28 Mayıs 2017

Ramazan’ı İdrak Etmek

Bir hedef ya da arzuya ulaşmaya idrak denilir, aynı zamanda bir maksadı tam olarak anlamaya da idrak etmek diyoruz. Dini İslam’ın ibadetlerinin tamamının her yönüyle idrak edilmesi yani hem zaman ve mekanı ile ibadete katılmak hem de gönül derinliğinde bu ibadetlerin şuuruna ermek asıl gayedir ki bunun neticesi hem dünyada bu ibadetlerden lezzet almayı hem de ahirette ecrinden faydalanmayı lütuf olarak elde etmek için elzemdir.

Ramazan bu anlamda belli bir zaman diliminde, belli bir başlangıç ve sonu olan, bazı helallerin bile işlenmesi yasaklanan, kişiyi nefsi ve ailesi ile de toplumu ile de yeniden yüzleştiren bir ibadet...

İbadetlerin hikmetlerini ve dünyevi neticelerini araştırmak veya bunların illa da olmasını beklemek gibi bir gaflete düşmek iman zaafiyetindendir. Kamil iman sahibi hiçbir mü’min ibadetlerden mesela sağlık veya başka dünyalık beklentiler içinde olmaz. Zira bilir ki; Alemlerin Rabbi olan Allah, bir ibadet va’z ettiyse bunda bizim için mutlaka ama mutlaka uhrevi bir mükafat ve hak ettiğimizden daha ziyade karşılık vardır. Bunun yanısıra dünyalık olarak beklentiler içinde olmasakta O, bizim dünyamızı da layığımızdan fazlasıyla süslemekte ve ibadet ve taatlerimiz vesilesiyle bize rahmet ve lütfundan bol bol vermektedir.

Namaz kılan bedeninin spor ihtiyacını karşılamak için kılmayacağı veya kılarsa da bunun Allah için olmayacağını bilir, oruç tutan da sıhhat bulmak için aç kalırsa bunun karşılığında belki sıhhat bulur ancak ibadetini ne için yani neyi elde etmek için yapmışsa onu elde ettiğinden ahirete bir nasibi kalmaz. ‘Ameller niyetlere göredir’ hadisi bu manada bize yeterli uyarıyı yapıyor.

Aynı şekilde fakirlerin halini anlamak için oruç tutmak gibi bir hikmet aramak normal bir müslüman için gereksizdir, her vicdan sahibi insan yoksulluğun nasıl bir musibet ve imtihan olduğunu bilir. Arzu ettiklerine ulaşamamak değildir yoksulluk, tam aksine zaruri ihtiyaçlarını elde edememektir; oruç ise yokluğundan değil var olduğu halde yalnız Allah rızası için kendini o nimetlerden men etmektir. Eğer bu manada yoksulun halini idrak etmekten bahsedeceksek o da aslında nefis terbiyesi olur ki bunun aç kalmak ya da boş mide ile dolaşmakla ilgisi yoktur. Aksi halde yalnızca aç kalmak oruç için kafi gelirdi ki susuzluk ve sair yasakların gereği olmazdı.

Kısacası oruç tutmak için herhangi bir yan faydayı hedeflemeye ihtiyaç yoktur; Allah emrettiği için oruç tutarız ve bu hikmet olarak kafidir, netice olarakta en güzeli elde etmenin yoludur. Oruç ve Ramazan süresince bu ibadet vesilesiyle birtakım lütuf ve bereketlere  muhatap olursak hamd eder, seviniriz. Yine zekat için mübarek Ramazan ayının seçilmiş olması yanında sadakalar ve infakların artması ve fıtr sadakası gibi vecibelerin de bu ayda icra edilmesi şüphesiz hayrın ve bereketin sebepleri olmalarını umduğumuz salih amellerdir. Allah, va’dini yerine getirmekte en sadık olandır ve O verenlere artırmayı, kat kat karşılık vermeyi va’d etmiştir.

Ramazan’ın oruç ve sadakalarla, zekatlarla ve fitrelerle süslenen maddi yüzünün üstünde ve bereketlerin kaynağı olarak kıyamete kadar kafi gelecek olan kur’an-ı Kerim’in de ikram edildiği ay olması sebebiyle bu ayda Kur’an-a her zamankinden daha fazla sığınmaya, okumaya, idrak etmeye ve yaşamaya gayret etmemiz elde edeceğimiz en önemli bereket olacaktır.

Hepsinin yanında nefislerimizde girişeceğimiz sabır ve sebat günleri gelmiştir. İçine riya karıştırılması mümkün olmayan ibadetlerin günleri gelmiştir. Geceleri de gündüzleri de rahmet ve bereket olan günlerin en hayırlısı olan günler gelmiştir.

Affa mazhar olmadan bu ayı bitirmek gibi bir felaketten Allah’a sığınarak Ramazan’a merhaba diyelim ve umalım ki Allah kalplerimizde olanları da hayra tebdil eylesin...


Nefislerimizi ve ailelerimizi yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem ateşinden korumak için bu mübarek ayın rahmetinden nasiplenmek umuduyla, bu zamanın kadrini bilenlere Ramazan mübarek olsun.

02 Mayıs 2017

100 yıllık işgal

Kudüs ya da genel adı ile Filistin, tarih boyunca hemen her yer gibi çok el değiştirdi. İbrahim(a)’ın kurduğu şehir, Davud(a)’ın devletine başkentlik yaparak başlayan tarihi ve Süleyman(a) devrinde yeryüzünün incisi olmasıyla şöhret buldu. Öyle ya; yalnızca insanlara değil tüm mahlukata hükmeden bir ‘Kral Nebi’nin başkenti olmak her şehre nasip olmaz...

Son Nebi(sas)’in ümmeti olan bizler içinse Kudüs tarihinin en değerli hadisesi İsra ve Mirac durağı ve elbette ilk kıblemiz olması hasebiyle olduğu kadar, Adem(a)’dan Muhammed(sas)’e kadar devam eden ve ayrım yapmaksızın tamamına iman ettiğimiz peygamberlerin durağı, yurdu ve uğrağı olmasıyladır.

Bu mukaddes şehir, Mü’minlerin Emiri Ömer bin Hattab(ra) devrinde fetihten sonra Kudüs olarak isimlendirildi. Bundan sonra kısa dönemler dışında müslümanların emniyet ve adaletiyle idare olunan Kudüs, payidar olarak devam ettiği varlığını 1516’da Osmanlı’nın cihangir sultanı Yavuz Selim Han(r)’ın kuşatması sırasında zarar görmemesi için dönemin valisi tarafından çatışmasız olarak teslim edilmesiyle Osmanlı idaresine girdi. O günden 1917 yılına kadar Osmanlı idaresinde kalan mukaddes şehir son 100 yıldır gayri-müslimler elindedir.

11 aralık 1917’de İngiliz general Allenby’nin, Kudüs’e girdiğinde ‘Haçlı seferleri sona erdi’ dediği rivayet olunur. 1948’e kadar devam eden soykırım, sürgün ve yıkımlar sonunda Haçlılar yüzyıllardır ele geçirmek için uğraştıkları Kudüs’ü ve çevresini yahudilere altın tepsi içinde sundular.

Bugün ise artık işgalin yüzüncü yılındayız ve ne Filistin halkının ne de sair İslam beldelerinin Kudüs’ün özgürleştirilmesi noktasında gözle görülür bir adımı yok. İntifadalarla ve ara ara yaşanan, işgalin ve baskıların getirdiği öfke patlamalarıyla görülen; çoğunlukla Filistinlilerin katledilmeleri yahut hapsedilmeleri ile devam eden bir süreç var.

Çocukların bile sokak ortasında infaz edildiği bir modern çağ işgali yaşıyoruz. Geçmişte daha ağırlarını gördüğümüzü ve herşeye rağmen yeniden Kudüs’ün İslam beldesi olarak payidar olduğunu ve müslümanların varlıklarını ve medeniyetlerini devam ettirdiklerini, bugünlerin de sebepler dairesinde cereyan eden hadiselerin karamsarlığına rağmen geçeceğini kesin olarak biliyoruz. Ancak bunun zamanını Allah(cc) bilir.

4 yıl önce Kudüs’ü ziyaret ettiğimde işgalin pratik hayatta nasıl birşey olduğunu birebir görme ve yaşama imkanım olmuştu. Hayatın her alanında hissedilen ağır bir bıkkınlık ve kabullenilmiş çaresizlik diyebileceğimiz bir yılgınlık görülebiliyordu.

Rehberimiz, her bakımdan donanımlı ve şuurlu bir Filistinli idi ve akşam eve döndüğünde çocuklarının ondan ekmek beklediğini anlatıyordu. Halkın tamamı İslami hassasiyetlere sahip olmadığından kıyafet ve yaşam tarzı bakımından işgalcilere uyum sağlamaya çalışanlar olduğu gibi, sahipsiz ve belki de kimsesiz bir çok genç ve çocuk sokaklarda ve özellikle de Mescidi Aksa çevresindeki surlarda dolaşıyor, bunların bir kısmı namazlarda cemaate katılmadıkları halde çıkan her olayda en ön safta taş atmaya ve can vermeye devam ediyorlar.

Çocuklar Türkiyeli misafirleri görünce ‘Polat Alemdar’ diye bağırıyorlar ve gariptir ki sınır kapısında sorgu sırasında işgal askerleri de o diziyi seyredip etmediğimizi sormuştu. Bize komik gelen şeyler orada başka anlamlar kazanıyor ve sembollere ihtiyaç duyan çocuklar rol icabı bile olsa israil devletiyle savaşan, onlara kurşun atan oyuncuyu gerçek bir kahraman gibi seviyorlar.

Biraz büyükler Mavi Marmara’yı parola olarak kullanıyor ya da işaret...

Geçim derdindeki yetişkinler ise daha çok Türkiye’nin kurmaya çalıştığı serbest ticaret bölgeleri aracılığıyla ürünlerini pazarlama imkanı bulmayı hayal ediyorlardı.

Büyük küçük hemen herkes Kudüs’ün değerinin ve orada yaşıyor olmanın gereğinin farkındalar. Ne ile meşgul olurlarsa olsunlar, nihayetinde konu ve gündem her zaman işgale ve muhtemel kurtuluşa düğümleniyor. En küçük umut ışığının değerini gözlerinde görebiliyoruz.

Onlar için birşeyler yapmaya çalışanları asla unutmuyorlar; Abdulhamid Han ve Erdoğan gibi isimler herkesin dilinde... Arap milliyetçiliği işgalin tetiklediği ve belki de desteklediği yaygın siyasi bir söylem, öyle ki Hamas bile Filistin için ‘Arapların ve müslümanların yurdu’ diyor. Hemen her çağrıda önce Araplar sonra müslümanlara sesleniliyor.

Ortak duruşları yaklaşık olarak şöyle: Onlar Filistin halkı olarak orada yaşamaya devam edecekler, varlıklarını ve evlerini koruyacaklar, Mescidi Aksa’da ribat tutacaklar, ana vazifeleri müslüman varlığını devam ettirmek ancak ondan sonrasını hayal bile edemiyorlar artık... Çoğu bir mucize bekliyor ya da bir kurtarıcı! Belki de bu yüzden onlara sahip çıkan bir lider çok farklı bir değer kazanıyor.


Bizim 3-5 günde anlayabileceğimiz bir şey değil işgal ve o insanlar haklarında öyle rahat konuşulacak bir hayat yaşamıyorlar. Allah(cc), hepimize iz’an ve insaf versin.

26 Nisan 2017

Patron hoca, şirket cemaat

Müslümanlar, geçen yüzyıl boyunca pek çok şeyini kaybetti ama herhalde en ağır kaybımız "hikmetli siyaset" idi ve hala arıyoruz onu...

Kayıplarımız ya da bozulmalarımız elbette ‘baş’tan başladı ki bu da şu meşhur hadisin bir bakıma tevilidir: ‘Bu din ilik ilik sökülecektir; sökülecek ilk ilik idare, son ilik ise namazdır.’

‘Ehli Sünnet ve Cemaat’ olmanın ilk şartı ve sıfatı olan ‘sünnet’ kadar vazgeçilmez tamamlayıcısı olan ‘cemaat olmak’ bu dinin ilk vahyedildiği günden beri en değerli bağımız olmuştur. İslam toplumlarında devlet başkanından başlayan ve halka halka tüm kesimleri içine alan bir cemaatleşme sözkonusudur.

İdareciler, alimler, tüccarlar ve sair meslek erbabı bile kendi aralarında cemaatler oluştururlar. Aynı şekilde mahalle halkı da muhteşem bir cemaattir. Mahalle mescidleri bu cemaatin toplantı mekanıdır ve hatta mescidde ücretle görev yapan bir imam yoktur. Onu yerine mesela mahallenin ayakkabıcısı namazları kıldırır, o yoksa fırıncı geçer mihraba ve cemaat olur mahalle sakinleri...

Değişik beldelerde ilmi ve ifranı ile öne çıkan, kendini hayra davete ve iyiliği emredip kötülüğü nehyetmeye vakfetmiş bir çok faziletli insan sürekli toplumun dünya ve ahiret işlerine faydası olacak nasihatler ve örnekliklerle cemaat hayatını diri ve sağlıklı tutmaya vesile olurlar.

Sözün başında bahsettiğimiz İslami idari boşluk sonucu ise özetlediğimiz bu kurumsal ve toplumsal bağlar ya yok oldu ya da çürüdü gitti. Yeni bir sosyal doku oluşturulurken geçmişten gelen ve İslam ahlakıyla bezenmiş örnekler ve önderler hayattan çıkarıldı. Cami cemaati bile İslam’ın emrettiği gibi kardeşliklerden oluşan bir yapı olamadı. Mahalleler ve komşuluklar zamanın getirdiği zorluklar ve mücadelelerin gölgesinde kaldı.

Legal sahadan silinen, İslam toplumunun dinamik yapısının temel taşları cemaatlerin ortadan kalkması büyük bir boşluk oluşturdu ve dünyanın genel kanunu icabı boşluk birileri tarafından doldurulmaya çalışıldı. Hiçbir kontrol ve denetleme mekanizması olmayan yeraltı yapılanmaları gibi bir sürece girildi ve İslami cemaatler ortaya çıktı. Gerek menfaat temini gibi dünyalık maksatlar gerekse zaten zor durumda olan İslam halkının dini ve ahlaki durumunu daha da bozmaya yönelik maksatlı yapılanmalar hızla çoğaldı ve üzerinde belki ileride dev çalışmalar yapılmasını gerektiren merhaleler yaşanarak bugünlere gelindi.

Geldiğimiz noktada, bir İslami cemaatin, İsrail ya da Abd ile işbirliği yaparak kendi halkının dünya ve ahiret menfaatlerini peşkeş çekebileceğini örneğiyle yaşayarak öğrendik.

Yine örneğiyle, bir cemaat liderinin peygamberlik iddiasında bulunmasını ve bunu canlı yayınlarda inen vahiylerle(!) ispatlanmaya çalışmasını gördük.

Halifelik ilan edenler oldu; kimisi kraldı kimisi terörist, ama hiçbiri bırakın sadra şifa olmayı kendilerine bile faydaları olmadı.

Mehdilik iddia edenlerin sayısını belki internet arama motorlaarı biliyordur ama en meşhurlarına hepimiz güldük geçtik.

Hemen hepsi mutlaka itikadi sapmalarla taraftar toplayan bu cemaatler yaşadığımız son cahiliye yüzyılının meyveleri olarak kalplerimizi yakmaya devam ediyorlar.

Tüm bu kaymalar, sapmalar var olan cemaatlerin daha da içe kapanmasına ve itaat gibi İslami gerekliliklerin kendine uygun yorumlamalarıyla kullanılmasına sebep oldu. Her bir cemaat tek hak grubun kendileri olduğunu ve onların hocasına tabi olununca herşeyin düzeleceğini ya da en azından maksadın hasıl olacağını iddia ettiler. Tabii ki diğer cemaatlerin büyük çoğunluğu sapıktı! Hadi bazı iyileri varsa da onların da mutlaka çok ağır hataları ve eksikleri vardı, mazaallah uzak durmak gerekirdi yoksa helak olurduk.

Cemaat mensupları, şirket yöneticisi olan hocanın sermayesi idiler; öyle herkese verilemezlerdi. Hangi akıllı işadamı sermayesini rakibine kaptırırdı ki?

Kimin tv’si varsa o büyüktü, kimin kitapları daha kaliteli basılıyorsa ve daha çok satılıyorsa o makbuldu, öyleyse tüm şirket elemanları pardon cemaat mensupları kendi yayınlarını sürekli satın almalı ve satılması için de reklam yapmalıydı. Kör olası dünyada para olmadan islami hizmet yapılamıyordu ne de olsa.

Cemaat liderini eleştirmek mi? Aklına getiren kendini kapıda bulur, selam kesilir, alışverişten bile dışlanır; ardından gelsin tekfirler, gitsin nifaklar...

Hocalar hata edebilirdi ama bizimki etmezdi, peygamberlerden başka herkes günah işleyebilirdi ama bizimkinin bir günahını görebilemezdik; hatta en fıtri, en insani bazı haller bile bizim hocadan uzaktı. Melek mi idi bilemezdik tabi ama Hızır değilse de en azından evliya idi, istisnasız her cemaatin hocası hem de.

Bu kadar büyük adamın önderlik ettiği bu muhteşem cemaatler için başarısızlık düşünülemezdi, sünnetullah ve gayretullah hocaların iki dudağı arasındaydı, haşa!

Fakat Allah, herkese layığını veriyordu, şikayet etme hakkımız yoktu...

Hocamız patron, cemaati şirket elemanları; ne kadar büyürsek o kadar başarı, ne çok kazanırsak o kadar büyümek. Kapitalist değiliz tabii ki, biz Allah için kazanıyor ve Allah’ın kullarından saklıyoruz! Allah’ın dinine davet ediyor ama Allah’ın kullarının hocalara kul olmasını istiyoruz!

Patron hocalar bozuk para gibi ümmetin gençlerini harcıyor, nesillerimizi tüketiyorlar. Kendi hevalarıyla kurdukları hayali dünyada verdikleri İslami mücadelede hep bizim evlatlarımız ve bizim hayatlarımız tüketiliyor.


Allah hepimizi ıslah etsin, ilk önce de hocalarımızı...

18 Nisan 2017

Taassup Belimizi Büktü

Fitnelerin ana kaynaklarından biri olan kavmiyetcilik veya kabilecilik gibi asabiyetleri körü körüne savunmak anlamında ıstılahımızda yer alan taassup, giderek dermansız bir hastalık gibi tüm yapılarımıza sızdı ve iğrenç bir bakteri gibi ele geçirdiği unsurlarımızı kendine asker edinerek bizimle savaşmaya devam ediyor.

Geçtiğimiz hicri asrın başlarında kavmiyetçilik hastalığımız dışardan yapılan müdahalelerle uzuvlarımızın bedenden kopmasına kadar ilerlemişti. Ancak o kadar teslim olduk ki bu mikroba, kopan organlarımız da içten içe envai türden asabiyetlerle kavgaya, dağılmaya ve yok olmaya mahkum oldu.

Hani biz ‘müslümanlar bir bedenin azaları’ idik ya, işte o minvalde bakınca halimize ortaya her bir uzvu bir başka köşeye düşmüş ve kendi yaralarıyla kıvranan başsız bir beden görüyoruz.

Bu vahim tablonun sonucu olarakta acı, kan ve gözyaşı semtimizden eksik olmuyor...

Hal bu ise, bizden beklenen en normal davranış iyileşmek ve bütünleşmek için gayret etmek olmalıyken ortaya koyduğumuz duruş ve özellikle birbirimize karşı sergilediğimiz kardeşlik hukukuna sığmaz tavır, aslında daha kötüsünü hak etmişken Allah’ın rahmeti ve lütfuyle bu halimizin devam ettiğini bir kere daha itiraf etmek zorundayız. Hak etmediğimiz nimetler ve rahatlıklar içinde yüzerken, şükrünü eda etmekten aciz kaldığımız imkanları kullanmaya bile tenezzül etmezken, kendi iç dünyamızdaki pişmanlık duygusunu birbirimize saldırarak bastırmaya çalışıyoruz.

Hepimiz bir diğerinin ne kadar az iman ettiği, ne kadar az salih amel ve ne çok günah işlediği, ne kadar kötü müslüman olduğuyla meşgulüz. Cemaatlerimiz ve hocalarımız tartışılmaz en önemli aidiyet duygularımızı temsil ediyorlar. En doğru olan biziz, kesinlikle!

İçimizden bir zümreye göre kendilerinden başka herkes zaten kafir. Biraz derin sorguladığımızda neredeyse her grubun böyle düşündüğünü ya da gönlünde gizlediği gerçeğin bu olduğunu görmek mümkün.

Bir gruba göre ise iman ve tahkiki imandan daha önemli bir mesele yok, olamaz. Halbuki her grubumuza göre en doğru şekilde iman eden yine kendi grubu olduğundan bu noktada da anlaşma sağlanamıyor.

Bir başka gruba göre zikir ve nefis tezkiyesi ile meşgul olup nefsini kurtarmaktan daha önemli bir vazifemiz yoktur. Ancak bunu da ancak her grubun şeyhine tabi olunarak yapmak mümkün yoksa kurtulmak hayal oluyor.

Bir diğerine göre elinde silah olmayan zaten baştan kaybetmiştir. Herkes silaha sarılmalı ve savaşmalıdır yoksa kurtuluş mümkün değildir. Bunu da tabii ki yine herkesin kendi grubuyla yapması gerekiyor yoksa cihad bile olmuyor.

Tabii ki ayrılıklarımız bunlardan ibaret değil, saymaya devam etsek kimbilir daha kaç çeşit İslami yapı ve düşünce var. Her bir grup ya da fikir yapısının ayrıca kendi içinde de sayısız türlere ayrıştığını hepimiz biliyoruz.

Onların partisine oy vermeyenleri tekfir edenler, şeyhlerine bağlanmayanı şeytanın müridi ilan edenler, lliderlerine beyat etmeyeni cahiliye ölümüyle öldürenler ve hatta kafir gördüğü için şehadet kelimesini söylerken bir mü’minin başını kesenler...

Tabii ki hepimizin Kur’an ve Sünnet’ten sayısız delilleri var.

Bazılarımıza göre Nebi(sas), kuşu ölün bir çocuğa taziyeye giden bir şefkat abidesi iken bir başkasına göre elinde mızrakla Uhud meydanında bizzat eliyle müşrik öldüren bir mücahid, bir diğerine göre ise O, tüm vaktini tevbe ile geçiren, namaz kılmaktan ayakları şişen muhteşem bir abid kul, çok iyi bir eş ve baba olarak tanıyanlarımız da var tabii ki.

Hepimiz kendi yaramıza merhem olan dermanı O’nun eczanesinden alıyoruz ve bunda bir sorun yok hatta yapmamız gereken de bu zaten. Ancak O’nu ve dinini elimizdekinden ve bizim hoşumuza gidenden ibaret saymamız en büyük hatamız.

Bu noktada en büyük sorumluluk ve vebal elbetteki cemaatlerin liderlerine ve hocalarına, daha ıstılahi ifadesiyle alimlere ve emir sahiplerine düşüyor.

Herşeye rağmen alimlerimizden, hocalarımızdan umutluyuz, umutlu olmak zorundayız; onlar bizi toparlayacak, birleştirecek ve hayra davet edecek olanlar, onlar bizim yolumuzu aydınlatan kandiller olacaklar. Kendilerine hürmet etmeyi marifet sayacağız ki onlar bize rehberlik marifeti gösterebilsinler.


İslam’ın en büyük garipliği; bu dinin önderlerinin acziyeti ve bu dinin evlatlarının cehaletidir. Bu garabetten kurtulmadan başka birşeyden kurtulmamız mümkün görünmüyor.

14 Nisan 2017

İslami siyaset veya İslami hareket

Müslümanlar olarak vahyin direk düzeltmeleriyle eğitilen birinci nesilden itibaren ihtilaflarımızın devam ettiği bariz bir gerçektir. Birileri hatalar yapmıştır ve yeni nesiller de mutlaka yapacaktır. Biz günahsız veya hatasız bir ümmet veya toplum hayal etmiyoruz dahası bunun imkansız olduğunu da kesin olarak biliyoruz.

Eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah sizi helak eder ve yerinize, günah işleyip, peşinden tevbe eden kullar yaratırdı. (Müslim)

İnsanlar arasındaki en yaygın ihtilaf, insanların idaresi ve ülkelerin zenginliklerinin sahiplenilmesi gibi konularda çıkmıştır. İslam’ın müslümanlardan istediği ise yeryüzünde adaletin ikame edilmesi ve Allah’ın dini ile insanlar arasında engel olarak bulunan kişi, kurum yahut devletlerin aradan çıkartılmasıdır ki buna islam ıstılahında cihad denilir. Engeller ortadan kadırıldıktan sonra insanlar İslam’ın davetine muhatap olur ve kendi tercihleriyle kabul yahut reddederler.

İslam ümmetinin tarih boyunca ayrılık ve savaşlarına baktığımızda genel manzara, fikir veyahut meşrep hususlarında birbirleriyle anlaşamasalar bile sözkonusu İslam coğrafyası ve halkı olduğunda, müslümanların maslahat ve menfaatlerini temin için biraraya geldiklerini görebiliyoruz. Zaten bu birliği gerçekleştirdiğimiz devirlerde hem biz hem de dünya huzur ve güvene kavuşmuş, bizim dağıldığımız dönemlerde ise hem ümmet hem de dünya halkları ifsad ile helak olup gitmişlerdir.

Büyük bir iddia gibi görünen bu son cümlelerin şahidi hem uzak tarih hem de neredeyse günü gününe bildiğimiz yakın tarihtir. Sadece son 100 yılda İslam’ın izzet ve aadaletini temsil eden bir otoriteden mahrum kalan yeryüzünde, gerek özelde İslam coğrafyasında gerekse genelde tüm dünyada yaşanan katliam ve soykırımlar bu büyük gerçeği anlatıyor.

Biz neyi kaybettiysek onu yine kendimizde bulmak zorundayız. Bu sebeple her bir ferdimiz kendini ve en küçüğünden en büyüğüne her bir cemaat, meşrep, tarikat yahut mezhepte kendini, duruşunu ve mensuplarını sigaya çekmek durumundadır.

İhtilaflarımız olacaktır; kavgalar edilecek, tartışma ve ayrışmalar yaşanacaktır. Allah’ın her birimiz ve her bir toplumumuz için tayin ettiği imtihan ve belalarla karşılaşacak ve sabırla ahiret yolculuğumuza devam edeceğiz.
Bizi bir arada tutacak yegane bağ, umumi olarak hepimizin salah ve menfaatine olan şeyde birleşmemizdir. Bunu alimlerimiz siyaset olarak tarif ederler. Bu konuda herhalde en net izahlardan birini Osmanlı’nın son devir alimlerinden, Hanefi fıkhının güzide fakihi, İslam’ın ve ilmin parlak ışığı İbni Abidin(ra) yapar:

Siyaset; halkı, dünya ve ahirette kurtulacakları yola irşad etmek, onların salah ve menfaatlerine çalışmaktır.

İşte tam da burada eklemek istediğim, hakkında pek çok söz söylenen İslami hareket mefhumunun aslında bu siyaset tarifinden ibaret olduğu yahut olması gerektiğidir. Yani ortada İslam hareket, cemaat, tarikat ve meşrep namına ne kadar farklı metod veya yol var olursa olsun, nihayetinde tamamı bu çizgiye uymak zorundadır.

İslam adına hareket eden, konuşan veya yürüyen herkesin, ümmetin dünya ve ahiret kurtuluşuna vesile olmak, kurtuluş ve faydaları için çalışmak zorunluluğu vardır. Aksi halde kendini İslam’a, İslami harekete izafe edemez, etse de bizden kabul görmemesi gerekir.

İslami siyaset veya hareketin dünya ve ahiret temelli iki ayrı menfaat ve kurtuluş hedeflemesi asla gözardı edilemeyecek bir özelliğidir. Sözkonusu İslam ümmeti olunca dünyada da ahirette de kurtuluş ve menfaatlerinin gerçekleşmesi her müslümanın ana hedefidir. Ne dünyada bir ümmetin helakına göz yumulabilir ne de ahirette bir tek ferdin helakı hoş görülebilir.

Allah’ın bizi tayin ettiği vazife; dünyada imar ve ıslah, ahirette ise felahtır, yani kurtuluş...

Biz her ne kadar gözardı etsekte dünyaya Allah’ın çizdiği nizam böyle yürüyor. Gayri müslimler yahut müstekbir zalimler bize baktıklarında bu kıstasla bakıyorlar. Çok garip ve ilginç değil midir, bir gecede binlerce mazlumu vahşi şekilde katlederek iktidarı ele geçiren, zalim bir diktatör olan  Mısır’ın Sisi’sinin batıda bağırlara basılması! Ve yine çok garip değil midir, kendilerinin tayin ettiği demokratik metodlarla iktidara gelen Türkiye’nin Erdoğan’ı veya Mısır’ın Mursi’sinin hatta Filistin’in Heniyye’sinin asla makbul lider görülememesi... Daha da ileri gidilerek bunların diktatörlükle yaftalanmaya çalışılması size de komik gelmiyor mu?

İşte tam da bu noktada batının olaya bakışındaki berraklık bizim de zihinlerimizi açacaktır. Kim batıya ve batıla hizmet ediyorsa, yönetim şeklinin, mezhebinin, meşrebinin dahası halkına reva gördüğü zulümlerin hiçbir mahzuru ve önemi yoktur. Kim de islam’ın ve müslümanların salah ve menfaatlerine dair bir iş tutuyorsa veya öyle bir ihtimal varsa meğer ki kendi çizdikleri yoldan gelmiş olsun asla kabul görmeyecek ve tabiri caizse şeytanlaştırılıp taşlanacaktır.

Bu noktada sözü uzatmadan bize getirelim; halk ve alimler olarak biz müslümanların ihtilaf veya kişisel/cemaatsel menfaatlerimiz eğer bizim için umum ümmetin salah ve menfaatinden değerli ise biz bu ümmete ve islami harekete/siyasete mensup değiliz demektir.

Mensup olduğumuz yapılar ve peşinden gittiğimiz şahıslar, bizi dünya ve ahirette kurtuluş ve menfaatimize olacak bir yola iletiyor ve bunu tüm ümmet için istiyor, hedefliyor ve bu uğurda gayret ediyorlarsa doğru yerdeyiz demektir.

Bu yazılanları çok söz söylenmesi gereken bir konuya giriş kabul edelim.


11 Nisan 2017

Ölmek ya da Ölmemek

Hayat bizimdir, ölüm de en az onun kadar bizim.

Herbirimiz kendi hayatlarımızı yaşar ama başkalarının ölümlerine şahitlik ederiz. Kendi ölümümüze şahit olacağımız gün artık şahitlik etme imkanımız kalmamış ancak lehinde ya da aleyhinde şahitlik edilecek konuma gelmişiz demektir.

Hayat ve ölüm, ilahi takdirin tayini ile; ‘hangimiz daha güzel ameller işleyeceğiz’ (Mülk 2) sorusunun cevabı için vardır. Bu fermandaki ‘daha iyi’ mukayesesinin bir ayrıntısı, adeta başka bir ihtimal yokmuş gibi hayatı algılamak olduğu gibi, daha iyiden başka bir şekilde hayatı tüketenlerimizin ve ölenlerimizin daha baştan bu mubtela edildiğimiz serüvenin kaybedenleri olduğudur. Yaşamamış, bu aleme gelmemiş gibi...

Zaten ahirette onların pişmanlığının ifadesi de buna benzer:

Biz sizi yakın bir azap hakkında uyardık. O gün insan kendi eliyle yaptıklarına bakar,  kafir de 'Keşke toprak olsaydım' der. (Nebe 40)

Hayatı sonlandıran daha net ifadesiyle bizi öldüren şeyler hayata bakışımızla ilgilidir. Kimimizi para öldürür, kimimizi toprak; bazımız trafik kazasında can verir, bazılarımız kansere yenik düşer. Sebepler farklıdır sonuç aynı, bu bizİ kendimize getirmeye pek yetmez. Her ölümün ardından bir sebep konur ortaya ki onunla meşgul olunsun.

Bir de canını Azrail’in aldıkları vardır. Onları ne kurşunlar, ne bombalar öldürebilir. Dahası hastalıklara yenilmedikleri gibi, kazalarda da can vermezler. Zaten savaşmadıkları bir ölüme yenik düşme ihtimalleri de yoktur.

Onların canını Aziz ve Celil olan Allah, bir melek eliyle alır!

Canını sebeplere değil de Allah’a verebilene ne mutlu...

Ölümün öldürülme ihtimaline inananların bir gün ölümü öldürme umutları da var olacaktır. Asıl ölümü yenenler işte bunlardır. Biz onlara dünyada şehid olduklarını umduklarımız deriz. Bunlar ölümü yendikleri için artık ölümsüzler olurlar. Can verdikleri halde yaşar, ölmeden ahir aleme geçerler.

Biz bunu pek idrak edemeyiz, bilemeyiz. (Bakara 154) Fermanı ilahi böyle buyurmuşken esasen bilmeye, anlamaya çalışmakta neyin nesi? Doğanın anne karnında karanlıklar içinde ve bizim hayatın devamı için olmazsa olmaz bildiğimiz nefesi almadan yaşadığına inanır, dünyaya gelince yaşamaya devam edebilmesine şaşırmayız da; hayatı ve ölümü yaratan Allah’ın ölümü yenmelerine izin verdiği adamları ölümsüz bir geçişle diğer aleme alışına mı şaşarız?

Sebeplerle teselli bulmak bir yoldur, lakin sürekli o yoldan gidildiğinde yolu kaybetmemek zordur. Zira iman; sebeplerle onların Rabbi arasında kalmamak ve Alemlerin Rabbi’nin sebeplerinde Rabbi olduğundan emin olmak, kesin olarak bilmek ve öylece kabullenmektir.


Bir ince halatın ucunda salınırken, halatın sağlamlığı hakkındaki bilgimizle hayatı ve ölümü elinde bulunduran Allah’a olan imanımız yanyana geldiğinde imanımız bilgimizden daha tatmin edici ise meseleyi çözmüşüzdür.

30 Mart 2017

Şer Salgını

Şer; dinin ve örfün en hafif tabiriyle hoş karşılamadığı, en ileri ifadesiyle ise düşman bildiği fikir ve davranışları tarifte kullanılan ıstılahen meşhur olmakla birlikte halk arasında kullanımı bile tedavülde kalmayan bir tabirdir. En basit örneğiyle; insanların geçtiği bir yola ya da sokağa onları rahatsız edecek bir taşı atmak şerdir ve yine en büyük şer ya da şerrin başlangıcı ise insanın şeytanlaşması ve Kadir-i Mutlak olan Allah(cc)’i inkar ve O’na isyan etmesidir.

Mihenk, her konuda olduğu gibi temel hayat kuralı olan din ve onun kabul ettiği maruftur. Ancak hepimizin her konuda hakkı ve doğruyu kolayca tespit etmesi ve ona tabi olması her zaman mümkün olmuyor, olamıyor. Bu noktada ise devreye farkında olmadan desteklenen şer giriyor ve destekçisinden başlayarak zarar vererek büyüyor.

Ne yazık ki insanız ve olayların arka planını görme imkanımız yok, ateş ile suyu ayırt ettiğimiz gibi kolaylıkla hayır ve şerri ayırt edemiyoruz. Hayır sandığımızdan şer, şer sandığımızdan hayır ortaya çıkınca da şaşırıp kalıyoruz. Bu da fıtri bir sonuç olduğundan mazur görülebiliriz. Asıl mesele hayrı ve şerri net olarak gördüğümüz halde yanlış duruş ve davranışta bulunmak gibi bir hataya düşmememizdir.

Şüphesiz hayırların en hayırlısı şerlerin ortaya çıkarılması ve engellenmesidir; şerlerin en şerlisi de bir hayra mani olunmasıdır ki şerrin temeli de zaten hayra mani olmaktır.

Tarihimiz boyunca en büyük sıkıntı ve kargaşaları hep hayır diye sunulan ve kendisinden hayır sadır olacak diye beklenirken şerre hizmet eden birtakım itikadi, fikri ya da siyasi akımlardan çekmişiz. Zira temsil ettiğimiz ilahi ve haliyle üstün hayat düsturu sebebiyle karşı akımların bize set olma şansı olmadığından ancak bizden yani içimizden birtakım sapkınlıklarla mahvımızın yolu açılmıştır.

Dönem dönem birileri neredeyse birbiriyle aynı konularda ve benzer yaklaşımlarla ortalığı bulandırmış ve cana, mala ve nesillere mal olan faturalar bırakıp silinip gitmişler. Ne gariptir ki, gidenlerin ardından biraz farklı süsler ve malzemelerle benzer sapmalar yien yaşanmış, yine yıpranmış ve yine badireler atlatarak kıyamete kadar sürecek yolculuğumuz devam etmiş...

Bugün birçoğumuzun ilk duyduğumuzda şaşırdığımız ve belki de ‘acaba’ diye doğru olma ihtimaline bile kapıldığımız fikir ve akımlar aslında ‘iyi’ birer kopyadan ibaret gibi tekrarlanıp duran birer fitne sarmalı olabiliyorlar.

Mesela İmam Buhari’nin nadir eserlerinden Halku Ef’ali’l-İbad’ında reddiye yazdığı fikirlerin başında Kelamullah olan Kur’an’ın yaratılmış olduğu iddiası, kulların fiillerini önceden Allah’ın bilemeyeceği ve kader hakkındaki sapkınlıklar bugün de karşımızda çıkmaya devam ediyor.

Bizim kitabi tartışmalar sandığımız bu temelde itikadi ama pratikte siyasi malzeme olan sapkınlıklar tarihimizin geriye dönüm noktalarını oluşturan ağır darbeleri temsil ediyor. Nasıl ki geçmişin Haşhaşileri ile bugünün Fetösü birbirine benziyorsa; dünün Haricileri ile bugünün Daişi de birbirine öyle benziyor.

Mevzu din olunca sapkınlığın temel kullanım argümanlarından biri doğal olarak din dışına atmak oluyor. Yani ıstılahi tabiri ile tekfir ve ardından gelen kanını ve canını helal sayma rahatlığı!

Ne hikmetse bahsettiğimiz azgın ve sapkın grupların tamamı en doğru din anlayışına kendilerinin sahip olduğunu yüksek sesle ilan ederlerken, kendileri dışındakileri genelde tekfir ederek ya da sıkışınca en azından sapık ilan ederek dinen ezmeye ve yok saymaya çalışıyorlar.

Bu sapkınlığın ilk örneğinde görülen Harici mantığın sahabe tekfirinde bile mahsur görmediğini düşünürsek; nasıl kontrolsüz, kuralsız ve sınırsız bir kitle ile karşı karşıya olduğumuzu anlamamız kolaylaşır. Öyle ya; dini kendilerinden aldığımız, öğrendiğimiz ve önder bildiğimiz sahabeyi dinden ihraç edebilen için başka kimin bir değeri kalır ki? Bunun son örneği olan Daiş’te gördüğümüz de geçmiş haricilerinin güncellenmiş ve çağdaş imkanlarla donatılmış halidir.

Yine şaşırtıcı bir benzerlikle, Haşhaşi hareketinde gördüğümüz siyasi ihanetlerin ve devletlerin idaresine sızılarak ve nihayetinde bir talimatla işine gelmeyenleri yok edebilen bir yapı olarak karşılaştığımız Fetö’nün de güncellenmiş bir versiyon olduğunu söylemek zor olmayacaktır.

Devirleri ve coğrafyaları farklı da olsa bütün bu grupların ortak sapma noktası; dini en doğru onların anladığı ve en iyi dini hizmeti de onların yaptığı şeklinde özetlenebilir. Mensuplarının derin bir hipnozla inandığı bu vahim hata, yapılan ve yapılacak herşeye kılıf olabilmektedir.

Ancak bu hareketler dinin temel hedeflerine hizmet bir yana, en büyük zararı yine İslam’a ve müslümanlara veriyorlar. Sebep oldukları dünyalık kayıpların yanısıra ahiretini mahvettikleri kitleler yine bizim nesillerimizden eksiliyor. Oysa, ne herkesi hatta yahudi ve hristiyanları bile cennetlik sayarak aldatan Fetö, ne de herkesi hatta müslümanları bile cehennemlik sayarak aldatan Daiş, İslam’ın sahih yolunu temsil etmiyorlar.


Ve kaderin bir garip tecellisi olarak, kendileriyle hakkıyla mücadele edilmeyen şer yuvalarının bela ve musibetleri hepimize bulaşıyor ve hepimizin dünyasına da ahiretine de zarar veriyor.

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...