19 Şubat 2018

Kimi ne kadar sevmeli?

İnsan, evet belki akıllıdır, zekidir, yetenekleri vardır, tasarlama ve hesap etme yetisi çok gelişmiştir, eğitim aldığında bir çok konuda uzmanlaşabilir. Kendimize ait beceri ve marifetlerin sayılmakla bitmemesi çok normal, zira Allah(cc) bizi aleme efendi olsun, üstün olsun, hükmetsin, halifesi olsun diye yaratmıştır. (bknz. Bakara 30)

Bir de bize hisler vermiştir ki; bazen aklımız ve becerilerimiz devreden çıkabilir, aldığımız eğitimler anlamını kaybedebilir ve biz bir anda vahşi bir hayvandan daha aşağılık bir katile yahut munis bir kediden daha sakin bir yapıya bürünebiliriz.

Severiz, kızarız, nefret ederiz, çıldırırız bazen öfkeden yahut düşmanlıktan... Gözümüz kör olur bazen! Açık gözlerle göremeyiz bazı gerçekleri de sapıtırız, dengemiz kayar, dünya tersine dönüyor gibi tepkiler veririz.
Bu kadar etkin hisleri başıboş bırakmamız en başta insanlığımıza yakışmaz. Öyle ya biz dünyaya etkisi ve katkısı olan her şeyi idare etmek isteriz. Halifeyiz ya! Mümkünse hisleri de kontrol edelim isteriz.

Kim kimi ne kadar sevecek ve ne kadar kimlerden nefret edilecek?

Bu değerli alanı Allah(cc) mutlak olarak doldurmuştur. Duygularımızı yahut ıstılahi adıyla hevamızı bu dine ram etmedikçe imanımız arızalıdır ve arızalı bir imanla cennete gidilemez! (bknz. Furkan 43, Casiye 23)
En çok Allah(cc)’i severiz! Bu her birimizin iman, idrak ve takvasına göre değişen bir sevgidir. Bazılarımız tüm bilgi edinme, idrak etme yollarının üstüne bir de gözleriyle görmüştür, öyle sever ve artık dünyayı terketmek O’na büyük dosta kavuşmak gelir. Rasulullah(sas) gibi...

Bazılarımız görmüş kadar kesin bir tasdikle iman eder ve kudret, azamet ve nimetleri karşısında tam bir teslimiyetle teslim olur Rabb’ine.

Bazılarımız için sevgi itaate bile sebep olmaz, dilinin ucuyla sever bazımız ve bu sevgi hiç bir karşılığa götürmez, hiç bir katkı sağlamaz sahibine.

Allah(cc)’in sevgisini kaybetme korkusu diye de tarif edilen takva, her birimizin sevgisinin en net ölçeğidir aslında; kim Allah(cc)’i ne kadar sevdiğini görmek istiyorsa amellerine baksın, takvası ne kadar ise o kadardır...

Hemen takvanın tarifine buradan atıf yapalım; takva, dikenli bir yolda yürürken elbiselerini dikenlerden korumak için toparlayarak, dikenlere basmadan yürümeye çalışmaktır. Dikenler, Allah(cc)’in rıza ve muhabbetini kaybettiren her türlü yasaktır.

Ve tabii ki muhabbetullahın en net göstergesi Kur’an tarifiyle, Rasulullah(sas)’e uymaktır.

De ki: ‘Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.’ (Ali İmran 31)

Sevginin en güzel göstergesi hiç tereddütsüz itaattir, zira itaatsizlik sevdiğinin sevgisini kaybetme ihtimalini ortaya çıkartır ki, hiç bir samimi sevgi sahibi bunu göze alamaz. İnsanlar karşısında bile bu böyledir, annesinin sevgisini kaybetme korkusu evlat için en önemli uyarıdır. İnsan fıtratı, sevdiğininin muhabbetini kaybetme korkusu ile yaratılmıştır.

Allah(cc)’den sonra en çok sevilecek varlık, Allah(cc)’in Rasulü Muhammed(sas)’dir. Bu hususta kalbinde imandan bir zerre bulunan kimsenin şüphesi olmaz. Kitab-ı Kerim olan Kur’an ve bu dinin ilk neslinden aktarılan muhabbet örnekleri bu konuda yeterli delil ve emir sunmaktadır. Akıl sahiplerine başka bir yol gerekmez. (bknz. Tevbe 24)

Diğer insanlara gelince, sevginin ölçüsü; onların Allah(cc) ve Rasulü(sas) için ne kadar sevgili olduklarıyla alakalıdır. Kim, Allah(cc) ve Rasulü(sas) katında değerli idiyse veyahut bizim değerlendirebildiğimiz zahiri ile değerli görünüyorsa bizim için en çok sevilecek insandır.

Bu anlayışla sair insanların en değerlileri sahabe olur ki onların da içinden Rasulullah(sas)’e yakınlıkları ve muhabbetleri ile temaruz edenler vardır. Sahabenin tabakatı konusu İslam tarihinin önemli bir konusudur.
Sonra onlardan sonra gelen tabiin, tebaut’tabiin ve sonra devam eden selefi salihin olmak üzere insanlar bizim için tabaka tabaka değerlidirler. Bugüne kadar uzanan sahih ve sağlam Ehli Sünnet çizginin salih ve muttaki mensupları bizim için ayrı ayrı değerli ve sevilecek insanlardırlar.

Esas olan ölçüyü kaybetmemek önemlidir; kimin ne kadar sevileceği Rasulullah(sas)’den başlayarak kendi hocalarımıza kadar gelir. Her birimiz sevdiklerimizin hesabını verebilecek kadar sevdiğimizden emin olmalıyız. Kalplerimizde yer verdiğimiz insanlar bizim din ve dünya hayatımızı yönlendireceklerdir. Bu konuda hassasiyet göstermemiz hem dinimiz hem de dünyamız için önemlidir.


Allah(cc) için sevmek ve Allah(cc) için buğzetmek imanın da alametlerindendir. Kimi ne kadar seveceğimiz konusuna bir giriş yapmış olalım, nefret edileceklere ise hiç yerimiz kalmadı, kalmasın da zaten...

03 Şubat 2018

Allah unutmaz!

Geçmişten bugüne değişen en önemli şey, olaylardan ve insanlardan çok daha hızlı haberdar olmamız diyebiliriz. Acılar ve sevinçler şimdi çok daha hızlı ulaşıyor, ilgili veya ilgisiz herkesin kulağına ve tabii her kulaktan geçip her kalbe inmediği gibi, gözlerin gördüğü her şey de dimağlara işlenmiyor. Görüp duyduğumuz ne büyük hakikatler ve ne dayanılmaz acılar vardır ki artık sıradanlaşmış ve kabullenilip gönüllerin üstü örtülmüştür.

İnsan için en zavallı durum ise, hakkında üstünkörü bilgi sahibi olduğu, kalbine işlenmemiş sevinç ya da acıları dillendirmek, aklına kazınmamış hakikatleri savunmaktır.

Hz. Ali(ra)’a izafe edilen şu tarif ne çok karşımıza canlanıp dikiliyor:

‘Cahil ve yobaz o kimsedir ki; delilini bilmediği şeyi iddia eder ve savunur, yine delilini bilmediği şeyi reddeder ve düşman olur.’

Bunların üstüne bir de Hâkim-i Mutlak olan Allah(cc)’in düşünce ve değerlendirmelerimize de yön vermesi için lütfettiği vahiy bilgisi olması aslında büyük bir avantaj olmalıdır. Anlamak ve anlatmak istediğimiz konuları ve insanları önce bu vahyin süzgecinden bir geçirmek bizi hata yapmamak noktasında büyük bir ayrıcalık sağlayacaktır.

Felanın başına şu gelmiş, felan haksızlığa uğramış, bir diğeri zalimlik etmiş, bir başkası mazlumiyete teslim olmuş...

Her gün ve her ortamda sürekli konuştuğumuz, eleştirdiğimiz ya da övdüğümüz davranışlar ve olaylar hakkında kendi çapımızda her birimiz ahkâm kesiyoruz. Bizim gibiler ise bunu yazıya döküp diğer insanlarla paylaşıyor.  Eğer hayra sebep veya vesile olunursa hayır, değilse şerre vesile olmanın vebaliyle başına bela aramaktan başka bir şey değil.

Tamam, Allah akıl verdi, düşünelim, dil verdi konuşalım diye lakin gönlümüzün bir kenarında bazı hakikatleri kayıtlı tutmamız daha az vebal ve daha az hesap gibi ahirette gerçekten büyük avantajlar sağlayabilir.

Öncelikle Kadir olan Allah(cc)’in hükmü ve dilemesi olmadıkça dünyanın en büyük ormanında en büyük ağacın en küçük yaprağının bile düşmeyeceğini bir kenara taşa kazınmış gibi yazalım. Sonra bizim ya da başkalarının başına bir musibet geldiğinde şu ayeti hatırlayalım:

Sana iyilik olarak ne erişirse, Allah'tandır. Sana kötülük olarak ne dokunursa, o da nefsindendir. Biz seni insanlara peygamber olarak gönderdik. Şahit olarak Allah yeter. (Nisa 79)

Sonra şunu da unutmayalım ki, başkalarının bizi sandığı kişiler değil bizim kendimizi bildiğimiz ve Allah(cc)in de daha iyi bildiği kişileriz.

Geçen bir otobüs durağında semtimizin delisine rastlamıştım. Durakta oturmuş pür dikkat gelen otobüsleri süzüyor, tabelaları okur gibi yapıyordu ki okuma-yazma bilmediğini söylemem gerek yok. Arada kolunda taşıdığı çalıştığı şüpheli saatine bakıyor ve acelesi olan ciddi bir adam rolü oynuyordu. Onu tanımayanlar aklı başında, acele işi olan bir yolcu zannettiler. Gelen hiç bir otobüse binmedi, binmeyecekti de...

Rolünü oynadı ve bazılarının onu akıllı sanmasını sağladı ama bu onun deliliğini değiştirmedi. Başkalarının ne sandığı değil onun ne olduğu önemliydi. Halimizi bize göstermek için bir kulunun aklını alan Allah(cc) ne yücedir!

Konuşalım, eleştirelim, tartışıp kavga bile edelim ama gerçeğimizi, kimseler bilmese de bizim bildiğimiz gerçeğimizi unutmayalım! Zira Allah(cc) unutmaz!

Ve mutlaka ama mutlaka galip gelecek olan Allah(cc)’in planıdır...

20 Ocak 2018

Batı ile yüzleşmek

Dünya kurulalı beri Allah’ın takdir ve izniyle güneş doğudan doğar ve batıdan batar. Bu bize sıradan gelen binlerce kâinat kanunu gibi tekrarlanıp duran ve çoğu zaman farkında bile olmadığımız, üzerinde düşünmediğimiz bir olaydır. Kıyameti tarif eden en malum ve meşhur rivayetlere göre güneş batıdan doğduğunda artık geri dönüşü olmayan yıkım ve yok oluş başlamış olacaktır. Doğu hayatın devamını batı ise bitişini temsil eder.

Çağımızın yarı romantik, biraz uysal ve oldukça itaatkâr insan tiplemesi olarak bizler, güneşin doğuşundan çok batışındaki kırmızılığı bilir, onu izler, ona şiirler yazarız.

Şüphesiz olaylar ve zamanlar dünyanın varlığının hikmetlerine hizmet eden ilahi ayetlerdir…

Dünyevi birtakım olayların gelişimiyle ilgili kullandığımız batı kadar aklımıza yerleşmiş bir başka batı algısı daha vardır ve bu batı dendiğinde ilk aklımıza gelendir. Öyle ya başlıktaki batı kelimesi sanırım hiç birinize güneşin batışını ya da yönlerden batıyı hatırlatmadı, aksine yeryüzünde gelişmişlik ve üstünlüğün günümüzdeki sahipleri olan, dünyanın coğrafi olarak batısında yer alan ama aslen batıl bir varoluşun temsili olan batı, yani batı ülkeleri, yani emperyalizmin önde gelen temsilcileri diye devam eden bir tanımın vücut bulmuş hali olarak batı.

İşte o batıda, her şey sandığımız ya da sanmamızı istedikleri kadar yolunda gitmiyor ve oralar güllük gülistanlık yerler değil.

O batıdan bir örnek olarak, uzun yıllar yaşamam sebebiyle ve halen bağlarım olduğundan takip ettiğim Hollanda ile ilgili bazı bilgileri paylaşarak devam edeyim. Hollanda denilince, geçen yıl yaşanan politik kriz sonrası yeni yeni ısıtılan Türkiye-Hollanda ilişkilerini de hemen hepimiz medyadan duyuyoruz.

İşte bu küçük ve aynı zamanda soğuk ve çok yağışlı ülkede son günlerin en popüler tartışma konusu, atalarının günahlarıyla yüzleşme çabaları oldu. Ülkenin neredeyse her yerinde heykelleri bulunan ve yeni nesillere sahip olunan medeniyet ve kalkınmanın temellerini atanlar olarak tanıtılan, bir bakıma modern Hollanda’nın kurucuları sayılan ulusal kahramanlar tartışılıyor. Caddelerde ve okullarda isimlerine rastlanabilen bu kahramanlar(!) ne yazık ki sanıldığı kadar düzgün ve örnek insanlar değillermiş meğer!

Bir tür korsanlar olarak dünyanın farklı coğrafyalarına seyahatler yapan, gittikleri ülkeleri sömürge haline getiren ve dahası oralardan Avrupa ve hatta Amerika kıtasına köleler taşıyarak ticaret yoluyla zenginleşen ve bunu ülkelerine getiren, aslında zalim ve vicdansız birer katil olma ihtimalleri olan insanları kahraman bilmek gerçekten acınası bir durum.

Bu gerçekle yüzleşmek sanıldığı kadar kolay değil elbette, zaten duygusal olarak bağları azalan ve ulus olma özelliklerini neredeyse kaybeden Avrupa halkları için birleştirici ve belki de gurur kaynağı sayılan bu geçmişin kurduğu ve halen devam eden kraliyetlerle idare edilmeleri işin en zor yanlarından biridir.

Doğuya sultanlara başkaldırmayı ve onları yıkmayı öğreten hatta emreden batının krallarla yönetiliyor olması keyfi değil bilakis ihtiyaçtandır. İnsanlar semboller ve ideallerle yaşarlar, toplumlar da öyle…

Doğunun zenginliklerini sömürerek inşa edilen bir kalkınmışlığın, belki de altında yatan hesabı sorulmamış ve verilmemiş zulümlerin, dökülen kanların ve akıtılan gözyaşlarının depremiyle sarsılması yakındır. Modern batı insanı bunu kendine bile itiraf etmeye cesaret edemeyecek gibi görünse de tarih ve zaman hesapları ortaya dökecektir.

Derken (Karun) ihtişam içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını arzulayanlar:'Keşke Karun’a verilen servet kadar bize de verilseydi, doğrusu o çok talihli' dediler.

Kendilerine ilim verilenler ise şöyle dediler: 'Yazık size! Allah'ın sevabı iman edip salih amel işleyen için daha hayırlıdır. Ona ise ancak sabredenler kavuşturulur.'

Nihayet onu da, sarayını da yerin dibine geçirdik. Artık Allah'a karşı kendisine yardım edecek avanesi olmadığı gibi, o, kendini savunup kurtarabilecek kimselerden de değildi. (Kasas 79-81)

12 Ocak 2018

Ümmet, Kardeşlik ve Vahdet

Doğu halkları olarak bir konuda anlaşabiliriz; kardeşlerimizle pek iyi geçinemeyiz ama ağabeylerimize saygı duyar, hoşlanmasakta sözlerini dinleriz. Neticede nasıl olsa kafamıza göre hareket edeceğimiz için pekte zor olmaz bu efendi kardeş duruşu!

Yeni zamanlarda tabi her şey gibi bu akrabalık ilişkileri de sarsıntılar ve değişimler geçirdi. Ağabeylik edebilmenin, büyüklüğün kabulünün bazı gerekçeleri ortaya çıktı. Biraz güç mesela, ya da biraz para gibi yan etkenler saygı görmenin, makbul akraba olmanın neredeyse şartları haline geldi.

İşin bu kısmı sosyologların işi elbette, onlar düşünsün; neden bu hale geldi dünya ve insanlık, nasıl kurtulur da normal aileler ve toplumlara oluruz?

Bizi ilgilendiren kısmına gelince, kardeşlik mefhumunu aile kavramı olmaktan çıkaran bir dine mensubuz. Dahası anneliği de ekleyerek ümmet yapan bir dinimiz var. Buraya kadar genel bir kabulümüz ister istemez var tabii ki, zira bunlar tartışılmaz kaynaklarımızda yani Kur’an ve Sünnette sabit olarak bulunan gerçekler.

Hepimiz kardeşiz ve bir tek ümmete mensubuz.

Aramızda paylaşılacak bir menfaat yahut dünyalık ortaya çıkıncaya kadar geçerli bir kardeşlik hemen hiç birimizi rahatsız etmiyor. Nasıl olsa bir sıkıntı olunca rafa kaldırılabilecek bir kardeşlikten bahsetmek çok kolay! Canımızı sıkanı, lafımıza ters düşeni hatta yolu başka bir kaldırıma düşeni elimizin tersiyle kardeşlik sınırlarından atabiliyoruz.

Aleyhinde konuştuğumuz yahut iş yaptığımız adamlar genelde kardeşimiz olmuyor, olsaydı yapamazdık zaten... Sorulduğunda dilimizin ucuyla tabii ki kardeşiz deyip geçiştirdiğimiz ama aramızda kardeşlik hukukunun esamesi okunmayan bir çok ‘sözde’ kardeşimiz var.

Kardeşler arasına ‘sui zan’ düşünce, aynı annenin evlatları olmayı gerektiren ümmet olma ihtimalimiz da azalıyor. Oysa bu dinin paylaşıldıkça çoğalan ve  büyüyen bir mirası var. Kardeşlerimize verdikçe bizim hanemizdekinin arttığı bir miras bu, verdikçe çoğalıyor!

İster mana olsun ister madde, farketmiyor!

Yeter ki kardeşine ver, çoğalıyor!

Vermek yerine yermek ve saldırmak, sevmek yerine dövmek ve uzaklaştırmak kardeşçe olamıyor oysa...

Peki bu kardeşliğin bir sınırı yok mu, elbette var. Kardeş bildiklerimiz sınırı aşmadıkça, çiğnemedikçe bizim dokunamadığımız bir hudud var. İlk hamleyi, ilk saldırıyı yapan kaybediyor! Dünyada kazansa da kaybediyor, hem de ta Kabil’den bu yana kaybediyor.

Kardeşine kıymak için elini uzatanları teneşir değil cehennem paklıyor!

Sulha yanaşmaksızın, ısrarla kan içmeye meyleden, zulmeden ve sınırları tanımayan kardeş olamıyor, olmuyor da zaten. Ordularla değil insanlarla savaşan, galibiyet değil katliam hatta bir tür soykırım peşinde koşan bir kardeş, kardeş olamıyor, olmuyor!

Ümmetin zayıf zamanında fitne ve tuzaklarla insanları katleden, yurtlarımızı karıştıran ve menfaatleri İslam olmayan, diliyle öyle söylese bile pratikte müslümanların menfaatini gözetmeyen bir kardeşle vahdet olamıyor, olmuyor.

Kadın ve çocuklara zulmeden, dillendirmekten nefret ettiğimiz işkenceleri zevkle uygulayan, çocuk katilleriyle kardeş olunamıyor, vahdette kuralamıyor, kurulmuyor.

Aynı anne-babanın çocukları da kavga eder ve döner barışırlar belki ama damarlarında katlettikleri garibanların kanı dolaşanlarla kardeş olunamıyor, vahdet kurulamıyor, kurulmuyor.

‘Onlarda bu kuyruk acısı, bizde de bu evlat acısı’ varken kardeş olunamıyor, vahdet kurulamıyor, kurulmuyor!

Evlat acısı olmayan, kan görmeye dayanamadığı için değil dökülen kanları kendinden bilip hissedemediği için vampirlerle kolkola olmakta bir sakınca görmeyen, hatta eleştirilmelerine bile dayanamayan, rahat koltuklarına yaslanmış ellerindekilerle yetinmenin yolunu dilleriyle zalimleri savunmakta ve mazlumların etini çiğnemekte gören, mustaz’afların kardeşliğini bilemeyen, idrak edemeyen, ümmet olmak veya vahdet kurmak hayaline haysiyet ve kardeşliğini heba edenlere yazıklar olsun...

‘Bir de sakın zulmedenlere meyletmeyin, sempati duymayın. Yoksa size ateş dokunur. Sizin Allah'tan başka dostunuz yoktur; sonra yardım da göremezsiniz.’ (Hud 113)

09 Ocak 2018

Allahu Ekber – Abd kim?

İnsan fırtatı gereği illa bir otoriteye kulluk etmeye meyyal yaratılmış ya, birkere asıl makamı kaybetmeye görsün, yerine akla gelmeyecek şeyleri koymaktan geri durmaz. Güneşe tapanlardan tutun ateşe secde edenlere kadar her türlüsü vardır. Bir insana tapınmak ise çokça karşımıza çıksa da en yaygın şekliyle ‘kişinin kendi hevasını ilah edinmesi’ herhalde en korkunç putperestliktir.

Kendine tapınıp, heva ve heveslerini ilah edinince, yaptığı ve yapacağı her melanete bir izahat bulmak mükün olur, zira insan nefsi kendini temize çıkarmaya bir bahane bulmakta çok mahirdir.

Ancak ne yazık ki yeryüzünde en güçlü kendisi olmadığından hayatının bir noktasında, -belki de geç noktasında- bir başkasına kulluk etmesi gerektiği gerçeğiyle yüzleşir. Bu bir başkasını doğru olarak bulmakta her kula nasip olmaz malumunuz; bazıları kendi gibi bir insana, bazımız da dünyanın başka bir metaına boyun eğer gideriz.

Fıtratındaki zayıflıklara yenilen ve bundan dolayı Allah’tan başkasını ilah edinenlerin insani bakımdan bir izahları olabilir. Mesela bir ilim adamı makam ve para için bir yöneticiye boyun eğebilir. Bunun daha ağır ve can acıtıcı olanı ise, bu zilleti islam’ın ve İslam milletinin düşmanlarına karşı kabullenmektir.

Şeytanın en usta olduğu konu bizi saptırmak olunca, en tehlikeli yaklaşma tarafı da en zayıf, en korumasız yanımız olan sağımız olur. Şeytan sağdan yaklaşıp yapılanları ve yaşananları gönlümüzde bulunan iman ve izzetin yanına bir tevil veya kaçamakla sıkıştırıp çekilir kenara!

Aslında şeytan, komplo teorisyenlerinin de piridir!

Dünyada en çok kabul gören komplolar şeytanın hazırladıklarıdır.

Şeytanın en büyük komplosu, küfür ve şirk yoluna insanları ikna etmektir. İkna edemediklerini ise iman elbisesi giydirdiği, sağdan yavaşça yaklaşan ılık hikayelerle uyutmaktır.

Müslümanlar, Aziz ve Kadir olan bir Allah’a iman ederler.

Müslümanlar, Vahid ve Kahhar olan bir Allah’a iman ederler.

Müslümanlar, bütün esma ve sıfatlarıyla eşsiz ve ortaksız bir Allah’a iman ederler.

Müslümanlar, tuzak kuranların en hayırlısı olan bir Allah’a iman ederler.

Müslümanlar, Ekber olan bir Allah’a iman ederler.

Her şeye kadir olan, her şeyden mukayesesiz büyük ve üstün olan bir Allah yani...

Kendisinden daha büyük bir güç ve kuvvet bulunmayan bir Allah yani...

Her tuzağın bozucusu, her zalimin hesap sorucusu, her planlayanın da plancısı olan Allah!

Abd’den de, siyonizmden de büyük olan Allah!

Bir şeyin olmasını dilediğinde ‘ol’ demesi yeten Allah!

Şeytanın herhalde günümüzde en sık kullandığı sağ silahı; ‘bu işin arkasında Abd vardır ya da siiyonizm vardır, zaten onlar olmasa, onlar istemese bunlar olmazdı’ gibi akla, imana ve dünyanın da ahiretinde kanununa aykırı bir deliksiz demirdir.

Bu şeytani varlıklar ve devletler elbette batılın ve küfrün en güçlü temsilcileri oldukları gibi, yeryüzünde kaynayan fitne kazanlarının başında dans eden en kaliteli rakkaseleridirler. Şerleri aşikar olmakla meşhur ve bundan memnun, bu şeytani ve tağuti varlıklar yeryüzünün tartışmasız lanet okunması gerekenler sıralamasında ilk makamın sahibidirler. Büyükleri ve küçükleri ile hem de...

Abd’ye ‘büyük şeytan’ diye bağıranların kendi ‘küçük şeytan’lıklarını perdelemeye çalıştıklarını görmemiz hem dünya hem ahiret menfaatimiz için şarttır. Şeytanın büyüğüyle küçüğüyle ama her türlüsüyle savaşmak imanın en belirgin alametidir.

Allah, iman edenleri şeytanın her türlüsünün şerrinden emin eylesin!

30 Aralık 2017

Ezik bir taklit: Yılbaşı

Dünya kurulalı beri bir çok medeniyetler ve yıkımlar gördü. Kalkınmış ülkeler, ekonomik ve siyasi olarak güçlü olmanın avantajlarını kültürlerini yaymakta da kullandılar. Güçlünün ve zenginin taklitçisi hep çok oldu. Yalnız kedinin aslan taklidi yapması canına, fakirin zengin taklidi yapması da yurduna mal oldu da sömürgeler ve sömürülmelerle doldu tarih...

Günümüz dünyasının hakimleri batılılardır, bu tartışılması anlamsız ve bir o kadar da tatsız acı gerçeği hepimiz tiksinerekte olsa yaşıyoruz. Doların hükümferma olduğu ekonomi, ingilizcenin dünya dili olduğu iletişim, uçak gemilerinin ve uzun menzilli füzelerin sağladığı askeri güç onlarda! Modanın hükmettiği dış görünüşler, filmlerin ve medyanın avuttuğu ve yetiştirdiği bilinçler ve altları, saçların ve tırnakların şekli, pantolonların paçası, gömleklerin yakası, ceketlerin düğmesi onların dudaklarına bakıyor.

Herhangi bir dini/davası olmayanlar için kolayca kapılınacak rüzgar onlardan yana esiyor!

Zamanın çamurlu seli önüne kattığı yığınları onların deltasına taşıyor!

Fırtınalar ve hortumlar emdikleri eti vekanı, taşı ve toprağı onların bahçesine kusuyor!

Akar suyun üstündeki çer-çöp direnemiyor!

Tarihin ve medeniyetin ana yurdunda yaşayan, toprağı şehadetle yoğrulu, dağları sancaktar, ovaları seccade, ağaçları rükuda, çicekleri secdede bir yurdun, müslüman coğrafyasının aklı başında fertlerinin,  doğudan batıya derdinin yaklaşan miladi yılbaşı kutlaması olmasından daha kötü bir gündem düşünemiyorum.

Taklitçiliğin iğrenç pratiği yahut bir ileri aşamasıyla celladına aşık olmaklığın çirkefinden üstümüze sıçrayan bu pis çamur, dilimizi meşgul etmekle kalmayıp halkın gönüllerinde sıradanlaştığından, telin etmek ve reddetmek mecburiyeti hasıl oluyor.

Bu adetin kaynağı olan batının artık bir dini yoktur; değişik mezheplerle temsil edilen ve zorla öne çıkarılan kiliseler, skandallar ve gönülleri tatmin etmeyen söylemleri sebebiyle hızla toplum hayatından çıkmakta, ateistlik ve deistlik akımları hakim olmaktadır.

Öyle sanıldığı gibi bir haçlı ruhu tıpkı bizde sanıldığı gibi bir Osmanlı ruhunun yok olmuş olması gibi teoriden ve pratikten çekilmiştir.

Batıda bugün hakim olan kültür, eski inançlarından ve güncel buluşlarından harmanladıkları, değerleri olmayan bir varlık manzumesi olarak; kapitalizmin zaferi, komünizmin bilinci ve neticede hümanizmin vardığı son nokta kendine tapınmaktan ibarettir.

Yılbaşı takvim değişiminden ibarettir ama ona yüklenilen mana, batılıların eksik kalan ruhi rahatlama ve ayin yapma arzusunu bastırma gayretiyle süsledikleri bir yarı dini, yarı dünyevi ama daha çok nefisleri okşayan, eksikliği hissedilen insani duygu ve birliktelikleri desteklemeye yarayan, eğlence ve savurganlık, doyumsuzluk ve merhametsizlik, egoistlik ve menfaatçilik, tüm bunların özeti olarak ise kişisel tatmin ve tapınma yani ‘hevasını ilah edinme’ olarak tarifini Kur’an’da bulduğumuz sapmaların zirvelerinden biridir.

Bu batılı ve batıl adetin bizim coğrafyamızda yani sadece ülkemizde değil diğer islam topraklarında da taklit edilmesinin sebebi, güç karşısında hissedilen eziklik ve buna sebep olan imani ve insani kalitesizlik olabilir. Cehaletin ve umursamazlığın, araştırmaz, sorgulamaz, aptal ve kör taklidin herhalde en güzel ama aslında en kötü örneğidir.

Avrupa toplumu yılbaşına bizim Ramazan bayramına hazırlanmamıza benzer bir huşu ve huzurla hazırlanır. Yaklaşık bir ay öncesinden hediye piyasası ve kutlamalarda kullanılacak havai fişeklerin reklamları başlar. Ulusal ve yerel yönetimler halklarının huzur içinde biir kutlama geçirmesi için idari ve siyasi tedbirlerin yanısıra kaçınılmaz olarak yaşanan el ve göz kaybetmeye varan kazalar için acil müdahale ve tıbbi destek gibi hazırlıkları yaparlar. Bu yönüyle de Kurban bayramında yaşadıklarımıza benzer şeyler yaşanır. Caddeler ve çarşılar süslenir, ışıklandırılır. Çam piyasası ile hindi satışları revaçtadır.

Dini hassasiyetlerini kaybeden batı toplumlarının en yüksek katılımlı ve toplumun her kesimini kapsayan kutlama adeti yılbaşılardır. Bu manada batının ve batılın zirvesidir.

Bize gelince, bu ve benzeri batılı ve batıl adetler için bir tek hadis yeterlidir:

‘Kim bir kavme benzerse onlardandır.’ (Müsned)

15 Aralık 2017

Dokunulmazlarımız!

İnsanlar arasında bizim için değerli ve saygın bir çok kişi vardır. Özellikle kendilerinden dünyamız ve ahiretimiz için faydalı bilgiler edindiğimiz, nasihatlerinden faydalandığımız ilim ve fikir sahiplerine hürmet ve muhabbet beslemek fıtratımıza gayet uygun bir davranış biçimidir.

Bir çok meselede olduğu gibi bu konuda da aşırılıklara düşenlerimiz hepimizin malumudur. Kendi hoca, şeyh yahut liderlerini hatasız görmek adeta normal bir davranışa dönüşmüştür. Bir hareket, sevdiğimiz veya peşinden gittiğimiz birinden sadır olunca bir şekilde tevil ederek normalleştirip geçiştirirken, alakamız olmayan biri yapınca tuhaf bir şekilde saldırmaya ve eleştirmeye hatta reddedip dışlamaya hazırızdır.

Oysa İslam'da ruhbanlık, dokunulmazlık veya masumiyet yoktur, her müslüman hayatı boyunca imtihandadır ve o anki hali üzere makbul yahut merduttur; ilim ve siyaset önderlerine hürmet etmekle onları ruhbanlaştırmak arasında büyük fark vardır. Peygamberler mustesna ki onların durumları vahiyle sabittir. Onlar dışındaki herkesin günah işleme ihtimali olduğunu kabul etmek Ehli Sünnet’in alametlerindendir. Bazı bid’atçi mezhepler, imamlarının masum olduğuna inanırlar, Ehli Sünnet arasında bu itikadı normalleştirenler de onlar gibidir.

Bir diğer husus; birinin bir dönem İslam'a ve müslümanlara faydalı işler yapması onu ömür boyu dokunulmaz, seçkin ve üstün biri yapmaz, kimsenin Allah'ı ve dinini yahut müslümanları minnet altında bırakma hakkı yoktur. Felanca iyi bildiğimiz bir kardeşimizdir, abimizdir, hocamızdır, liderimizdir gibi hüsnü zan İslam ahlakının temellerindendir. Ancak kimsenin ayrıcalığı olmayan bir imtihan dünyasında olduğumuzu ve herkesin nefsi ile şeytana kapılma ihtimali olduğunu aklımızdan çıkarmamak durumundayız.

Bir hataya yahut günaha veya sapkınlığa düşen salih bildiğimiz biri ise ona insafla nasihat eder ve kendisini düzeltinceye kadar onu örnek ve önder görmeyiz, kardeşlik hukuku gereğince davranır, bir ayrıcalık tanımayız. Üzerimizde emeği olanların hatalarını hoşgörmek bizi felakete sürekleyecektir.

Bugün herkesin eleştirmekte birbiriyle yarıştığı bazı cemaatlerin ve hocalarının hallerinden ibret almak gerekir. Bakınız, açıkça yalan söylediğini gördükleri halde hocalarının peşinden tereddütsüz gitmeleri onları nasıl helak etti.

Bir şeyi de unutmayalım; İslam azizdir, müslümanlar onurlu ve edepli insanlardır, herhangi bir konuda sünnet ve edebe muğayir davranmak ve müslümanların karşısında edepsiz sözler etmek en hafif tabiriyle ahlaksızlıktır.

Hocalar, üstadlar veya vaizler eğer insanlara Allah'ın dinini/davasını anlatıyorlarsa şaklabanlık, küfür, hakaret ve edebsiz sözlerden uzak durmak zorundadırlar, biz de böylelerinden yüz çevirmek durumundayız; en güzel ahlakı tamamlamak için gelen bir din edepsizlikle temsil edilemez.

Bizden önceki müslümanlar ve onların liderleri hakkında ileri-geri ağza alınmayacak küfür ve hakaretleri eden birilerini kendimize ve neslimize üstad edinirsek, gelecek nesillerin bizim ardımızdan edecekleri küfür ve hakaretlerin hesabı tutulamayacaktır.

Tarihimize müstesna notlar düşen yiğit ve cefakar nesilleri ancak hayırla yad etmeli ve onların hatalarından ibret almaktan başka bir maksatla bahsetmemeliyiz. Kendilerini savunma imkanları olmayanların ardından konuşup ahiretteki hesabımızı zorlaştırmanın akıllıca ve müslümanca bir iş olmadığı aşikardır.

Sürekli birilerini eleştiren ve başkalarının hatalarıyla meşgul olan kürsü sahiplerinin yolu sünnete uygun değildir. Varlığını başkalarının hataları üzerine bina eden, sandalyesini nehirde yüzen çöplerin üstüne yerleştiren gibidir; batması ve boğulmasa da en azından tepeden tırnağa ıslanması işten bile değildir.

‘Ey Allah’ın kulları, kardeş olunuz!’

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...