02 Eylül 2015

Bana siyahı anlat



Mavi senin olsun 
bana siyahı anlat

Senin olsun modern hayatlar
bana yıkılmış şehirleri anlat

Sabaha karşı meltemin sesi senin
Bana kulakları yırtan jetin sesini anlat

Resmimi çekmeyin böyle  tozluyken heryerim,
Duydum, sizin orda insanlar üzülüyormuş
Hilal çıktı bayram sizin
Bize savaşın  bittiğini anlat

Şu yanımda  yatan kardeşim.  
Az ötedeki kopmuş el onun
Bana nasıl sabredeceğimi
Ona cenneti anlat

Mavi senin olsun olur mu abi,
bana siyahı anlat.

Çekmeyin resmini kardeşimin, 
Zaten üzülür izlemezler sizin orda.
Onlar üzülmesin,
bana siyahı anlat.

05 Temmuz 2015

Fakirlik Vakıa'sı

Abdullah b. Mesud(ra)'u, ölüm hastalığında ziyâret eden Osman(r.a): "Sana bir bağışta bulunulmasını emredeyim mi?" dedi. Abdullah, buna ihtiyacı olmadığını söyledi. Osman; "Senden sonra kızlarına kalır" dedi. O zaman Abdullah onu su cevabı verdi: "Sen kızlarımdan korkma. Ben onlara Vakıa suresini okumalarını emrettim." Peygamber(s.a.s)'in söyle dedigini işitmiştim:
"Her kim her gece Vâkıa suresini okursa, ona fakirlik dokunmaz."
(İbn Kesir, Tefsiru'l-Kur'ani'l-Azim, IV, 282)

Bu rivayetin benzerleri farklı varyasyonlarla bazı kitaplarda daha yer almakla birlikte hadis ulemasınca sure ve ayetlerin faziletleri ile ilgili tüm hadislerin zayıflığı tespit edilmiş olup bu hadisin de sahih olmadığı beyan edilmiştir. Ancak konunun bu kısmını ehline havale edip bu rivayet üzerine bina edilen ve çoğunlukla Kur'an-ı anlamaktan uzak yeni devir yurdum müslümanları arasında yayılan, fakirlik görmemek maksadıyla Vakıa okumak adeti üzerine birkaç kelam edelim.

Bu rivayetler üzerine yaygınlaşan ve sırf fakirlikten kurtulmak yahut fakirliğe düşmemek için Vakıa suresi okuyan ve bunu ilan eden hatta tavsiye eden birçok müslümana rastlıyoruz. Şüphesiz herşey gibi duaların en güzelleri de Kitabullah'tadır. Ancak Vakıa suresi incelendiğinde içeriğinde herhangi bir dua ayeti bulunmadığı dahası fakirlik yahut rızık genişliği ile ilgili bir konunun da anlatılmadığı görülecektir.

Sure ismini veren kelime olarak Vakıa yani bir olaydan bahseder ki bundan maksadın kıyamet olduğu açıktır. Giriş kısmında bu Vakıa'nın şiddeti sonucu dünyada yaşanacak değişikliklerden bahsedildikten sonra insanların oluşturacağı sınıflar anlatılır. Ve devamında bu sınıfların ahirette görecekleri muamele ve elde edecekleri nimet ve cezalarla sure devam eder. Öldükten sonra dirilmenin anlatıldığı kısmın devamında ise Allah(cc)'in yaratmasına muhteşem örnekler verilerek imanlarımız tahkim edilir. Son kısımda ise ölüm anı ve devamında yaşanacaklar anlatılır. Cennet ve cehennem ehli kısa ama çok ağır ve şiddetli ifadelerle müjdelenir ve korkutulur. Tesbihat ile sure sona erer.

Bu bir paragrafta özetlemeye çalıştığım içeriği mutlaka ama mutlaka mealden ve tefsirden okumak gerekir ki sure doğru anlaşılsın ve hikmetlerinden faydalanılsın.

Şimdi gerek bu mana ve gerekse sahabenin bu sure ile ilgili söylediklerini yanyana getirdiğimizde karşımıza bir rızık duası yahut fakirlikten kurtulmak için okunacak bir dua çıkmadığı farkedilecektir.

Öncelikle fakirlik anlayışımızı kısaca mukayese edelim; sahabeye göre bir günlük yiyeceği yahut rızkı olan fakir olduğunu düşünmez ve günlar veya aylar sonrasının geçimini düşünmek ise 'tuli emel' sayılırdı. Yukarıda kendisinden Vakıa suresiyle ilgili sözler rivayet edilen Abdullah bin Mesud(ra) da Ebu Zer(ra) de zengin değillerdi, hatta bizim bakışımızla fakir idiler. Ki Osman(ra)'ın birşeyler vermeyi teklif etmesi de bunun delilidir. Ebu Zer(ra), çölde yalnız olarak vefat ederken o da çocuklarına Vakıa suresini öğrettiğini söylerken bizim kasdettiğimiz bir fakirlik ve zenginlikten bahsetmiyordu.

Daha basit söylersek; Vakıa suresi onu insanlar içinde ilk öğrenen, en iyi anlayan ve en güzel yaşayan sahabenin fakirliğini gidermesine vesile olmamıştı. Şüphesiz Kur'an okuyuşunu Nebi(sas)'in de çok beğendiği Abdullah bin Mesud(ra) da Vakıa suresi çokça okumuştu ama bizim kurtulmak için Vakıa suresi okuduğumuz fakirlikten kurtulmadan vefat etmişti.

Şimdi biz hangi özellik ve güzelliğimizle sahabenin elde edemediği bir hayrı Kur'an-dan elde edebileceğiz sorusu ortada dursun!..

Sahabe için fakirlikten kurtulmak Kur'an bilmekti zira... Zaten pek çoğumuzun bildiği 'içinde Kur'an okunmayan ev harabedir' hadisinin kasdettiği haraplıkta duvarlarının yıkılması ya da boyalarının dökülmesi değil.

Vakıa'nın asıl anlattığı idrak edildiğinde ise zaten fakirlik ve zenginlik anlayışlarımız değişecek ve Vakıa okuduğumuzda dünyalık isteyecek halimiz ve mecalimiz kalmayacaktır.

Bütün bunlardan sonra unutulmamalıdır ki; fakirlikten kurtulmak için dua etmek elbette gerekli ve caizdir. Kur'an-dan bir ayet ya da sureyi bu maksatla okuyan birisinin niyet ve duasına icabet edecek olan Rahman olan Allah'tır. O dilerse hiç ilgisiz bir dua sebebiyle de sadece niyeti için bir kuluna lütfeder.

Öyleyse fakirlikten kurtulmak için Vakıa okuyan ve okunması gerektiğini düşünen kardeşlerimize teklifim mutlaka bu surenin meal ve/veya tefsirini de mutlaka okumaları ve okutmalarıdır.

Şimdi buyrun birlikte okuyalım Vakıa suresini:

1 - Olacak vak'a olduğu zaman

2 - Onun oluşunu yalanlayacak kimse yoktur.

3 - O, alçaltıcıdır, yükselticidir.

4 - Yer şiddetle sarsıldığı

5 - Dağlar serpildikçe serpildiği

6 - Dağılıp toz duman haline geldiği

7 - Ve sizler üç sınıf olduğunuz zaman

8 - Sağın adamları (var ya) ne mutludurlar onlar!

9 - Solun adamları ise ne uğursuzdurlar onlar!

10 - Önde olanlar (var ya), onlar öncüdürler.

11 - İşte o yaklaştırılanlar,

12 - Nimet cennetlerindedirler.

13 - Çoğu önceki ümmetlerden,

14 - Birazı da sonrakilerden.

15 - (Onlar) cevherlerle işlenmiş tahtlar üzerindedirler.

16 - Karşılıklı olarak onların üzerinde yaslanırlar.

17 - Çevrelerinde, ölümsüzlüğe ulaşmış gençler dolaşırlar.

18 - Kaynağından doldurulmuş, testiler, ibrikler ve kadehlerle.

19 - Ondan ne başları ağrıtılır, ne de akılları giderilir.

20 - Beğendikleri meyvalar,

21 - Canlarının çektiği kuş etleri,

22 - İri gözlü hûriler,

23 - Saklı inciler gibi,

24 - Yaptıklarına karşılık olarak verilir.

25 - Orada boş bir söz ve günaha sokan bir laf işitmezler.

26 - Duydukları söz, yalnız "selam", "selam" dır.

27 - Sağın adamları, nedir o sağın adamları!

28 - Dalbastı kirazlar,

29 - Meyva dizili muzlar,

30 - Uzamış gölgeler,

31 - Fışkıran sular.

32 - Pek çok meyva arasında,

33 - Tükenmeyen ve yasaklanmayan

34 - Ve yükseltilmiş döşekler üstündedirler.

35 - Biz kadınları yeniden inşa ettik (yarattık).

36 - Onları bâkireler yaptık.

37 - Hep yaşıt sevgililer,

38 - Sağın adamları içindir.

39 - Bir çoğu öncekilerdendir.

40 - Bir çoğu da sonrakilerdendir.

41 - Solun adamları, nedir o solcular!

42 - İçlerine işleyen bir ateş ve kaynar şu içinde,

43 - Kapkara dumandan bir gölge altındadırlar.

44 - Ki ne serindir, ne de faydalı.

45 - Çünkü onlar bundan önce varlık içinde sefâhete dalmışlardı.

46 - Büyük günahı işlemekte ısrar ediyorlardı.

47 - Ve diyorlardı ki: "Biz ölüp, toprak ve kemik yığını olduktan sonra, biz mi bir daha diriltileceğiz?"

48 - "Önceki atalarımızda mı?"

49 - De ki: "Öncekiler ve sonrakiler"

50 - "Belli bir günün belli vaktinde mutlaka toplanacaklardır."

51 - Sonra siz, ey sapık yalanlayıcılar!

52 - Elbette bir ağaçtan, zakkum ağacından yiyeceksiniz.

53 - Karınlarınızı hep onunla dolduracaksınız.

54 - Üstüne de kaynar su içeceksiniz.

55 - Susuzluk illetine tutulmuş develerin içişi gibi içeceksiniz.

56 - İşte ceza gününde onlara sunulacak ziyafet budur.

57 - Biz sizi yarattık; tasdik etmeniz gerekmez mi?

58 - Attığınız meniyi gördünüz mü?

59 - Onu siz mi yaratıyorsunuz yoksa yaratan biz miyiz?

60 - Aranızda ölümü takdir eden biziz ve bizim önümüze geçilmez.

61 - Böylece sizin yerinize benzerlerinizi getirelim ve sizi bilmediğiniz bir yaratılışta tekrar var edelim diye (böyle yapıyoruz).

62 - Andolsun, ilk yaratılışı bildiniz. Düşünüp ibret almanız gerekmez mi?

63 - Ektiğinizi gördünüz mü?

64 - Onu siz mi bitiriyorsunuz, yoksa bitiren biz miyiz?

65 - Dileseydik, onu kuru bir çöp yapardık. Hayret eder dururdunuz.

66 - "Doğrusu borç altına girdik."

67 - "Doğrusu, biz yoksul bırakıldık" (derdiniz).

68 - İçtiğiniz suya baktınız mı?

69 - Buluttan onu siz mi indirdiniz, yoksa indiren biz miyiz?

70 - Dileseydik onu tuzlu yapardık. O halde şükretseniz ya!

71 - Bir de o çaktığınız ateşi gördünüz mü?

72 - Onun ağacını siz mi yarattınız, yoksa yaratan biz miyiz?

73 - Biz onu bir ibret ve çölden gelip geçenlere bir fayda yaptık.

74 - Öyleyse büyük Rabbinin adını yücelt.

75 - Hayır, yıldızların yerlerine yemin ederim.

76 - Bilirseniz bu büyük bir yemindir.

77 - O, elbette şerefli bir Kur'ân'dır.

78 - Korunmuş bir kitaptadır.

79 - Ona temizlenenlerden başkası el süremez.

80 - (O), âlemlerin Rabbinden indirilmiştir.

81 - Şimdi siz bu sözü mü küçümsüyorsunuz?

82 - Rızkınızı, yalanlamanızdan ibaret mi kılıyorsunuz?

83 - Can boğaza dayandığı zaman

84 - Ki o zaman siz (ölmek üzere olana) bakar durursunuz.

85 - Biz ona sizden daha yakınız, fakat siz görmezsiniz.

86 - Eğer cezalandırılmayacak iseniz,

87 - Onu geri çevirsenize; şayet iddianızda doğru iseniz.

88 - Fakat ölen kişiye gelince, eğer o rahmete yaklaştırılanlardan ise,

89 - Ona rahatlık, güzel rızık ve Naîm cenneti vardır.

90 - Eğer O, sağın adamlarından ise,

91 - "(Ey sağcı), sana sağcılardan selam!"

92 - Ama yalanlayıcı sapıklardan ise;

93 - İşte ona da kaynar sudan bir ziyafet vardır.

94 - Ve cehenneme atılma vardır.

95 - Kesin gerçek budur işte.

96 - Öyle ise Rabbini o büyük ismiyle tesbih et.

Elmalılı Hamdi Yazır Meali

Sadeliğin Sultanı

Zamanlar ve mekanlar çok yiğit gördü, çok melik, hükümdar, sultan gördü. Pek azı hariç sultanlar, saltanatın debdebesine, gücün şehvetine yenildiler. Dünya avuçlarına konulan bu adamların imtihanları elbette adları gibi büyük oldu. Hep sevapların güçler nisbetinde işlendiği düşünülse de aslında günahlar daha çok gücümüzün yettiği kadardır. Sultanların hele de Osmanlı sultanlarının otorite ve saltanatlarının gücü düşünüldüğünde ona sahip olan herhangi birinin sapmaması, azıtmaması bile başlıbaşına büyük bir marifettir.

Bu sebepledir ki; Osmanlı sultanlarını değerlendirirken gözardı etmememiz gereken şey, onların yaptıkları kadar aslında yapmaya imkanları olduğu halde yalnız Allah için geri durdukları işleri de hatırlamak olacaktır. Güç ve saltanat, para ve imkan gibi firavunlaşmanın yolunu en hızlı açan anahtarları belinde taşıyarak ama şeytana karşı beli bükülmeden bir ömür sürmenin ne büyük bir marifet olduğunu onların yaşadıklarını hayal bile edemeyen bizlerin anlaması pek kolay değil aslında. Belki yaz ortasında oruçlu bir adamın yorgun bir günün ikindisinde soğuk bir su pınarının başında Rabbi ile başbaşa kalmışlığı bir nebzecik bize daha yakın bir örnek olur. Yalnız Allah için kuru dudaklarla soğuk suyu seyretmek gibidir saltanatta iken dünyaya dalmamak zira...

İşte bu kahramanların belki de en müstesna örneklerinden birinden bahsediyoruz:

Osmanlı sultanlarının dokuzuncusu, İslam’ın 74. ve Osmanlı’nın ilk halifesi Sultan Beyazıd Han oğlu Sultan Selim Han.

Hayatı ve mefkuresi ile devrine ve dünyaya önderlik etmiş büyük Sultan!

Cengaverliği ve dirayetiyle ile dünyaya nam salmış Yavuz Sultan!

Kelimeleri şiirleştiren dilindeki maharetin belindeki kılıçla yarıştığı yetkin ve yetişkin arif Selim Han!

Allah’ın dünyayı ayaklarını altına serdiği kadar dünyalıklardan uzak kalmayı başarmış zahid kemter kul Selimi!

Sahip olduğu kişisel ve devletsel tüm varlık ve gücünü kuru saltanat davasına değil Allah’ın rızasına ram eden mü’min ve salih kul!

Yaşadığı devrin dini ve dünyevi sıfatlarının en büyüklerini şahsında toplayan Halifeyi Ruyi Zemin ve Padişahi Ali Osman iken Hadimul Harameyn olan mütevazi Kaan!

Nasılların ve niçinlerin çok ilerisinde bir dava ve cihad adamı! Yavuz Sultan Selim Han...

Tacını ve tahtını terketmeden masalsı bir dervişlik timsali! Dünyanın hazinelerini getirdiği payitahtına alkışlardan korunmak için gece karanlığında gizlice girecek kadar hem de.

Zamanında attığı adımları ve katettiği mesafeleri ile devirlere işaret ve ilham olan bir devlet adamlığının yanısıra siyaset ve askeri dehası ile 8 yıl gibi kısa bir süre kaldığı hükümdarlık makamından tüm dünyayı emrine boyun eğdiren Sultan’ın özellikle idaresi altına aldığı bölgeye bugün bakıldığında yaptıklarının anlamak için çok fazla bilgi ve yeteneğe bile ihtiyaç yoktur.

Sultan Selim’in 1517’de idaresine aldığı Filistin topraklarının kontrolden çıkacağı 1917 yılına kadar 400 yıllık bir selamet ülkesi olarak kaldığını bilmek o kadar çok şey anlatır ki...
Sultan Selim’in yaptıklarının değerini anlamak için gerçekten çok uzun zamanlar geçmesi gerekmiyorsa da geçen her asır 8 yılının herbirinin bir asra müsavi olduğunu bir kez daha tasdik etmektedir.

Sultan’ın İran/Safevi devletine boyun eğdirdiği seferi öncesi ve sonrası ile hem o devirde hem de halen tartışılmaktadır. Oysa Sultan’ın büyük ideal için hem de o sefer sırasında çocukluk arkadaşı Hemdem Paşa’nın kellesini Şah İsmail’in peşinden gitmekten bıkan, yorulan ve geri dönmek isteyenlerin önüne attığını düşünürsek kararlılığını anlayabiliriz.

Evet, Sultan Selim, Safevileri bir daha kalkamayacak şekilde diz çöktürmek için önüne çıkan herkesi ezip geçmiştir. Tarih anlatanların durduğu yere göre anlamlandırıldığından herkesin üzerinde ittifak etmesi beklenecek bir objektif gerçekliği olmayan bir bilgidir.

Tarihin sonuçları objektifliğinden daha kolay görülecektir. Osmanlı-Safevi sınırının en az savaş yaşanan bölge olması da Sultan Selim Han’ın ayak izlerinin derinliğindendir.

Bugünlerde İran’ın emperyal hayallerle bölgeye ateş döktüğü ve aslında Safevi faşist temellere dayalı mezhep politikaları bugün Yavuz’un izlerinin silinmesinin doğal sonucudur. Şahitlik ettiğimiz tarih aslında bir ‘Sultan Selimlik’ daha aramaktadır. Bu kısmını siyaset analizcilerine bırakıp Sultan’ın Ehli İslam için, Ehli Sünnet için açtığı selamet ve esenlik yolunu derin bir hasretle seyredelim.

Bugün yaşadığımız toprakların ve çevresinin yüzyıllar süren ve hatta Osmanlı’nın en zayıf dönemlerinde bile bir daha geçmiş fitnelerin, fesatların ve saldırganlıkların yaşanmamasını temin eden şey Sultan Selim’in büyük zaferlerle diktiği selamet ağacının gölgesiydi. Osmanlı çınarı yıkılıp gölgesi bu bölgeden uzaklaştığından bu yana yaşananlar kaybettiğimiz güzelliğin şahididir.

İslam’ın en mühim siyasi otoritesi hiç şüphesiz hilafettir. Sultan Selim eliyle Dersaadet’e taşınan hilafet bir şekilde ortadan kaldırılacağı 20. yüzyıla kadar mukaddesatımız için hizmetkar bir anlayışla temsil edildi. Son halife Abdulmecid Efendi’nin sürgünde Avusturya’da ikamet etmek zorunda kaldığı otelin masraflarının Hindistan müslümanlarının tayin ettiği parayla ödendiği bilgisi bile Osmanlı halifelerinin ümmet nezdindeki itibarına örnek olarak yeterlidir. Hilafetin ümmet için değerini anlamamız için birilerinin onu sahneden silmesi gerekmişti de o gün bugündür bu hasretle yaşıyoruz. Sultan Selim’in pek çok emaneti gibi onu da heba ettik heveslerimize...

Bu cümlelerdeki ‘biz’ elbette ne sadece bir ırk ne de sadece bir bölge halkıdır. Bu biz, devasa coğrafyalarımızın mahzun ve mahrum halklarının tamamıdır. Hatta sadece müslüman olanlar değil diğer inançların mensupları da hilafetin gölgesinden mahrumiyetin ateşlerinde yanmaktadır.

Selim Han’ın görüntüsü hakkında bile doğru bir kanaat oluşturamamış olmamız ise ayrı bir tuhaflıktır. Hayatı boyunca Ehli Sünnet üzere bir akide ve amelde bulunma hususunda çok hassas olan Sultan’ın sakalsız, bıyıklı, küpeli hatta Kızılbaşlara has kızıl sarık üstüne taçlı resimlerle temsil edilmesi belki de hatırasının anlaşılmayışının en net alametidir. Öyle ya hükümdarlığı boyunca belindeki saltanat alameti tokadan başka takı, parmağındaki mühürden başka yüzük ve başındaki sarıktan başka başlık yahut taç takmamış Hadimul Harameyn Selim Han ile resmedilen ve aslında her yönüyle onun perişan ettiği Şah İsmail’e benzeyen şahsın o imiş gibi yayılması belki de ona yapamadıklarını hatıralarına yaparak tatmin olan düşmanlarının eseridir.

Selim Han, herşeyden önce mert bir yiğitti! Sünnete ittiba ve Ehli Sünnet’in istikbal ve selametinden başka bir hayat gayesi olmayan bu güzel adamın hatırlarımızda siretine yakışır bir surette kalmış olması gerekirdi...

İslam coğrafyasında ‘vahdet’ pazarlamalarının çokça sattığı günleri yaşarken Sultan Selim Han, vahdetin nasılını tarihe nakşedip gitti. İslam’ın ilk örnek nesli sahabenin en kıymetlilerine küfretmeyi inançlarına temel alan Kızılbaş taifesine ve hatta onlara destek verenlere ‘kardeşlik’ atfederek kurulması muhtemel olanın bir vahdet değil ancak zahmet olacağını akıl sahipleri idrak edecektir. İşte Sultan Selim Han itikadı küfretmek ve hakaret üzere kurulu bu taifeye paye vermek yerine hak ettikleri gibi muamele etmiştir. Onlardan güzellikle ülkesinin halkı olarak kalanlar adalet ve refah ile yaşamış, fitne ve isyan ile meşgul olanlar ise kalkıştıkları işin sonucuna uğramışlardır. Esasen hem isyan edip hem de öldürüldüğü için ağlamak namertliğin bir başka türüdür. Başını bir davaya doyan, o başın o dava yolunda gitmesinden dolayı neden ağlasın?

Şüphesiz dünya Selim Han’ı keskin kılıçlı bir yiğit olduğu kadar mütevaziliği ve sadeliği ile de hep yadedecek. Ve şairler onun yazdığı şiirlere özenecek!
‘Tarih tekerrür eder’ tespitini pek çok şeyin yanında bir daha bir Selim Han tarih sahnesine çıkar umuduyla doğru kabul ediyorum.

Belki bizim zihinlerimizde Yavuz’un silueti yok ya da yanlış ama düşmanlarının kinlerinin tazeliğini görmemek mümkün değil. Onların gözünde Sultan her gün bir İran seferine daha çıkıyor ya da Mercidabık’ta yeni zaferler kazanıyor. Bazıları ise onu hala Sina Çölü’nden ordusuyla geçen büyük serdar olarak görüyorlar.

Öyle izler bırakmıştı Sultan geçtiği yerlerde, öyle derin hatıralar bırakmış ki ne dostları ne düşmanları onu asla unutmadılar, unutmayacaklar. Kafkasya’dan Yemen’e, Irak’a, Suriye’ye ve Filistin’e akan kanları görenler ve bunu dert edinenler Yavuz’u hasretle selamlıyorlar.

Allah, Sultan Selim Han’a rahmet eylesin. Biz ona rahmet okuyalım, umalım ki Allah, bir Yavuz ile daha ehli İslam’a rahmet eyler.

24 Aralık 2014

Osmanlıca ya da Lisan-ı Osmani

Kanun-ı Esasi'de geçtiği üzre...

Osmanlıca ile ilk tanışmamız, 6 yaşlarında yaz Kur'an kursu eğitmenimiz Ezher mezunu Ebuzer hocanın okumayı geliştiren bir kaç öğrencisine tecvidi Karabaş Tecvidi'nin Osmanlıca'sından okutmaya başlamasıyla oldu. Yani latin harfleriyle okuma-yazmayı ilkokul öncesi evde sökmemiş olsaydım ilk alfabem Osmanlıca alfabesi olabilirdi.

Mezar taşları ve kitabelerin dışında günlük hayatta pek yazı dili olarak karşımıza çıkmayan bu dil; bildiğimiz, konuştuğumuz hatta herkes anlamasın diye oraya buraya bazan şiir bazan not diye yazdığımız satırlardan ibaret kaldı. Arapça ve İngilizce kitaplarımız oldu ama Osmanlıca pek nadirdi, ancak tecvid yahut Mızraklı İlmihal seviyesinde kaldık.

İmam-Hatip'teki edebiyat derslerinde bol bol Osmanlıca şiirler işledik, Divan Şiiri hemen herkesin malumudur. Ancak yazım latinceyle olduğundan o metin ya da şiirlerde de Osmanlıca'mızı ancak kelime dağarcığı açısından gelişmiş oldu.

Sonra uzun yıllar sadece kitabe ve mezar taşı okumalarından başka işimize yaramayan Osmanlıca'nın tam da bu gibi gerekçelerle yeniden okullarda öğretilmesi gündeme geldi. Bu gerekçeler pratik karşılığı ve bizim gibi fiili şahitleri bulunduğundan insanların zihinlerine uygulamanın olumlanması mesajını ulaştırdı. Ki zaten büyük bir çoğunluğu yapılan her işe "doğrudur, yoksa yapmazlardı" şeklinde yaklaşan toplumumuz için çok fazla argümana da gerek yoktu.

Aslında yaşanan ise son yüzyılın bu topraklarda oluşturduğu yıkım ve felaketlerinden sıyrılma arzusunun bir yerlerden adım adım ortaya çıkması gibi geliyor bana. Osmanlıca ve hatta Kur'an öğrenmenin yasaklanmasının "devrim" olduğu bir ülkede bir tür karşı hamle belki.

Bu küçük adımlar bazılarımıza bir teselli bazılarımıza ise bir tür karşı devrim gibi gelse de aslında sadece bütün bir toplum olarak iliklerimize kadar hissetttiğimiz eziklik ve yenilmişlik duygusunun dışa vurulmasından ibaret.

Herşeye rağmen İngilizce'nin mecburi ders olduğu okullarda Osmanlıca'nın da mecburi ders olmasından rahatsız olacakların zihin kodlamalarının batı temelli olduğunu düşünüyorum.

Osmanlıca'nın kullanılmasına gelince, zaten fiilin konuşulan bir dilin sadece yazımından bahsettiğimizi unutuyoruz. İstanbul Türkçesi belki biraz istisna edilip Anadolu halkının kullandığı kelimelere dikkat kesildiğimizde karşımıza yüzyıllık bir mücadeleye rağmen halen gayet rahat bir şekilde konuşulduğunu ama yazılamadığını görebiliriz.

Kamalist devrimlerin yılmaz savunucularının Osmanlıca karşıtlığı bildiğimiz sıradan yobaz/bağnaz bir yaklaşımdır. Güya entel bazılarının Osmanlıca derslerini Osmanlıca'ya hakaret görmeleri vs. mügalataları ise ya maksat muhalefet olsun için ya da Kamalist/Ateist İslam'ı çağrıştıran herşeyden nefret eden zümreye yağ çekme amaçlıdır.

Diller kullanıldıkları ülkelerin okullarında öğretilirler. Halkın kullandığı dilin yazımını şu veya bu alfabeyle olmasına devletler kanunlarla karar verseler de insanların gönülleri ve dilleri kanun dinlemez.

Bu topraklarda kullanılan tüm dillerin -Kürtçe de dahil- en doğru ve güzel yazımı Osmanlıca ile mümkündür. Osmanlıca'nın yazım dili olarak bilinmesi ve kullanılması, esasen çok dilli bir ülkenin ortak yazım dilini kaybetmesi ve hatta bazı dillerin tamamen yasaklanması gibi akla ve dine muhalif uygulamaların sonucunda son yüzyılımızda kaybettiğimiz değerlerimizi yeniden yakalamamıza yol açabilir.

Dünya müstekbirlerinin herşeyiyle tarihe gömdüklerini düşündükleri Osmanlı'dan geriye mezar taşları ve kitabelerden başka birşey kalmadığı zannı ise yüzyıllık yenilmişliğin tezahürüdür.

Osmanlı bu ropraklarda İslam'ın hakimiyet ve varlığının son temsilcisiydi. Onu düşmanları kadar sevenleri de böyle hatırlarsa anlamak ve anlaşmak daha da kolaylaşacaktır.

02 Haziran 2014

Mirasyedi Alimler!

Pek çoğumuzun işittiği meşhur bir hadistir; 'alimler nebilerin varisleridir'. Bu hadisin ravileri konusunda hadis alimlerince yapılan eleştirileri bir yana bırakarak hadisin tam metinini okuyalım:

Kim ilim talep etme isteğiyle bir yol tutarsa, Allah onun yolunu cennete ulaştırır. Melekler ilim talebesine, kanatlarını sererler. Muhakkak ki alim için göklerde ve yerde bulunanlar istiğfar ederler. Hatta denizdeki balıklar bile. Alimin abide üstünlüğü, ayın diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir. Şüphesiz ki alimler nebilerin varisleridir. Nebiler dinar veya dirhem miras bırakmazlar. Onlar sadece ilmi miras bırakırlar. Kim bu mirası alırsa çokça nasip almış demektir.’ (Tirmizi, Ebu Davud)

Hadisin metninden açıkça anlaşılan ve alimlerimizin çoğunluğunun da anladığı üzere bu miras ilimdir ve alimlerin nebilere varis olmaları bu ilme sahip olmalarına işaret eder. Bir kişiye bir diğerinden miras olarak kalan şey, onda ilk sahibinin meziyet ve üstünlüklerini ortaya çıkarmaz ve hatta bununla hiç bir ilgisi de olmaz.

Şöyle ki; bir evlada babasından kalan miras ne olursa olsun ve ne kadar çok olursa olsun onun takva ve faziletini artırmaz ancak o mirası hayırla kullanır ve harcarsa bundan kendine fayda temin etmiş olur.

Alimlerin nebilerden miras kalan ilme sahip olmaları onların herhangi bir üstünlük sahibi olmaları anlamına gelmez ancak o ilimle amel eder ve bunda da ihlas sahibi olursa -ki bunu da ancak Allah bilir- fazileti elde etmiş olur. Sırlarına hükmeden Allah(cc)'ın hükmünü bilenimiz olmayacağından biz onların ilimleri ile zahiren nasıl amel ettiklerine bakar ve onların hakikaten bir Nebi(sas) varisi mi yoksa bir mirasyedi mi olduklarına karar verebiliriz.

İlim tahsil etmek akli melekeleri yerinde olan ve buna kendini vakfeden her insanın yapabileceği bir iştir. Bunun için ihlas hatta iman bile gerekmez. Müsteşrikler bunun en büyük örneğidirler. Bunlar İslami ilimleri çok iyi bilirler ancak iman etmedikleri bu ilimle amel etmek bir yana müslümanlarla mücadelede kullanırlar.

Bu durumda ilim sahibi olmanın fazilet ve takva bakımından ve hele insanlara önderlik etme yönüyle hiçbir alakası yoktur. Kendisine tabi olunması ve sözlerinin değer kazanması için elbette en önemli alamet ilmi ile amel etmesidir.

Bir alimin amellerini yahut halini ölçmenin en kolay ve sağlam yolu sünnettir. Sünnet-i Nebi'ye tabi olmakta ne kadar hassas ise o Nebi'nin mirasına da o derece sahip ve sadıktır. Zira Kur'an ilim, sünnet ise amel ve takvadır.

İlmiyle insanları hayretler içinde bırakan, Nebi(sas)'e olan sevgisi sebebiyle ondan bahsederken gözyaşlarına boğulan ancak sünnete ittiba hususunda açık kusurları olan birinin salih bir Nebi(sas) varisi olamayacağı açıktır. Zira ilim ve muhabbet sahibi bir kişinin Nebi(sas)'in sünnetlerinden herhangi birini bırakınız terketmesi, hafife alması bile beklenmez. Kişi ne kadar sünnete tabi ise o kadar takva sahibidir ve bir o kadar da Nebi(sas)'nin mirasının bekçisidir. Değilse o mirası sadece bilgi olarak sahip olması onu sadece mirasyedi yapar.

Mirasyedi bir alim, hem devraldığı miras olan İslam'ı, hem kendini hem de çevresindekileri ifsad eder. Sünnete aykırı halleri sembolleştiren ve hatta bunu emreden bir alimin Nebi(sas)'e varis olabileceğini düşünmek risaleti de ilmi de mirası da anlamamaktan başka bir şey değildir.

De ki: 'Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.' - Ali İmran 31

İslami cemaatlerin kendi lider ve hocalarını kutsadıkları günümüzde hemen her topluluk kendi liderini 'Nebi(sas) varisi alim' ilan etmekten çekinmemektedir. Hatta en bariz sünnete aykırı itikat ve amelleri işleyen adamları bile varis ilan eden bu zihniyetten çok çekeceğimiz aşikar.

Kendi grubuna karşı yapılan her hamleyi Nebi(sas)'in hayatından bir hadise ile mukayese edebilecek derecede dengesini yitiren bu bakış açısı, farkında olarak ya da olmayarak kendilerine tabi olmayan diğer müslümanları kolaylıkla tekfir edebilmektedirler.

Nebi(sas)'e varis olmayı onun hayatındaki olaylara benzer şeyler yaşamak gibi bir tuhaflıkla yorumlamaya çalışan bu hastalıklı kafalar hoca ve liderlerini bir tür 'klon nebi' zannediyorlar.

Ne sahabenin Nebi(sas)'e ne de onlardan sonra gelen selef-i salihinin ulema ve umeraya göstermediği iltifat ve yüceltmelerle şeyhlerini 'ete-kemiğe bürünüp görünen' ilahi bir varlık olarak lanse edenlerin sünnet ehli olma ihtimali olabilir mi?

Sakal traşı olmayı şiar edinmiş hatta bunu cemaatine sembol yapan ve maalesef daha da ileri giderek traş olmayı temizlik, sünnete uyarak sakal bırakmayı pislik olarak öğreten bir hocanın nasıl ve hangi utanmazlıkla Nebi(sas)'e varis olabileceğini düşünebilir bir müslüman?

Örneklerini çoğaltabileceğimiz bu gerek itikadi ve gerekse ameli sapmalar bizim için mihenktir. Kalbini açıp bakma imkanımız olmayan kişilerin bu halleri ortadayken onlardan sünnet ehli hatta Nebi(sas) varisi üretmeye çalışmak, kayaya tohum ekip ürün beklemek gibidir.

Nebi(sas) sahih bir tevhid akidesi ve kamil bir sünnet ile temsil edilen bir miras bırakmıştır. Bu miras ilimdir ve ona ancak ihlas ile amel eden alimler varis olacaklardır. Bunlar her devirde varoldular ve halen de varlar. Onların yalnızca sözleri değil amelleri de bu itikat ve sünnete uygundur.

27 Mayıs 2014

Korku İmparatorluğu

27 mayıs darbesinin ve devrin başbakanı Menderes'in idamının hala büyük bir tazelikle hatırlanması darbeyi yaptıran ve yapanların varlıklarını sağlayan kinin, darbeye muhatap olan idareci ve halkın bilinç altına kadar işleyen korkunun bir tür yansıması gibi..

Onların kinini bilip ifade ederken aslında bizdeki eziklik ve korkuyu da itiraf edebilsek yani yüzleşsek belki farklı bakabiliriz bugüne ve daha salim bir kafayla düşünebilir ve hareket edebiliriz.

Ama ne var ki, sağ iktidarların 60'tan bu yana değişmeyen kabusudur darbe ve idam, halen mevcut iktidarda da var bu korku ve korku hata yaptırır. Sağ iktidarların önemli temsilcilerinin bir noktada kendilerini kaybetmelerine sebep olan bu korkudur. Daha sonraki dönemlerde yaşanan şaibeli ölümler ve faili meçhuller ile de bu korkular sürekli beslenmiş ve rejim bir 'Korku İmparatorluğu'na dönüşmüştür.

Bunun en büyük delili ise sürekli 'bir daha asla' sloganıdır. Sloganlar korkuların özetidir bir bakıma. Halen mevcut iktidarın destekçilerinin bile sürekli tekrarladığı bu slogan o korkunun en net ifadesidir. Marifet odur ki bu korku güce ve direnişe dönüşsün yoksa korku eritir, tüketir.

Sadece ezanı orjinaline dönüştürmenin idam sonucuna götürdüğü tezi ilmek ilmek işlenmiştir zihinlere yıllarca.
Ki insanlar İslam'dan başka birşey istemeye cesaret edemesinler ve hep korksunlar. Korku boyun eğdirir zira.

Ve öyle de olmuş ki yıllar ve yıllar sonra bir başka sağ iktidar binbir korku ile ve ufak denemelerle, zemin yoklayarak, adeta mayınlı arazide yürür gibi bir hassasiyetle, nihayetinde başörtüsüne büyük oranda bir özgürlük getirdiğinde bunu olağanüstü bir zafer olarak lanse etmiş ve halkta bunu bir tür karşı devrim gibi algılayarak hem çok sevinmiş hem de bunu yapanların yılmaz savunucuları ve destekçileri olmuşlardır. Bu ve benzeri adımlar yüzündendir her türlü saldırıya rağmen mevcut iktidarın bunca yıldır büyük bir destekle ayakta kalması.

Bunun da sebebi yine korkudur ve korkunun üreticileridir aslında. Kendi düşmanlarını kendileri destekliyorlar hem de saldırarak. Aynı şekilde rejimle bilek güreşi yapan iktidar mensupları da varlıklarının bu ejderha ile kavganın devamında olduğunun bir bakıma farkındalar ve ona göre kontrollü bir taktikle savaşmaya devam ediyorlar. Kimse kavganın bitme ihtimalini düşünmüyor ve beklemiyor, o kadar yerleşmiş ki rejim gönüllere söküp atılabilme ihtimali değil kontrol edilme imkanı peşinde koşuluyor.

Kemalist rejimin ana metodu bu; katlederek bitiremeyeceklerini korkutarak bitirmeyi denemişler ve büyük oranda da başarmışlar. Başkaldıranların başı ezilmekle kalınmamış nesilleri sürgün ve ölümlerle bir tür soykırıma tabi tutulmuşlar. Korku İmparatorluğu hep kan ve ölümle beslenmiş olarak hala hayatiyetini devam ettiriyor. Dizginleri elinde tutan binicileri her an bu vahşi atın sırtından ayaklarının altına yuvarlanma ve ezilme korkusuyla doludizgin gidiyorlar.

Bize gelince 'teselliden nasibimiz yok, hazan ağlar baharımızda' zira İslam'ın bu topraklardaki hükmü ortadan kaldırıldı ve izleri taşlardan bile kazınarak silinmeye çalışıldı. Geri alınması gereken bir kaç özgürlük değil devasa bir medeniyet! Bunlarla avunmak sadece kendimizi aldatmak olur. Bunlara sevinmemek mümkün değilken yeterli görmek zaten felakettir.


20 Mayıs 2014

Belalar ve Taassub Felaketi

Çok ağır belalar ve imtihanlar yaşıyoruz; gün geçmesinki Suriye'den katliam haberleri gelmesin, Filistin'den ölümler ve esaretler duyulmasın. Afrika'nın ortasından Arakan'a, Kırım'dan Yemen'e her gün yeni zulümler ve yeni ölümler sayılıyor.

Şüphesiz bunların tamamı bir hikmetin sonucudur; biz bunu böyle bilir, böyle inanırız.

'Biz sizi biraz korku, biraz açlık ve biraz mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmeyle imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele!' Bakara 155

Bu gibi durumlarda nasıl tepki vereceğimiz de aslında bellidir:

'Onlar başlarına bir musibet geldiğinde: 'Şüphesiz biz Allah'a aidiz ve O'na döneceğiz' derler.' Bakara 156

Neticeden de eminiz:

'İşte böylelerine Rablerinden bağışlanma ve rahmet vardır. Doğru yol üzere olanlar da bunlardır.' Bakara 157

Bu belalarla insanların yaptıklarının ilgisi olabilir mi sorusunun cevabını ise yine Kur'an-dan alıyoruz:

'İnsanların ellerinin kazandıklarından dolayı karada ve denizde fesat çıktı. Umulur ki dönerler diye, yaptıklarının bazılarını böylece onlara tattırmaktadır.' Rum 41

Özellikle idarecilerin mes'uliyetlerinin çok daha büyük olduğu ve onların yaşanacak her olayı üzerlerine almaları kendilerini sorumlu bilmeleri gerektiğini ise gerek sahabeden ve gerekse onlardan sonra gelen salih ve adil idarecilerden örneklerle görüyoruz. Ki hepimizin adaletine şahitlik ettiği Ömer(ra)'ın yaşanan kuraklık ve kıtlık zamanlarında kendini sorumlu bilerek, onun günahları sebebiyle halkın helak edilmemesi ile ilgili ettiği duası meşhurdur.

Günümüze gelince, müslümanların başlarına idareci olanların hemen hepsi dinen adalet sıfatına muhatab olma ihtimali neredeyse hiç bulunmayan insanlardan ve kurumlardan oluşmaktadır. Aynı şekilde insanlar için asıl fitne olarak; hakka davet, iyiliği emir ve kötülükleri yasaklamaları beklenen alimlerin kendi şahsi kanaatlerini bayraklaştırmaları ve cemaatlerinin menfaatlerini savunmak hususunda pek bir mahir olmaları hayretamiz bir hadise olmaktan çıkmış olarak cereyan etmektedir.

Hakkın değil liderlerinin savunucuları ile hakkın değil cemaatlerinin mensupları olanların kavgalarından ortaya asla ve kat'a hak ve adalet çıkmayacaktır. Aksine fitne ve fesad kaçınılmaz son görünmektedir.

Son olaylarda bir şekilde yaşanan 'sünnetullah'tan olan felaket ve belaları kendilerine yapılan ve zulüm olarak isimlendirdikleri hadiselere bağlayarak adeta kendilerini kainatın merkezi zanneden hocalar eliyle taassub artık dünya sınırlarını ve dini ıstılahı da aşarak -haşa- Allah(cc)'in kudret ve azametini kendilerine munhasır kılacak kadar sapkınlığa ulaşmıştır.

Bunların zulüm diye ortalığı inlettikleri şeyler, dershanelerinin ve/veya okullarının kapatılması, bazı emniyet ve yargı mensubu arkadaşlarının tayin veya sürgün edilmelerinden ve onlara yapılan bazı hakaretamiz ibarelerden oluşmaktadır. İslam coğrafyasında yaşananlarla mukayese edildiğinde bu yaşananları zulüm, bunları yapanları ise Hud 113. ayette bahsedilen ve desteklenmeleri durumunda ateşin dokunacağı zalimler olarak anlamanın ne kadar zor olduğu ortadadır. Eğer bunlar o zalimlerse biz Kur'an-da örneğin Esad ve Sisi'yi nerede bulacağız? Ve oralarda yaşananlara rağmen bu idarecilerin evlerine düşmeyen ateşin Soma'ya düştüğünü ima eden ilim sahibi yazarın dünyaya hangi pencereden baktığını nasıl izah edeceğiz?

Elbette insanlara kendi yaşadıkları başkalarından ağır gelir ancak bunun da hiç değilse azıcık vicdan ölçüsü olmak zorunda değil midir?

Özetle Soma'dan tüm idareciler ve siyasiler kesinlikle sorumludurlar ama bu felaketi kendi cemaatine bağlamak dehşet verici bir taassuptur. Bu sorumluluk felaketlerin hikmetleri bakımından dini, alınmayan tedbir ve istismarlar bakımından ise dünyevi olarak ortadadır.

Dini kendi cemaatinden ibaret zanneden kafa yapısı, ayetleri ve hadisleri de cemaatine uygun yorumlamakta bir sorun görmediği gibi bunun doğru bir şey olduğunu da zannediyor. Cemaat liderini peygamber diyemediği için ondan çok daha üstün sıfatlarla yücelterek masum ilan eden ve bir tür uluhiyet makamına yerleştiren itikadı bu dinin neresinden ve nasıl ürettiklerini cidden merak ediyorum.

Hocalarının bedduası tutmadı diye yaşadıkları ezikliği son facia ile atmak ve mensuplarını bu acıyı istismar ederek kendilerine bağlamak için gayret sarfedenler karşısında taassubun bile izah edemediği bir itikadi sapmanın olduğunu görmemek mümkün değil.

Anlaşılan daha büyük afet ve belalar yaşansa idi bu insanlar hocalarının bedduaları tuttu diye sevinecek kadar düşmüşler. Biz bunları muhabbet fedaisi sanıyorduk oysa muhannet fedaisi çıktılar maalesef...

Bütün bunlara rağmen biliyorum ki, ne rezil başbakan müşaviri istifa edecek ne de işçilerden sorumlu çalışma bakanı ve tabii ki cemaat yazarlarının utanıp istifa etmesini de beklemiyorum.

Bunca rezilliği görmeyi hak edecek ne veballer aldık acaba diye düşünmekten kendimi alamıyorum.

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...