapayalnız, çaresiz, aciz bir yaşlı iken yanyana gelip omuzomuza verdiler mi; vahşi hayvanları bile ürkütecek bir heybetin duruşudur bu.
Teker teker ele aldığınızda hiç bir anlam taşımayan bazı harflerin yanyana durduğunda ortaya koydukları büyük hakikatler gibi…
İşte hüzün asıl bu yüreklerdedir, asıl bu yürekler yanar her bir acıya…
Yüreğini avucundaki ateşin üstüne basan hep hüznü taşır sırtında!
Çünkü hep vurulan odur, O’nun hatırı için vurmayacağını bilen ve O’ndan çekinmeyen muhatabları tarafından…
O yalnızca hüzünlenir…
O’nda olmanın, onlara verilecek cevabdır çünkü hüzün…
Bile bile vurulmaktır yani hüznün adı… Yoksa yüregi olanın hüznü, ne nikotin tadında alışkanlık yapan arabesk bir hüzün, ne de maddeten ve manen bir nev’i O’nu hiçe saymak demek olan ‘yeis’ anlamındakidir…
Daima O’nunla olana, bize O’ndan ve Resulu’nden ulaşanlar doğrultusunda o cephede zaten hüzün yok… Hüznü sevinçlere, korkusuzluklara, emniyete çeviren O’dur çünkü… Hüzünlerin karlığı hep O’ndadır, hep O’ncadır… Ne boşa giden gözyaşı, ne de sevince çevrilmemis hüzün vardır katında… Yani: “O’nun boyası”na boyanmaktır hüzün. Aşkı olmayanın hüznü de olmaz!.. İslam’sa, baştan sona bir aşk ve hüzün medeniyetidir… Dıştan, tek tek hüzün tuğlalarıyla örülmüş, muhteşem saadet saraylarının nazenin konugu olur insan..
O en Sevgili’nin adıdır hüzün… Ve hüznü daim soluklayan erlerce: İbrahimce… Eyyubca… Yunusca… Yusufca… İsaca… Aişece… Sümeyyece… Mus’abca…
Hep hüzün yagar yüreklere, ötelerden… O’nun boyasına boyanmanın adıysa hüzün, ve O’nun boyası ‘Aşk’sa… Elbet hüzün, aşkın adıdır… ‘Ve aslolan aşktır kainatta, gerisi vesaire..’
Kalbi olanların çok az oldugu bu yitik çağda hüzünlenmek bir ayrıcalıktır.. Hüznü taşımak ta…
O, insandır… Varlık bezmi etrafında pervanedir. Cebrail, onun için Rabbinden haberler getirir, haberler götürür. İblis, onun için Rabbine düşman kesilir. Akik, onun iltifatıyla değer kazandı. Gül, bir anlık nazarı için gülümser. Arı, ona hizmet etmenin şevkiyle bal yapar.
Aslı topraktır, ama ruhu görünmez fezalarda. Gayb ile şehadet onda buluşur, mana ile madde onda birleşir. Efendi de o, köle de. Hiçbir şey ve her şey. Hem nokta, hem kâinat. Her sey onun için, o O’nun için. Cihanın sultanı, ama O’nun kulu.
Kendi başına bir hiç. Varlığı bir gölge, elinde olana “benim” deyişi bir vehimden ibaret. Neyi varsa O verdi. O, O’nun için var. İlmi, iradesi ve kudreti hep Rabbinden.
O, define arayıcısı, sırlar ülkesinin yolcusu. O’nun yolunda, O’nunla, O’na gider. O yolun merhaleleri hem kavuşmadır, hem ayrılık. Her adımda bin ızdırap ve bin lezzet tadar. Bir yerde duramaz, yeter diyemez.
Biliyorum yaklaşıyoruz her an
Biliyorum oruçlu doğar insan
Ölümün iftar sofrasına
Herşeye rağmen tebessümlerle dolu bir bayram geçirebilmemiz umut ve dileklerimle bayramınızı tebrik ediyorum.
Muhammed Köse (Ufuk Gazetesi – Eylül 2009)

Layık olduğumuz gibi

Kainat kuramını yeniden hatırlayalım, en küçük yapıtaşlarımız atomlarla en büyük galaksilerin birbirine ne kadar benzediğini ve aslında bütün bir sistemin çok net ve sade olduğunu göreceğiz. Ancak bizim gözümüzde sonsuz bir kainat heybeti ve görülemeyecek kadar küçükte olsa bizi aciz bırakın, şaşırtan mini atom yapıları hep birer hayret sebebi olarak kalacaklardır.
İnsanlarla toplumlar da aslında aynı yapının yansımalarıdırlar. Birey olarak bir kişi üzerinde izlenebilecek sosyal ya da psikolojik bütün haller bir büyük versiyonu ile toplumlarda da ortaya çıkabilmektedir.
Basit bir örneklendirme ile netleştirelim, öfkeli bir insanın gözü hiçbirşeyi görememekte ve öfkesine mağlub olan kişi, kişisel normallerini yokedip hiç olmadığı birisi kadar akılsız olabilmektedir. Öfkeli kalabalıkların hareketlerinde de mantık aramak çok lüzumsuz bir iştir. Deliler gibi hareket eden koca toplulukların birey bazında ne halde olduklarını tahmin etmek zor değildir.
Bireyler sapıtabilirler ve şeytan onları sevk ve idare ederek kendine bağlı askerlere dönüştürebilir, bazı toplumların bunu tamamen hayat tarzı olarak tanımlayıp dayatmaları ise toplumsal olarak şeytanlaşma ya da şeytanla bütünleşme halidir.
Ruhun insanı sevk ve idaresi kayıtsız değildir, o insanı birtakım yan etkilere açık bırakır ki, insan olarak kalmaya devam edebilsin. Ve insan kendini neye layık görürse onu yaşar aslında!
Günümüzün en popüler konusu şüphesiz dünyanın her yerinde aynıdır, kim kimi yönetmektedir. Bundan sonra kim hangi mevkide olacak, kim ne kadar kazanacak vs. Uzayıp giden bir sürü lüzumsuz soru. Bunların hepsine toplam da ‘politika’ diyoruz.
Yeryüzünde Allah(cc)’ın halifesi olarak bulunan insan hep yönetime ve üstünlüğe taliptir. Birbirimizi kınamak anlamsızdır. Üstünleri ve galipleri tekebbür ile itham edenlerin derdi kendi kibirlerine engel olunmasıdır. İdareciliğin en safı ve temizi ancak ve sadece Allah(cc)’ın halifesi sıfatı ile uygulanandır.
Politik ya da siyasi her ne derseniz deyin, insanların başlarına gelen/getirilen herşey de tıpkı yediği ekmek, içtiği su gibi nasibindendir. Bazı insanlara Allah(cc) bilinir ya da bilinmez bir hikmetle daha çok yemeyi nasip eder, tıpkı bazılarına insanları yönetmeyi nasip ettiği gibi. Yönetilenlere gelince de durum aynı ve hepsi aslında nasibini elde ediyor ve layıkını buluyordur.
Mevla asla zulmetmez, idarecilerin yaptığı hiçbir şey yanlarına kalmayacaktır. Fakat acı çekilmektedir ve dünya kurulalı beri böyle devam etmiştir. Mevla asla zulmetmez demek; ‘herkes bir eli yağda diğeri balda yaşar’ demek değildir.
Zulüm, haketmeyene verilen cezadır/karşılıktır. Neşe yahut acı değildir.
Adalet, sokakta yürüyen adamın bir diğerinin omzuna çarpmasına engel olmak değildir. Ancak nihayetinde çarpılanın hakkını teslim etmek ve kısasını almaktır.
Bu bağlamda dünyada acı çekenlerin hayatlarının diğer bölümünde elde edecekleri şeyler herhalde tırnak kesme acısı konumunda düşürecektir yaşananları. Elde edilecek olan mutlak adalettir! Asla yanılmayan ve şaşmayan bir terazinin adaletidir.
Dünyada karşımıza çıkan pek çok acı, çekenler için değil zulmedenler için bir cezadır. Acı çekmenin uhrevi karşılığını bilmediğimiz için dünyalık acıları işkence ya da zulüm zannımız vardır. Zira o acı zulmedenlere tahmin edemeyecekleri kadar ağır bir şekilde geri dönecek ve mazlumların intikamı alınacaktır. Mazlumlara gelince, Mevla onlarla arasındaki perdeleri kaldırır ve kafasını uzatan her mazlum O’nunla konuşur/dua eder.
Herkes layık olduğunu bulur ve yaşar derken kastımız budur. Hayatı sadece dünyadan ibaret olarak değerlendirip bütün zulüm ve adalet terazilerini dünyaya kuranlar cinnete mahkum kalırlar ya da zulmedenlerin yani şeytanın safına geçip gözlerini kapatırlar.
Hayatı dünyadan ibaret bilmek aslında anne karnındaki bir bebeğin hayatının o rahimden ibaret olduğunu zannetmek kadar zavallı ve gerçek dışıdır. Her akıl sahibi bilir ki, bebek doğacak ve hayatını yaşayacak yahut ölecek ama her halukarda doğacak… Bunun gibi her iman sahibi de bilir ki, ölecek ya da doğacak hangi kelimeyi kullanırsanız kullanın sonunda asıl hayatı olan ahirete yürüyecek.
Bu anlayışta birisinin her konuda karşılığı dünyada beklemesi kadar akılsızlık olamayacağı gibi ahiretten yana en ufak bir umutsuzluğunun da olması düşünülemez.
Toplumlar da insanlar gibi yaşarlar, hastalanırlar hatta ve hatta ölürler. Şeytanlaşmış insanlar olabileceği gibi toplumsal şeytanlıklar da olabilir. Teker teker fertlere asla zulmetmeyen Allah(cc), topluluklara da zulmetmez!. ‘Toplumlar kendilerini değiştirmedikçe Allah(cc) da onların durumlarını değiştirmez.’ (Ra’d 11)
‘Başımızı da bu da mı gelecekti’ demek yerine ‘daha iyisine layık olmak için ne yapmak lazım’ demek durumundayız. Hayatı ve yaşadıklarımızı sorgularken kendimizi la yus’el (hesap sorulamaz) konumda görmek yapacağımız en büyük hata olacaktır.
Aynı şekilde, ‘işte şimdi istediğimi elde ettim’ zannetmek yerine, ‘hangi sebeb ve hikmetle bana bu verildi’ sorusunun cevabını bulmak gerekmektedir. Verilenin nimet mi külfet mi olduğunu çözmez ve ona göre kendimizi ayarlamazsak sonraki adımlarımızda ayağımızın kayması muhtemeldir.
Bildiğini ve hele bir de bildiğinin doğru olduğunu zannetmek başa gelebilecek en tehlikeli haldir. En çok kazayı usta şoförler yaparlar. Yanılma payımızı yanımızdan ayırmayalım lütfen.
Muhammed Köse (Ufuk Gazetesi – Haziran 2011)

Şafak ninnileri…

Ufuklarında en ufak bir karartının bile görünmediği uçsuz bucaksız okyanusların ortasında yapayalnız kalsa da umudundan bir damlayı deryaya salmayacak kadar yakin sahibi birileri var.

Uçurumların kenarlarından şahinlerin bile göremediği derinlerdeki umut ışığını görebilen, en karanlık gecelerin ortasında bile ayışığına olan umudunu asla kaybetmeyen birileri var.

En çorak topraklarda, gözyaşlarıyla sulama pahasına bir tohumu toprağın bağrına gömen ve bir bedeni çatlatacak bir taze filize olan sevdası uğruna yüreğini ortaya koyan birileri var.

Dehşet kalabalıkların ortasında bile bir başına ve bunca uyduruk bir hayata rağmen gündemini değiştirmeyen, önemsenmeyen, görülmeyen ve bilinmeyen birileri var.

Farkedilmeyen ama hep yanan bir ateş, ısıtan ama yakmayan bir alev, eriyen ama bitmeyen bir öz, bir sevda, bir hayat, bir ölüm ve bir destan…

Yürekten yüreğe dolaşan, dilden dile, gönülden gönüle aktarılan, anlatılan, anlaşılan, yaşanılan ve ölünen bir sevda var.

Bir imanın sevdası, bir kavganın imanı… Kara gözlü hürriyetlerden geçemeyenlerin, insan olma onurunu bozuk para gibi harcayamayanların, kul olma derdinde olanların sevdası…

Bütün sahtelerine ve sahtekarlarına rağmen, tanınan, bilinen ve görülen, açık ve net bir duruş, sağlam bir adım ve sarsılmaz bir tavır var.

Hayatı hayattan ibaret görmeyen, ölümü ise topu topu yarım metrelik bir küçük adım kadar yakın, kolay ve normal ve hatta elzem bilen, dünyanın tadını ve adını en fazla bir mezbelelikte gören, nefesini ve sesini duyurmak gibi bir derdi olmayan, yüreğinde kaynayan yangınlarla bir nefeste dünyayı yakabilecekken; cürmünün düştüğü yeri bile incitmeyen, dağları darmadağın eden bir sevdayı sırtlamış, sonunu merak bile etmeden Kaf Dağı’na tırmanan, yalınayak ve yalınyürek, ama et ve kemik, ama iman ve umut, ama hüzün ve gözyaşı yüklü, devlerin teranelerine kulakları tıkalı, geçit vermez yamaçlardan kelebekler gibi geçen, yolunu bilen ve yolunda yürüyen, hatta gerekirse sürünen, bilinme ve tanınma kaygısını atmış nice nice erler var…

Bir şafak vakti var, mutlaka açacak ve bir diriliş, ve bir ölüm, ve bir vuslat olacak sabah… Bir kurtuluş, bir umut, ufuklar yeniden aydınlanacak. Şafaklar, sırrına sadık olanların olacak ve güneş yalnız ve sadece şafağı görenlerin alnını parıldatacak. Geceler boyu yıldızların ardından ayrılmayanlar şafağın sırrına erecekler, bir ayçiçeği gibi boynunu nurdan yana bükenler, şafakla birlikte filizlenecek bir kutlu sevdanın ilanını verecekler bütün aleme…

Ve onlar, Sureyya ya da Zuhal yıldızlarında da asılı kalsa şafağın ışığı, uzanıp gümüş parıltılı bilekleriyle tutunacak ve yere getirecekler. Yol aydınlanacak, yürek aydınlanacak…

Birileri belki hiç şafağı da göremeyecek… Ama ne gam değil mi ki o şafağın sevdası ile yaşanmış ve o sevda ile ölünmüştür. Sevda uğruna ölmek, ölmek midir ki?

Bir şafak vakti anneler, bebelerini kucaklarına alıp yollara düşecekler, dağlar düzlenip, yokuşlar dize gelecek… Zamana ve zemine galip, yalnız Kitap’a mahkum, Gül’e meftun, gözler yıldızlara asılı, dikenlere takılmadan, adım adım ve sürekli, yorulmak bilmeyen bir sabirla yolcular yolları aşacak ve şafağa ulaşılacak.

Bu sevda mutlaka şafağı görecek, ama dünyada ama ahirette, ama mutlaka şafağı görecek!

Şafak ninnileri ile uyanacağımız günün umuduyla…

Muhammed Köse (Ufuk Gazetesi – Mayıs 2009)

Bir demokrasi masalı daha

Bütün hayallerimi ve geleceğe ilişkin planlarımı yırtıp kuma gömüyorum… Memlekete dair umutlu beklentilerimi buzdolabına, felaket ihtimallerini magnetrona yerlestirip; sırtımı Kaf Dağı’na yaslıyorum… Bir gün Zümrüd-ü Anka yeniden uçar diye dikip gözlerimi ufka, dalıp dalıp gidiyorum…
Yaradan her insanda bir alem yaratmış ya; haşa, boşuna değil. Biraz imtihan, biraz insaniliğin doğal sonucu; hep büyük hayallerimiz vardır. Cürmümüz yansa yazın ortasında bir yumurta kaynatmaktan başka bir işe yaramazken, dünyayı avuçlarımızda sanmaktan asla vazgeçemeyiz. En uzun yaşayanlarımız 1500 yıl yaşasa da zamanında, şimdi en fazla 100 yaşayacağımızı bildiğimiz halde bin yıllık hayaller kurarız.
Bir yerde bir umut bizi bir yerlere bağlar da, bir ömür bir sevdanın ardından kuzu gibi bakar dururuz. Hep oldu, olacak, işte bu defa düzelecek, diye diye yüzyıllar harcanır ama bizim hayallerimiz bir türlü sükut etmez…
Alem küçülür bazan, bir ülke küçülür, bir millet küçülür… Küçücük bir ülke doksana doksan bir bezin altında görünmez olur… Bu sıfır nokta dokuz metrekarelik -1 metrekare bile değil- bezin kapsama alanının nasıl bu kadar geniş olabildiğinin sırrını kimse bilmez, bilenler de anlatmaz zaten…
Masal gibidir herşey, masal kahramanlarıdır herkes. Biz kız cinnet geçirir, başını duvarlara vurur… Bir hakim cinnet geçirir, kara kitabını yerlere çalar… Kendi yaptığı puta tapar, sonra acıkınca yer onlar! Kendi anayasasını kendi yapar, acıkınca da yer onlar… Bunca masalsılığa rağmen hep kaptırırız kendimizi, içimizdeki çocuk masal sever ne de olsa.
Bundan tam iki yıl önce, 2006 yılı haziranında, bir demokrasi masalı anlatmışım. Gazetemizin internet sitesindeki arşivden görünce hatırlatmadan geçemedim. O günlerde demokrasinin fakir halkları gütmek için nasıl kullanıldığından dem vurup, Irak’ın başına yağan demokrasi bombalarından bahsetmişim. Demokrasi adına işgal edilen, ezilen, horlanan ve bütün değerleri çiğnenen garibanları hatırlatıp, demokrasinin aslında anlatanın istediği gibi değiştirdiği bir masal olduğunu yazmışım…
Gün olup demokrasi putu yapanları tarafından yenince memlekette, ister istemez bir acı gülümseme ile geriliyoruz. Neden bu kadar basittir insan ki? Ve neden bazı insanlar daha fazla insandır? Neden birileri istediği ya da istemediği için bazılarımız değerlerini kaybetmek zorundadır?
Ve neden ülkemin insanları dilediği gibi yaşama hakkını kendinde görme lüksüne sahip değildir ki? Kim ya da kimler bunca aleni sırıtkanlığına rağmen, illa da ızdırap çektirmeye devam etmek ister? Neden zulüm ve haksızlık bu kadar aptaldır? Yüzyıllardır aynı yollarla hiç birşey elde edilmediğini bildikleri halde, neden hala inatla devam ederler?
İnsanlık tarihi gelişme ve değişme sayfalarıyla doludur da; gelişmeyen ve değişmeyen Ebu Cehil mantığı, nasıl bu kadar sabit kalır? İlim ve fen gelişti yeterince, artık Ebu Cehiller kızları teker teker öldürmüyorlar… Biraz daha geri gidip Fir’avnca bir metodla bir neslin kökünü kurutmak sanki hedefleri. Bir insan bu kadar mı aslına çeker?! Bu kadar yobaz, bu kadar aptal olmak onları nasıl mutlu eder? Başkalarının acıları ve hüzünleri nasıl zevk sebebi olur ki?
Despot krallar, zalim fir’avnlar, sömürgeci karunlar, yüreği ve eli kanlı insan müsveddeleri, kara kara kitaplı hakimler ve bütün bunları alkışlayan bir silik şakşakcı grubu… Dünya kuralalı beri varolagelen ve kıyamete kadar devam edecek olan izzetli bir dik duruşun hep karşısında olmaya mahkum ve hep kara vicdanlarıyla verdikleri savaştan mağlub çıkan, ama kibir ve debdebelerinden asla caymayan, dünyada ebedi olmadıklarını bildikleri halde; ölüm ve sonrasından ibret almayan bir aptal güruh…
… ve diri diri gömülen kız çocuklarına sorulduğunda; hangi suçtan dolayı öldürüldükleri… (Tekvir, 8-9)
İffetin ve kendin olarak kalmanın suç sayıldığı bir dünya… Fahişeliğin vergilendirilmiş bir meslek olduğu bir dünya! Bütün bir dünyanın cadı avına çıkar gibi tesettür avcılığına soyunduğu günleri yaşıyoruz… Müslüman kadının hedef tahtasına konulduğu ve bütün silahların üzerine çevrildiği bir devrin masalı bu!
Ama Sünnetullah değişmedi ve değişmez! Allah onların iki yakasını her iki cihanda biraraya getirmeyecek! Aslında Allah, onları korkuya ve dehşete mahkum etti, hep bir büyük endişenin cenderesinde ezilerek yaşıyorlar, ölümleri de onları daha dar bir cendere olan kabre götürecek… Bunu biz bildiğimiz gibi onlar da biliyorlar.
Mutlak gerçek mutlaka ama mutlaka her hayat sahibinin başına gelecek! Ve her diri ölecek! Baki kalacak olan sadece Aziz ve Celil olan Allah’tır… Bütün zalimlerin etlerini sürüngenler kemirecek, bulutlarda gezen burunları toprağa karışacak, güç ve para onları Azrail’in elinden kurtaramayacak, ahını aldıkları bütün mazlumların hesapları fitil fitil ciğerlerinden sökülecek, yerlerde sürüklenerek atılacakları ğayya kuyularından feryatları bütün aleme duyulacak… Boynuzlu koçtan boynuzsuzun hesabı sorulduğu gün; hiçbir pişmanlık fayda etmeyecek!
Ve Allah’a tevekkül et ki, koruyucu olarak Allah yeter! (Ahzab, 3)
Ceylanları vurulmuş dağlardan
Bir tutam kekik getireceğim size
Bir avuç kan.
Bir selvi gibi dikilip önünüze
Ölümü hatırlatacağım durmadan.
Keklik zindanı gözlerinize
Mil çekip
İçinize bükeceğim bütün yolları.
Hangi yola çıkarsanız çıkın
Hep kendinize döneceksiniz
Siz
- Ey bu şehrin karanlık sokaklarında
Kaf dağını arayan kervanın
Sefil yolcuları-
Boşluğa giden hayatların
Ayaklarına prangalar vuracağım
Ellerine zincir.
Dağ yellerini doldurup göğsüme
Haykıracağım:
- Yıldızlar gecenin değildir.
Karanlıktır, köhnedir dünya
Bir yolcusunuzdur siz…
Bunu size nasıl anlatsam
Hani yüzünüz görünmez ya kirli sularda
Sırı dökülmüş aynalarda
Hani silik
Hani paramparça…
Boynu bükük çiçekler getireceğim size
Koparılmış Dicle’nin, Sakarya’nın kıyısından
Yüreğimin tam ortasından
Taşıp gelen bir sesle
“Ağlayın”,diyeceğim
Ağlayın
Ey analardan şefkat
Çöllerden merhamet emmiş çocuklar
Ağlayın
Ve göz yaşlarınızla sulayın
Kuytularda kuruyan çiçekleri.
Bir Yunus Sabahı çalacağım
Bütün kapıları bir bir
Kırmızı bir şal gibi örteceğim şafakları
Çıplak omuzlarına
Ve sarhoş gecelerine şehrin.
Minareleri dayayıp şakağına
Uyandıracağım kirli uykulardan:
- Çıkın koynundan karanlığın
Geceyi bu kadar sevmeyin
Yıldızlar gecenin değildir.

Ufuk Gazetesi – Haziran 2008

Yola bir umutla çıkmak var…

Dünya dar geldiğinde, yeryüzü bizi sıkmaya başladığında, nefes almak zorlaşıp;

ciğerlerimiz kafesine sığmaz olduğunda, yüreğimiz şiştiğinde, hani içimiz dolup dolup geldiğinde, herşey ve herkes tersine tersine üstümüze yürüdüğünde, caddeler daralıp sokaklar tıkandığında, kapılara ve pencerelere sığmaz olduğumuzda, ağırlığımızı hiçbir kanepe ya da oturak taşıyamadığında, özel ve tüzel bütün şartlar aleyhimize döndüğünde, tutunduğumuz dallar kırılıp;

güvendiğimiz dağlara karlar düştüğünde, tufanın ortasında son gemiyi de kaçırdığımızda, istasyonların tamamındaki bütün trenler bizsiz kalktığında, dertlerimiz dağlar kadar yığıldığında, tanıdıklarımız tanınmaz hale geldiklerinde,
sevdiklerimiz sevimsiz olduklarında, dostlar vefasız çıktığında, sayılabilecek bütün olumsuzluklar yağmur gibi yağdığında, milyarlarca insanın herbirini ayrı ayrı acıtan her bir tasa ve keder bizi de bi yerden yakaladığında, kendimizi kelimenin tam anlamıyla çaresiz, ve yine tam anlamıyla yalnız ve kimsesiz hissettiğimizde, bütün çıkış yolları ve kurtuluş teorilerimiz çöktüğünde, kaçmaktan başka bir yol yokken bile kaçacak yer bulamadığımızda gündemimize HİCRET girmeli…
Hicret;
Kaçmadan kurtulmak, kaçmaktan kurtulmaktır,
Zirveye ulaşmak için kayalara tırmanmak,
Kayalara kök sarmaktır,
Yay gibi geriye gerilmektir,
Çiçeklerden zerre zerre tozlar toplayıp kovana koşmaktır,
Kirlerinden arınmak için çırpınmaktır,
Hasretinin ardından bakakalmak değil yürüyebilmektir,
Bir umuda inanmak ve güzünü ufuklara dikmektir,
Ayağına dolanan çalı çırpıya takılmadan, dikenlere basmadan yürüyebilmektir,
Bir gayeye sahip olmak ve o gayenin eri olabilmektir…
Hicret; peygamberlerin yoludur.
Hicret, bir mekan değişimi değil bir anlam ve bir yüklem değişimidir, hatta hepsinden öte muhteşem bir eylemdir. Zihinlerde başlamalıdır ilk önce ve bir kere dokunduğu hiçbir hücreyi bir daha bırakmamalıdır. Sonra yavaş yavaş bütün bedeni de sarmalı ve tüm organları korumalıdır. Hep devam etmelidir, eylemsizlik çürümeyi göze almaktır çünkü! Durgunluk, duraklamak, durmak ve yola yatmak yoktur hesapta. Hem yollar durmak için değil geçmek için yapılmaz mı?
Hicret; herşeyin ve herkesin Rabb’ine yüzünü dönmek ve bir daha yüz çevirmemektir.

***
Muharremin onu, aşura yani, onuncu gün…

Tarih boyunca neler olmuş o gün, neler yaşanmış hep duyduk, dinledik ve okuduk. Fakat bir şey var ki; o günü zihinlerimize silinmez yazılarla kazıyıverdi.
Bir anda Kerbela’da Aşura günü, her yeri Kerbela ve her günü Aşura eyleyen bir hadise yaşandı.
Güneşin yüzünü karartan bir cinayet, bir katliam, bir dram, yok hayır bir zafer yaşandı! Yeryüzü bir şehid kazandı ve cennet efendisine kavuştu.
Ümmü Seleme(r.anha)’nin sedirinin altındaki kum dolu çanak kanla doldu.
Abdullah bin Ömer(r.anhuma) yine yanılmadı ve bir çocuk, babası ile dedesinin yolunda olduğunu kanıyla ilan etti.
Hüzün kelime olarak anlamını kazandı.
Gariptir ki bu ümmet, peygamberinin torununu kendi elleriyle kesti! Kesmekle kalmadı; çoluk-çocuk bütün ailesini katliama tabi tuttu. Gözü dönmüş tuhaf yaratıklar sırtlanlar gibi, Ehl-i Beyt’in kanına girdi.
İnsanlığın en sevgili Rasul(s.a.v.)’ünün, en çok sevdiği bir kaç insandan biri olan Hüseyin(r.a.), babası gibi yiğitçe verdiği, zalim ve dengesiz bir kavganın sonunda paramparça edildi! Ailesinden ve dostlarından bir tek kişi bile ayakta kalmayıncaya kadar katleden zalimler, yaralı aslan evladına yaklaşamamış ancak yeryüzünün yaşamış ve yaşayacak en bedbaht yaratıklarından birisi ardından gelip sırtından mızrağını saplamıştı ki; O(r.a.), sakin ve mahzun bir sesle ‘Kabenin Rabb’ine yemin ederim ki, kazandım!’ demişti!
Aşuradan bize dağ gibi bir ızdırap, unutulmaz bir hatıra ve affedilmez bir cinayet miras kaldı. Allah bu cinayeti işleyenlerin dünya ve ahirette hesaplarını elbet alacak ve aldı da zaten. Kıyamete kadar bu canilere lanet okuyanların sayısı kat be kat artarak devam edecek.
Rasul-i Zişan(s.a.v.)’ın sevgili çocuklarına bu dünyada yaşama hakkı bile tanımayanlardan daha zalim olsa olsa ancak yüzyıllar sonra bu cinayete lanet okumayanlar olacaktır.
Hayat yaşanır gider, günler geçer, acılar ve sevinçler birbirine karışır, zaman bir çok şeye ilaç olur, herşey unutulabilir ama bu acı unutulamaz, bu acı hafiflemez…
Kerbela, hüznün diğer adıdır…
Aşura, bir tatlının adı değil tam aksine acıdan zehir içmiş gibi ağzı yananların yemeğidir.
Muhammed Köse (Ufuk Gazetesi – Aralık 2010)

Kevser ve Kader…

Arının ömrü en fazla iki ay iken kelebeğin ki çoğunlukla bir kaç günü geçmez. Aslolan hayatın kısalığı ya da uzunluğu değil sanki… Öyle olsaydı nasıl bal yerdi ki insanoğlu. Ya da bunca kısa ömürlerine rağmen kelebekleri bahardan soyutlamak neden mümkün olamaz? Hiç bir kelebek iki bahar görmedi ve amele arılar yaptıkları balı hiç tatmadı oysa…
Kozasını ören her tırtıl bir kelebek olur, her kelebek bir nebzecik güzellik katar hayata ve kendi hayatından çok daha büyük bir devrana hizmet eder. Hayatın ve ölümün tatlı ahengi içinde, rengarenk bir ders verir aleme; bir cılız kelebek…
Milyonlarca kilometre uçan, miligramlarla ölçülen çiçek özlerini toplayan, görülmemiş bir özenle bal yapan ve sayıları kaç olursa olsun hepsi istisnasız işlerini aksatmadan yapmaya devam eden ve sonuçta bir sonraki neslin hayatının devamını te’min eden ama bunun saadetini bile yaşayamadan hayata veda eden balarıları; yalnız ve sadece kendilerine vahyedileni icra eden minik yaratıklar olarak insan evladına, hayatın anlamını anlatan bir dev öykü okuyup, geçer giderler…
Kısacık bir ömre bir koca dünya sığdırabilen daha niceleri vardır kimbilir.
Kainatın muhteşem düzeni içinde kendilerine tevdi edilen vazifeleri hakkıyla ifa etmiş, devir devir dönen ve hep devam eden bir halka olarak uzayıp tarihin sonuna doğru giden niceleri…
Hayatı yalnız kendileri için değil; bir bütün insanlık için yaşayanlar.
Hayatları yalnız onlar hayatteyken değil, dünyalarını değiştirmelerinden sonra da devam edenler!
Müstesna birer insan olarak, hep hatırlananlar, yani gerçekten unutulmayanlar.
İnsan olmanın pahasını ödemiş olanlar ve bu adı taşımayı hakikaten hakedenler.
Alemlere örnek erkekler ve kadınlar, hatta çocuklar…
Asırlar ve devirler boyu anlatılmaya devam eden, insanlığın gördüğü en güzel toplumları oluşturan kutlu nesiller.
Tarihin hiç bir devrinde değişmeyen ihtiyaç olarak, adaletin ve özgürlüğün sevdalıları.
(Sözün burasında geçtiğimiz ay bir kaza sonucu hayata veda eden Muhsin Yazıcıoğlu’nu rahmetle anıyoruz. Bütün sıfatlarının yanında en çok öne çıkan mertliği ve dürüstlüğü ile hatırlanacak bir insan olarak kalacak.)
Ve işte bunların baştacı insanlığın efendisi Muhammed(as).
Kevser sahibi…
Fatıma’nın babası, kızı babasının annesi olarak anılan muhterem yetim!
Mekke’nin en asil ailesinin evladı.
Hatice’nin sevdası, eşi, arkadaşı, herşeyi.
Hicret peygamberi… Sürgün değil; bir yay gibi hedefe varmak için geriye gerilen sağlam ip!
Hasan ile Hüseyin’in dedeleri ama bütün Medine çocuklarının en çok sevdiği Medineli.
Bedr’in alnı secdede kumandanı, Uhud dağının sevdası, Hendek kazıcıların en hayırlısı, Mekke fatihi…
Uğruna canlar feda bir can.
En güzel örnek; evlatları için gözyaşı döken bir baba, üzülen, ağlayan, yorulan, yemek yiyen, namaz kılan, oruç tutan, yaraları kanayan, yanlarında hasır izleri bulunan, yaşayan ve hayatı son bulan muhteşem insan…
Meşhur sözdür; ‘Muhammed (as), insanlardan bir insandı, lakin O’nun diğer insanlar arasındaki yeri; taşların arasında yakutun yeri gibidir’.
Devirler gelip geçtikçe kıymeti daha da artan bir yakut!
Anlaşıldıkça, bilindikçe daha çok sevilen bir maşuk…
Doğumuna O’nun ki kadar sevinilen bir başka insan herhalde yoktur. Vefatına inanılamayan bir başkası da…
İnsanlığa bir ders olarak erkek evlatları yaşamayan ama nesli asla kaybolmayan ve Kevser’den devam eden şanı büyük, kendi büyük, adı büyük peygamber. Yüzyıllar ümmetin bütün çocuklarının dilinde Kevser, en önce Kevser’i öğrendik hepimiz, Kevser’i okuduk… Ve O’nu, Kevser’in babasını biz çok sevdik, hep te seveceğiz.
Yalnız bugünlerin saldırılarına değil; yüzyılların acılarına tıpkı bugün gibi üzülecek ve içimizi kanatacağız. Mekke sokaklarında O’nun ayaklarına batsın diye yollara dökülen dikenler bizim ciğerlerimize batıyor hala… Hatice’sini kaybetmesinin hüznünü tarih unutmasın için o yıla ‘Hüzün Yılı’ diyoruz. Yesrib, kendi adını unuttu artık; ona biz Medinet’ün-Nebi yani Peygamber şehri diyoruz. O’nun gezindiği topraklar bile sıradan değilken, O’nun gezindiği gönüller kimbilir ne büyük bir sevdanın yanardağı oldu…
Doğumun çok güzeldi ey kutlu peygamber, biz senin çocukluğunu da çok sevdik gençliğini de. Tıpkı Hılf’ul Fudul da mazlumlara sahip çıkışına hayran kaldığımız gibi; peygamberliğinden sonra ‘bugün bile ihtiyaç olsa ve kurulsa böyle bir ittifak, mazlumların hakkına sahip çıkmak için katılırdım’ deyişin, bize bir hayat düsturu oldu…
Senin belini büken Nuh ve kardeşleri, bugün bizim dizlerimizi kırdı. Bir, beş değil; milyonlarca kurşun bizi yüreklerimizden vurdu. Sana ve hatırana kem gözle bakanlar, yüreklerimizi dağlıyor…
Emanetlerine gözümüz gibi bakıyoruz… Evlatlarını ve torunlarını Senin kadar seviyoruz. Hüseyin’in kaybolduğu gün nasıl telaşlandıysan; biz de bugün aynı telaşın kaygısındayız. Onu bulduğumuzda sevincine ortak olmak istiyoruz. Biliyoruz Sen ‘hadi Hasan’ diye seslenirken; dostun Cebrail de ‘hadi Hüseyin’ diyordu… Sen onları ve bütün çocukları çok sevdin ve istisnasız bütün çocuklar da Seni çok seviyor.
Anlatmakla bitmez bir sevdanın merkezi, muhabbetin, gurbetin ve kavganın Peygamberi; Muhammed(as)!
Mekke’de örülen koza, Medine’de kelebek olduğunda; bahar geldi! Velakin kader; kelebeklerin ömrü çok kısa…
Muhammed Köse (Ufuk Gazetesi – Nisan 2009)

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...