28 Ekim 2016

Kalem ve Kılıç



Savaşlar dünya kurulalı beri, Adem(as)’in evlatlarının sorunlarını çözmek ya da menfaatlerini temin etmek için kullanageldikleri en sert metod olarak hayatımızda hep var oldu. Kıyamete kadar da devam edecek; yeryüzünde fitne ve zulüm kalmayıncaya, adalet ve merhamet esaslı bir nizam kuruluncaya kadar...

Tabi mustesna zamanlar da gördü bu dünya; kuzunun kurtların saldırısından emin olarak dolaştığı, çöllerde yalnız seyahat eden kadınlara kimselerin musallat olmadığı dönemler oldu. Dünyanın bir başka ucundaki bir zulmü bir mektupla durdurabilen adaetin hamisi hükümdarlar geldi ve geçti. Sonra zulüm sardı her bir yanı ve insanlık kendi aklıyla ve planlarıyla yeryüzünde hakça bir düzen kurmayı hiç başaramadı.

Müslümanlarca toprakları fethedilen ve krallıkları yıkılan ülkelerde ne maddi ne de manevi katliamlar yaşanmadı ve yaşanamaz da! Ancak gayri müslimler bizim topraklarımıza girdiklerinde bizim dava ve ideallerimizin hayatlarımızla ikame edildiğini zannederek soykırımlar uyguladılar. Vahşetin boyutları yer yer tarihin yad etmekten utanacağı ağır katliamlarla büyüdü. Her gelen zalim bir öncekini aratacak işler yapmaya devam etti.

Biz can vermekle de toprak kaybetmekle de tükenmeyecek bir nizamın temsilcileri ise zamanın ve mekanın her yerinde, yağmurdan sonra yeşeren taze ve umutlu ve güçlü başaklar gibi yeniden ve yeniden ama hep yeniden yeşermeye devam ettik.

Kaybedilen canlar yerine Allah yeni nesiller verdi ve biz hiç bitmedik! Allah biliyor ve haber veriyor ki, bitmeyeceğiz de!

Bu noktada en can alıcı ve ölmüş canlarımızın bile canını yakıcı olan bir husus ise gelecek yeni nesillerin eskilerin itikat ve amel kodlarını kaybetmeleri ihtimalidir. İnanç ve hareketlerinde temel davaya uygunluk hususiyetini kaybeden bir toplumun artık İslam’ın temsilinden mahrum kalacağı ve herhangi bir halk olarak tarihten ve gönüllerden silineceği kaçınılmaz bir gerçekliktir.

En son bundan 100 yıl kadar önce bahsettiğimize benzer büyük katliamlara muhatap olmuştuk. Savaşlar ve işgallerle kaybettiğimiz sadece can ve toprak değildi. Aynı zamanda bir medeniyet ve devasa bir kültür varlığını da tarümar ettiler. Daha önce Endülüs’te yaşadığımızın bir benzerini bu defa Anadolu’da yaşadık. Kayıtlara alınmış, yazılı metinlerin yanında, yürüyen kitaplarımız alimlerimiz de yok edildiler.

Düşmanlarımız bir şeyi çok iyi biliyorlardı:

Onlarla bizim aramızdaki fark; ilim ile cehalet ve bunun neticesinde ortaya çıkan adalet ve zulüm gibi karıştırılamayacak kadar net idi. İlmi yani vahyin ve tebliğcileri rasullerin yolunu kaybettiğimizde bizimle onlar arasında fark kalmayacak ve artık direniş göstermeden onlara teslim olacaktık. Oldukta!..

Cahiliyeye teslimiyet onlara benzemekten ibarettir;  yoksa alnımıza silah dayanarak zorla hürriyetten mahrum bırakılmak teslimiyet değil belki esaret olur ve birgün mutlaka o zincirler kırılır, oysa onlara benzer ve bundan da memnun bir hayat sürmeye başlarsak artık sonu gelmez bir teslimiyet  ve zillet boyunduruğu omuzlarımıza asılıkalır.

İşte bu yüzden bu acı tecrübelerle yoğrulan bilincimizin benzer durumlarda ortaya koyması gereken hayati bir refleks var, bu da ilim ve direnişin kolkola yürüme zorunluluğu...

Hele günümüz dünyasında vahiy temelli ilimlerden mahrum yetişecek nesillerin yok olma tehlikesi bombaların oluşturduğu vahim sonuçlardan çok daha büyüktür. Zira bombalar bir şekilde durdurulabilir ve onlar sadece düştükleri yeri yakarlar, oysa imanı tahrip edilmiş bir nesil, cahil bırakılmış bir toplum geri dönüşü olmayacak bir yokluğa ve yok edilişe mahkum olur.

Alimlerimizin eksikliği ve acziyeti ile nesillerimizin cehalet ve ezikliği en büyük derdimizdir.

Dünyaya nizam verecek ve hakça bir düzen kuracak olan yegane inanç ve fikir sisteminin sahipleri bunu kalemin yazdıkları ve kılıcın düzelttikleri olmaksızın yapamazlar. Fikir ve buna dayalı hayat nizamı bakımından her türlü ideoloji ve yapıya mutlak üstün gelecek olan İslam, kendi evlatlarının cehaleti ve acziyeti sebebiyle ancak mahkum duruma düşer ve tarih boyunca da hep böyle olmuştur.

Kalemi kırılanla kılıcı kırılanın akıbeti aynıdır!

Kılıçsız kalem acziyeti, kalemsiz kılıç zulmü getirir.

19 Ekim 2016

Musul Usulü

Tarihin tekerrür ettiği iddiası belki de insanların kendi gafletlerini, unutkanlıklarını dahası hatalarını mazur gösterebilmek için ortaya koydukları bir sözden ibarettir. Tekrar eden tarihi süreçlerin benzer dinamiklerin planlı ya da plansız yanyana gelmeleriyle oluşması bize bu konuda yol gösterebilir. Ve tabii ki dünyalık sebeplerin aynı şartlarda meydana gelmesi durumunda sonuçlarının değişmediği de sünnetullah olarak karşımıza çıkar.

Yaklaşık 100 yıl önce, büyük bir yenilgi ve dağılma yaşamış İslam coğrafyası bugün yine yarınların ne getireceğini pek kestiremediğimiz bir zaman diliminden geçiyor. Halihazırdaki enkazın henüz toplanmamış olması yani Osmanlı’dan sonra ne sağlam bir siyasi ne de güçlü bir toplumsal yapı ortaya koyamadığımız bir vakıa! Halen 100 yıllık yaraların kangren olmuş çürüklerinin acılarını çekiyor ve düşürüldüğümüz istila ve esaret sarmalından çıkma hususunda ciddi bir diriliş gösteremiyoruz.

Yakın coğrafyalarımızda yaşanan savaşların bizi etkilememesi ihtimal harici olduğundan en az zararla nasıl çıkarız hesabı da yapılamayacak bir sorumluluk olarak imparatorluk bakiyesi topraklarımız yine ucundan kıyısından çekiştirenlerle ve tabii ki dara düştüğünde baba evine dönen evlatlar misali mültecilerle yani belki de geri dönmemek üzere gelen misafirlerle muhatap oluyor. Bu son 2 yüzyılın değişmeyen manzarası;  Balkanlar’dan, Kafkaslar’dan, Kırım’dan, Yemen’den ve hatta Afrika’dan akın akın bu topraklara göçler yaşanmış.

Şimdi de bölgemizde emperyalist zalimlerin planlarını gerçekleştirmek arzusu ile kaynattıkları fitne kazanları başımıza dökülüyor. Dün Halep bugün Humus yarın kimbilir hangi şehrimiz yakılıp yıkılıyor!

İki yılı aşkın bir zaman önce Işid 700 kişilik bir konvoyla Musul’u ele geçirdiğinde tüm dünya şaşırıp kalmıştı. Bugünlerde Türkiye’ye meydan okuyup tehditler savuran Irak’ın ordusu o zamanlarda silahları ve araçları bir yana kıyafetlerini bile bırakarak şehirden kaçmak zorunda kalmışlardı. Bölgeyi iyi tanıyan uzmanlar o sırada yaşananların bir Işid işgali değil merkezi şii hükümetinin sünnilere Bağdat başta olmak üzere Irak’ın sünni  nüfus çoğunluğunun yaşadığı şehirlerinde uyguladığı tehcir ve asimilasyon politikalarından korunmak isteyen ve sıranın kendilerine geldiğinin farkında olan yerel aşiretlerin bir bakıma koruma gücü olarak davet etmeleri sonucu şehrin Işid idaresine geçtiğini söylediler. Yine Işid içinde yüksek mevkilerde yer alan Saddam’ın eski generallerinin de Irak’ta nüfuzlarının hala var olduğu ve bu gibi alanlarda kullanıldığı da ayrı bir gerçeklik olarak karşımızda duruyor.

Musul’daki Işid varlığı hakkında söylenecekler bu noktada sadece tahminden ibaret olsa da konu ile ilgili en fazla bilgi sahibi olduğu düşünülecek isimlerden biri olan Irak Sünni Aşiretler Konseyi lideri Duleymi, Musul dahil tüm Irak’ta şii vahşetine karşı savaşan sünni güçler arasında Işid’in sayısal olarak yüzden on civarında olduğunu açıkladı.

Musul gibi 2 milyon nüfuslu bir şehrin Işid bahane edilerek bombalarla yıkılması kadar korkunç ikinci bir vahim durum daha var; tüm dünyanın gözleri önünde akla hayale gelmeyecek işkence ve vahşetlere imza attıkları halde ne hikmetse -galiba katlettikleri sünniler olduğundan olsa gerek- Irak’ta bir salgın hastalık gibi dolaşan ve uğradıkları yerde çiğnenmedik hürmet bırakmayan şii milisler.

Anlatması dile zulüm vahşetlerin failleri olan bu çetelerin dillerine doladıkları ve İran dini lideri Hamaney’den aldıkları direktifler ve yönlendirmelerle güya Musul halkından Hz. Hüseyin(ra)’ın intikamını almak istedikleri  artık herkesin malumu. Dünyanın tiyatro oynatıcıları olan süper güçler bile Irak hükümeti ile bu çetelerin Musul’a girmemeleri konusunda güvence istemeleri nasıl bir vahşetle karşılacağımızı tahmin etmemizi kolaylaştırır belki. Musul halkı ise Işid’den daha vahşi bu milislerin şehre girme ihtimaline karşı yurtlarını terketmeye başladılar bile...

Bu hengamede Türkiye’nin gerek olası mülteci akını gerekse yaşanacak katliam ve işkenceler karşısında seyirci kalmayacağını açıklaması politik olarak ne kadar etkin bir çıkış olacak bunu zaman gösterir ancak halihazırda bunu dillendiren ikinci bir ülke daha yok! Siyasi sebebi ne olursa olsun yakın zamanda Musul’da yaşanması muhtemel büyük savaştan kaçan mültecilerin sığınacağı ilk ülkenin Türkiye olacak olması kaçınılmaz bir durum olarak görünüyor.

Fırat Kalkanı benzeri bir de Dicle Kalkanı harekatı ile Irak topraklarında da bir tampon bölge kurulması nihai seçenek olarak masada duruyor.

Çünkü herkesin beklentisi aynı; şiiler Musul’a girince şehirde kalanlara uygulayacakları muameleyi durduracak bir güç sahada henüz yok! Amerika ya da diğer koalisyon ortakları belki de İran’la yaptıkları anlaşmalar gereği bu çetelerin uyguladıkları insanlık dışı işkence ve katliamlara ses çıkarmak bir yana araç ve silah desteği ile bunları sürekli besleyip büyütüyorlar. Kullandıkları tüm malzeme Amerikan malı olan ama güya yerli ancak İran’dan talimat alan ama güya Irak milis gücü... Nereden baksak tutarsız ve zalimce! Tabii onyıllarca ‘büyük şeytan’ diye tüm toplantılarında lanetler yağdırdıkları Amerikan ekmeğini yiyen ve onun atına binip kılıcını kuşanan bu milislerin Amerikan planlarına hizmet etmeleri de artık varlıklarının sebebi olmuş durumda.

Savaş için tahminde bulunmak elbette zor; işin ehli kim diye etrafımıza baktığımızda sözüne güvenilir bir mutahap bulunamıyor. Işid’in Musul’u terketmesi için açık bırakılan batı koridorunun neden açık bırakıldığını ve aslında kaçacak olan militanlardan sonra asıl hedefin şehir halkı olduğu endişesi herkesin kabul ettiği ve acziyetle seyrettiğimiz bir manzara...

Biz bu satırları yazarken siz bu satırları okurken kaç eve daha bomba düştü ve kaç anne evlatlarını ya da kaç evlat anne ve babasını kaybetti henüz istatistiksel bir sayı olarak bile bilinmeyen kaç dram yaşandı, kaç kol koptu, kaç bacak ezildi ve enkaz altından kaç bebek çıkarıldı bilinmiyor...

Dünyanın süper güçleri ve avaneleri her türlü sebebi kullanarak okul, hastane ve ekmek fırınları ile pazaryeri gibi savaş ahlakınca vurulmaması gereken noktaları bombalamaya devam ediyorlar. Ahlaksızlığın devletler boyutunda ve caddeleri yok eden silahlarla işlendiği zamanlardayız...

Allah sonumuzu hayreyleye...

17 Ekim 2016

Muhasebe

İnsan için hayat, hakkında her türlü fikir yürütülebilecek olaylarla doludur. Hemen hepimiz her olay hakkında mutlaka birşeyler bilir, düşünür ve bunu dillendiririz. Yaratılışımız ve biraz da yetiştirilmemizde etken olan genetik altyapı ve çevresel faktörler bizi durdurulamaz birer analiz makinasına dönüştürebiliyor.

Oysa ‘ilmin yarısı, bilmiyorum demektir.’

Maalesef işin bu yönünde de halimizin pek farkında değilizdir. Olaylar hep o bildiğimiz yarıya denk geliyor!
Türkçemizin manası en derin ve en yaygın hatta okyanus derecesinde bir deyimidir, 'hariçten gazel okumak', onsuz yaşayamayız adeta! Her konuda konuşmak ve her duyduğunu aktarmak aklı başında bir insan için cinnettir. Bunun toplumsal bir normalliğe dönüşmesi hiç bir şekilde yapılanı doğrulamaz sadece cinnetin toplumsal bazda yaygınlaştığını gösterir.

Hakkında bilgi sahibi olmadığım konularda kanaat belirtmekten ve dahası insanları da o kanaate yönlendirmekten Allah’a sığınırım.

İçinde bulunduğumuz bir tür ‘medya çağı’nda hepimiz haber ve yorumlarla dünyaya bakıyoruz. Kaynaklarımız işte bu sebeple çok ama çok değerli. Tıpkı içtiğimiz suyun kaynağının temizliğine dikkat etmek zorunda olduğumuz gibi aldığımız haberlerin kaynağına da dikkat etmek zorundayız. Aksi halde pis suyun midelerimizi bozduğu gibi, pis bilgi de aklımızı ve hatta iz’anımızı bozacaktır.

Karışıklığın en yoğun olduğu yer ve zamanlarda yaşıyoruz ve doğal olarak o karmaşa ortamlarından gelen haberler de daha çok kafaların karışmasına ve kanaatlerin sakat doğmasına vesile oluyor. Bunun en net örneği ise hepimizin günübirlik içiçe yaşadığımız Suriye meselesidir.

Bunun yanısıra salih amellerin en değerli olduğu yerler, şeytan ve nefsin de en çok azdığı yer oluyor. Menfaatlerin ve dünyalık heveslerin etkisinde kalanların umutları törpülediğine rastlıyoruz. Elleriyle ve dilleriyle mazlumların yanında yer alan şahitlerin seslerinin daha çok duyulması gerekirken, hariçten gazel okuyanlar meydanları ele geçirebiliyor. Ve şeytan herkesin kalbine bir ‘acaba’ düşürerek adımları yavaşlatıp hatta tümden durdurabiliyor.

Şüphesiz şeytanın iğvası ve nefislerin azgınlığı her devirde islami hayatımızın en zor engelleri oldular ve öyle devam edecekler. Ne biz şeytansız bir dünya görebileceğiz ne de nefislerimizi yok etmemiz mümkün olacak!
Bu durum salih amellere, ne fiilen katılacakların ne de yardım edeceklerin ecrine asla zarar vermez yeter ki niyetler sahih olsun ve yapılacak işler iyi araştırılıp yapılsın. Meğer ki hata etsek bile ecrimiz devam eder, bu Allah'ın va'didir ve O'ndan daha çok va'dine sadık olacak yoktur.

Yani müslümanlar hatalar edecek ve biz onlara her şekilde destek olmaya, yardım etmeye devam edeceğiz! Biz onları hatasız insanlar oldukları için değil; Aziz ve Kahhar olan Allah’a inanılması gerektiği gibi inandıkları ve O’nun Rasulü’nün getirdiklerine ve öğrettiklerine yine O’ndan bize aktarıldığı sarıldıkları, sonra da bu yolda güzel örnekler olan salihlerin yollarını takip ettikleri,  Allah için zulme karşı mücadele ve mücahede ettikleri için seviyoruz. Hataları için imkanı olanlarımız nasihat edecek ve düzeltmek için yapabileceğimiz birşey varsa yapacağız, değilse hataları yayıp ğıybet ve nefrete sebep olmayacak ancak selim bir kalple dualar edeceğiz, zira dua rahmete vesiledir.

Örneğimize dönecek olursak; Suriye bugün dünyanın tüm şeytanlarının cirit attığı ve herkesin kozunu paylaştığı bir savaş alanına dönüştü, haliyle karmaşa ve anlaşmazlıklar kadar menfaatler ve ihanetler de orada savaşıyor. Biz yalnız gözlerimizle gördüklerimizden ibaret bir dünyada yaşamıyoruz. Görünmeyen ordularla da savaşmak zorundayız!

Her birimiz bir tek şeyden kesin olarak emin olabiliriz; o da kalplerimizde yalnız bizim ve Allah'ın bildiği niyettir. İşte bu niyet sahih olur ve yalnız Allah'ın rızasını gözetir isek üzerimize düşeni yapmış olarak hayatımızı devam ettirir o hal üzre de can veririz inşaallah. Niyetlerimizi sık sık kontrol etmek ve risklerimizi gözardı etmemek, kişisel gönül huzurumuz için olduğu kadar, bir ferdi olduğumuz toplumun ruh yapısını oluşturan bir parça olmamız hasebiyle umumun hayrına olacaktır.

‘Elimizden ve dilimizden insanların emin olduğu’ bir hayat yaşayabilmek elbette kolay olmayacak ve şeytan ile avanesi üstümüze gelmeye devam edecektir. Biz de kalplerimizi ve niyetlerimizi ‘sünnet ve cemaat’ içinde kalarak terbiye ve kontrol edeceğiz ki ümmet olmanın rahmet ve bereketinden faydalanalım.
Umarım Allah kalplerimize sekinet verir ve bizi hayra meylettirir...

Her birimizin üzerinde emeğimiz olan birilerinden beklentilerimiz ve dahası hesap sorma ya da en azından sorgulama hakkımız vardır. Aileden başlayarak ümmete varıncaya kadar kademe kademe sorumluluk ve etkileri itibariyle çeşitli derecelerde de olsa muhataplarımızla münasebetlerimiz hayatımızın dahası ahiretimizin de göstergesidir.

‘Yaşadığımız gibi ölecek, öldüğümüz gibi dirilecek ve dirildiğimiz gibi muamele göreceğiz!’

Kendilerine karşı sorumluluklarımız olan insanların bizi hesaba çekme haklarının olduğunu gözardı etmezsek karşılaşacağımız tenkit ya da sorgulamalarda daha basiretli ve hayırlı yollar bulacağımız büyük bir ihtimaldir.
Belki de en çok ihtiyacımız olan ve en büyük kaybımız olarak karşımızda duran şey adalettir. Nefislerimize karşı adil olmak durumundayız; kendimizden hem de güç ve kapasitemizi bile bile yapabileceğimizden fazlasını beklememek ve fazlasına talip olmamak gibi. Aile fertlerimize ve çevremizdeki diğer yakın münasebetlerimiz olan insanlara karşı da aynı şekilde adil olmak zorundayız. Verdiğimizden fazlasını beklemek ya da sahip olduklarından daha fazlasını istemek adaletin zeminini yok eden hususlardır.

Yaşadığımız topluma adil bakmak, adil davranmak ve adil beklentiler içinde olmak, ‘elimizden ve dilimizden insanların emin’ olacakları bir şahsiyet sergilemek, insanların en hayırlısının ümmetinden bir fert olduğumuza muarız ve hatta düşmanlarımızın bile şahitik edecekleri adalet ve hakkaniyetin canlı birer temsilcileri olarak yaşamak, yürümek ve durmak varlığımızın ve adımızın anlamıdır.

Adalet, hakka yol vermek ve zulme mani olmak şeklinde özetlenirse belki meramımın anlaşılması kolaylaşacaktır. Bunu pratiğe dökerken sahip olduğumuz fıtri meziyet ve karakter kalitesi ortaya çıkacak ve asıl hak sahibi bizden olmayanlar ve belki de zulmedenler bizden olanlar iken adaleti ayakta tutma başarısı gösterebilmek dünyanın gördüğü, göreceği en güzide insan toplumunun temelini ortaya koyacaktır.

‘Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa olan öfkeniz sizi adaletten ayrılmaya yöneltmesin. Adaletli davranın; bu takvaya daha yakındır. Allah'a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah sizin işlediklerinizden haberdardır.’ Maide 8


12 Eylül 2016

Vahdet değil cemaat

İnsan varlığını devam ettirebilmek ve ideallerini yaşatmak için birileriyle olmaya mecbur ve mahkumdur. Yaratılışımızdan sahip olduğumuz birlikte yaşama hassamızı özellikle zor zamanlarda korunak olarak kullanmak, hiç düşünmeden ve gurura kapılmadan hepimizin tercih ettiği en geçerli yoldur.

Sevinçlerimizi ve hüzünlerimizi ilk paylaştığımız en küçük ve çekirdek çevremizden dünyaya ve hayata nihai duruşumuzu temsil eden toplum ve devlet temelli geniş sığınağımıza kadar her yerde aradığımız bir emniyet ve aidiyet duygusudur. Kabullenilmek ve desteklenmek bir bakıma. Ve tabii ki emin olmak, varlığımızın ve duygularımızın devamlılığına bir zarar gelmeyeceğinden emin olmak...

İşte biz buna aslında imandan kaynaklanan bir kardeşlik diyoruz ve aslında mü’min olmak dünyevi ve uhrevi emniyet arzusuna sahip olmak demektir. İman bir açıdan ‘en çok Allah’a güvenmek’ demek değil midir? Ve iman kendini yalnız Allah’ın saltanatının hüküm ferma olduğu bir dünyayı kurmaya memur ve mecbur görmek değil midir?

Ve ‘muhakkak ki mü’minler kardeş’ (Hucurat 10) değil midir?
Mü’min elinden ve dilinden diğer insanların emin olduğu kişidir! (Tirmizi ve Nesei)

Ortak kaygı ve idealler insanları birarada tutan en değerli bağlardır. Birarada olmaya İslam ıstılahında ilk günlerden beri hep cemaat denilegelmiştir. Bunda şüphesiz birlikteliğimizin en net göstergesi olan namazlarımızdaki cemaatlerimiz ve bunu gerçekleştirdiğimiz mekanlarımız olan camilerimiz yalnız uhrevi bir birlikteliğin değil dünyalık ihtiyaç duyduğumuz birlikte yaşama ve toplumsal güveni arayacağımız ilk yerler olmuştur. Bugün birçok bakımdan yıpranmış veya yıkılmış toplumsal yapımıza rağmen herhangi bir coğrafyamızda bir Cuma cemaatinin arasına karıştığınızda dışarıda kaba-saba gördüğümüz insanların cami ve cemaat arasında ne kadar munis ve efendi mensuplara dönüştüklerini görmek mümkündür.

İşte bu sebepledir ki, İslam coğrafyasının fitnelerle ve saldırılarla yıpranmaya ve müslümanlar dünyanın çirkin yüzüyle karşılaşmaya başladığı ilk zamanlardan bu yana itikadi ya da siyasi duruşumuza olması gerektiği gibi ‘Ehli Sünnet ve Cemaat’ demişiz! Bu bir isimlendirme değil bir anlayışın ve duruşun, ruh ve vücut bulmasının ortaya koyduğu sıfatıdır. Ruhumuz sünnet vücudumuz ise cemaattir yani ne ruhsuz bir beden ne de bedensiz bir ruh değiliz ve olamayız...

En kısa tarifiyle Ehli Sünnet; İslam’ı, Allah’ın Rasulü(sas) ve ashanının(r.anhum) anladığı ve yaşadığı gibi anlamak ve yaşamaya gayret etmektir. İslam, hayatın her kesimine hükmeden topyekun bir nizam olduğu için ferdi, siyasi ya da ictimai gibi ayrımlara gitmeden tüm alanlarında Ehli Sünnet duruşunu sergilemek bizim müslümanlığımızın gereği ve sonucudur.

Burada tabir ve sıfat olarak gözden kaçırmamamız gereken ayrıntı, Ehli Sünnet olmanın cemaat olmaktan önce geldiğidir. Bir diğer ifadeyle Ehli Sünnet olmayanların cemaat olmalarının mümkün olamayacağıdir. Her aklı selim sahibi kabul eder ki, dünyevi ve uhrevi kedef ve kaygıları ortak olmayan, aynı inanca ve bunun yaşantısına sahip olmayan toplulukları birarada tutacak birtakım yollar ve isimler bulunabilse de bunlar bizim İslam ile öğrendiğimiz cemaat olmazlar, olamazlar. Mesela vatandaşlık gibi siyasi isimler kullanılabilir.

Bu girişten sonra son devirlerin revaçta kavramlarından vahdeti inceleyebiliriz. Bu noktada vahdetten kastımız, siyasi olarak sık sık gündeme getirilen ve özellikle farklı inanç gruplarının mezheplerarası birlikteliğidir.

Eğer vahdetle hedeflenen bir tür cemaat olmak ise bunun pratikte mümkün olamayacağı çok basit ortada olduğundan bunu hemen eleyelim. Zira cemaat olabilmenin ilk ve asla gerçekleşmeden aşılamayacak şartı yukarıda kısaca izah etmeye çalıştığımız gibi Ehli Sünnet olmaktır. Cemaat olamadıklarımızla dinimize dayalı bir birliktelik/vahdet ancak bir ütopya olur. Bu noktanın mefhumu muhalifi ise, cemaat olabildiklerimizle birlikte olmamız gerektiğidir.

Yani bir vahdet arıyorsak doğru adresler, herhangi bir siyasi ya da fıkhi sebeple ihtilafa düşmüş yahut fitnelerle düşürülmüş, coğrafya ve ırklardan bağımsız olarak Ehli Sünnet ve Cemaat ehli mü’minlerdir, müslümanlardır. Sevinci ve hüznü bir hatta düşmanı da bir olan bu toplumun vahdetini/birliğini sağlamak herbirimizin üzerine bir vecibedir.

Evet çok net ve kesin olarak söylüyorum ki, İslam dini nasıl Muhammed(sas)’e indirilmiş ise en doğru anlayış ve yaşayışta O’nun ve ashabının anlayış ve yaşayışıdır. Birilerinin sonradan keşfedeceği hiçbir hakikat yoktur. Bu din mükemmel kılınmış ve mükemmel olarak anlaşılmış ve mükemmel olarak yaşanmıştır. Bu temel anlayışta birlikte olamadığımız insanlarla vahdet ya da başka bir isimle bu dine dayalı bir birlikteliğimiz olmamıştır ve olamayacaktır.

Tarih, buna şahittir! Bu şahitliği izaha sayfalar yetmez ancak şu kadarını söylemek kafidir: 14 asırlık tarihimiz boyunca hep bizimle savaşmış ama düşmanlarımızla barışmış bir duruş ve anlayışla karşı karşıyayız. Tarihi tersine çevirmek veya Fırat’ı tersine akıtmak isteyenler buyursunlar bu beyhude hedef uğruna enerjilerini sarfetsinler.

Biz dinimizi yani Kur’an’ımızı yani sünnetimizi yani dünyamızı yani ahiretimizi kendilerinden aldığımız ve kendilerine kendimizden çok güvendiğimiz sahabeye küfür ve hakareti ‘dini’ ya da mezhebi bir gereklilik görenlerle hangi din ya da isim altında bir vahdet oluşturabiliriz! Oluştursak bile bu nefret ve kin üzerine bina edilmiş inanç yapısına ne kadar katlanabiliriz veya neden katlanalım?

İslam, suçun ve cezanın şahsiliği prensibini fıtri bir hukuk kuralı olarak yeryüzüne getiren dindir! Babaların ve ataların günahlarının vebalini evlatlara yüklemeyi kabul etmediği içindir ki en azılı düşmanlarının çocukları bile en değerli müslümanlar zümresine girmiştir. Buna rağmen Ehli Sünnet’in Nebi(sas)’in ciğerparelerine yapılan zulüm ve katlin sorumlusu olduğunu iddia eden ve intikam için her fırsatta beşikteki bebelerimize kadar vahşice katleden bir inanç grubuyla neyin vahdetini kurabiliriz? Ki onlarla Ehli Beyt’in kimler olduğu hususunda bile bir birlikteliğimiz yoktur.

İslam, kavmiyetçiliği mutlak olarak yasaklayan ve kardeşlik için imanı esas alan dindir! Bu sebepledir ki bu din ilk yıllarında en yakınlarından işkence gören ve sonra en yakınlarıyla savaşan sahabe neslinin sırtlarında taşınmıştır. Böyleyken sadece İran-Safevi saltanatına son verdiği için bir güzide sahabeye küfretmeyi inanç esası sayanlarla nerede bir vahdet sağlanabilir? Bizim adaletiyle itibar ettiğimiz birine hakareti şart görenlerle ne işimiz olabilir?

İslam, emniyet ve samimiyet dinidir! Kur’an’la yalan ve ifitra olduğu ilan edilen bir hadisede (Nur 11-20) mü’minlerin annesine iftira atmayı ve aslında farkında olarak ya da olmayarak bu şekilde insanların en temizine hakareti normal gören bir inanç temsilcileriyle hangi noktada birlikteliği sağlayabiliriz? Bizi dünyaya getiren annemize iftira eden ve küfreden birini bugün nasıl ve ne kadar kardeşimiz görüyor ve birlikte hareket edebiliyorsak o kadar belki!

Bütün bunların üstüne şunları eklemek gerekiyor:

Ehli Sünnet, bir mezhep değildir hele de Şia ile muadil konuma düşürülerek eşdeğer görülüp terazinin bir kefesine konularak tartılacak bir mezhep hiç değildir. Ehli Sünnet eğer mezhep olarak görülecekse ancak sahabenin mezhebidir denilse yakışırdı.  Zira mezhep, takip edilen yol demektir ve biz onların yolunu takip etmeyi kendimize yol edinmiş olmakla onların mezhebine izafe edilmeyi en çok hakedenleriz. Pratikte onların benzerleri olmayı beceremesekte teoride yolları yolumuzdur ve biz onları örnek ve önder biliriz.

Ehli Sünnet ya da sünnilik bir diğer ifade ile Muhammedilik’tir ancak geçmiş ümmetlerin sapkınlıkları ve nebileri ilah edinmeleri sebebiyle kullanılan İsevilik ya da Musevilik gibi bir dalalete engel olmak ve sapıtmanın yolunu kapatmak için kullanılmaz. Manası itibariyle Muhammed(sas)’e tabiiyeti ifade etmek şartıyla belki... Ama ulemamız bunun yerine en cahilimizi bile korumayı hedefleyen Ehli Sünnet tanımlamasını kullanmış ve olası karmaşaya meydan vermemişlerdir. Allah onlardan razı olsun.

Muhammedilik tabirini dünyaya bakışımız ve dünyaya karşı duruşumuz olarak kullanan Yahya bin Muaz(ra) ne güzel söylemişti:

‘Ey insanlar!
Görüyorum ki, evleriniz Rum kayserine, lükse hayranlığınız Kisra‘ya, servet peşinde koşmanız Karun’a, saltanatınız Firavun‘a, nefisleriniz Ebu Cehil‘e, gururunuz Ebrehe‘ye, yaşayışınız sefihlere benziyor.
Allah için söyleyin! Muhammedî olanlar nerede?’

Ve sözün nihayetinde biz;  eli kanlı katillerin yanında saf tutarak, yeryüzünün en zalim devletleriyle yanyana, yalnızca onların politik çıkarlarını kabullenmediği için, Ehli Sünnet evladı olmaktan başka hiçbir vebali olmayan kadın ve çocukları, yaşlıları ve gençleri, çaresiz ve güçsüzleri en ağır bombardımanlarla yokeden bir iğrenç zulmün temsilcileri ile el sıkışmak gibi ahmak bir maksatla elimizi o çarkın dişlileri arasında sokmayacağız!

Tarih, katilleri ve zalimleri lanetlerken bizim adlarımızı zalimlerin kan ve gözyaşıyla yazılmış çirkef adlarının yanına yazamayacak!

Ve elbette kıyamet gününde hem kendi ellerimiz ve ayaklarımız, hem de mazlumların makbul dualarını seslendiren dilleri ve zulmün ağırlığı ile yaşaran gözleri bizi zalimlerle yanyana görmeyecek, kaydetmeyecek ve anmayacak!


Adaletin onuruna leke sürmeyen bir anlayışın adı olarak Ehli Sünnet ve Cemaat olarak yaşayacak ve ad ve hal üzere terkedeceğiz dünyayı...

06 Mayıs 2016

Kudüs Fedaisi Sultan

Süleyman Şah oğlu Kılıçarslan, doğum tarihi bilinmemekle birlikte öyle bir ömür sürdüki ölümüyle bir fetret devri başladı, yokluğunun felaketi ile varlığının nimeti anlaşilır oldu.

1093 yılında İznik'te tahta çiktiginda herkes onun için en değerli şeyin saltanat ve taht olduğunu sanıyordu. Babasının ölümünden 7 yıl sonra tahta kavuşmuş olması ve gençliği onun ilk önceliginin tahtı olacağı zannına sebep oluyordu. Tahta çıktığı ilk yıllarda devletinin birliğini kurmaya ve Bizans ile ilişkilerini iyi tutmaya çalistiysa da tarihin en iğrenç sayfalarının yazılmasına sebep olan Haçlı Seferleri'nin başlaması ve ilk haçlı çapulcularinin Anadolu'ya yani Anadolu Selçuklu Devleti topraklarına girmesiyle herşey bir daha geri dönmemek üzere değişti.

Tarih, bir kez daha kan ile akan bir nehir olmuş ve ancak bu nehirde yüzmeyi başaranların var olabildiği korkunç dönemler başlamıştı. Bizans'ın başindan defetmek için Anadolu'ya geçirdiği haçlı çapulcular köyleri yağmalamaya, canlara kıymaya ve bir çekirge sürüsü gibi geçtikleri yeri kurutmaya başladılar. Hatta Kılıçarslan'ın başkenti İznik yakınlarına kadar ilerleyip köyleri talan ettiler.

1096 yılı sonbaharında ilk ciddi karşilaşmalarında Kılıçarslan, haçlı ordusunu aşağılayıcı bir mağlubiyetle yendi ve karargahlarını ele geçirdi. Daha sonra Malatya bölgesindeki keşişlerin hakimiyetine son vermek için sefere çikan Kılıçarslan yeni bir haçlı sürüsünün Anadolu'ya geçtiği haberi üzerine kuşatmayı kaldırıp İznik'e dönmek zorunda kalmıştı ve bir daha da doğuya sefere çıkamadı zaten. Zira haçlı sürülerinin ardı-arkası kesilmek bilmedi.

Malatya-İznik arasındaki mesafeyi ordusuyla bir ayda aşan Kılıçarslan başkente geldiğinde şehir sayısı belirsiz bir sürü tarafından muhasaraya alınmıştı. Sultan'ın yorgun ordusu ile denediği yarma harekatları başarısız olunca çaresiz şehir teslim edildi, hatta ailesi esir düştü.

Sultan Kılıçarslan bir kez daha Eskişehir ovasında elinde kalan süvari birlikleri ile haçlılara saldırdıysa da başarılı olamadı ve ordusunu yıpratmamak için geri çekildi.

Bundan sonra tarihi bir kararla düzenli ordusunu dağıttı ve küçük parçalara ayırdı. Her grubun başina güvendiği komutanlarını tayin etti ve bir vur-kaç savaşi başlattı. Bazı gruplar haçlı sürülerinin önüne geçtiler ve daha onlar ulaşmadan geçecekleri güzergahtaki insan ve hayvan gıdalarını yok ettiler. O bölgelerde yaşayan halkı uzaklaştırdılar.

Sultan Kılıçarslan'ın da başlarında bulunduğu diğer bir çok grup ise haçlı sürülerini yol boyunca gölge gibi takip ettiler ve mümkün her yolda, vadide, dağlarda ve ovalarda ani baskınlar ve saldırılarla verebilecekleri en çok zararı verdiler.

Haçlı çapulculari bu baskıya pek fazla dayanamadı, ne uykuları ne yiyecekleri düzenli değildi. Her an bir yerlerden bir Selçuklu müfrezesi çikabiliyor ve onlara yemeği, suyu ve hayatı zehir ediyorlardı.

Yıllar birbirini kovaladı ve Anadolu Selçuklu Sultanı 1. Kılıçarslan ne saltanat sürdü ne taht yüzü gördü ama haçlı sürülerine de Anadolu'yu zindan etmeyi başardı.

Avrupa topladığı haçı sürülerini Anadolu'ya sürüyordu ama Anadolu'da Kılıçarslan'ın yaktığı ateş onları tereyağı gibi eritiyordu. Bunlar arasında en meşhurlarından biri de bizzat Danimarka kralının oğlunun komutasındaki bir ordunun Akşehir civarında tamamen telef edilmesidir.

Haçlılar bu durum karşisında daha da kudurarak aynı anda değişik güzergahlardan sürüler yolladılarsa da Sultan, Kudüs yolunu onlara kapatmaya kararlı idi ve tarihi şaşirtan adımlar attı.

1101'de İtalyan, Fransız ve Almanların oluşturduğu ve diğer Avrupa milletlerinin de katkı sağladığı 3 farklı ordu Anadolu'ya yöneldi. Kılıçarslan bu defa onlardan bir adım öndeydi ve geçmeleri muhtemel güzergahta adeta taş üstünde taş bırakmadı. Ekinleri yaktı, kuyuları kapattı ve kapatamadıklarını da zehirledi. Otlakları dahi imha ederek haçlı sürülerini bitap düşürdü.

Sultan Kılıçarslan'ı yok etmeden Kudüs'e ulaşamayacaklarını çok iyi anlayan haçlı sürüleri farklı istikametlerden Sultan'a doğru ilerledilerse de yol boyu baskınlarla da iyice yıprandılar. Sonunda Merzifon'da karşilaşilan ilk haçlı sürüsü yok edildi. Ardından diğerleri ile Ereğli civarında savaşan Kılıçarslan ayrı ayrı bu iki orduyu da telef etti.

Haçlı sürülerini bertaraf eden Sultan Kılıçarslan, yeniden doğuya yöneldi ve Musul'a kadar bölgenin idaresini ele geçirdi ve hatta adına hutbe okuttu.

Bu durumu kabullenmeyen Selçuklu beyleri ordularıyla üzerine geldiler ve Habur Çayı kenarında karşılaştılar. Ona destek olan beylerin ordularıyla savaş alanını terketmeleri üzerine Sultan çayı geçerek savaş alanından uzaklaşmaya çalışırken sulara gömüldü. (13 temmuz 1107)

Bir efsane böylece son bulmuş oldu. Birkaç gün sonra kıyıya vuran cesedi bugün Silvan olarak bilinen Meyyafarikin'e götürüldü ve vali tarafından yaptırılan Kubbetu's-Sultan adı verilen türbeye defnedildi ise de bugün bu türbe yok olmuştur.

Tarihçiler olayları yazdılar, savaşları ve sonuçlarını yazdılar ama insanların hele de sultanların iç dünyalarını kimse bilemedi. Yazdıkları mektuplar ve şiirlerle duygularını yakalamaya çalıştığımız bu kahramanların gerçekte neler hissetmiş olabileceklerini ancak tahmin edebiliyoruz.

Zamanın ve olayların bir anda tarihin merkezine aldığı bu kudretli ve merhametli insanların da zaafları ve hataları olmuştu ki bunları da yazanlar hatta abartanlar elbette olmuştur ve olacaktır.

Ancak tarihe silinmeyecek izler bırakan ve adlarını unutulmazların arasına yazdıran bu kahraman sultanların bizler tarafından anlaşilmaları için yaşadıkları dönemi de iyi bilmek zorundayız. Dünyaya nasıl yön verdiklerini ve nasıl etkilediklerini görmek zorundayız.

Tüm Avrupa ordularının karşisında aciz kaldığı bir sultandan bahsediyoruz!

Tahtının dağlara kuran ve vadilerden kutlu seller gibi haçlı sürülerinin üstüne akıp onları boğan ve tarihin çöplügüne atan fedakar ve cefakar bir büyük kumandandan bahsediyoruz.

Yumuşak minderlerde değil taşlarda oturan ve kuştüyü yataklarda değil toprağa serili kilimlerde yatan ama Kudüs yolunu haçlı sürülerine kapatan bir mücahidden bahsediyoruz.

Genç bir sultandan bahsediyoruz, genç... Dünyaya ait istekleri, beklentileri olan ve sadece bir kerecik baş eğmesi ya da görmezden gelmesi karşilığında istediği saltanatı sürmesine izin verilecek olmasına rağmen boyun eğmek bilmeyen ve bir gerilla gibi direnen, direnişi fert fert askerlerinin ruhlarına işleyen ve onları birer Kudüs fedaisine dönüştüren ruh ve dirayete sahip bir liderden bahsediyoruz.

Biz geçmişten bugüne yollarımızı yaptıklarıyla açan bu muhterem insanlardan ancak güzellikleriyle bahsediyoruz. Zira sahip olduğumuz şuur bu yiğitlerin tırnaklarıyla kazdıkları topraklarda ve tarihten kopardıkları yapraklardadır.


Allah taksiratını affeylesin ve rahmetiyle muamele eylesin.

04 Mart 2016

Fetret Devri

Önce şunu bir kayda geçelim; bir hadisenin bizim tarafımızdan desteklenmesi ya da reddedilmesi için ana mihverimiz nihayetinde bir başarıya ulaşacak olması da hezimete uğrayacak olması da değil hak ya da batıl olmasıyla ilgili olmalıdır. Zayıfta olsa hakkı tutmak, güçlü de olsa batılı reddetmek ve karşı durmak İslami erdemin gereğidir.

Gelelim yaşadığımız dünyanın normallerine...

Herhangi bir batı ülkesi herhangi bir gerekçeyle bir doğu ülkesini işgal edebilir, sivil-asker ayırt etmeksizin bu işgale karşı çıkan herkesi terörist ilan edebilir ve insanlı yahut insansız hava araçlarıyla bir tür oyun oynar gibi insanları katledebilir ve bunun eleştirilmesi bir yana karşısında olmak zaten ‘terörist’lerle birlikte olmak gibi, onlara yardım ve yataklık etmek gibi ne idüğü belirsiz suçlamalarla muhatap olmak işten bile değildir.

Daha da açalım; Afganistan, Irak ve benzeri ülkeler işgal edilebilir, sadece işgal edilmekle kalınmaz yeraltı ve yerüstü zenginlikleri isteyerek yahut istemeyerek uzun vadeli, olası itirazları da yok edecek güya anlaşmalarla ele geçirilebilir. Bunlar müstekbir işgalciler pencerelerinden dünyaya bakanlar için gayet sıradan ve kabule mazhar durumlar olabilir.

Hiç yokken, ön hazırlıkları onyıllar süren bir yerleşme sonucu bir anda Filistin toprakları üzerindeki işgalci ingilizlerin gerekli ortamı sağlamaları ile bir yahudi devleti olarak İsrail ilan edilebilir ve bu ‘güya’ devlet her türlü katliam ve işgallerle kendine toprak üretip yayılarak bir anda dünyanın müteğallibe zalimleri gözünde gayet makbul bir devlete dönüşebilir.

***

İslam coğrafyasında geçen yüzyılda oluşturulan birtakım sınırlarla ilan edilen ve yönetilen devletlerin idarecileri halklarından mutlaka uzak, batılılara yakın olmuşlar ve hatta çoğunlukla zorla ve baskıyla ülkelerinde batılı birtakım yaşam tarzlarının kurulup korunmasını sağlamışlardır. Bir bakıma onları görevlendiren batılı efendilerine sadakatle hizmet etmişlerdir.

Birinci Dünya Savaşı sonrası işgal edilen islam coğrafyası, yerel kurtuluş hareketlerini de işgal eden batı işgalinden henüz kurtulmaya başaramamıştır. Ancak bir şekilde silahlı mücadele yolu ile işgalin askeri kısmını sonlandırabilen bazı ülkeler olmuştur. Bunların ilk örneği Türkiye olabilir. Daha sonra nasıl oluştuğuna dair bu topraklarda yaşayanların hiçbir fikrinin olmadığı sınırlar çizilmiş ve devletler bir anda yerden ot biter gibi oluşmuşlardır.

Asgari insan hakları vesair hususlardan bahseden herkesin mutlak olarak kabul etmesi gereken gerçek şudur ki; işgalcinin başarılı olması ve yenilememesi asla ve kat’a onun işgalinin haklılığı gibi bir sonuç doğurmaz, doğurmamalıdır.

Bu durum Afganistan ve Irak işgalleri için de sözkonusudur. Her ne kadar yalan oldukları aşikar olsa da buldukları bütün bahanelere  rağmen batılı müstekbir ve zorbaların bu işgallerini hiç kimse hiçbir sebeple mazur ve makbul göremez, gösteremez. Nihayetinde sebebi ne olursa olsun bunlar işgaldirler ve bunu yapanlar da işgalcidirler. Onların bu işgal ettikleri ülkelerdeki uyguladıkları zulüm ve baskıların tamamı ise onları hem insanlık önünde hem de tarihte aşağılanmaya mahkum edecektir.

Suriye meselesine gelince; bu ülke de yine Birinci Dünya Savaşı sonrasında 1946’ya kadar sürecek olan Fransız hakimiyetine geçecek ancak diğer avrupalı işgalciler gibi Fransa buradan da çekilerek bağımsızlık ‘hediye’ edilecektir. 1963 yılından beri hep iktidarda olan Baas Partisi ve 1970’de iktidara gelen onun doğal lideri Hafız Esed, ülkenin azınlıklarından olan Nusayriliği esas alan yaklaşımları sebebiyle ülkede bulunan ve nüfusun çoğunluğunu oluşturan ‘sünni’ kesim üzerindeki baskılarla ve göstermelik birtakım seçimlerle saltanatlarını devam ettirmişlerdir. Hafız Esed iktidarda bulunduğu 1970-2000 yılları arasında değişik zamanlarda uyguladığı özel yöntemlerle olası bir muhalefeti daha doğmadan yok etmiştir.

Yok etmek tabiri lafın gelişi değil vakıanın kendisidir. Bunun en bariz örneği ise 1982 yılı şubat ayında yaşanan Hama katliamı olmuştur. Ülkedeki yegane muhalefet olarak teşkilatlanabilen Müslüman Kardeşler’in Hama merkezli ayaklanmaları bu katliamla bastırılmıştı. Şubat ayı boyunca şehri bombardımana tabi tutan Hafız Esed halen kesin sayısını kimsenin bilmediği ama ortalama 40 bin olarak tahmin edilen can kayıplarına sebep olmuştu.

Bundan sonrası Suriye müslümanları için korku ve baskı dolu yıllardır. Gözaltında ölümler ve kayıplar sıradan vakalar olmuş ve ülkenin her yanına, her köşesine Esed’in ajanları yayılarak en ufak bir işaret sebebiyle olası ‘terörist’ ilan edilen insanlar yok edilmişlerdir.

2011 yılına gelindiğinde 2000 yılında ölen babasının yerine geçen oğul Esed, Arap Baharı’nın ülkesinde esen rüzgarlarını olabilecek en katı yöntemlerle bastırmaktan çekinmemiştir. O günden bugüne kadar ise sayıları yine net olarak bilinmese de en iyimser tahminlerle 300 bin insan hayatını kaybetmiş ve geçmişte yaşanan tecrübeler sebebiyle katliam korkusu yaşayan halk çevre ülkelere iltica etmekten başak bir yol bulamamışlardır.

Halen hemen her gün yüzlerce insanın can verdiği ve Baas militanlarının fırsat bulduklarında toplu katliamlar yaptıkları haberleri gelmeye devam etmektedir. Suriye halkı Baas ve onun başlarına bela ettiği Esed zulmüne karşı bir kurtuluş savaşı vermektedirler.

Ama muhalifler şunu yaptılar ama muhalifler de bunu yapmasaydılar gibi sığ ve vicdani bakıştan mahrum yaklaşımlar sebebiyle ve dünya müstekbirlerinin de desteği ile Baas canavarı Esed ve avanesi katliamlarına devam ediyorlar. Doğal müttefikleri Rusya ve İran bu savaşta da Esed’in yine en büyük destekçileri olarak yer alıyorlar.

Batılı zalimlerle onların ortağı İsrail’in gitmesini istemediği Esed yönetimi, kendi halkına uyguladığı baskı ve zulümlerle batılı efendilerini hiç aratmazken, yaşanan işkence ve katliamlarda onları geçebilecek kabiliyette olduğunu da göstermiştir.

***

Yaşadığımız dönem özelikle hilafetin ilga edilmiş olması ve müslümanların gerek yabancı işgalciler gerekse yerli hizmetkarları eliyle emniyetten mahrum ve adaletten uzak bir hayat yaşamaya mahkum edilmeleri sebebiyle tam bir ‘Fetret Devri’dir. Tarihimizdeki meşhur fetret devirlerinden olan Moğol istilasındakine benzer ve maalesef çağdaş/ medeni batının elinde bulundurduğu kitle imha silahları sebebiyle çok daha kanlı ve yıkıcı bir devir.

Bütün bunların üstüne bir de müslümanların olanları değerlendirmedeki tuhaf ve anlaşılmaz tavırları var ki evlere şenlik! Gerek Suriye halkının gerekse onların durumuna düşürülen tüm halkların zulüm ve işkencelerden kurtulmak için isyan etmeye ve gerektiğinde silaha sarılmaya elbette hakkı vardır ve olmalıdır. Bazı müslümanların kendi rahatlarını bozma ihtimaliyle bu gibi hareketlere soğuk bakmaları onların sorunudur. Zira Allah zulmedenlerin yıkılmasını istemektedir(Şuara 227) ve bunu dünyalık sebeplere bağlamıştır. O sebeplere sarılıp akıbeti Allah’tan beklemek en doğal İslami duruştur.

Gerek  İslam hukuku gerekse İslam tarihi bu gibi durumlarda müslümanların nasıl hareket etmeleri gerektiği konusunu belirlemiştir. Konunun bu kısmı ayrı bir derleme olarak ele alınması gerektiğinden sadece özetlemekle yetinelim.

İslam, idarecilerin zulümlerine sessiz kalmayı onları zımnen desteklemek olarak kabul eder ve zalimlere payanda olanlara dünyada zulüm ateşini ahirette cehennem ateşini vadeder.

Müslüman da olsa bir idarecinin İslam’a aykırı emir ve yasaklarına uyulmasını kesinlikle yasaklar.

Gayri müslimler tarafından işgal edilen herhangi bir islam toprağının kurtarılmasını farz kılar. Öyle ki o beldede yaşayan müslümanların buna güçleri yetmemesi durumunda dalga dalga en yakınlarından başlayarak bu farizayı tüm ümmete yayar.

Bir tek müslüman kadının dünyanın en batısında kafirler tarafından esir edilmesi durumunda daha o zalimler kadını kendi kalelerinden içeriye sokmadan dünyanın en doğusundaki müslümana o kadını kurtarmayı vazife kılar.

Bir İslam beldesinde, dinin herhangi bir hükmünün reddedilmesi ya da uygulamasının ortadan kaldırılması durumunu savaş sebebi sayar.

Bu örnekleri çoğaltmak mümkün, ne ki kalbinde vehn yerleştirilenler olarak bizim bunları idrak etmemiz için bolca kavli ve fiili duaya ihtiyacımız var. Bu tavır ve duruşlar ne fevri ne de radikal yaklaşımlardır. Aksine örnekleri Nebi(sas) ve ashabında görülen, daha sonraki devirlerde fıkhi olarakta ortaya konulan İslam’ın öngördüğü hayatın temelleridir.

Bu din gölgesi altında yaşayan insanlara, ‘akıl, mal, can, nesil ve din’ emniyetlerinin sağlanmasını emreder ve bunlardan birisini kaybeden kişiye kendini savunmak ve hakkını almak için mücadele etme hakkı verir. Bu amelin adı ise cihaddır.

Cihad, Allah’ın kelimesinin/hükmünün yüceltilmesi için verilen savaşın adıdır. Allah’ın kelimesi ise yukarıda örneklendirdiğimiz temelleri bize emreder.

Toprakları işgal edilen, onur ve haysiyetleri sokak ortasında kirletilen, bebeklerine varıncaya kadar katledilen, boyun eğmekle ölmek yahut sürgün edilmek gibi her biri kendi çapınca ayrı bir zillet olan hallerden bir hale razı olmayıp ayaklanan, direnen ve ölen bir halk her türlü destek ve yardımı hak etmektedir! Yaptıkları iş tüm komplo teorilerinden bağımsız olarak cihaddır.

Ayaklanmanın nasıl başladığı üzerinden komplo teorileri üreterek güya kullanıldıklarına karar verenlerin bu herşeylerini kaybeden halktan dilemeleri gereken özür kelimelerle olamayacaktır. Hiçbir plan ya da sonucu bu yaşananlarda Suriye halkının ve destekçilerinin suçlanmasını haklı kılmaz. Arap baharının tamamen batılı bir proje olduğunu varsaysak bile bu hakların elde etmek için ortaya çıktıkları hemen her hak ve hürriyet Allah’ın onlara verdiği ve ellerinden alındığında uğrunda savaşmalarınz izin verdiği şeylerdir. (Hacc 39-40-41)

İslam fıkhı açısından cihadın hükmü ve gerekçeleri bellidir. Bu amelin yerine getirilmesinin başkalarının işine yarayacak olması onun Allah katında müslümanlar indinde hükmünü değiştirmez. Elbette müslümanlar akıllı ve siyasi hareket ederler ve elbette zafere yönelir ve onu elde etmek için gayret ederler.

Anadolu müslümanları geçen yüzyılın başında yaşadıklarını maalesef unutmuş görünüyorlar. Oysa bugün Suriye’de yaşananlara ne kadar da benziyor. Azıcık tarih bilgisi ile, o zor zamanlarda hangi sebeplerle ayaklanılmış ve kimlerden nasıl destekler alınmış hatırlamak umarım zihinleri açar. Kısacası zalimlerin zulümde birbirlerine yardımları kadar hatta daha fazla mazlumlar zulmün defedilmesi için yardımlaşmak zorundadır.

İnsanlık onuruna sahip herkesin Suriye halkının hiç değilse aleyhinde olmamak gibi bir ödevi vardır.

Şam’ın kahraman evlatlarına Allah’tan yardım ve zafer diliyorum!..

11 Şubat 2016

1. Kılıçarslan, Kudüs Fedaisi Sultan

Süleyman Şah oğlu Kılıçarslan, doğum tarihi bilinmemekle birlikte öyle bir ömür sürdüki ölümüyle bir fetret devri başladı, yokluğunun felaketi ile varlığının nimeti anlaşilır oldu.

1093 yılında İznik'te tahta çiktiginda herkes onun için en değerli şeyin saltanat ve taht olduğunu sanıyordu. Babasının ölümünden 7 yıl sonra tahta kavuşmuş olması ve gençliği onun ilk önceliginin tahtı olacağı zannına sebep oluyordu. Tahta çiktigi ilk yıllarda devletinin birliğini kurmaya ve Bizans ile ilişkilerini iyi tutmaya çalistiysa da tarihin en iğrenç sayfalarının yazılmasına sebep olan Haçlı Seferleri'nin başlaması ve ilk haçlı çapulcularinin Anadolu'ya yani Anadolu Selçuklu Devleti topraklarına girmesiyle herşey bir daha geri dönmemek üzere değişti.

Tarih, bir kez daha kan ile akan bir nehir olmuş ve ancak bu nehirde yüzmeyi başaranların var olabildiği korkunç dönemler başlamıştı. Bizans'ın başindan defetmek için Anadolu'ya geçirdiği haçlı çapulcular köyleri yağmalamaya, canlara kıymaya ve bir çekirge sürüsü gibi geçtükleri yeri kurutmaya başladılar. Hatta Kılıçarslan'ın başkentii İznik yakınlarına kadar ilerleyip köyleri talan ettiler.

1096 yılı sonbaharında ilk ciddi karşilaşmalarında Kılıçarslan, haçlı ordusunu aşağılayıcı bir mağlubiyetle yendi ve karargahlarını ele geçirdi. Daha sonra Malatya bölgesindeki keşişlerin hakimiyetine son vermek için sefere çikan Kılıçarslan yeni bir haçlı sürüsünün Anadolu'ya geçtiği haberi üzerine kuşatmayı kaldırıp İznik'e dönmek zorunda kalmıştı ve bir daha da doğuya sefere çikamadi zaten. Zira haçlı sürülerinin ardı-arkası kesilmek bilmedi.

Malatya-İznik arasındaki mesafeyi ordusuyla bir ayda aşan Kılıçarslan başkente geldiğinde şehir sayısı belirsiz bir sürü tarafından muhasaraya alınmıştı. Sultan'ın yorgun ordusu ile denediği yarma harekatları başarısız olunca çaresiz şehir teslim edildi, hatta ailesi esir düştü.

Sultan Kılıçarslan bir kez daha Eskişehir ovasında elinde kalan süvari birlikleri ile haçlılara saldırdıysa da başarılı olamadı ve ordusunu yıpratmamak için geri çekildi.

Bundan sonra tarihi bir kararla düzenli ordusunu dağıttı ve küçük parçalara ayırdı. Her grubun başina güvendiği komutanlarını tayin etti ve bir vur-kaç savaşi başlattı. Bazı gruplar haçlı sürülerinin önüne geçtiler ve daha onlar ulaşmadan geçecekleri güzergahtaki insan ve hayvan gıdalarını yok ettiler. O bölgelerde yaşayan halkı uzaklaştırdılar.

Sultan Kılıçarslan'ın da başlarında bulunduğu diğer bir çok grup ise haçlı sürülerini yol boyunca gölge gibi takip ettiler ve mümkün her yolda, vadide, dağlarda ve ovalarda ani baskınlar ve saldırılarla verebilecekleri en çok zararı verdiler.

Haçlı çapulculari bu baskıya pek fazla dayanamadı, ne uykuları ne yiyecekleri düzenli değildi. Her an bir yerlerden bir Selçuklu müfrezesi çikabiliyor ve onlara yemeği, suyu ve hayatı zehir ediyorlardı.

Yıllar birbirini kovaladı ve Anadolu Selçuklu Sultanı 1. Kılıçarslan ne saltanat sürdü ne taht yüzü gördü ama haçlı sürülerine de Anadolu'yu zindan etmeyi başardı.

Avrupa topladığı haçı sürülerini Anadolu'ya sürüyordu ama Anadolu'da Kılıçarslan'ın yaktığı ateş onları tereyağı gibi eritiyordu. Bunlar arasında en meşhurlarından biri de bizzat Danimarka kralının oğlunun komutasındaki bir ordunun Akşehir civarında tamamen telef edilmesidir.

Haçlılar bu durum karşisında daha da kudurarak aynı anda değişik güzergahlardan sürüler yolladılarsa da Sultan, Kudüs yolunu onlara kapatmaya kararlı idi ve tarihi şaşirtan adımlar attı.

1101'de İtalyan, Fransız ve Almanların oluşturduğu ve diğer Avrupa milletlerinin de katkı sağladığı 3 farklı ordu Anadolu'ya yöneldi. Kılıçarslan bu defa onlardan bir adım öndeydi ve geçmeleri muhtemel güzergahta adeta taş üstünde taş bırakmadı. Ekinleri yaktı, kuyuları kapattı ve kapatamadıklarını da zehirledi. Otlakları dahi imha ederek haçlı sürülerini bitap düşürdü.

Sultan Kılıçarslan'ı yok etmeden Kudüs'e ulaşamayacaklarını çok iyi anlayan haçlı sürüleri farklı istikametlerden Sultan'a doğru ilerledilerse de yol boyu baskınlarla da iyice yıprandılar. Sonunda Merzifon'da karşilaşilan ilk haçlı sürüsü yok edildi. Ardından diğerleri ile Ereğli civarında savaşan Kılıçarslan ayrı ayrı bu iki orduyu da telef etti.

Haçlı sürülerini bertaraf eden Sultan Kılıçarslan, yeniden doğuya yöneldi ve Musul'a kadar bölgenin idaresini ele geçirdi ve hatta adına hutbe okuttu.

Bu durumu kabullenmeyen Selçuklu beyleri ordularıyla üzerine geldiler ve Habur Çayi kenarında karşilaştılar. Ona destek olan beylerin ordularıyla savaş alanını terketmeleri üzerine Sultan çayi geçerek savaş alanından uzaklaşmaya çalisirken sulara gömüldü. (13 temmuz 1107)

Bir efsane böylece son bulmuş oldu. Birkaç gün sonra kıyıya vuran cesedi bugün Silvan olarak bilinen Meyyafarikin'e götürüldü ve vali tarafından yaptırılan Kubbetu's-Sultan adı verilen türbeye defnedildi ise de bugün bu türbe yok olmuştur.

Tarihçiler olayları yazdılar, savaşları ve sonuçlarını yazdılar ama insanların hele de sultanların iç dünyalarını kimse bilemedi. Yazdıkları mektuplar ve şiirlerle duygularını yakalamaya çalistigimiz bu kahramanların gerçekte neler hissetmiş olabileceklerini ancak tahmin edebiliyoruz.

Zamanın ve olayların bir anda tarihin merkezine aldığı bu kudretli ve merhametli insanların da zaafları ve hataları olmuştu ki bunları da yazanlar hatta abartanlar elbette olmuştur ve olacaktır.

Ancak tarihe silinmeyecek izler bırakan ve adlarını unutulmazların arasına yazdıran bu kahraman sultanların bizler tarafından anlaşilmaları için yaşadıkları dönemi de iyi bilmek zorundayız. Dünyaya nasıl yön verdiklerini ve nasıl etkilediklerini görmek zorundayız.
Tüm Avrupa ordularının karşisında aciz kaldığı bir sultandan bahsediyoruz!

Tahtının dağlara kuran ve vadilerden kutlu seller gibi haçlı sürülerinin üstüne akıp onları boğan ve tarihin çöplügüne atan fedakar ve cefakar bir büyük kumandandan bahsediyoruz.

Yumuşak minderlerde değil taşlarda oturan ve kuştüyü yataklarda değil toprağa serili kilimlerde yatan ama Kudüs yolunu haçlı sürülerine kapatan bir mücahidden bahsediyoruz.

Genç bir sultandan bahsediyoruz, genç... Dünyaya ait istekleri, beklentileri olan ve sadece bir kerecik baş eğmesi ya da görmezden gelmesi karşilığında istediği saltanatı sürmesine izin verilecek olmasına rağmen boyun eğmek bilmeyen ve bir gerilla gibi direnen, direnişi fert fert askerlerinin ruhlarına işleyen ve onları birer Kudüs fedaisine dönüştüren ruh ve dirayete sahip bir liderden bahsediyoruz.

Biz geçmişten bugüne yollarımızı yaptıklarıyla açan bu muhterem insanlardan ancak güzellikleriyle bahsediyoruz. Zira sahip olduğumuz şuur bu yiğitlerin tırnaklarıyla kazdıkları topraklarda ve tarihten kopardıkları yapraklardadır.


Allah taksiratını affeylesin ve rahmetiyle muamele eylesin.

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...