26 Nisan 2017

Patron hoca, şirket cemaat

Müslümanlar, geçen yüzyıl boyunca pek çok şeyini kaybetti ama herhalde en ağır kaybımız "hikmetli siyaset" idi ve hala arıyoruz onu...

Kayıplarımız ya da bozulmalarımız elbette ‘baş’tan başladı ki bu da şu meşhur hadisin bir bakıma tevilidir: ‘Bu din ilik ilik sökülecektir; sökülecek ilk ilik idare, son ilik ise namazdır.’

‘Ehli Sünnet ve Cemaat’ olmanın ilk şartı ve sıfatı olan ‘sünnet’ kadar vazgeçilmez tamamlayıcısı olan ‘cemaat olmak’ bu dinin ilk vahyedildiği günden beri en değerli bağımız olmuştur. İslam toplumlarında devlet başkanından başlayan ve halka halka tüm kesimleri içine alan bir cemaatleşme sözkonusudur.

İdareciler, alimler, tüccarlar ve sair meslek erbabı bile kendi aralarında cemaatler oluştururlar. Aynı şekilde mahalle halkı da muhteşem bir cemaattir. Mahalle mescidleri bu cemaatin toplantı mekanıdır ve hatta mescidde ücretle görev yapan bir imam yoktur. Onu yerine mesela mahallenin ayakkabıcısı namazları kıldırır, o yoksa fırıncı geçer mihraba ve cemaat olur mahalle sakinleri...

Değişik beldelerde ilmi ve ifranı ile öne çıkan, kendini hayra davete ve iyiliği emredip kötülüğü nehyetmeye vakfetmiş bir çok faziletli insan sürekli toplumun dünya ve ahiret işlerine faydası olacak nasihatler ve örnekliklerle cemaat hayatını diri ve sağlıklı tutmaya vesile olurlar.

Sözün başında bahsettiğimiz İslami idari boşluk sonucu ise özetlediğimiz bu kurumsal ve toplumsal bağlar ya yok oldu ya da çürüdü gitti. Yeni bir sosyal doku oluşturulurken geçmişten gelen ve İslam ahlakıyla bezenmiş örnekler ve önderler hayattan çıkarıldı. Cami cemaati bile İslam’ın emrettiği gibi kardeşliklerden oluşan bir yapı olamadı. Mahalleler ve komşuluklar zamanın getirdiği zorluklar ve mücadelelerin gölgesinde kaldı.

Legal sahadan silinen, İslam toplumunun dinamik yapısının temel taşları cemaatlerin ortadan kalkması büyük bir boşluk oluşturdu ve dünyanın genel kanunu icabı boşluk birileri tarafından doldurulmaya çalışıldı. Hiçbir kontrol ve denetleme mekanizması olmayan yeraltı yapılanmaları gibi bir sürece girildi ve İslami cemaatler ortaya çıktı. Gerek menfaat temini gibi dünyalık maksatlar gerekse zaten zor durumda olan İslam halkının dini ve ahlaki durumunu daha da bozmaya yönelik maksatlı yapılanmalar hızla çoğaldı ve üzerinde belki ileride dev çalışmalar yapılmasını gerektiren merhaleler yaşanarak bugünlere gelindi.

Geldiğimiz noktada, bir İslami cemaatin, İsrail ya da Abd ile işbirliği yaparak kendi halkının dünya ve ahiret menfaatlerini peşkeş çekebileceğini örneğiyle yaşayarak öğrendik.

Yine örneğiyle, bir cemaat liderinin peygamberlik iddiasında bulunmasını ve bunu canlı yayınlarda inen vahiylerle(!) ispatlanmaya çalışmasını gördük.

Halifelik ilan edenler oldu; kimisi kraldı kimisi terörist, ama hiçbiri bırakın sadra şifa olmayı kendilerine bile faydaları olmadı.

Mehdilik iddia edenlerin sayısını belki internet arama motorlaarı biliyordur ama en meşhurlarına hepimiz güldük geçtik.

Hemen hepsi mutlaka itikadi sapmalarla taraftar toplayan bu cemaatler yaşadığımız son cahiliye yüzyılının meyveleri olarak kalplerimizi yakmaya devam ediyorlar.

Tüm bu kaymalar, sapmalar var olan cemaatlerin daha da içe kapanmasına ve itaat gibi İslami gerekliliklerin kendine uygun yorumlamalarıyla kullanılmasına sebep oldu. Her bir cemaat tek hak grubun kendileri olduğunu ve onların hocasına tabi olununca herşeyin düzeleceğini ya da en azından maksadın hasıl olacağını iddia ettiler. Tabii ki diğer cemaatlerin büyük çoğunluğu sapıktı! Hadi bazı iyileri varsa da onların da mutlaka çok ağır hataları ve eksikleri vardı, mazaallah uzak durmak gerekirdi yoksa helak olurduk.

Cemaat mensupları, şirket yöneticisi olan hocanın sermayesi idiler; öyle herkese verilemezlerdi. Hangi akıllı işadamı sermayesini rakibine kaptırırdı ki?

Kimin tv’si varsa o büyüktü, kimin kitapları daha kaliteli basılıyorsa ve daha çok satılıyorsa o makbuldu, öyleyse tüm şirket elemanları pardon cemaat mensupları kendi yayınlarını sürekli satın almalı ve satılması için de reklam yapmalıydı. Kör olası dünyada para olmadan islami hizmet yapılamıyordu ne de olsa.

Cemaat liderini eleştirmek mi? Aklına getiren kendini kapıda bulur, selam kesilir, alışverişten bile dışlanır; ardından gelsin tekfirler, gitsin nifaklar...

Hocalar hata edebilirdi ama bizimki etmezdi, peygamberlerden başka herkes günah işleyebilirdi ama bizimkinin bir günahını görebilemezdik; hatta en fıtri, en insani bazı haller bile bizim hocadan uzaktı. Melek mi idi bilemezdik tabi ama Hızır değilse de en azından evliya idi, istisnasız her cemaatin hocası hem de.

Bu kadar büyük adamın önderlik ettiği bu muhteşem cemaatler için başarısızlık düşünülemezdi, sünnetullah ve gayretullah hocaların iki dudağı arasındaydı, haşa!

Fakat Allah, herkese layığını veriyordu, şikayet etme hakkımız yoktu...

Hocamız patron, cemaati şirket elemanları; ne kadar büyürsek o kadar başarı, ne çok kazanırsak o kadar büyümek. Kapitalist değiliz tabii ki, biz Allah için kazanıyor ve Allah’ın kullarından saklıyoruz! Allah’ın dinine davet ediyor ama Allah’ın kullarının hocalara kul olmasını istiyoruz!

Patron hocalar bozuk para gibi ümmetin gençlerini harcıyor, nesillerimizi tüketiyorlar. Kendi hevalarıyla kurdukları hayali dünyada verdikleri İslami mücadelede hep bizim evlatlarımız ve bizim hayatlarımız tüketiliyor.


Allah hepimizi ıslah etsin, ilk önce de hocalarımızı...

18 Nisan 2017

Taassup Belimizi Büktü

Fitnelerin ana kaynaklarından biri olan kavmiyetcilik veya kabilecilik gibi asabiyetleri körü körüne savunmak anlamında ıstılahımızda yer alan taassup, giderek dermansız bir hastalık gibi tüm yapılarımıza sızdı ve iğrenç bir bakteri gibi ele geçirdiği unsurlarımızı kendine asker edinerek bizimle savaşmaya devam ediyor.

Geçtiğimiz hicri asrın başlarında kavmiyetçilik hastalığımız dışardan yapılan müdahalelerle uzuvlarımızın bedenden kopmasına kadar ilerlemişti. Ancak o kadar teslim olduk ki bu mikroba, kopan organlarımız da içten içe envai türden asabiyetlerle kavgaya, dağılmaya ve yok olmaya mahkum oldu.

Hani biz ‘müslümanlar bir bedenin azaları’ idik ya, işte o minvalde bakınca halimize ortaya her bir uzvu bir başka köşeye düşmüş ve kendi yaralarıyla kıvranan başsız bir beden görüyoruz.

Bu vahim tablonun sonucu olarakta acı, kan ve gözyaşı semtimizden eksik olmuyor...

Hal bu ise, bizden beklenen en normal davranış iyileşmek ve bütünleşmek için gayret etmek olmalıyken ortaya koyduğumuz duruş ve özellikle birbirimize karşı sergilediğimiz kardeşlik hukukuna sığmaz tavır, aslında daha kötüsünü hak etmişken Allah’ın rahmeti ve lütfuyle bu halimizin devam ettiğini bir kere daha itiraf etmek zorundayız. Hak etmediğimiz nimetler ve rahatlıklar içinde yüzerken, şükrünü eda etmekten aciz kaldığımız imkanları kullanmaya bile tenezzül etmezken, kendi iç dünyamızdaki pişmanlık duygusunu birbirimize saldırarak bastırmaya çalışıyoruz.

Hepimiz bir diğerinin ne kadar az iman ettiği, ne kadar az salih amel ve ne çok günah işlediği, ne kadar kötü müslüman olduğuyla meşgulüz. Cemaatlerimiz ve hocalarımız tartışılmaz en önemli aidiyet duygularımızı temsil ediyorlar. En doğru olan biziz, kesinlikle!

İçimizden bir zümreye göre kendilerinden başka herkes zaten kafir. Biraz derin sorguladığımızda neredeyse her grubun böyle düşündüğünü ya da gönlünde gizlediği gerçeğin bu olduğunu görmek mümkün.

Bir gruba göre ise iman ve tahkiki imandan daha önemli bir mesele yok, olamaz. Halbuki her grubumuza göre en doğru şekilde iman eden yine kendi grubu olduğundan bu noktada da anlaşma sağlanamıyor.

Bir başka gruba göre zikir ve nefis tezkiyesi ile meşgul olup nefsini kurtarmaktan daha önemli bir vazifemiz yoktur. Ancak bunu da ancak her grubun şeyhine tabi olunarak yapmak mümkün yoksa kurtulmak hayal oluyor.

Bir diğerine göre elinde silah olmayan zaten baştan kaybetmiştir. Herkes silaha sarılmalı ve savaşmalıdır yoksa kurtuluş mümkün değildir. Bunu da tabii ki yine herkesin kendi grubuyla yapması gerekiyor yoksa cihad bile olmuyor.

Tabii ki ayrılıklarımız bunlardan ibaret değil, saymaya devam etsek kimbilir daha kaç çeşit İslami yapı ve düşünce var. Her bir grup ya da fikir yapısının ayrıca kendi içinde de sayısız türlere ayrıştığını hepimiz biliyoruz.

Onların partisine oy vermeyenleri tekfir edenler, şeyhlerine bağlanmayanı şeytanın müridi ilan edenler, lliderlerine beyat etmeyeni cahiliye ölümüyle öldürenler ve hatta kafir gördüğü için şehadet kelimesini söylerken bir mü’minin başını kesenler...

Tabii ki hepimizin Kur’an ve Sünnet’ten sayısız delilleri var.

Bazılarımıza göre Nebi(sas), kuşu ölün bir çocuğa taziyeye giden bir şefkat abidesi iken bir başkasına göre elinde mızrakla Uhud meydanında bizzat eliyle müşrik öldüren bir mücahid, bir diğerine göre ise O, tüm vaktini tevbe ile geçiren, namaz kılmaktan ayakları şişen muhteşem bir abid kul, çok iyi bir eş ve baba olarak tanıyanlarımız da var tabii ki.

Hepimiz kendi yaramıza merhem olan dermanı O’nun eczanesinden alıyoruz ve bunda bir sorun yok hatta yapmamız gereken de bu zaten. Ancak O’nu ve dinini elimizdekinden ve bizim hoşumuza gidenden ibaret saymamız en büyük hatamız.

Bu noktada en büyük sorumluluk ve vebal elbetteki cemaatlerin liderlerine ve hocalarına, daha ıstılahi ifadesiyle alimlere ve emir sahiplerine düşüyor.

Herşeye rağmen alimlerimizden, hocalarımızdan umutluyuz, umutlu olmak zorundayız; onlar bizi toparlayacak, birleştirecek ve hayra davet edecek olanlar, onlar bizim yolumuzu aydınlatan kandiller olacaklar. Kendilerine hürmet etmeyi marifet sayacağız ki onlar bize rehberlik marifeti gösterebilsinler.


İslam’ın en büyük garipliği; bu dinin önderlerinin acziyeti ve bu dinin evlatlarının cehaletidir. Bu garabetten kurtulmadan başka birşeyden kurtulmamız mümkün görünmüyor.

14 Nisan 2017

İslami siyaset veya İslami hareket

Müslümanlar olarak vahyin direk düzeltmeleriyle eğitilen birinci nesilden itibaren ihtilaflarımızın devam ettiği bariz bir gerçektir. Birileri hatalar yapmıştır ve yeni nesiller de mutlaka yapacaktır. Biz günahsız veya hatasız bir ümmet veya toplum hayal etmiyoruz dahası bunun imkansız olduğunu da kesin olarak biliyoruz.

Eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah sizi helak eder ve yerinize, günah işleyip, peşinden tevbe eden kullar yaratırdı. (Müslim)

İnsanlar arasındaki en yaygın ihtilaf, insanların idaresi ve ülkelerin zenginliklerinin sahiplenilmesi gibi konularda çıkmıştır. İslam’ın müslümanlardan istediği ise yeryüzünde adaletin ikame edilmesi ve Allah’ın dini ile insanlar arasında engel olarak bulunan kişi, kurum yahut devletlerin aradan çıkartılmasıdır ki buna islam ıstılahında cihad denilir. Engeller ortadan kadırıldıktan sonra insanlar İslam’ın davetine muhatap olur ve kendi tercihleriyle kabul yahut reddederler.

İslam ümmetinin tarih boyunca ayrılık ve savaşlarına baktığımızda genel manzara, fikir veyahut meşrep hususlarında birbirleriyle anlaşamasalar bile sözkonusu İslam coğrafyası ve halkı olduğunda, müslümanların maslahat ve menfaatlerini temin için biraraya geldiklerini görebiliyoruz. Zaten bu birliği gerçekleştirdiğimiz devirlerde hem biz hem de dünya huzur ve güvene kavuşmuş, bizim dağıldığımız dönemlerde ise hem ümmet hem de dünya halkları ifsad ile helak olup gitmişlerdir.

Büyük bir iddia gibi görünen bu son cümlelerin şahidi hem uzak tarih hem de neredeyse günü gününe bildiğimiz yakın tarihtir. Sadece son 100 yılda İslam’ın izzet ve aadaletini temsil eden bir otoriteden mahrum kalan yeryüzünde, gerek özelde İslam coğrafyasında gerekse genelde tüm dünyada yaşanan katliam ve soykırımlar bu büyük gerçeği anlatıyor.

Biz neyi kaybettiysek onu yine kendimizde bulmak zorundayız. Bu sebeple her bir ferdimiz kendini ve en küçüğünden en büyüğüne her bir cemaat, meşrep, tarikat yahut mezhepte kendini, duruşunu ve mensuplarını sigaya çekmek durumundadır.

İhtilaflarımız olacaktır; kavgalar edilecek, tartışma ve ayrışmalar yaşanacaktır. Allah’ın her birimiz ve her bir toplumumuz için tayin ettiği imtihan ve belalarla karşılaşacak ve sabırla ahiret yolculuğumuza devam edeceğiz.
Bizi bir arada tutacak yegane bağ, umumi olarak hepimizin salah ve menfaatine olan şeyde birleşmemizdir. Bunu alimlerimiz siyaset olarak tarif ederler. Bu konuda herhalde en net izahlardan birini Osmanlı’nın son devir alimlerinden, Hanefi fıkhının güzide fakihi, İslam’ın ve ilmin parlak ışığı İbni Abidin(ra) yapar:

Siyaset; halkı, dünya ve ahirette kurtulacakları yola irşad etmek, onların salah ve menfaatlerine çalışmaktır.

İşte tam da burada eklemek istediğim, hakkında pek çok söz söylenen İslami hareket mefhumunun aslında bu siyaset tarifinden ibaret olduğu yahut olması gerektiğidir. Yani ortada İslam hareket, cemaat, tarikat ve meşrep namına ne kadar farklı metod veya yol var olursa olsun, nihayetinde tamamı bu çizgiye uymak zorundadır.

İslam adına hareket eden, konuşan veya yürüyen herkesin, ümmetin dünya ve ahiret kurtuluşuna vesile olmak, kurtuluş ve faydaları için çalışmak zorunluluğu vardır. Aksi halde kendini İslam’a, İslami harekete izafe edemez, etse de bizden kabul görmemesi gerekir.

İslami siyaset veya hareketin dünya ve ahiret temelli iki ayrı menfaat ve kurtuluş hedeflemesi asla gözardı edilemeyecek bir özelliğidir. Sözkonusu İslam ümmeti olunca dünyada da ahirette de kurtuluş ve menfaatlerinin gerçekleşmesi her müslümanın ana hedefidir. Ne dünyada bir ümmetin helakına göz yumulabilir ne de ahirette bir tek ferdin helakı hoş görülebilir.

Allah’ın bizi tayin ettiği vazife; dünyada imar ve ıslah, ahirette ise felahtır, yani kurtuluş...

Biz her ne kadar gözardı etsekte dünyaya Allah’ın çizdiği nizam böyle yürüyor. Gayri müslimler yahut müstekbir zalimler bize baktıklarında bu kıstasla bakıyorlar. Çok garip ve ilginç değil midir, bir gecede binlerce mazlumu vahşi şekilde katlederek iktidarı ele geçiren, zalim bir diktatör olan  Mısır’ın Sisi’sinin batıda bağırlara basılması! Ve yine çok garip değil midir, kendilerinin tayin ettiği demokratik metodlarla iktidara gelen Türkiye’nin Erdoğan’ı veya Mısır’ın Mursi’sinin hatta Filistin’in Heniyye’sinin asla makbul lider görülememesi... Daha da ileri gidilerek bunların diktatörlükle yaftalanmaya çalışılması size de komik gelmiyor mu?

İşte tam da bu noktada batının olaya bakışındaki berraklık bizim de zihinlerimizi açacaktır. Kim batıya ve batıla hizmet ediyorsa, yönetim şeklinin, mezhebinin, meşrebinin dahası halkına reva gördüğü zulümlerin hiçbir mahzuru ve önemi yoktur. Kim de islam’ın ve müslümanların salah ve menfaatlerine dair bir iş tutuyorsa veya öyle bir ihtimal varsa meğer ki kendi çizdikleri yoldan gelmiş olsun asla kabul görmeyecek ve tabiri caizse şeytanlaştırılıp taşlanacaktır.

Bu noktada sözü uzatmadan bize getirelim; halk ve alimler olarak biz müslümanların ihtilaf veya kişisel/cemaatsel menfaatlerimiz eğer bizim için umum ümmetin salah ve menfaatinden değerli ise biz bu ümmete ve islami harekete/siyasete mensup değiliz demektir.

Mensup olduğumuz yapılar ve peşinden gittiğimiz şahıslar, bizi dünya ve ahirette kurtuluş ve menfaatimize olacak bir yola iletiyor ve bunu tüm ümmet için istiyor, hedefliyor ve bu uğurda gayret ediyorlarsa doğru yerdeyiz demektir.

Bu yazılanları çok söz söylenmesi gereken bir konuya giriş kabul edelim.


11 Nisan 2017

Ölmek ya da Ölmemek

Hayat bizimdir, ölüm de en az onun kadar bizim.

Herbirimiz kendi hayatlarımızı yaşar ama başkalarının ölümlerine şahitlik ederiz. Kendi ölümümüze şahit olacağımız gün artık şahitlik etme imkanımız kalmamış ancak lehinde ya da aleyhinde şahitlik edilecek konuma gelmişiz demektir.

Hayat ve ölüm, ilahi takdirin tayini ile; ‘hangimiz daha güzel ameller işleyeceğiz’ (Mülk 2) sorusunun cevabı için vardır. Bu fermandaki ‘daha iyi’ mukayesesinin bir ayrıntısı, adeta başka bir ihtimal yokmuş gibi hayatı algılamak olduğu gibi, daha iyiden başka bir şekilde hayatı tüketenlerimizin ve ölenlerimizin daha baştan bu mubtela edildiğimiz serüvenin kaybedenleri olduğudur. Yaşamamış, bu aleme gelmemiş gibi...

Zaten ahirette onların pişmanlığının ifadesi de buna benzer:

Biz sizi yakın bir azap hakkında uyardık. O gün insan kendi eliyle yaptıklarına bakar,  kafir de 'Keşke toprak olsaydım' der. (Nebe 40)

Hayatı sonlandıran daha net ifadesiyle bizi öldüren şeyler hayata bakışımızla ilgilidir. Kimimizi para öldürür, kimimizi toprak; bazımız trafik kazasında can verir, bazılarımız kansere yenik düşer. Sebepler farklıdır sonuç aynı, bu bizİ kendimize getirmeye pek yetmez. Her ölümün ardından bir sebep konur ortaya ki onunla meşgul olunsun.

Bir de canını Azrail’in aldıkları vardır. Onları ne kurşunlar, ne bombalar öldürebilir. Dahası hastalıklara yenilmedikleri gibi, kazalarda da can vermezler. Zaten savaşmadıkları bir ölüme yenik düşme ihtimalleri de yoktur.

Onların canını Aziz ve Celil olan Allah, bir melek eliyle alır!

Canını sebeplere değil de Allah’a verebilene ne mutlu...

Ölümün öldürülme ihtimaline inananların bir gün ölümü öldürme umutları da var olacaktır. Asıl ölümü yenenler işte bunlardır. Biz onlara dünyada şehid olduklarını umduklarımız deriz. Bunlar ölümü yendikleri için artık ölümsüzler olurlar. Can verdikleri halde yaşar, ölmeden ahir aleme geçerler.

Biz bunu pek idrak edemeyiz, bilemeyiz. (Bakara 154) Fermanı ilahi böyle buyurmuşken esasen bilmeye, anlamaya çalışmakta neyin nesi? Doğanın anne karnında karanlıklar içinde ve bizim hayatın devamı için olmazsa olmaz bildiğimiz nefesi almadan yaşadığına inanır, dünyaya gelince yaşamaya devam edebilmesine şaşırmayız da; hayatı ve ölümü yaratan Allah’ın ölümü yenmelerine izin verdiği adamları ölümsüz bir geçişle diğer aleme alışına mı şaşarız?

Sebeplerle teselli bulmak bir yoldur, lakin sürekli o yoldan gidildiğinde yolu kaybetmemek zordur. Zira iman; sebeplerle onların Rabbi arasında kalmamak ve Alemlerin Rabbi’nin sebeplerinde Rabbi olduğundan emin olmak, kesin olarak bilmek ve öylece kabullenmektir.


Bir ince halatın ucunda salınırken, halatın sağlamlığı hakkındaki bilgimizle hayatı ve ölümü elinde bulunduran Allah’a olan imanımız yanyana geldiğinde imanımız bilgimizden daha tatmin edici ise meseleyi çözmüşüzdür.

30 Mart 2017

Şer Salgını

Şer; dinin ve örfün en hafif tabiriyle hoş karşılamadığı, en ileri ifadesiyle ise düşman bildiği fikir ve davranışları tarifte kullanılan ıstılahen meşhur olmakla birlikte halk arasında kullanımı bile tedavülde kalmayan bir tabirdir. En basit örneğiyle; insanların geçtiği bir yola ya da sokağa onları rahatsız edecek bir taşı atmak şerdir ve yine en büyük şer ya da şerrin başlangıcı ise insanın şeytanlaşması ve Kadir-i Mutlak olan Allah(cc)’i inkar ve O’na isyan etmesidir.

Mihenk, her konuda olduğu gibi temel hayat kuralı olan din ve onun kabul ettiği maruftur. Ancak hepimizin her konuda hakkı ve doğruyu kolayca tespit etmesi ve ona tabi olması her zaman mümkün olmuyor, olamıyor. Bu noktada ise devreye farkında olmadan desteklenen şer giriyor ve destekçisinden başlayarak zarar vererek büyüyor.

Ne yazık ki insanız ve olayların arka planını görme imkanımız yok, ateş ile suyu ayırt ettiğimiz gibi kolaylıkla hayır ve şerri ayırt edemiyoruz. Hayır sandığımızdan şer, şer sandığımızdan hayır ortaya çıkınca da şaşırıp kalıyoruz. Bu da fıtri bir sonuç olduğundan mazur görülebiliriz. Asıl mesele hayrı ve şerri net olarak gördüğümüz halde yanlış duruş ve davranışta bulunmak gibi bir hataya düşmememizdir.

Şüphesiz hayırların en hayırlısı şerlerin ortaya çıkarılması ve engellenmesidir; şerlerin en şerlisi de bir hayra mani olunmasıdır ki şerrin temeli de zaten hayra mani olmaktır.

Tarihimiz boyunca en büyük sıkıntı ve kargaşaları hep hayır diye sunulan ve kendisinden hayır sadır olacak diye beklenirken şerre hizmet eden birtakım itikadi, fikri ya da siyasi akımlardan çekmişiz. Zira temsil ettiğimiz ilahi ve haliyle üstün hayat düsturu sebebiyle karşı akımların bize set olma şansı olmadığından ancak bizden yani içimizden birtakım sapkınlıklarla mahvımızın yolu açılmıştır.

Dönem dönem birileri neredeyse birbiriyle aynı konularda ve benzer yaklaşımlarla ortalığı bulandırmış ve cana, mala ve nesillere mal olan faturalar bırakıp silinip gitmişler. Ne gariptir ki, gidenlerin ardından biraz farklı süsler ve malzemelerle benzer sapmalar yien yaşanmış, yine yıpranmış ve yine badireler atlatarak kıyamete kadar sürecek yolculuğumuz devam etmiş...

Bugün birçoğumuzun ilk duyduğumuzda şaşırdığımız ve belki de ‘acaba’ diye doğru olma ihtimaline bile kapıldığımız fikir ve akımlar aslında ‘iyi’ birer kopyadan ibaret gibi tekrarlanıp duran birer fitne sarmalı olabiliyorlar.

Mesela İmam Buhari’nin nadir eserlerinden Halku Ef’ali’l-İbad’ında reddiye yazdığı fikirlerin başında Kelamullah olan Kur’an’ın yaratılmış olduğu iddiası, kulların fiillerini önceden Allah’ın bilemeyeceği ve kader hakkındaki sapkınlıklar bugün de karşımızda çıkmaya devam ediyor.

Bizim kitabi tartışmalar sandığımız bu temelde itikadi ama pratikte siyasi malzeme olan sapkınlıklar tarihimizin geriye dönüm noktalarını oluşturan ağır darbeleri temsil ediyor. Nasıl ki geçmişin Haşhaşileri ile bugünün Fetösü birbirine benziyorsa; dünün Haricileri ile bugünün Daişi de birbirine öyle benziyor.

Mevzu din olunca sapkınlığın temel kullanım argümanlarından biri doğal olarak din dışına atmak oluyor. Yani ıstılahi tabiri ile tekfir ve ardından gelen kanını ve canını helal sayma rahatlığı!

Ne hikmetse bahsettiğimiz azgın ve sapkın grupların tamamı en doğru din anlayışına kendilerinin sahip olduğunu yüksek sesle ilan ederlerken, kendileri dışındakileri genelde tekfir ederek ya da sıkışınca en azından sapık ilan ederek dinen ezmeye ve yok saymaya çalışıyorlar.

Bu sapkınlığın ilk örneğinde görülen Harici mantığın sahabe tekfirinde bile mahsur görmediğini düşünürsek; nasıl kontrolsüz, kuralsız ve sınırsız bir kitle ile karşı karşıya olduğumuzu anlamamız kolaylaşır. Öyle ya; dini kendilerinden aldığımız, öğrendiğimiz ve önder bildiğimiz sahabeyi dinden ihraç edebilen için başka kimin bir değeri kalır ki? Bunun son örneği olan Daiş’te gördüğümüz de geçmiş haricilerinin güncellenmiş ve çağdaş imkanlarla donatılmış halidir.

Yine şaşırtıcı bir benzerlikle, Haşhaşi hareketinde gördüğümüz siyasi ihanetlerin ve devletlerin idaresine sızılarak ve nihayetinde bir talimatla işine gelmeyenleri yok edebilen bir yapı olarak karşılaştığımız Fetö’nün de güncellenmiş bir versiyon olduğunu söylemek zor olmayacaktır.

Devirleri ve coğrafyaları farklı da olsa bütün bu grupların ortak sapma noktası; dini en doğru onların anladığı ve en iyi dini hizmeti de onların yaptığı şeklinde özetlenebilir. Mensuplarının derin bir hipnozla inandığı bu vahim hata, yapılan ve yapılacak herşeye kılıf olabilmektedir.

Ancak bu hareketler dinin temel hedeflerine hizmet bir yana, en büyük zararı yine İslam’a ve müslümanlara veriyorlar. Sebep oldukları dünyalık kayıpların yanısıra ahiretini mahvettikleri kitleler yine bizim nesillerimizden eksiliyor. Oysa, ne herkesi hatta yahudi ve hristiyanları bile cennetlik sayarak aldatan Fetö, ne de herkesi hatta müslümanları bile cehennemlik sayarak aldatan Daiş, İslam’ın sahih yolunu temsil etmiyorlar.


Ve kaderin bir garip tecellisi olarak, kendileriyle hakkıyla mücadele edilmeyen şer yuvalarının bela ve musibetleri hepimize bulaşıyor ve hepimizin dünyasına da ahiretine de zarar veriyor.

22 Mart 2017

Halku Ef’ali’l İbad – Kulların Fiillerinin Yaratılışı

İmam Buhari olarak meşhur olan hadis alimimizin eseridir. İslam akaidinin müdafası da denilebilecek olan eser Yusuf Özbek tarafından İlahi Kelamın Müdafaası ismiyle tercüme edilmiş 1992 yılında İstanbul’da İz Yayıncılık tarafından basılmıştır.

Kısaca İmam Buhari’nin hayatı:
İsmi Muhammed bin İsmail bin İbrahim bin el-Muğire el-Cu’fi el-Buhari, Ebu Abdullah’tır. H. 194 / M. 810 yılında Buhara’da dünyaya gelmiş ve H. 256 / M. 870 senesinin Ramazan Bayram gecesi Semerkand’ta vefat etmiştir. İslam tarihinin en meşhur muhaddislerinden biridir. Onun el-Cami’us-Sahih’i, Kur’an’dan sonra müslümanlar için en güvenilir eser olma hüviyetine sahip olup sünnetin en güvenilir kaynağıdır. Bunun yanısıra günümüze kadar ulaşan bir çok eseri mevcuttur. Onlardan biri olan Halku Ef’ali’l İbad eserinin tercümesinin bir özetini bu derlemede bulacaksınız.

Halku Ef’ali’l İbad ve’r-Reddu ale’l-Cehmiyye
Bu kitap bir dönem pek revaçta olan Allah Kelamı Kur’an’ın mahluk olduğu iddialarını reddetmek temelli bir eserdir. Bu konularda sapkınlığıyla meşhur Cehmiyye’ye reddiye olarak yazılmıştır. Günümüzde de benzer sapkın fikirlerin müdafiileri mevcut olup sık sık gündeme gelmektedirler.

Bu eserde işlenen konuları ana başlıklar olarak sıralayacak olursak:
1.       Allah(cc)’in kelam sıfatının isbatı.
2.       Kaderin ve Allah(cc)’in ilminin isbatı.
3.       Kulların fiillerinin yaratılmış olduklarının isbatı.
Bu kitabında Buhari, bu konulardaki şüpheleri zikrettikten sonra Kitab ve Sünnet ile alimlerin sözlerinden o konularda rivayet edilen açık delilleri gözler önüne sermektedir. Eserde zikredilen hadislerin tam senedlerini özete almayarak kısaltmaya çalışacağız, bazı yakın metinlere sahip hadisleri ve dipnotları almasakta en kısa zamanda tüm tercümeyi arapça metniyle birlikte pdf formatında yayınlamaya çalışacağız.

1.       CÜZ
İlim Ehlinin Allah(cc)’in Kelamını Değiştirmek İsteyen Dinsizler Hakkında Söyledikleri
1.       Süfyan bin Uyeyne dedi ki: 70 senedir kendilerine ulaştığımız şeyhlerimiz, ‘Kur’an Allah’ın kelamıdır ve mahluk(yaratılmış) değildir’ demişlerdir.
2.       Süfyan es-Evri’yi şöyle söylerken iişittim: Bana Hammad bin Süleyman dedi ki; ‘müşrik Ebu Fulan’a onun dininden beri olduğumu ulaştır, o Kur’an mahluktur demekte.
3.       Halid bin Abdillah el-Kasri’nin bir Kurban Bayramı günü Vasıt’ta hutbesine şahit oldum. Şöyle diyordu: ‘Hadi dönünüz, kurban kesiniz, Allah kurbanlarınızı kabul etsin ben ise el-Ca’d bin Dirhem’i kurban edeceğim. O, Allah’ın İbrahim’i dost edinmediğini, Musa’ya da hitab etmediğini iddia etti. Allah, onun söylediklerinden alidir, müünezzehtir.’ Daha sonra minbderden aşağıya indi ve onu kurban etti. (el-Ca’d bin Dirhem bu fikri ilk ortaya atan kişidir, Halife 2. Mervan’ın mürebbisi ve kaynıdır.)
4.       Vehb bin Cerir şöyle demiştir: Cehmiyye zındıktırlar zira onlar Allah’ın Arş’a istiva etmediğini ileri sürüyorlar.
5.       Yezid bin Harun, kendisinden başka ilahın bulunmadığı Allah’a yemin ederek dedi ki: Kur’an’ın mahluk olduğunu söyleyen zındıktır. Bunu söyleyen tevbeye çağrılır, tevbe eder, aksi halde katledilir.
6.       Abdullah bin Mübarek’e, ‘Rabbimizi nasıl tanıyabiliriz?’ diye sorulunca; ‘Göklerinin fevkinde Arş’ının üzerinde’ cevabını verdi.
7.       Ali bin Abdillah dedi ki; Kur’an Allah’ın sözüdür, onun mahluk olduğunu söyleyen kafirdir, arkasında da namaz kılınmaz.
8.       Ebu Zer(ra) dedi ki: Rasulullah(sas) buyurdu; ‘Allah (avc) buyurdu ki, benim bağışlamam da kelamdır, azabım da kelamdır. Bir şeyi dilediğim zaman, ona ol derim o da oluverir.’
9.       Habbab bin Eret(ra) dedi ki, ‘gücünün yettiğince Allah’a yaklaş, sen O’na O’nun kelamından daha sevimli birşeyle yaklaşamazsın’.
10.   Ebu Abdurrahman es-Sülemi diyor ki, ‘Kur’an’ın diğer sözleri üstünlüğü Rabb’in diğer yaratıklara üstünlüğü gibidir’.
11.   Ebu Zerr(ra); ‘Ey Allah’ın Rasulü peygamberlerin ilki kimdir? Dedim, buyurdu ki: ‘ Adem’. Dedim ki, ‘O Nebi mi idi?’, buyurdu ki: ‘Evet, kendisine hitab olunmuş biir peygamber idi’.

12.   Cabir bin Abdullah(ra) dedi ki, Nebi(sas) buyurdu ki: ‘Babanın karşılaştığı şeyi sana müjdeleyeyim mi? Allah(cc) babana perdesiz olarak hitab etti ve ona ‘Kulum dile benden’ buyurdu. O da dedi ki, ‘Ya Raba, beni dünyaya geri gönder de senin için bir daha öldürüleyim.’ Allah: ‘Onların geri dönmeyecekleri hususunda karar verdim’ buyurunca o, ‘o halde insanlara halimizi ulaştır, Ya Rabb’ dedi. Bunun üzerine Allah(cc) şu ayeti inzal buyurdu: ‘Allah yolunda öldürülenleri ölüler saymayın bilakis onlar diridirler, Rabb’lerinin yanında rızıklandırılırlar.’ (Ali İmran 169) (Cabid’in babası Abdullah bin Amr, Uhud şehidlerindendir.)

Kulların Fiileri
1.       Huzeyfe, Nebi(sas)’in şöyle buyurduğunu söyledi: ‘Muhakkak ki Allah, her sanatçıyı ve sanatını yaratır.’ Şu ayeti de zikretmek gerekir: ‘Ve Allah sizleri ve yaptıklarınızı dayaaratmıştır.’ (Saffat 96)
2.       İbn-i Abbas(ra) dedi ki: ‘ Acizlik ve beceriklilik (her ikisi de) kaderdendir.’
3.       İbn Abbas(ra); ‘herşey kaderledir hatta elini yanağına koyman bile’ demiştir.
4.       Ebu Hureyre(ra) anlatıyor: Kureyş müşrikleri, Nebi(sas)’e gelerek kader konusunda tartışmaya girdiler, bunun üzerine Allah: ‘Her şeyi bir kader ile yarattık’ (Kamer 99) ayetini indirdi.
5.       Bir çok sahabeden rivayet edildi ki; Nebi(sas) ‘Amellerin en faziletlisi hangisidir?’ diye soruldu. Buyurdu ki, ‘Allah’a iman, Rasulünü tasdik ve O’nun yolunda cihaddır.’
6.       Ebu Hureyre(ra)’den şöyle işittim, Nebi(sas) buyurdu ki; ‘Müezzine sesini uzattığı süre zarfında mağfiret olunur.’
7.       Ömer bin Abilaziz: ‘Yumuşak ezan oku, aksi takdirde yanımızdan uzaklaş’ demiştir.



Hicreten Sonrea Araplaşma

1.       Said Bin Cübeyr(ra) İbn Abbas(ra)’dan mushafların satışı hususunda şöyle dediğini nakletti: ‘Bunlar sadece el ürünlerini satan musavvirlerdir.’
2.       Ali bin Ebi Talib(ra)’den şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur: ‘İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki,İslam’dan geriye ancak ismi, Kur’an’dan da ancak resmi kalacaktır.’
3.       Buhari dedi ki: Nebi(sas)’e ‘Hangi insanların kıraatı en güzeldir?’ diye sorulunca; ‘Dinlediğinde onun Allah(cc)’den korktuğunu anladığın kişi’ cevabını verdi.
4.       Muaz bin Cebel, ‘Ey Allah’ın Rasulü söylediklerimizden sorumlu muyuz, yaptıklarımız yazılıyor mu?’ diye sorunca, O(sas) ‘Nası burunları üzerinde cehenneme sürükleten, faydasız boş sözlerinden başkası mıdır?’ buyurdu.
5.       Risalet Allah’tandır, Rasule tebliğ etmek, bize de O’na teslim olmak düşer. Zuhri


1.       CÜZ

1.       Nebi(sas) şöyle buyurdu: Allah, ilmi insanların gönüllerinden çekip çıkarmakla kaldırmaz lakin ilmi alimleri kabzetmekle kaldıracaktır. Hatta yeryüzünde tek bir alim bile kalmayacak ve insanlar cahil reisler edinecekler. Bunlara soru sorulacak, onlar da bilgisizce fetva verecekler, hem kendileri sapacak hem de başkalarını saptıracaklar.
2.       Abdullah bin Mesud(ra) altınla süslenmiş bir Kur’an görünce; ‘Hakikatte mushafın en iyi süslenmesi onun okunmasıdır’ dedi.
3.       Ubade dedi ki; Rasulullah(sas)’den işitipte hakkınızda hayır olduğunu gördüğüm hiç bir hadisi biri dışında size bildirmeden bırakmadım, o hadiste şudur: Rasulullah(sas)’i şöyle buyururken işittim: ‘Sizden burada bulunan bulunmayan ulaştırsın, kim Allah’tan başka ilah olmadığına ve O’nun tek ve şeriki olmadığına şehadet ederek ölürse cennet ona vacip olur.’
4.       İbn Abbas(ra) şöyle dedi: Ey müslümanlar topluluğu, Allah, Peygamberinize tahrif ve değişimden uzak, okumakta olduğunuz kitapların Allah’a zaman bakımından en yakını ve başka şeyler karışmamış olan Kitab varken, nasıl oluyor da ehli kitaba birşey soruyorsunuz? Halbuki Allah, ehli kitabın Allah’ın kitabını değiştirmiş, tağyir edip ve onların bu kitapları kendi elleri ile yazmış olduklarını, ayrıca az bir ücret karşılığı birşe satın almak için ‘bu Allah’ın katındandır’ dediklerini sizlere bildirmiştir. Yahutta size gelmiş olan ilim onlara soru sormaktan nehyetmiyor mu? Hayır vallahi, biz onlardan hiç birisinin sizin üzerinize nazil olan bir husustan sual ettiklerini görmüyoruz.

Nebi(sas)’in Rabbinden(cc) Zikredip Rivayet Ettikleri Hakkında Bab
1.       Ebu Hureyre’den rivayet edildi, o da Nebi(sas)’den o da Rabb’inden(cc) şöyle rivayet ediyor: ‘Bana bir karış yaklaşana ben bir arşın yaklaşırım, bana bir arşın yaklaşana bir kulaç yaklaşırım.’
2.       Ebu Hureyre(ra) dedi ki; Nebi(sas)’den işittim, dedi ki: ‘Allah(cc) şöyle buyurdu; Ben beni zikrettikçe ve benim için dudaklarını hareket ettirdikçe kulumla beraberim.’

Nebi’(sas)’in Allah(cc)’dan Gayrı Kimsenin Sözleri ile İstiazede Bulunmadığı Hakkında Bab

1.       Nuaym bin Hammad dedi ki: ‘Mahluka sığınılmaz, ne kulların ne cinlerinne insanların ne de meleklerin sözleri ile sığınılır.’
2.       Abdullah bin Mes’ud(ra) dedi ki; ‘Ey Allah’ın Rasulü, hangi günah daha büyüktür?’ diye sordum. Buyurdu ki; ‘Seni yaratmış olduğu halde Allah’a ortak koşmandır.’ ‘Sonra hangisi’ dedim. Buyurdu ki; ‘Yiyecek korkusuyla çocuğunu öldürmendir.’ ‘Sonra hangisi’ dedim. Buyurdu ki; ‘Komşunun karısı ile zina etmendir.’ Ve Allah(cc), Nebi(sas)’in kavlini tasdik için , ‘Onlar Allah ile beraber bir başka ilaha tapmazlar’ (Furkan 68) ayetini indirdi.

3.       Abdullah bin Ömer dedi ki: ‘İbadetlerden ilk eksilecek olan gece teheccüdü ve onda kıraatin yüksek sesle yapılmasıdır.’

16 Mart 2017

Avrupa Rüyasının Sonu

Yüzyıllık bir uykunun sonundayız, uyanınca rüyalar da bitecek fakat uyanmamak için direniyoruz. Biraz okula gitmek istemediği ama mecbur olduğu için zorla uyandırılan, ödevlerini bitirmemiş, uykusunu alamamış, mahmur gözlerini açmamak için direnen, mızmız ve haylaz bir talebe gibiyiz. Gözlerimizi tam olarak açtığımızda bize uykuyu sevdiren o güzel rüyanın da sona ereceğini bal gibi biliyoruz.

Uyumak, dünyaya yenilmektir; batıya teslim olmak, kontrolünü kaybetmek, sorumluluklardan kaçmak ve en önemlisi rüyalarla avunmaktır. Sadık olmayan ve gerçekleşme ihtimali de bulunmayan rüyalar...

Uyumak; Avrupa Birliği’ne, Birleşmiş Milletler’e ve Nato’ya inanmaktır.

Uyumak; tek dişi kalmış bir canavara aşık olmaktır.

Uyumak; batılı ve batıl rüyalar görmektir.

Uyumak; insan olmanın ve kul olmanın gereklerini yerine getirmemektir.

Uyumak; zulme gözünü kapatmak, mazlumları duymamak, coğrafyamızda patlayan bombaları ninni olarak algılamaktır.

Uyumak; bilinçsiz hareketler yapmak, anlaşılmaz sözler mırıldanmak ve sağa mı sola mı döndüğünden bile haberdar olmamaktır.

Şimdi tıpkı Amerikan rüyasından uyandırılmamız gibi bir kere daha uyandırılıyoruz. Amerikan rüyasından uyanmak, işgaller ve ardından verdiğimiz milyonlarca cana, yıkılan ülkelerimize, yok edilen nesillerimize ve yağmalanan zenginliklerimize mal oldu.

Aklı selim sahibi olanlarımız, bu rüyaları hiç görmeyenlerimiz için sorun yok, onlar zaten uyanıktılar ve hala uyanıklar. Ama halklarımızın büyük çoğunluğunun batının süslenmiş vahşi cazibesine kapıldığı gerçeğini gözardı edemeyiz.

Uyumakta ısrar etmenin faydası yok, zira bu döşek batılının ve onlar artık ayaklarımızdan çekiştirerek hatta gerekirse sürüyerek bizi uyandıracaklar ki bundan dolayı belki de gelecek nesillerimiz çokça Allah’a hamdedecekler, kimbilir...

Batının geldiği noktayı sadece idarecilerinin politik hevesleri ya da geçici birtakım gelişmeler zannetmek vahim bir hata olur. Avrupalı halklar zannettiğimiz kadar gelişmiş ya da medeni değillerdir. Çok uzun zaman aralarında yaşadıktan sonra söyleyebileceğim şey şudur ki, eğer devletlerinin onlara vereceği cezalardan korkmasalar hiç bir kurala ya da ahlaki norma uymazlar. Avrupa, uzun yıllar mezhep savaşlarıyla sarsılmış ve dinden biraz da kiliselerin sömürü ve tecavüzleri sebebiyle tiksinmiş bir kitledir. Büyük çoğunluğu için tek değer yargısı paradır. Örneğin bir Hollandalı işçi için en önemli gerçek haftasonu evine bir kasa bira ile gidip gidemeyeceğidir. O bira kasası için çalışır, oy verir ya da vermez ama o kasa varsa sorun yoktur.

Akademik çevreleri tekdüze bir çizgide yalpalamadan ilerlemeyi marifet sayarlar. Yıllar önce Polonya’dan İngiltere’ye kadar bir geniş çerçevede ‘faizsiz ekonomi’ modelini tartışırlarken hasbelkader İslam’ın yeryüzünde tek faizsiz sistem emreden ekonomik model olması hasebiyle bu ‘fikri’ temsilen bir dizi programa katılmıştım. Hemen hepsi İslam’ın modelinin ideal olduğunda birleşmiş ama bunu yüksek sesle dillendirmeye cesaret bile edememişlerdi.

Avrupalı politikacılar lider değillerdir; bizim anladığımız manada bir liderlik herhalde Hitler’le birlikte son bulmuştur. Dün hiç adını duymadığınız biri, yarın bir ülkeyi yönetir, iyi de becerir mesela, ama bir bakmışsınız bir başkası onun yerini almış gidenin esamesi okunmuyor. Bunu en basit anlatan şey ise yürüyen bir sistemlerinin olmasıdır. Tren gibi sabit bir hat üstünde ilerleyen, arada sadece dur-kalk yapması gereken bir yolculuktadır Avrupa politikası, bu yüzden de kimin ön koltukta oturduğu çok önemli değildir.

Tabii ki onlarda da arada sorunlar çıkmıyor değil. Yine Hollanda’da 2002 yılı seçimleri arifesinde yaşananlar bunun güzel bir örneği idi. Aşırı sağcı, monarşi ve Avrupa Birliği karşıtı bir politikacı olan Pim Fortuyn seçimlere mutlak galibiyet ihtimaliyle giriyordu. Tüm anketlere göre 9 gün sonra ülkenin kaderi değişecek hatta AB’nin temeline dinamit konulacaktı. Tam o gün yani seçimlere 9 gün kala, Pim Fortuyn devlet radyosundaki röportajından çıktı ve henüz bahçedeyken bir Hollandalı tarafından vurularak öldürüldü. Katil komşularının anlattığına göre çok iyiliksever, sempatik ve kimseye zararı olmayan kendi halinde bir adamdı. Şimdilerse cezası bitti ve özgür hatta. Ama Pim yok edildi ve ülke hatta AB kurtarıldı.

Son seçimlerde yine o günlerdekine benzer bir manzara vardı ama aynı senaryoyu uygulamak uygunsuz olacağından yeni bir malzeme bulundu. Türkiye ile kriz sağ seçmenin gönlünü okşamak için bulunmaz bir fırsattı. Bakanlara yapılan muameleler ve üstüne Fas asıllı belediye başkanının seçimlerden bir kaç gün önce, bakan Kaya’nın etrafındaki 12 korumanın ne tür silahlar taşıdıklarını bilmediklerinden, ellerini bellerine atmaları durumunda tamamının öldürülmesi izninin/talimatının verildiğini açıklaması çok ‘yerinde’ bir hamleydi. Çevresindeki 12 koruma öldürülürken bakanın ne olacağını sorgulamaya gerek yoktu. Uluslararası hukuk dediğiniz nedir ki? Adamlar 9 gün sonra ülkeye başbakan olacak birini temizlemişken hemde!

Neyse ki ucuz atlatıldı ve kimse ölmedi o gece.

Artık bu Avrupa’nın bize uyanın diye salladığı son tekmeden sonra hala ve ısrarla bir Avrupalı değerlere inanarak uyumaya devam etmek isteyenlere iyi uykular dilemekten başka elden gelen birşey yok.

Biraz akıl ve biraz hamiyyet duygusu sahibi herkes ülkesine ve bu topraklara nasıl bir yön verilmesi gerektiğini idrak edecektir.


Kalkmak düşmeden önceki haline geri dönmektir, uyanmak sadece gözlerini açmak değil yatağından fırlamaktır.

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...