Önce şunu bir
kayda geçelim; bir hadisenin bizim tarafımızdan desteklenmesi ya da
reddedilmesi için ana mihverimiz nihayetinde bir başarıya ulaşacak olması da
hezimete uğrayacak olması da değil hak ya da batıl olmasıyla ilgili olmalıdır. Zayıfta
olsa hakkı tutmak, güçlü de olsa batılı reddetmek ve karşı durmak İslami
erdemin gereğidir.
Gelelim
yaşadığımız dünyanın normallerine...
Herhangi bir batı
ülkesi herhangi bir gerekçeyle bir doğu ülkesini işgal edebilir, sivil-asker
ayırt etmeksizin bu işgale karşı çıkan herkesi terörist ilan edebilir ve
insanlı yahut insansız hava araçlarıyla bir tür oyun oynar gibi insanları
katledebilir ve bunun eleştirilmesi bir yana karşısında olmak zaten
‘terörist’lerle birlikte olmak gibi, onlara yardım ve yataklık etmek gibi ne
idüğü belirsiz suçlamalarla muhatap olmak işten bile değildir.
Daha da açalım;
Afganistan, Irak ve benzeri ülkeler işgal edilebilir, sadece işgal edilmekle
kalınmaz yeraltı ve yerüstü zenginlikleri isteyerek yahut istemeyerek uzun vadeli,
olası itirazları da yok edecek güya anlaşmalarla ele geçirilebilir. Bunlar
müstekbir işgalciler pencerelerinden dünyaya bakanlar için gayet sıradan ve kabule
mazhar durumlar olabilir.
Hiç yokken, ön
hazırlıkları onyıllar süren bir yerleşme sonucu bir anda Filistin toprakları
üzerindeki işgalci ingilizlerin gerekli ortamı sağlamaları ile bir yahudi
devleti olarak İsrail ilan edilebilir ve bu ‘güya’ devlet her türlü katliam ve
işgallerle kendine toprak üretip yayılarak bir anda dünyanın müteğallibe zalimleri
gözünde gayet makbul bir devlete dönüşebilir.
***
İslam
coğrafyasında geçen yüzyılda oluşturulan birtakım sınırlarla ilan edilen ve
yönetilen devletlerin idarecileri halklarından mutlaka uzak, batılılara yakın
olmuşlar ve hatta çoğunlukla zorla ve baskıyla ülkelerinde batılı birtakım
yaşam tarzlarının kurulup korunmasını sağlamışlardır. Bir bakıma onları
görevlendiren batılı efendilerine sadakatle hizmet etmişlerdir.
Birinci Dünya
Savaşı sonrası işgal edilen islam coğrafyası, yerel kurtuluş hareketlerini de
işgal eden batı işgalinden henüz kurtulmaya başaramamıştır. Ancak bir şekilde
silahlı mücadele yolu ile işgalin askeri kısmını sonlandırabilen bazı ülkeler
olmuştur. Bunların ilk örneği Türkiye olabilir. Daha sonra nasıl oluştuğuna
dair bu topraklarda yaşayanların hiçbir fikrinin olmadığı sınırlar çizilmiş ve
devletler bir anda yerden ot biter gibi oluşmuşlardır.
Asgari insan
hakları vesair hususlardan bahseden herkesin mutlak olarak kabul etmesi gereken
gerçek şudur ki; işgalcinin başarılı olması ve yenilememesi asla ve kat’a onun
işgalinin haklılığı gibi bir sonuç doğurmaz, doğurmamalıdır.
Bu durum
Afganistan ve Irak işgalleri için de sözkonusudur. Her ne kadar yalan oldukları
aşikar olsa da buldukları bütün bahanelere
rağmen batılı müstekbir ve zorbaların bu işgallerini hiç kimse hiçbir sebeple
mazur ve makbul göremez, gösteremez. Nihayetinde sebebi ne olursa olsun bunlar
işgaldirler ve bunu yapanlar da işgalcidirler. Onların bu işgal ettikleri
ülkelerdeki uyguladıkları zulüm ve baskıların tamamı ise onları hem insanlık
önünde hem de tarihte aşağılanmaya mahkum edecektir.
Suriye meselesine
gelince; bu ülke de yine Birinci Dünya Savaşı sonrasında 1946’ya kadar sürecek
olan Fransız hakimiyetine geçecek ancak diğer avrupalı işgalciler gibi Fransa
buradan da çekilerek bağımsızlık ‘hediye’ edilecektir. 1963 yılından beri hep
iktidarda olan Baas Partisi ve 1970’de iktidara gelen onun doğal lideri Hafız
Esed, ülkenin azınlıklarından olan Nusayriliği esas alan yaklaşımları sebebiyle
ülkede bulunan ve nüfusun çoğunluğunu oluşturan ‘sünni’ kesim üzerindeki
baskılarla ve göstermelik birtakım seçimlerle saltanatlarını devam
ettirmişlerdir. Hafız Esed iktidarda bulunduğu 1970-2000 yılları arasında
değişik zamanlarda uyguladığı özel yöntemlerle olası bir muhalefeti daha
doğmadan yok etmiştir.
Yok etmek tabiri
lafın gelişi değil vakıanın kendisidir. Bunun en bariz örneği ise 1982 yılı
şubat ayında yaşanan Hama katliamı olmuştur. Ülkedeki yegane muhalefet olarak
teşkilatlanabilen Müslüman Kardeşler’in Hama merkezli ayaklanmaları bu
katliamla bastırılmıştı. Şubat ayı boyunca şehri bombardımana tabi tutan Hafız
Esed halen kesin sayısını kimsenin bilmediği ama ortalama 40 bin olarak tahmin
edilen can kayıplarına sebep olmuştu.
Bundan sonrası
Suriye müslümanları için korku ve baskı dolu yıllardır. Gözaltında ölümler ve
kayıplar sıradan vakalar olmuş ve ülkenin her yanına, her köşesine Esed’in
ajanları yayılarak en ufak bir işaret sebebiyle olası ‘terörist’ ilan edilen
insanlar yok edilmişlerdir.
2011 yılına
gelindiğinde 2000 yılında ölen babasının yerine geçen oğul Esed, Arap
Baharı’nın ülkesinde esen rüzgarlarını olabilecek en katı yöntemlerle
bastırmaktan çekinmemiştir. O günden bugüne kadar ise sayıları yine net olarak
bilinmese de en iyimser tahminlerle 300 bin insan hayatını kaybetmiş ve
geçmişte yaşanan tecrübeler sebebiyle katliam korkusu yaşayan halk çevre
ülkelere iltica etmekten başak bir yol bulamamışlardır.
Halen hemen her
gün yüzlerce insanın can verdiği ve Baas militanlarının fırsat bulduklarında
toplu katliamlar yaptıkları haberleri gelmeye devam etmektedir. Suriye halkı
Baas ve onun başlarına bela ettiği Esed zulmüne karşı bir kurtuluş savaşı
vermektedirler.
Ama muhalifler
şunu yaptılar ama muhalifler de bunu yapmasaydılar gibi sığ ve vicdani bakıştan
mahrum yaklaşımlar sebebiyle ve dünya müstekbirlerinin de desteği ile Baas
canavarı Esed ve avanesi katliamlarına devam ediyorlar. Doğal müttefikleri
Rusya ve İran bu savaşta da Esed’in yine en büyük destekçileri olarak yer
alıyorlar.
Batılı zalimlerle
onların ortağı İsrail’in gitmesini istemediği Esed yönetimi, kendi halkına
uyguladığı baskı ve zulümlerle batılı efendilerini hiç aratmazken, yaşanan
işkence ve katliamlarda onları geçebilecek kabiliyette olduğunu da
göstermiştir.
***
Yaşadığımız dönem
özelikle hilafetin ilga edilmiş olması ve müslümanların gerek yabancı
işgalciler gerekse yerli hizmetkarları eliyle emniyetten mahrum ve adaletten
uzak bir hayat yaşamaya mahkum edilmeleri sebebiyle tam bir ‘Fetret Devri’dir.
Tarihimizdeki meşhur fetret devirlerinden olan Moğol istilasındakine benzer ve
maalesef çağdaş/ medeni batının elinde bulundurduğu kitle imha silahları
sebebiyle çok daha kanlı ve yıkıcı bir devir.
Bütün bunların
üstüne bir de müslümanların olanları değerlendirmedeki tuhaf ve anlaşılmaz
tavırları var ki evlere şenlik! Gerek Suriye halkının gerekse onların durumuna
düşürülen tüm halkların zulüm ve işkencelerden kurtulmak için isyan etmeye ve
gerektiğinde silaha sarılmaya elbette hakkı vardır ve olmalıdır. Bazı
müslümanların kendi rahatlarını bozma ihtimaliyle bu gibi hareketlere soğuk
bakmaları onların sorunudur. Zira Allah zulmedenlerin yıkılmasını
istemektedir(Şuara 227) ve bunu dünyalık sebeplere bağlamıştır. O sebeplere
sarılıp akıbeti Allah’tan beklemek en doğal İslami duruştur.
Gerek İslam hukuku gerekse İslam tarihi bu gibi
durumlarda müslümanların nasıl hareket etmeleri gerektiği konusunu
belirlemiştir. Konunun bu kısmı ayrı bir derleme olarak ele alınması
gerektiğinden sadece özetlemekle yetinelim.
İslam,
idarecilerin zulümlerine sessiz kalmayı onları zımnen desteklemek olarak kabul
eder ve zalimlere payanda olanlara dünyada zulüm ateşini ahirette cehennem
ateşini vadeder.
Müslüman da olsa
bir idarecinin İslam’a aykırı emir ve yasaklarına uyulmasını kesinlikle
yasaklar.
Gayri müslimler tarafından
işgal edilen herhangi bir islam toprağının kurtarılmasını farz kılar. Öyle ki o
beldede yaşayan müslümanların buna güçleri yetmemesi durumunda dalga dalga en
yakınlarından başlayarak bu farizayı tüm ümmete yayar.
Bir tek müslüman
kadının dünyanın en batısında kafirler tarafından esir edilmesi durumunda daha
o zalimler kadını kendi kalelerinden içeriye sokmadan dünyanın en doğusundaki
müslümana o kadını kurtarmayı vazife kılar.
Bir İslam
beldesinde, dinin herhangi bir hükmünün reddedilmesi ya da uygulamasının
ortadan kaldırılması durumunu savaş sebebi sayar.
Bu örnekleri
çoğaltmak mümkün, ne ki kalbinde vehn yerleştirilenler olarak bizim bunları
idrak etmemiz için bolca kavli ve fiili duaya ihtiyacımız var. Bu tavır ve
duruşlar ne fevri ne de radikal yaklaşımlardır. Aksine örnekleri Nebi(sas) ve
ashabında görülen, daha sonraki devirlerde fıkhi olarakta ortaya konulan
İslam’ın öngördüğü hayatın temelleridir.
Bu din gölgesi
altında yaşayan insanlara, ‘akıl, mal, can, nesil ve din’ emniyetlerinin
sağlanmasını emreder ve bunlardan birisini kaybeden kişiye kendini savunmak ve
hakkını almak için mücadele etme hakkı verir. Bu amelin adı ise cihaddır.
Cihad, Allah’ın
kelimesinin/hükmünün yüceltilmesi için verilen savaşın adıdır. Allah’ın
kelimesi ise yukarıda örneklendirdiğimiz temelleri bize emreder.
Toprakları işgal
edilen, onur ve haysiyetleri sokak ortasında kirletilen, bebeklerine varıncaya
kadar katledilen, boyun eğmekle ölmek yahut sürgün edilmek gibi her biri kendi
çapınca ayrı bir zillet olan hallerden bir hale razı olmayıp ayaklanan, direnen
ve ölen bir halk her türlü destek ve yardımı hak etmektedir! Yaptıkları iş tüm
komplo teorilerinden bağımsız olarak cihaddır.
Ayaklanmanın
nasıl başladığı üzerinden komplo teorileri üreterek güya kullanıldıklarına
karar verenlerin bu herşeylerini kaybeden halktan dilemeleri gereken özür
kelimelerle olamayacaktır. Hiçbir plan ya da sonucu bu yaşananlarda Suriye
halkının ve destekçilerinin suçlanmasını haklı kılmaz. Arap baharının tamamen
batılı bir proje olduğunu varsaysak bile bu hakların elde etmek için ortaya
çıktıkları hemen her hak ve hürriyet Allah’ın onlara verdiği ve ellerinden
alındığında uğrunda savaşmalarınz izin verdiği şeylerdir. (Hacc 39-40-41)
İslam fıkhı
açısından cihadın hükmü ve gerekçeleri bellidir. Bu amelin yerine
getirilmesinin başkalarının işine yarayacak olması onun Allah katında
müslümanlar indinde hükmünü değiştirmez. Elbette müslümanlar akıllı ve siyasi
hareket ederler ve elbette zafere yönelir ve onu elde etmek için gayret ederler.
Anadolu
müslümanları geçen yüzyılın başında yaşadıklarını maalesef unutmuş
görünüyorlar. Oysa bugün Suriye’de yaşananlara ne kadar da benziyor. Azıcık
tarih bilgisi ile, o zor zamanlarda hangi sebeplerle ayaklanılmış ve kimlerden
nasıl destekler alınmış hatırlamak umarım zihinleri açar. Kısacası zalimlerin
zulümde birbirlerine yardımları kadar hatta daha fazla mazlumlar zulmün
defedilmesi için yardımlaşmak zorundadır.
İnsanlık onuruna
sahip herkesin Suriye halkının hiç değilse aleyhinde olmamak gibi bir ödevi
vardır.
Şam’ın kahraman
evlatlarına Allah’tan yardım ve zafer diliyorum!..