21 Aralık 2011

Titre ve kendine gel...

Bir yerlerde kulağımıza değmiştir mutlaka, zerreden kürreye bütün bir kainatın aslında birbirine çok benzeyen yapıtaşlarından ve sistemlerden oluştuğu.. Ve aslında bizim gazete, bilgisayar ya da taş yahut latif bir çiçek sandığımız şeylerin kıvıl kıvıl devinen, sürekli atom çekirdiği etrafında dönen ya da bir başka deyişle kendi kabelerini tavaf eden elektronların hareketlilikleriyle dopdolu yapının dışarıdan bu kadar sakin görünmesi ne kadar aldatıcıdır.

 

Bir gün insanoğlu bu atomun yapısını bozmayı keşfettiğinde yani Rabbani düzene yine Rabb’in izniyle çomak soktuğunda ortaya, ortadaki her varlığı kahreden bir küçük kıyametin çıktığını göre göre öğrendik.

 

Keşfettiğimiz her hakikat insanlığımızı ve acziyetimizi defalarca yüzümüze yüzümüze vurdu durdu. Herşeye güç yetirebileceği bir dünya hayalinden vazgeçmeyen zavallı insancıklar hep bir yerlere kafalarını çarpıp dolaşıyorlar.

 

Her çarpma bir sarsıntı aslında, her sarsıntı bir travma. Hayat insanları hep bir yanından sarsmaya devam eder, bazan bittikten sonra bile. Ardından bıraktığın hatıra sarsacaktır mezarını!.. Asıl deprem mezarların sallanmasıdır. Ve o gün enkazın altında hiç ama hiç kimse kalmaz, kalmayacak!

 

Söz depreme gelmeden bir konuyu artık zihinlerimizde yeniden netleştirelim, dünyanın değişmez en basit gerçeğini yeniden hatırlayalım:

 

Henüz yeryüzüne insan ayağı basmadan hatta yeryüzü bile yok iken; dünyada kuruyupta dalından kopacak son yaprağın hangi ağaçtan düşüp hangi rüzgarla savrulacağı ve hangi taşa takılıp azıcık duracağı ve sonra hangi rüzgarla nereye kadar savrulacağı ve tam da o anda kıyametin gürültüsünün kopup hangi dağın yürüyüp gelip o yaprağı silip süpüreceği bile belli idi, herşeyi bilen biliyordu ve yazmıştı!..

 

Ve size bu satırları yazanın parmaklarını oluşturacak toprak yaratıldığında birgün o toprağın bu işleri göreceği ve yine bir gün yeniden aslına döneceği, topraklara karışıp görünmez ve bilinmez hatta hiç yaşamamış gibi olacağı belli idi.

 

Sizin bu satırları okuyan gözleriniz, gazetelerin kağıtlarını oluşturan atomlar, ekranlarınız ve ışık bile yaratılmamış iken belli idi bu satırları okurken kullanacağınız bakış! Belli idi bunları okurken zihinlerinize dolacak hisler ve fikirler.

 

Konuyu mecrasına çekmek için hemen bir Molla Kasım hızıyla araya girip insanoğluna verilen ufak tefek mini minnacık cüz’i iradenin varlığını hatırlatıp, isterseniz bundan sonrasını okumama/okumayabilme hakkına sahip olduğunuzu ve aslında siz okumamayı tercih etseniz bile bunu Ezel olan Allah’ın ta ezelden beri ezeli ve ebedi ilmi ile bildiğini ve bunu kaderinize yazdığını unutmuyoruz.

 

Şimdi konumuzun anlaşılması da anlatılması da kolaylaştı..

 

Deprem ya da başka bir felaket, yıkım ya da ölüm, hayat ya da çiçek velhasıl acı ya da tatlı ne varsa ne olduysa ve ne olacaksa hepsi Hakim-i Mutlak olan Allah(cc)’ın izni, yaratması ve kudreti dışında değildir.

 

Bazı hadiselerden hikmetleri anlamak kolaydır, neden diye sormaya bile ihtiyaç duymaz insan. Örneğin kafasına kurşun yiyen öldüğünde şaşırılmaz da ölmediğinde şaşılır. Sanki hayat ve ölüm kurşunların elindeymiş gibi, yahutta kurşunu atan silahı tutan eldeymiş gibi. Halbuki sebeblerin sıradanlaşması hadiseleri yaratan Rabb’in hakimiyetinin hikmetindendir.

 

Çocuk doğar, sıradan sanılır... Ölünce yakıştırılmaz, halbuki her doğana hatta doğmayana bile ölüm kadar yakışan ne olabilir ki? Hayat verilen herşeye ölüm basbaya çokta güzel yakışır.

 

Yapraklar açar, ağaçlar çiçeğe ve meyveye durur, sıradan sanılır... Kıtlık olsa ah-u figan ile yer-gök inletilir. Durup dururken kurur kalır dallar, dallarda yapraklar ve meyveler, nesine şaşmalı ki?

 

Dünya kocaman bir boşlukta(!) sorunsuz yol alırken şaşılmaz, sıradan sanılır... Ve fakat herhangi bir köşesi çökse, titrese ya da güncel tabirle deprem olsa şaşılır. Halbuki insan birebir kendi içinde çok sıklıkla depremler yaşarken, dünyanın sallanmasına niye şaşmak lazım ki?

 

Evet sözün kısası şu ki, depremlerde dahil kainatta olan herşey Mevla’nın kudretindendir, takdirindendir. İsyan edilmez, edilemez, edilse de hiçbir şey ifade etmez, olan isyankara olur, ahiretini heba eder.

 

Oh olsun denilmez, merhamet sahibi olan herkese merhamet duyar. Merhamet Rahman esmasının tecellisi olup; mü’min-kafir ya da bitki-hayvan ayrımı yapmaz. Ya vardır ya yoktur ve bu varlık ya da yoklukta izafidir. Kazanılmaz verilir ve alınır!..

 

Bu gibi felaket ve ölümlerin sebeb ve hikmetlerini görmeye, bulmaya, anlamaya çalışmak Rahman’a kulluğun en güzel sonucudur.

Ufuk Gazetesi (Mart-2011)

 

 

14 Aralık 2011

Sakın bunu kimseye anlatma!

Yolcuyu bilirsiniz, hani çölde susuz kalmış bir adama rastlar. Merhamet eder. Durur ve devesinden inip su ikram eder. Fakat su ikram edilen adam, suyu almadan deveye atlar ve kaçmaya başlar. Deve sahibi ardından seslenir:

'Sakın bunu kimseye anlatma!’

Hırsız ve uğursuz adam merak eder, acaba devesini kaptırdığından mı böyle seslenmektedir ardından bu yolcu... Döner ve sorar:

'Neden?’

'Eğer sen bunu anlatırsan, bir daha çölde susuz kalan birini gördüklerinde insanlar durmayacaklardır!’

Bazı şeyler vardır, ne hakkında eğitilmiştir insanlar ne de yaşamışlardır. Sadece bir haber, bir dedikodu bazan büyük toplumların bile hafızalarında silinmez hatıralar bırakır. Haklı ya da haksız birçok insan olayları bu kırık-dökük bilgilerle değerlendirir. Sonuçta ortaya çıkan ise, hoşgörüsüzlük ve merhametsizlik olur genellikle.

Muhataplarının farklı olabileceğini kabullenemeyenler ve bu tiplerin yoğun bulunduğu toplumlar karmaşanın, huzursuzluğun sıradan olduğu bir hayatı yaşarlar. Fertlerin birbirinin farklılıklarını hoş görmediği, düşene merhamet etmek bir yana 'düşenin dostu olmaz', 'bir tekmede sen vur', gibi tabirlerin türediği, tam da kapitalizmin arzuladığı bir topluluk...

Bir arada yaşamanın altın kuralı, farklılıkları kabullenmek ve hoşuna gitmeyenlere katlanabilmektir. Bunu iki insan ya da büyük bir insan topluluğu için düşünebiliriz. Bazı farklılıklar hoş görülür, bazılarına katlanılır. Masum ve başkalarına zarar vermeyen farklılıklar hoş görülmelidir. Toplulukları bozan farklılıklara ise katlanılmamalı bile bırakın hoş görmeyi.

Biraz daha açarsak; inandığımız değerlere tamamen ters bir hareketi hoş görmemiz mümkün olmazken, buna katlanabildiğimiz takdirde meyvesini alacağımız kesindir. Hoş görmenin sınırlarını iyi tayin etmezsek, bu kültür hayatlarımızı yağmalayan, nesillerimizi yok eden merhametsiz bir eşkıyaya dönüşecektir.

Her şeye rağmen kendimizi ve nesillerimizi yaşadığımız toplumların bilinçli ya da bilinçsiz bütün eşkıyalıklarına karşı muhafaza edebilmek için, sahip olunması gereken donanımlarla kuşatmamız şarttır. Özü olmayan meyvenin, sağlam kabuğu olması hiçbir şey ifade etmeyecektir. Yine özünün yokluğu bilinen bir meyvenin kabuğunun güzellik ve sağlamlığı takdir görmez!

Bir çekirdek bir koca ağacı içinde barındırır. Öyleyse öz denen temel yapı daha çekirdekken yüklenmelidir ki, ilerde ağaç olduğunda meyve beklenebilsin. İşte bu yüzden çocukken eğitilir insan ve nasıl eğitildiyse ya da eğitilmediyse öyle bir yetişkin olur.

Bulunduğumuz toplumun kültür yapısı, olaylara bakış tarzı bizim arzuladığımız gibi olmayabilir. Fakat özü sağlam bir tohum nerede toprağa düşerse düşsün yetişecek ağaç aynı olacağı gibi, meyveleri de aynı olacaktır.

Yetişkinler ve çocuklar birbirlerinin geleceğini biraz da böyle tayin ederler. Eğer yetişkinlerimiz bulundukları toplumda hayırla yâd edilecek işler yapmamışlarsa, minik fidanlarımızı elbette kesmek isteyenler çıkacaktır. Yeni nesillerini idame ettiremeyen yetişkinlerin zaten gelecekleri de olmayacağından, unutulanlar silsilesine kayıtları yapılacaktır.

Baştaki hikâyeyi hatırlayalım. Eğer yetişkinlerimiz su içmek yerine deveyi kapma hevesinde olurlarsa; çocuklarımız çölde kalsalar bile, kimse bir yudum su vermek için zahmete girmeyecektir.

Önyargılar sebepsiz değildir...

Büyük olan her şey küçük parçalaryn birleşiminden oluşur. Olaylar ve insanlar da böyledir. Hiçbir büyük olayı küçük ayrıntılar bilinmeden doğru anlamak mümkün olmaz. Büyük insanlar da öyle.

Net bir örnek verecek olursak:

Asr-ı Saadet yani mutluluk asrı olarak isimlendirdiğimiz kutlu zamanda yaşanan şu küçük ayrıntı bize bir şeyler anlatabilir. Medine'deki Peygamber Mescidi'ni her gün gelip düzenleyen ve temizleyen bir kadın vardır. Kimsenin tanımadığı ve ilgilenmediği, belki de fark etmediği sıradan bir kadın. Herkesin Efendimiz (sav) ve dostlarıyla meşgul olduğu ve onları takip ettiği bir dönemde bu garip kadının gözlerden kaçması da normal gibi sanki. Gün olur ve bu kadın vefat eder. Onun yokluğunu bir tek kişi fark eder. İnsanların merhamet, vefa ve erdem eğitmeni Peygamber (sav). Hemen araştırır ve vefat ettiğini öğrenince kabrine kadar gider ve orada cenaze namazını yeniden kılar, dualar ederek ayrılır.

Bu ayrıntı öyle çok bilinenlerden olmasa da bize Saadet Asrı'nyn dinamiklerini öğreten muhteşem bir örnek olarak tarihe kaydedilmiştir.

Kıymetsiz bir tek insan yoktur! Hiçbir çocuk ihmal edilemez! Hiç kimse hatasız ve mükemmel olamayacaktır ama örnek topluluklar birbirlerine merhamet duyan, vefalı ve hatalarını hoş gören ya da katlanan insanlar tarafından kurulacaktır.

Kendini bilen ve sahip olduğu meziyetlerini insanların faydasına sunan kaliteli insanlar, nerede ve kimlerle yaşarlarsa yaşasınlar fark etmez. Bulundukları yerde ve zamanda hep parmakla gösterilenler olacaklardır. Sevilmeseler de nefret edilmeyecekler, sözleri ile hayrı ve iyiliği anlatmasalar da halleri ile kitaplar dolusu aktarımlar yapacaklardır.

Karga serçeyi taklid etmeye çalıştığı günden bu yana çirkin yürür, çakal aslanın artığını tükettiği için çakaldır... Aslan evladı olanlarımız, bu aslanlığın bir ömür sürmesi için ellerinden geleni yapmak zorundadır. Yoksa evrim denen yalan gerçek olur ve aslan evlâtlarımız çakal sürüsünün içinde kaybolur gider.

Çocuklarımız bize emanettirler. En azından tatile giden tanıdığımızın çiçeklerinin bize emanet olduğu kadar hem de! O çiçekler solarlarsa bir kaç kişi üzülür, yerine yenisi konarak hemencecik geçiverecek bir üzüntüdür bu. Ama ya çocuklarımız solarlarsa?

Hatırı bütün hatırlardan üstün bir Zat-ı Zulcelal'e (cc) mahcup olmak bir iki çiçek için akrabaya mahcup olmaya hiç benzemez.

Tohum saç, bitmezse toprak utansın!

Hedefe varmayan mızrak utansın!

Hey gidi küheylan, koşmana bak sen!

Çatlarsan, doğuran kısrak utansın!

 

Eski çınar şimdi noel ağacı;

Dallarda iğreti yaprak utansın!

Ustada kalırsa bu öksüz yapı,

Onu sürdürmeyen çırak utansın!

 

Ölümden ilerde varış dediğin,

Geride ne varsa bırak utansın!

Ey binbir tanede solmayan tek renk;

Bayraklaşamıyorsan bayrak utansın! (NFK)

Ufuk Gazetesi (Haziran-2006)

07 Aralık 2011

Aşk’a giriş

Bütün güzel kelimelerimi O’na ayırıyorum, bütün hoş seslerimi  ve bütün anlamdırmalarımı O’na has kılıyorum. Bütün övgülerimi ve bütün sevinçlerimi O’na adıyorum. Bildiğim herşey O’ndan ibaret ve tanıdığım varlıklar O’ndan.

Ben O’ndanım ve O benden...

Hergün yeniden ve daha bir üst perdeden O’nunla olabiliyorum ve hergün kelimelerim ve seslerim O’nunla daha bir güzelleşiyor. Hep bir öncekinden daha güzel ve daha hoş ve hep daha güçlü. Daha güçlü bir fırtına, hayır daha güçlü bir hortum ya da tayfun. Tüm tropik ayarları alt-üst eden ama bir o kadar fıtri, bir o kadar doğal yani.

Ve tabii ki bir o kadar da önlenemez!

Biliyorum ne kadar anlatsam ertesi gün yeni bir başlangıç olacak ve başka cümlelerle yeniden başlayacağım, arada hiç susmasam sözlerim tükenmeyecek. Hiç uyumadan ve molasız sürdürsem masalımı ve dünyanın bütün yetimlerine ninniler söylesem, başlarını okşasam, tüm gariplerin elinden tutsam, yine de içimde bir burukluk olmadan göz kapatamıycam.

Az dedim, yetmez dediklerim, eksik kaldım...

Bütün arabesk duyguları üzerlerine Kerbela hüzünleri ekleyerek dillendirsem, bütün söylenmiş ve söylenecek şarkıları toplasam bir aşura kazanına ve bütün aşık dağların zirvelerinden kucak kucak karlar toplasam ve sonra Nemrud’un ateşinden yaksam ayaklarımın altına; ne soğuk ne sıcak, ne bir ürperti ne de bir terleme. Kutuplarından tutup dünyayı ekvatorundan büksem, iki kutbunun soğuğunu ve tüm ekvator kuşağının sıcağını birbirine vursam, sonra da en usta hava durumu yorumcusuna yorumlatsam o hali...

İşte öylesine tarifsiz ve benzersiz!

Dünyanın bütün çukurlarını doldurup, bütün yükseltilerini düzeltsem, yürüyebilen tüm insanları kaldırsam ayağa, dizsem Kabe etrafına, hepsi bir anda ‘lebbeyk’ diye bağırsa ve bilmem kaç milyar insan bilmem kaç milyon tavaf halkası kursa, yeryüzünde Hacer’ul Esved’i selamlamamış tek bir canlı el kalmasa, bahçemdeki mermerler aşınsa ayaklar altında...

Bütün giriş kapılarımın anahtarlarını O’na teslim etsem ve bütün şehirlerimi ve bütün kalelerimi.. İnişlerimi ve çıkışlarımı, tüm düzlüklerimi ve ovalarımı yaysam ayaklarının altına.

Yine de birşey yaptım diyemem!

Kozasına bürünen bir tırtıl gibi sarılsam ihrama, ölsem ve ölsem, ben benim olmasam, sonra bıraksam onun istediklerini ve beğendiklerini yapsam. Kılımı dahi kıpırdatmasam/koparmasam. Bir ceset gibi çıktığım Arafat’tan dirilip sular/seller gibi akarak insem ve toprağı karıştırsam Müzdelife’de ve toprağıma uymayan taşları seçsem, kaldırıp atsam sonra taşlarımı Mina’da ve içimde aslıma uymayan her ne varsa defetsem, şeytanın ve avanelerinin kafasına boca etsem bütün dalaverelerini ve emellerini. Kozadan çıkma vakti geldiğinde rengarenk açsam. Ve sonra yeniden ve günlerce geri dönsem Mina’ya ve aleme ilan etsem; ölü iken de diri iken de çizgimi değiştirmedim aynı yerde aynı kararlılık duruyor ve taşlarımı atıyorum!

Tavaf derken yürümenin ibadet oluşunu, durmanın da bakmanın da sevincin de hüznün de kulluk olduğunu öğrendim. İçinden ve dışından bakabilmenin farkını anladım. Tavaf edenlere içerden bakınca gördüklerim ve duyduklarımla, dışarıdan ve de yukarıdan bakınca anladıklarımın farkını görüp bütün bir hayata dışardan ve yukarıdan bakabilmenin ibadet olmasını kavradım.

Adem ile Havva’nın buluşmasının/kavuşmasının yalnız bir erkek ile kadının insani bir yalnızlık giderimi ya da hasretle gerçekleşmiş bir vuslat olmadığını; birbirinden kopmuş iki parçanın yeniden birleşmesi/vahdeti olduğunu idrak ettim. Dahası bu vahdetin itikadi vahdetten bağımsız olmadığını ve tevbenin aslında aslından kopmuş parçanın kendini olması gerektiği yere monte etmesi ve bir daha kopmamak niyetiyle bağlaması olduğunu ve bu yüzden de Arafat’a çıkanların günahsız inebildiğini gördüm.

Onca günahsızlığa rağmen Arafat’tan ayrılışın bir yükseliş değil hep iniş olarak isimlendirilmesinin boşuna ve sadece coğrafi sebeblerle olmadığını, vahdete ermiş olanın yeniden dünyaya dönüşünün aslında gerçek manada bir iniş olduğunu ve sanki cennetten dünyaya indirilmekle eşdeğer olduğunu yaşadım...

Aslında kelimelerin az geldiği ve anlatılmaz bir yaşayıştan bahsetmek durumunda olduğumun da farkındayım. Zira ‘aşk’ın tek tarifi yok, hangi yönden Kabe’ye yöneldiğimizin bir önemi olmadığı gibi onu da hangi dalından tuttuğumuzun bir ehemmiyeti  yok.

Yeter ki tutunacak bir dalımız olsun!

Hem de kopmak bilmeyen bir dal...

Ufuk Gazetesi - Aralık 2011

21 Kasım 2011

Notlar

Kabe’nin bir köşesinde bir taş durur ve o Hacer’ul Esved’dir
Esved sevdanın da bir adım ötesidir aslında
Hacer’ul Esved’e ibadet edilmez
İbadete onunla başlanır
Ona dokunan Mevla’nın eline dokunmuş gibidir
O şahittir
Mevlanin elidir
Kabe’yi Hacer’ul Esved’den ibaret sanmak körlüktür
Ama Hacer’ul Esved’siz Kabe’de tavaf dağılmaktır, dağınıklıktır
Ve bir ayrıntı;
Hacer kadın Kabe’nin içinde yatmaktadır
Kabe’nin köşe taşının adı da Hacer’ul Esved’dir.
***
Ay(na)’dan yansıyan nur, güneşin varlığına iman etmenin vesilesidir. Ay’ı nur zanneden ahmaktır. Ay’a yüz çevirenin yüzü kara!
***
Put kırmaktan daha büyüktür büyük putun boynuna baltayı asmak, kırmayı da kırmaktır çünkü bu…
Öyle bir kırmak ki, bi daha tarih boyu kelleleri yerlerde sürünmeye mahkum kalır putların!
Ve putperestlere kendi dilleriyle putlarını kırdırmaktır bu…
***
Dünyasını islam üzere kuran bir ümmet anlayışının yerini, dünyasında islama da ‘lütfen’ yer veren bir pratik felaketin aldığı günlerdeyiz..
Alimler devirlerinin alimleridirler, kiyamete kadar gelecek ümmet icin degişmez yegane ölçü Kur'an ve sünnetten baska birsey olamaz.
Bir alimden geriye yalniz ilim degil, ilminin mucadelesi de kalmali. Said bin Cubeyr'den Said-i Nursi'ye bir zincirde bunu görmek mümkündür.
***
Yol genişleyip hız arttığında artık en ufak bi hataya mahal yoktur, ufacık bir taş ya da minik bir çukur denge bozmaya yeter.
***
Dünyada kelebeklerin ömrü neden kısa biliyor musun? Onlar bu dünyadan değiller, onların dünyasında bir gün bin yıl gibidir ya ondan..
***
Önceleri sadece dini bilgiyi 'din adamları'na bırakırken zaman içinde yaşamayı da onlara bırakmak seytani bir yaklasimdi ama kabul gördü.
Hrıstiyanlardaki ruhban sınıfına özenen müslümanların 'din adamı' yaklaşımı maalesef toplumsal cehalet ve yozlaşmanın temelini oluşturdu.
Mana ve mefhum olarak hic kimse İslam'a üstünlük kuramıyor/kuramaz.. Ancak vahşi saldırılar karşısında onu savunmak islami bir görevdir.
Bu muhafaza ya da müdafaa görevini icra etmesi gereken otoriteler öncelikle alimler ve emir sahipleridir.
'Alimlerinin acziyeti ve evlatlarının cehaleti' islam dünyasının en mühim sorunu olarak karşımıza çıkıyor.
***
Aşk aslında bir taş gibidir; Kabe'ye monte edersen öpülür, baştacı edilir ama Mina'ya dikersen 'şeytan' diye taşlanır!
Aşk yolun ne başı ne de sonu aslında, aşk yolun kendisi.. Yol bir hedefe varmazsa yol olamaz ki..
***
Yazdıklarımızı biz de okuduğumuz ve konuştuklarımızı biz duyduğumuz gün dilerim toprağın üstünde oluruz.
***
Düzgün görünmek için aynayı kırmamak gerek, aksi halde yamuk ve anlaşılmaz bir görüntümüz olması kaçınılmaz..

22 Ekim 2011

Dünyanın kalbine, adım adım...

Hacc hatıraları da en az askerlik kadar anlatmakla bitmez, buna çok şahit olmuşsunuzdur. Her anlatan kendi gördüğü ve hissettiği kadarını aktarabildiğinden olay biraz körlerin fil tarifine dönse de siz aldırmayın. Değil mi ki bahis mevzu olan Allah'ın ve O'nun Rasulü'nün haremleridir, ne kadar anlatılırsa o kadar çok tanınır ve bir o kadar da kadri bilinir.

Bu girişten sonra seyahatimizin ayrıntılarına geçebilirim. Anlatacaklarım yukardaki değerlendirmenin dışında olmayacaktır. Ben de her 'kör' gibi elime ya da gönlüme dokunan kadarını aktaracağım. Siz eksik ya da yetersiz bulduğunuz noktaları bir başka hacının hatıraları ile doldurmayı ihmal etmeyin yine de...

Amsterdam'dan uğurlanırken içim bomboştu sanki, ta ki İstanbul'da ihram giyinceye kadar. O an diğer insanlardan bir farkınız olduğu ortaya çıkıyor. Çevrenizdekilerin ilginç bakışları özel bir davete, özel bir kıyafetle katılma hakkını elde etmiş özel biri olduğunuzu her defasında yeniden hatırlatıyor. Hiçbir rahatsızlık ya da gariplik yok! Aksine babasından çok özel bir bayram kıyafeti hediyesi almış çocuklar gibi sevinçli hatta biraz da gururluyum! Her yıl belli insanların katılabildiği bu özel toplantıya katılma çağrısı almışım, var mı bunun daha ötesi? Yol arkadaşlarımın hepsinin simasındaki benzer duygular çok kolay görülüyor, neşemiz yerinde!

Uçmak hep itici gelmişken, daha da açığı korkutucu gelmişken ihramdan sonraki uçuşta hiçbir gariplik hissetmiyorum. Mik'at sınırına gelinip niyetler yapıldıktan sonra o hep başkalarının söylediğini duyduğumda içimi titreten telbiyeyi bu defa ben ve yoldaşlarım birlikte seslendiriyoruz.

Sen çağırdın, biz icabet ettik! Zaten Sen'den başkasının davetine koşmayız biz! Sen gel dedin, geliyoruz! Bizi çağırdığın için bütün hamdler Sen'in, bütün nimetler Sen'den, kainatın tek hükümdarı Sen'sin, kimse ortak olamaz iktidarına...

Ve nihayetinde hedefe ulaşıyoruz, Allah'ın yeryüzünde kendine ev edindiği mekandayız! Hiçbir ihtişamı olmadığı halde yapıların en muhteşemi, dümdüz kara taşlardan yapılmış ama her karesinde milyonlarca hatıra yüklü, sadeliği ile bütün azametleri geride bırakan Kabe-i Muazzama karşımızda! Azameti kendinden ya da taşlarından değil, evin Sahibi'nden!

Bizi kendine çekiyor, tavafın girdabına katılıyoruz... Atamız İbrahim(aleyhisselam)'e selamlar gönderiyoruz, Hacc'ı bize öğreten, sade Hacc'ın değil hayatın öğretmeni Muhammed (aleyhisselam)'a salavatlarla bağlılığımızı ilan ediyoruz. Bu içi boş binanın azametinin Sidretu-l Munteha'dan kaynaklandığını biliyor olmamız tavafa ayrı bir lezzet katıyor. Biliyoruz ki meleklerle birlikte aynı yönde ilerliyoruz. Bütün varlıkların temel taşındaki elektronlarla birlikte dönüyoruz. Kainat dönüyor, biz nasıl duralım ki?

Öğretmenimizin öğrettiği gibi tavafı tamamlıyoruz, sırada Allah'ın alemlere örnek kıldığı siyah tenli kadın Hacer'in izlerini takip etmek var. Safa tepeciğinden Merve'ye koştura koştura gidip geleceğiz. Hacer gibi neslimizin felahı için koşuşturmanın eğitimindeyiz... Dualarımızda çocuklarımız var! Böyle başlamıştı ve her geçen gün tadına doyulmaz bir haz halini aldı tavaf.

Mekke'de hep aradığım toprak ve taş oldu... Beton medeniyeti dünyanın kalbini de sarmıştı. Çevredeki dağlardan başka tarihe şahitlik edecek bir hatıra görünmüyordu. Ayak bastığımız yerin sanki ağzı beton ve asfaltla tıkanmıştı ki bize konuşmuyorlardı... İşte tam da bu noktada Sevr gezisi imdada yetişti. Hicret'in hareket noktasına gidecektik. Yani Muhammed(aleyhisselam)'ın ayağına dokunmuş olma ihtimali bulunan taşlarla ve toprakla tanışacaktık! Daha da ötesi Sevr dağına tırmanacak O(aleyhisselam)'nu bağrında taşımış mağarayı görecektik.

İyi ki diyorum Suud yönetimi buralarla ilgilenmiyor, yoksa buraları da betonlar altında kaybolur giderdi... Bu düşünce her türlü bakımsızlığı ve terkedilmişliği anlamlandırıyor. Ve dünyaya bir de Sevr'in tepesinden bakıyorum... Çok yüksek değil bu dağ aslında ama bana yüce geliyor. Bir kerecik çıkarken bile bizi kan ter içinde bırakan bu tepeye hem de bizim kullandığımız patika yokken tırmanan kutlu şahsiyetleri sitayişle anıyorum... Hicret yolcularının çilesinin sadece bu kadarcık kısmını bile yaşamak; bir medeniyetin doğum sancılarının ne kadar ağır olduğunu ne güzel de anlatıyor!

Program sıralaması sebebiyle daha sonra Hira'ya uzanıyoruz. Kırık taşların kaydığı keçiyolu patikadan yükseldikçe yekpare bir kaya parçasından ibaret bu dağın da özel olduğunu farketmemek mümkün değil. Onca çabaya rağmen hala bir yanlış adımın uçurumdan yuvarlanmak için yeterli olduğu Hira kıyamete kadar gelecek insanlığa bir peygamber hediye etmiş olmanın gururuyla ve heybetiyle bizi de selamlıyor. Zamanımızın elverdiği kadar tefekkürden sonra dönüyoruz.

Günler çok hızlı geçiyor ve büyük gün geliyor! İzlerini takip etmeyi hayat diye isimlendirdiğimiz Muhammed(aleyhisselam)'ın geçtiği yollardan tıpkı O(aleyhisselam)'nun gibi geçmeye niyetlenip telbiye günü Mina'ya hareket ediyoruz. Sadece biz değiliz hareket eden tabi, seller gibi insan akıyor Mina'ya. Geceliyoruz, sabah büyük gün, arefe günü yani Arafat'a varılacak gün!

 

Yeni doğan bebelerin annelerinin karnına geri dönüş arzusu gibi yürüyoruz Arafat'a... Yaşlısı, genci; kadını ve erkeğiyle bir ümmetin Peygamber(aleyhisselam)'nin izinden yürüyüşüne bir kez daha tanık oluyor Meş'ari-l Haram. Yollar yetmiyor, tıkanıyor. Dağlar, tepeler insan dolu. Bir büyük sele kapıldık damla damla düşüyoruz Arafat'ın toprağına. Yorgun ve bitkiniz, hiç durmadan 16 km. yürümüşüz. Birçoğumuz olduğu yere yığılıp uykuya dalıyor. Ama hepimiz sevinç ve umut doluyuz. Bu rahimden günahsız doğabilmenin dehşet verici hazzını yakalama derdindeyiz.

Gözyaşlarımızı milyonlarla birlikte salıyoruz Arafat'a, Arafat hem kendimizi, hem birbirimizi, hem de Rabb'imizi yeniden tanıdığımız ve yenilikle, belki de ilk ve son defa yeniden bir daha iman ediyoruz.. Ve artık büyük bir kavgaya girebilir hatta savaşlara iştirak edebiliriz! Bu duyguyla geçiyoruz Müzdelife'ye, sular, seller gibi akıyoruz. Silahlanıyoruz! Mina'da biraz nefeslenip düşüyoruz yeniden yola! Hedef belli, düşman belli. Bölük bölük ilerliyoruz. Savaşta düzen önemli tabi.

Atalarımızın vurduğu yerlerde biz de vuruyoruz düşmanlarımızı! Tarih boyunca unutulmayacak bir savaşın erleri olmanın hazzıyla, kurbanlarımızı adıyoruz. Herbirimiz İsmail'ini sundu bıçağın altına! En sevdiklerimizden bile vazgeçmenin eğitimini de aldık, artık bayram edebiliriz! Sadece biz değil, savaşta bizim tarafımızda olan herkes dünyanın neresinde olursa olsun bu bayrama katılabilir! Eminim katıldılar da...

Bu enerji ile tavafa ve sa'ye koşuyoruz! Bu tavaf bütün tavaflardan daha farklı! Girdap büyüdükçe insanlar küçülüyor! Bu tavafta kendimizi tam da atom çekirdeğindeki elektron kadar hissediyoruz. Atamız İbrahim(aleyhisselam)'i şimdi daha iyi tanıyoruz. Sa'yde Hacer'den farkımız kalmıyor.. İsmail(aleyhisselam) bizi hicrden izliyor zaten! Muhammed(aleyhisselam)'ın öğrettiği gibi yaptık haccımızı ve umuyoruz ki her salavatımıza karşılık verdi... Bizim sözlerimiz O(aleyhisselam)'nun göklerdeki kıymetini artırmak için değildi ki; biz O(aleyhisselam)'nun adını sözlerimizin arasına ekleyerek kendimize menfaatler temin ettik!

Buralara geldiğimizden beri yitirdiğimiz takvim kapımızı çaldı ve bizi alıp vedaya götürdü bu defa.. Günlerdir siluetini beynimize nakşettiğimiz bu mekandan sadece bedenimiz ayrılacak, her kıbleye yönelişimizde yeniden geleceğiz buralara, biz kıble medeniyetindeniz.. Şehir planlarını bile kıbleye uyduran, evlerinin kıblesi hep düzgün, otururken dünyanın neresinde olursak olalım ayaklarımızı kıbleye uzatmayan, rüzgarlara isim olarak kıbleyi takan, hayatı boyunca yüzü ona dönük olduğu gibi hem zaten kabre de yüzü ona dönük giren bir neslin devamıyız!

Hicret yolundan deve sırtında değil, otobüs içinde geçiyoruz. Allah(celle celaluhu)'ın hareminden Rasulü(aleyhisselam)'nün haremine gidiyoruz. Yıllardır adını her anışımızda içimizin titrediği zatın makamına gidiyoruz, insanların ve cinlerin peygamberine, Fatıma(radyellahu anha)'nın babasına, Hasan ile Hüseyin(radiyellahu anhuma)'in dedesine, yetimlerin sahibine, gariplerin peygamberine, mustaz'afların umuduna, çaresizlerin dermanına gidiyoruz...

Geri döndüğümüzde bambaşka bir dünyada olduğumuzu henüz İstanbul'dayken anlıyoruz. Bir ay da olsa takvimlerin unutulduğu, günlerin adının ve saatlerin anlamını yitirdiği ve herşeyin ezanlarla kontrol edildiği bir hayatın tadına bakmış olmanın saadetindeyiz! Her müslümanın hayatında en az bir defa yaşaması gereken bu farzın kıymetini daha bir anlamış olarak dönüyoruz... Hepimiz elimizle ya da gönlümüzle dokunabildiğimiz kadarını getirdik geriye.

Çok hızlı geçtiğimin farkındayım, anlayışla karşılayacağınızı umuyorum. Anlatacak çok şeyim var, hepsini bir yazıya sığdırmam zaten mümkün değil ama ileride kısmet olursa konulara uygun hatıralarla devam ederiz.

Ufuk Gazetesi (Ocak - 2008)

10 Ekim 2011

İslamofobi değil İslamohobi sorun!

İnsanlar hayatları ve tercihleri konusunda elbette saygıyı hakederler. Kimse kimsenin neden şu ya da bu şekilde inandığı ve yaşadığını reddedemez ve reddetse de zaten pratik hiçbir karşılığı olmaz bunun. Neredeyse hemen herkes bu konuda en azından teorik olarak hemfikirdir. Biz müslümanlar için ise aslolan doğru ve samimi bir iman olduğundan ve hidayet bir lütuf olduğundan zaten kimseyi zorla islama davet etme derdimiz olmaz. Ve haliyle samimi olarak mensup olduğu dine uygun yaşamaya çalışanlara saygı duyarız.

Saygı duymaktan kastımız yanlışı onaylamak ya da hoşgörmek değildir ve hatta onunla yanlışı düzeltme hususunda mücadele etmektir. Zira ancak saygı duyduğumuz ve değer verdiğimiz insanların yanlışları bizi incitir. Ve onların sonlarının iyi olmasını arzu ederiz. Saygı duyduğumuzu dinler, yanlışın düzeltmek isteriz. En önemlisi de saygı duyduğumuz kişi hakkında varsa olumsuz bir fikir ya da zannımız bunu ya atarız içimizden ya da bizzat kendisinden aslını öğrenir, kapatırız konuyu.

Hoşgörmemek ise bizim için kötü olan bir hal ya da davranışı onaylamadığımızı ifade etmemizdir. Aslında bizce kötü olan karşısında susmamız olanı onaylamak gibidir. Hoşgörmek değildir bu. Günahı hoşgörmek gibi bir zaafımız olamaz bizim. Ancak iman ya da ameli olmayan birilerinin hatalarını hoşgörmek yerine katlanmak tabirini kullanabiliriz. Ki bu bizim için ayrı bir ızdıraptır. Hem günahı işleyene merhamet ederiz hem de Allah bize bunu gösterdiği için kendimiz hakkında üzülürüz.

Ne gariptir ki, günah ve isyana batmış bir toplumda yaşayan müslümanlar bundan ızdırap duymaz hale gelebiliyor. Başkasının günahına üzülmek aslında sosyal erdemliliğin ve sorumluluğun en yüksek noktasıdır.

Müslümanların en çok zorlandığı husus bulundukları ortamlara uygun sahih tavırlar belirlemektir. Bu noktada zorlanmanın doğal sonucu olarak ise bir çok konuda yaşanan  reel durumun, gerçeklerin ve sahih anlayışın yerini alması şeklinde ortaya çıkmaktadır. Yaşadığına inanmak olarak özetlenebilecek bu hal, ilim ve amelleri de etkilemekte ve engellemektedir. Yanlış bilgi ve harekete doğru olarak inanmış bir toplumu ikna etmek ise işin en zor yanıdır.

Biz böyle gördük, biz atalarımızdan böyle öğrendik ya da adet budur şeklindeki bütün yaklaşımlar sakattır, yarımdır. Halbuki imanda yarımlık ya da sakatlık kabul edilir bir hal değildir. Ataların dini ile alakalı tehlike ve tehdidin Kur’an-da yer alması aslında bunun devamlı bir tehlike olduğunun işaretidir.

Bir diğer tavır sorunumuz ise içinde yaşadığımız grup ve kitlelerin yönlendirmelerinin kesinlikle kontrol edilemiyor olmasıdır. Bu ise tabiri caizse ‘sürü’ psikolojisi üretmenin en kestirme yoludur. Zira bu tür yapılar tamamen homojendirler. Yani kapalı bir duruş, kapalı bir bakış ve kapalı bir sonuç! Değişmesi teklif dahi edilemez birtakım anlayışlarımızın değişmesi mümkün dahi olmayan Kur’an ayetleriyle tartıldığında halimiz ortaya çıkacaktır.

Materyalist dünyanın bize de empoze ettiği maddeci ve menfaatçi bakış açısı maalesef dinin ve mensuplarının da bundan payını almasına sebep olmuştur. Grupların ve tavırların dinleşmesi diye özetlenebilecek bir tehlike hızla büyümüştür. Bu sürecin en tehlikeli yansıması menfaat temininin dini motiflerle kaplanmasıdır.

Bunun en net sonucu ise; dünyasını islam üzere kuran bir ümmet anlayışının yerini dünyasında islama da ‘lütfen’  yer veren bir pratik felaketin almasıdır. Yine kanarya sevenler derneği yaklaşımıyla camilere bakarken, oraların bize vermesini istediğimiz katkıları Mescid-i Nebevi seviyesine yükseltmekten çekinmiyoruz. Çevresi Ukaz panayırına dönen mescidlerden bir Suffa ashabı yetişmeyeceği Sünnetullah gereğidir.

Herhangi bir hobi gibi ya da boş vakitleri değerlendirmek için en masrafsız yol olarak görülen tavırlar herşeyden önce din ile alay etmek hatta hakaret ve küçümseme olmasına rağmen yaşanılagelen normal bir hadiseye dönüştüğünden yanlışlığı tamir bir yana yanlışı kabullenmek bile büyük bir adım hatta aşılmaz bir dağ haline dönüşüveriyor.

Hele bir de yanlış kitlesel bir kabule dönüşmüşse tedavi kanserleşmiş bir kine sebeb olabilmektedir. Öyle ki müslümanlar kendi kontrollerinde görmedikleri ve çoğu zaman içeriğini bile bilmedikleri ve araştırma ihtiyacı da duymadıkları adı ne olursa olsun girişim ve hareketlere meğer ki hayra yorumlanacak bir şey de olsa karşı çıkabilmekte ve bunu da islami anlayış ve değerlerle izah ederek kendi çapında gayet mantıklı ve hatta islami bir tavır sergilediğini iddia edebilmektedir. Hatta bunun aksi bir ihtimalin olabilmesi mümkün değildir ona göre.

Fakat heyhat hangi yüce menfaat ya da maslahat ortaya konursa konsun namı ‘islam’ olan bir şeye karşı durmadan önce Kur’an ayetleri sayısınca bir kez daha düşünmek, tefekkür etmek, idrakleri zorlamak gerekmez mi?

Ya karşı çıktığımız şey, hak ise, doğru ise yani? Hakk’ın doğru anlaşılmasına vesile ve aslına uygun bir şeyi Hak adına reddetmenin dayanılmaz zavallılığına düşmek bir mu’min için ne acıdır.

İslam olana muhalefetten Allah’a sığınırım!

Ufuk Gazetesi (Ekim-2011)

30 Eylül 2011

Nasıl 'kurban' olunur?

Kavramlarımızı yeniden tanıma arayışlarımıza bu defa 'kurban' ile devam ediyoruz bir bakıma. Farkında olmadan türkçeleştirdiğimiz ve yine farkında olarak ya da olmayarak kendimize göre bir anlam yükleyip, sonra da bu anlamı asıl manayı bilmeden ve düşünmeden kullanma alışkanlığımıza kurban ettiğimiz 'kurban' kelimesinini klasik kullanım içinde düşünürsek; kameri takvimin (hicri takvimin) belli bir ayının belli bir gününde (zilhicce ayının 10. günü) zengin müslümanların gerekli şartlary taşıyan bir hayvanı Allah rızası için kesmesini ya da vekaletle kestirmesini anlarız. Bu tarif kendi başına 'kurban' kavramının temel eylemi olan zebh (kesme) işleminin gerçekleşmesini ifade eder.

Ve fakat bildiğimiz genel bir gerçek daha şudur ki; dinimizin bütün emir ve yasaklarş pratik ve ilk bakışta görülen yarar ve gereklerinin yanısıra daha geniş ve kapsamlı hatta çoğunlukla da toplumsal birtakım hikmetler içerirler. Hikmet ise en kısa anlamı ile ibadet ve fiillerin ruhunu oluşturur!

Şimdi 'kurban' kavramını bu bakış açısı ile irdelemeye başlayalım.

Bu kavramın ilk etapta herkesin bildiği genel-geçer hikmeti, kurban sebebi ile paylaşma, kendinde olandan olmayana verme ve zenginlerin Ramazan'da gönüllerini aldıkları fakirleri bu defa kurban ikramıyla sevindirmesidir. Bu hikmet hemen hemen herkes tarafından bilinir ve uygulanır. Takıldığımız tek nokta ise yaşadığı ülkelerde kurban eti ikram edecek fakir bulmakta zorlananlarımızın ne yapması gerektiğidir.

Bir kısmımız bunu kurbanını ihtiyaç sahiblerinin bolca bulunduğu gerek kendi memleketi ve gerekse diğer islam topraklarına göndererek halleder. Diğer bir kısmımız ise hem gönderir hem de kendi çocuklarının kurbanı bilmesi ve yaşaması için bulunduğu ülkede de ayrıca kurban keser. Her iki durumda da herhangi bir eksiklik ya da sakınca bulunmamaktadır. Yeter ki gönderilen kurbanlarda fıkhen gerekli olan 'vekalet' sistemi doğru olarak uygulansın!

Bu noktada devreye bir diğer hikmet girer: Kurbanı kes(tir)en, bunun ücretini ödeyen şahıs kurbanının etinden ya da diğer ürünlerinden hiç faydalanamamakta, hatta adını ilk defa duyduğu bir islam toprağında kesilen kurbanını hiç görememektedir. Öyleyse bu kurbanın o kişiye faydası nedir ki? Bu sorunun cevabı aslında çok ortada!

Bir ihtiyaç sahibinin ihtiyacını gidermenin mutluluğu bir ömür tıkabasa et yeme ile bile asla elde edilemeyecek ruhi (manevi) bir haz verir ki bu ne anlatılır ne de tadılmadan anlaşılır...

Tabi hadisenin ecir (sevap) kısmına hiç girmiyorum. Zira 'kurban' bizzat yaklaştıran bir ibadetin adıdır. Kelime olarak da manası budur. Bu mana ile 'kurban' zaten Allah'a yaklaşma gayesi ile yerine getirilen bir ibadet olmakla birlikte devamında ortaya çıkan yukarda bahsettiğimiz paylaşma ruhunu yeniden hatırlatması ile bir başka yakınlaşmanyn temelini atar. Bu yakınlık aslında bütün müslümanlar arasında zaten 'kardeşlik' gereği varolan ve kurbanla bir kez daha hatırlanan, perçinlenen, güçlenen ve dirilen birlik (vahdet) anlayışıdır.

'Kardeşi aç iken, tok yatan bizden değildir' ölçüsünü koyan bir Peygamber(sav)'in ümmetinden zaten kurban mevsimi olmasa da beklenen ve istenen bir haldir bu! Bu noktada ister istemez akla gelen yakın bir zamanda ağır felaketlerle sarsılan ve yıkılan Keşmir halkıdır. Yine yıllardır mülteci olarak kamplarda yaşamaya mahkum edilen Çeçen halkıdır. Saymaya devam ederek bütün sütunu garib beldelerin garib insanları ile doldurabilirim. Fakat bunun ne onlara ne bize bir faydası olmaz, zira bugün artık o beldelere ve daha adını bile duymadığımız birçok yere ulaşabilen, sahasında parmakla gösterilir faaliyetlere imza atan kurumlarımız var.

Gelelim bize...

Öncelikle 'kurban' hadisesinin sadece kurban kesmekten ibaret olmadığını ve bayram denen mefhumun kendi kendine, dört duvar arasında ya da çevremizdekilerden soyutlanarak kutlanamayacağını hatırlayalım.

En yakın çevremizden yani aile halkımızdan başlayarak 'kurban' bayramında yeniden yakınlaşmak en önemli maksadımız olmalı ve bu noktada muhatab olduğumuz müslüman olan ya da olmayan herkese bunu hissettirmeliyiz. Öyle ki; 'kurban' bayramını hiç bilmeyen biri bile bizimle karşılaştığında, konuştuğunda bizde bir değişiklik olduğunu farketmeli ve daha biz söylemeden o sormalı:

-Bu mutluluğun sebebi nedir?

Bu sorunun cevabı bizimle muhatablarımız arasındaki 'kurban'ı belirleyecektir. Yaşadığımız sevinci çevremizle paylaşabildiğimiz sürece birbirimize 'kurban' olacağız! Zaten asıl marifet ayakları bağlı bir hayvanı keserek ya da kestirerek kurban etmek değil; farklılıklarımıza rağmen birbirimize 'kurban' olabilmek, yakın olabilmektir.

Evet, bu gelen 'kurban'dır!

Öyleyse her çocuk bir İsmail, her baba bir İbrahim!

Atamız İbrahim(as)'e selam olsun!

O'nun sünnetini bize de sünnet kılan, bayram kılan Mekke'nin öksüzü Muhammed(sav)'e selam olsun!

Ve kıyamete kadar bu yolu izleyerek öksüz ve yetimleri sevindirenlere, Allah için birbirine 'kurban' olanlara selam olsun!

Ufuk Gazetesi (Ocak - 2006)

 

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...