06 Nisan 2018

Derede boğulmak

Nuh(a)’ın gemisinden ilham alınarak tasarlanmış devasa bir gemideydik, uzun yıllar süren, tarihin şahit olmadığı fırtınalarla boğuştuk. Bir yandan deniz ve rüzgar, diğer yandan zalim düşman saldırıları altında dönülemez yolumuza devam ettik. Devran aleyhimize döndü ve kaptanımızı kaybettik, hakimiyet ve üstünlüğümüz yıkıldı.

Kaybettiğimiz sadece bir kaptan olsaydı yerine yenisini mutlaka bulurduk, ki geçmişimizde bunun benzeri devirlerde, olmadık çareler üretip, bir kaptanın etrafına toplanıp gemimizi selamet sahiline ulaştırmıştık. Yine aynısını yapabilirdik ama düşman da bunu biliyordu.

Kaptanlığımızı yıktılar! Gemimizde artık öyle bir makam yok...

Karaya vurmak kaçınılmazdı. Kaptansız ve mağlup bir gemi için yolculardan sağ kalanların karaya ayak basmaları bir tür kurtuluştu, ya da en azından biz öyle sandık.

Karada işler bizim sandığımız gibi yürümüyordu. Rüzgarda yelken açmak ilerlemeye yetmiyor, bir de topuklarını vura vura yürümek gerekiyordu. Denizde hiç rastlamadığımız kadar toz, toprak ve çöp, karanın sıradan nesneleriydi, temiz kalmak neredeyse imkansızdı.

Dahası çoğumuz pisliğe bulaşmaya da alıştık.

Kurtuluş sandığımız kara, bizi düşmanlarımıza benzetiyor ve her geçen nesille biz de buna uyum sağlamayı marifet sayıyorduk. Önce görünüşümüz sonra içimiz onlara benzedi! Onlardan olmayı lanetlik bir durum görsekte, kendimize yakıştıramadığımız ne varsa aslında boynumuza asıldı kaldı.

Bu gidişin sonunu hızla bulanlara şaşmayı da ihmal etmeden hep birlikte bu kara deliğin içine çekilmeye devam ettik.

Şimdi gırtlağına kadar batanlarımız, tepelerine kadar batanları kınıyor. Beline kadar çamura saplananlarımız zor nefes alacak kadar batanları... En temiz kalanlarımızın da ayakları çamura bulanıyor, zira karada temiz yol yok, karada ferahlık yok, huzur yok, kurtuluş yok!

Selamet yani kurtuluş yeniden bir gemi inşa etmekten geçiyor, başına kendi kaptanımızı geçireceğimiz, yolunu vahyin çizdiği bir gemi.

Tam da bu noktada başarısızlığımızın sebebi yine biziz!

Bazılarımız gemi inşası için kalasları yontarak, kalaslar olmadan gemi olamaz diyor ve doğru da diyor! Diğerlerinden bir grup, kürekleri ve yelkenleri yapmaya çalışırken en önemli işin kendilerinde olduğunu ve herkesin onlara tabi olması gerektiğini, aksi halde başarısız olmanın kaçınılmaz olduğunu iddia ediyorlar, tıpkı diğer her bir grup gibi!

Bir zümre inşa edilmemiş gemi için yiyecek depolarken, bir başka topluluk ise gemimizin duvarları ve tavanları için süsler tasarlıyor.

Ortada gemi yok, henüz!

Bu kargaşa ve itişmeler sırasında bir çok işçi ve yolcu geminin inşa edildiği derede boğulup gidiyor...

Her olaydan sonra yeni bir çaba ve yeni bir bakış çıkıyor ortaya; ne hikmetse her grubun sebebi, metodu ve gayesi en doğru oluyor.Bu kadar çok doğrunun olmasından büyük bir yanlışlık düşünülemezdi, düşünülemedi de zaten; bu da doğru kabul edildi!

Son tabloda; küçük bir derede çırpınan, can veren, ter döken ama bir adım ileri gidemeyen bir ümmetiz... Her birimiz ayrı ayrı en haklı ve en doğruyuz. Biraraya gelmemize gerek yok! Böyle kendi çamurumuzda helak olup gitmekten zevk alıyoruz!

Okyanusları aşıp gelen geçmiş nesillerimizin başarıları ile iftihar ederken derelerde boğulup gidiyoruz...

Bu anlamsız kargaşada gemi inşa etmekten vazgeçenlerimiz kadar, gemi inşa etmek gerekliliğine inananlarımız da hızla azalıyor. Boğulanlardan daha çok meydanı terkedenler var ama biz didişmeyi gayemizden daha çok önemsiyor ve seviyoruz.

Çamuru sevdik biz, kirlenmeyi güzel gördük; artık temizlenmek ve gemi inşa edip açık denizlere yelken açmak istemiyoruz. Bir de bunu kendimize itiraf edebilirsek belki bir şey ya da bir şeyler değişecek.

28 Mart 2018

Hakikate eziyet

Çağımızın en kolay elde edilen şeyinin bilgi olduğu hepimizin malumu. Bilgi dediysem tetkik ve tahkikten mahrum, herhangi bir müderris yahut alimin kontrolünden azade, öylesine herkesin kolayca ulaşabildiği online ortamlarda elde edilen bilgileri kasdediyorum. Zaten diğer türlüsünün online elde edilme imkan ve ihtimali yok denecek kadar az. Tamamen yok diyemememizin sebebii de yine ehil ulemanın sesli ya da görüntülü derslerinin de online ortamlarda bulunabilmesinden kaynaklanıyor.

Bilginin kolay elde edilmesinin ilk ve büyük zararı bizzat bilgiye ve bilgi ile ulaşılabilen hakikate zulme sebebiyet verebiliyor. İnsanlar, değerlerini fiyatlarıyla ölçtükleri diğer ürünlerle mukayese ettiklerinde en ucuz şeyin bilgi olması bunun en önemli sonuçlarından biri. Ayrıca asıl ve ehil ilim ehlinin hürmet ve muhabbetine vurulan darbe de büyük zararlardan biri olarak karşımıza çıkıyor.

İlmin ve alimlerin değerini kaybettiği bir toplumda cehaletin itibar görmesi ve bilgin rolleri yapan ancak ehil olmayan zevatın ihtiram görmesine sebep oluyor. Bu gidişatın nihai noktası ise ‘cahiliye toplumu’ olmaktan başka bir şey değildir.

Ehil ulemanın çırpınışları ve büyük gayretleriyle yayılan ilmin hakikat üstünlüğü olmasa bu devirden sağ çıkmak kimsenin beceremeyeceği kadar ağır bir iş olacaktı. Sağ çıkmaktan maksat elbette bedenlerin ölmemesi değil; ruh ve taşıdığı imanın sağ kalmasıdır.

İmanı hayatta tutan ilimdir, ilmin elde edildiği makam alimdir. Bu işin sadece kitaplarla sağlanamayacağı da tecrübi olarak sabittir.

Gelelim bizim asıl derdimize; herkesin kolayca elde ettiği hakikatleri yine kolayca harcayabildikleri bir çağdayız. Ehli olmadığı halde ilmi elde edenin hali, altınla tenekenin farkında bilmeden kuyumculuk yapmaya cüret eden tüccarın hali gibidir, iflası kaçınılmazdır.

Bu gibilerin elinde ve dilinde dolaşan hakikatın uğradığı eziyet ise belki de toplumları ifsad etmesi bakımından herhangi bir katliam ya da zulümden daha büyük ve daha fecidir. Hakikate yapılan zulüm, ehlini de sarar ve dünyayı onlara zindan eder. Zira hakikatin sahipleri için hayatın manası ona uygun yaşayabilmekten ibarettir. Elinden cevheri alınmış bir müslüman için can taşımaya devam etmenin pek büyük bir değeri yoktur, olmamalıdır da...

Bütün bunların üstüne şunu ekleme zaruridir: Yalnız gerçeği, hakkı ve hakikatı almak tek başına doğru bir değildir, illa da ehlinden ve sahih, sadık ağızlardan almak gerekir. Aksi halde hakkın uğrayacağı bozukluk farkedilmeden yayılacak ve ancak helak ve ifsada yol açacaktır.

Bin sözünden bir yanlışı olandan uzak durmak evladır, zira ikinci yanlışı farketmeme ihtimalimiz dinimizin bozulmasına yol açabilir. Hatasız ve günahsız alim aramıyoruz; ihanet ve ifsad ehlinden korunmaktan bahsediyoruz!

İlmin büyüklüğü hiç bir ihaneti mazur gösteremez.

İhanetin aşağıladığı bir insanı, hiç bir şeref yüceltemez.

Fetret devirlerinde müslümanların dertlerinden uzak olanı, hiç bir bağ bize yaklaştıramaz.

Düğünlerimizde sevinmeyen ve cenazelerimizde üzülmeyenlerle aramızda kardeşlik olduğundan bahsedilemez.

19 Şubat 2018

Kimi ne kadar sevmeli?

İnsan, evet belki akıllıdır, zekidir, yetenekleri vardır, tasarlama ve hesap etme yetisi çok gelişmiştir, eğitim aldığında bir çok konuda uzmanlaşabilir. Kendimize ait beceri ve marifetlerin sayılmakla bitmemesi çok normal, zira Allah(cc) bizi aleme efendi olsun, üstün olsun, hükmetsin, halifesi olsun diye yaratmıştır. (bknz. Bakara 30)

Bir de bize hisler vermiştir ki; bazen aklımız ve becerilerimiz devreden çıkabilir, aldığımız eğitimler anlamını kaybedebilir ve biz bir anda vahşi bir hayvandan daha aşağılık bir katile yahut munis bir kediden daha sakin bir yapıya bürünebiliriz.

Severiz, kızarız, nefret ederiz, çıldırırız bazen öfkeden yahut düşmanlıktan... Gözümüz kör olur bazen! Açık gözlerle göremeyiz bazı gerçekleri de sapıtırız, dengemiz kayar, dünya tersine dönüyor gibi tepkiler veririz.
Bu kadar etkin hisleri başıboş bırakmamız en başta insanlığımıza yakışmaz. Öyle ya biz dünyaya etkisi ve katkısı olan her şeyi idare etmek isteriz. Halifeyiz ya! Mümkünse hisleri de kontrol edelim isteriz.

Kim kimi ne kadar sevecek ve ne kadar kimlerden nefret edilecek?

Bu değerli alanı Allah(cc) mutlak olarak doldurmuştur. Duygularımızı yahut ıstılahi adıyla hevamızı bu dine ram etmedikçe imanımız arızalıdır ve arızalı bir imanla cennete gidilemez! (bknz. Furkan 43, Casiye 23)
En çok Allah(cc)’i severiz! Bu her birimizin iman, idrak ve takvasına göre değişen bir sevgidir. Bazılarımız tüm bilgi edinme, idrak etme yollarının üstüne bir de gözleriyle görmüştür, öyle sever ve artık dünyayı terketmek O’na büyük dosta kavuşmak gelir. Rasulullah(sas) gibi...

Bazılarımız görmüş kadar kesin bir tasdikle iman eder ve kudret, azamet ve nimetleri karşısında tam bir teslimiyetle teslim olur Rabb’ine.

Bazılarımız için sevgi itaate bile sebep olmaz, dilinin ucuyla sever bazımız ve bu sevgi hiç bir karşılığa götürmez, hiç bir katkı sağlamaz sahibine.

Allah(cc)’in sevgisini kaybetme korkusu diye de tarif edilen takva, her birimizin sevgisinin en net ölçeğidir aslında; kim Allah(cc)’i ne kadar sevdiğini görmek istiyorsa amellerine baksın, takvası ne kadar ise o kadardır...

Hemen takvanın tarifine buradan atıf yapalım; takva, dikenli bir yolda yürürken elbiselerini dikenlerden korumak için toparlayarak, dikenlere basmadan yürümeye çalışmaktır. Dikenler, Allah(cc)’in rıza ve muhabbetini kaybettiren her türlü yasaktır.

Ve tabii ki muhabbetullahın en net göstergesi Kur’an tarifiyle, Rasulullah(sas)’e uymaktır.

De ki: ‘Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.’ (Ali İmran 31)

Sevginin en güzel göstergesi hiç tereddütsüz itaattir, zira itaatsizlik sevdiğinin sevgisini kaybetme ihtimalini ortaya çıkartır ki, hiç bir samimi sevgi sahibi bunu göze alamaz. İnsanlar karşısında bile bu böyledir, annesinin sevgisini kaybetme korkusu evlat için en önemli uyarıdır. İnsan fıtratı, sevdiğininin muhabbetini kaybetme korkusu ile yaratılmıştır.

Allah(cc)’den sonra en çok sevilecek varlık, Allah(cc)’in Rasulü Muhammed(sas)’dir. Bu hususta kalbinde imandan bir zerre bulunan kimsenin şüphesi olmaz. Kitab-ı Kerim olan Kur’an ve bu dinin ilk neslinden aktarılan muhabbet örnekleri bu konuda yeterli delil ve emir sunmaktadır. Akıl sahiplerine başka bir yol gerekmez. (bknz. Tevbe 24)

Diğer insanlara gelince, sevginin ölçüsü; onların Allah(cc) ve Rasulü(sas) için ne kadar sevgili olduklarıyla alakalıdır. Kim, Allah(cc) ve Rasulü(sas) katında değerli idiyse veyahut bizim değerlendirebildiğimiz zahiri ile değerli görünüyorsa bizim için en çok sevilecek insandır.

Bu anlayışla sair insanların en değerlileri sahabe olur ki onların da içinden Rasulullah(sas)’e yakınlıkları ve muhabbetleri ile temaruz edenler vardır. Sahabenin tabakatı konusu İslam tarihinin önemli bir konusudur.
Sonra onlardan sonra gelen tabiin, tebaut’tabiin ve sonra devam eden selefi salihin olmak üzere insanlar bizim için tabaka tabaka değerlidirler. Bugüne kadar uzanan sahih ve sağlam Ehli Sünnet çizginin salih ve muttaki mensupları bizim için ayrı ayrı değerli ve sevilecek insanlardırlar.

Esas olan ölçüyü kaybetmemek önemlidir; kimin ne kadar sevileceği Rasulullah(sas)’den başlayarak kendi hocalarımıza kadar gelir. Her birimiz sevdiklerimizin hesabını verebilecek kadar sevdiğimizden emin olmalıyız. Kalplerimizde yer verdiğimiz insanlar bizim din ve dünya hayatımızı yönlendireceklerdir. Bu konuda hassasiyet göstermemiz hem dinimiz hem de dünyamız için önemlidir.


Allah(cc) için sevmek ve Allah(cc) için buğzetmek imanın da alametlerindendir. Kimi ne kadar seveceğimiz konusuna bir giriş yapmış olalım, nefret edileceklere ise hiç yerimiz kalmadı, kalmasın da zaten...

03 Şubat 2018

Allah unutmaz!

Geçmişten bugüne değişen en önemli şey, olaylardan ve insanlardan çok daha hızlı haberdar olmamız diyebiliriz. Acılar ve sevinçler şimdi çok daha hızlı ulaşıyor, ilgili veya ilgisiz herkesin kulağına ve tabii her kulaktan geçip her kalbe inmediği gibi, gözlerin gördüğü her şey de dimağlara işlenmiyor. Görüp duyduğumuz ne büyük hakikatler ve ne dayanılmaz acılar vardır ki artık sıradanlaşmış ve kabullenilip gönüllerin üstü örtülmüştür.

İnsan için en zavallı durum ise, hakkında üstünkörü bilgi sahibi olduğu, kalbine işlenmemiş sevinç ya da acıları dillendirmek, aklına kazınmamış hakikatleri savunmaktır.

Hz. Ali(ra)’a izafe edilen şu tarif ne çok karşımıza canlanıp dikiliyor:

‘Cahil ve yobaz o kimsedir ki; delilini bilmediği şeyi iddia eder ve savunur, yine delilini bilmediği şeyi reddeder ve düşman olur.’

Bunların üstüne bir de Hâkim-i Mutlak olan Allah(cc)’in düşünce ve değerlendirmelerimize de yön vermesi için lütfettiği vahiy bilgisi olması aslında büyük bir avantaj olmalıdır. Anlamak ve anlatmak istediğimiz konuları ve insanları önce bu vahyin süzgecinden bir geçirmek bizi hata yapmamak noktasında büyük bir ayrıcalık sağlayacaktır.

Felanın başına şu gelmiş, felan haksızlığa uğramış, bir diğeri zalimlik etmiş, bir başkası mazlumiyete teslim olmuş...

Her gün ve her ortamda sürekli konuştuğumuz, eleştirdiğimiz ya da övdüğümüz davranışlar ve olaylar hakkında kendi çapımızda her birimiz ahkâm kesiyoruz. Bizim gibiler ise bunu yazıya döküp diğer insanlarla paylaşıyor.  Eğer hayra sebep veya vesile olunursa hayır, değilse şerre vesile olmanın vebaliyle başına bela aramaktan başka bir şey değil.

Tamam, Allah akıl verdi, düşünelim, dil verdi konuşalım diye lakin gönlümüzün bir kenarında bazı hakikatleri kayıtlı tutmamız daha az vebal ve daha az hesap gibi ahirette gerçekten büyük avantajlar sağlayabilir.

Öncelikle Kadir olan Allah(cc)’in hükmü ve dilemesi olmadıkça dünyanın en büyük ormanında en büyük ağacın en küçük yaprağının bile düşmeyeceğini bir kenara taşa kazınmış gibi yazalım. Sonra bizim ya da başkalarının başına bir musibet geldiğinde şu ayeti hatırlayalım:

Sana iyilik olarak ne erişirse, Allah'tandır. Sana kötülük olarak ne dokunursa, o da nefsindendir. Biz seni insanlara peygamber olarak gönderdik. Şahit olarak Allah yeter. (Nisa 79)

Sonra şunu da unutmayalım ki, başkalarının bizi sandığı kişiler değil bizim kendimizi bildiğimiz ve Allah(cc)in de daha iyi bildiği kişileriz.

Geçen bir otobüs durağında semtimizin delisine rastlamıştım. Durakta oturmuş pür dikkat gelen otobüsleri süzüyor, tabelaları okur gibi yapıyordu ki okuma-yazma bilmediğini söylemem gerek yok. Arada kolunda taşıdığı çalıştığı şüpheli saatine bakıyor ve acelesi olan ciddi bir adam rolü oynuyordu. Onu tanımayanlar aklı başında, acele işi olan bir yolcu zannettiler. Gelen hiç bir otobüse binmedi, binmeyecekti de...

Rolünü oynadı ve bazılarının onu akıllı sanmasını sağladı ama bu onun deliliğini değiştirmedi. Başkalarının ne sandığı değil onun ne olduğu önemliydi. Halimizi bize göstermek için bir kulunun aklını alan Allah(cc) ne yücedir!

Konuşalım, eleştirelim, tartışıp kavga bile edelim ama gerçeğimizi, kimseler bilmese de bizim bildiğimiz gerçeğimizi unutmayalım! Zira Allah(cc) unutmaz!

Ve mutlaka ama mutlaka galip gelecek olan Allah(cc)’in planıdır...

20 Ocak 2018

Batı ile yüzleşmek

Dünya kurulalı beri Allah’ın takdir ve izniyle güneş doğudan doğar ve batıdan batar. Bu bize sıradan gelen binlerce kâinat kanunu gibi tekrarlanıp duran ve çoğu zaman farkında bile olmadığımız, üzerinde düşünmediğimiz bir olaydır. Kıyameti tarif eden en malum ve meşhur rivayetlere göre güneş batıdan doğduğunda artık geri dönüşü olmayan yıkım ve yok oluş başlamış olacaktır. Doğu hayatın devamını batı ise bitişini temsil eder.

Çağımızın yarı romantik, biraz uysal ve oldukça itaatkâr insan tiplemesi olarak bizler, güneşin doğuşundan çok batışındaki kırmızılığı bilir, onu izler, ona şiirler yazarız.

Şüphesiz olaylar ve zamanlar dünyanın varlığının hikmetlerine hizmet eden ilahi ayetlerdir…

Dünyevi birtakım olayların gelişimiyle ilgili kullandığımız batı kadar aklımıza yerleşmiş bir başka batı algısı daha vardır ve bu batı dendiğinde ilk aklımıza gelendir. Öyle ya başlıktaki batı kelimesi sanırım hiç birinize güneşin batışını ya da yönlerden batıyı hatırlatmadı, aksine yeryüzünde gelişmişlik ve üstünlüğün günümüzdeki sahipleri olan, dünyanın coğrafi olarak batısında yer alan ama aslen batıl bir varoluşun temsili olan batı, yani batı ülkeleri, yani emperyalizmin önde gelen temsilcileri diye devam eden bir tanımın vücut bulmuş hali olarak batı.

İşte o batıda, her şey sandığımız ya da sanmamızı istedikleri kadar yolunda gitmiyor ve oralar güllük gülistanlık yerler değil.

O batıdan bir örnek olarak, uzun yıllar yaşamam sebebiyle ve halen bağlarım olduğundan takip ettiğim Hollanda ile ilgili bazı bilgileri paylaşarak devam edeyim. Hollanda denilince, geçen yıl yaşanan politik kriz sonrası yeni yeni ısıtılan Türkiye-Hollanda ilişkilerini de hemen hepimiz medyadan duyuyoruz.

İşte bu küçük ve aynı zamanda soğuk ve çok yağışlı ülkede son günlerin en popüler tartışma konusu, atalarının günahlarıyla yüzleşme çabaları oldu. Ülkenin neredeyse her yerinde heykelleri bulunan ve yeni nesillere sahip olunan medeniyet ve kalkınmanın temellerini atanlar olarak tanıtılan, bir bakıma modern Hollanda’nın kurucuları sayılan ulusal kahramanlar tartışılıyor. Caddelerde ve okullarda isimlerine rastlanabilen bu kahramanlar(!) ne yazık ki sanıldığı kadar düzgün ve örnek insanlar değillermiş meğer!

Bir tür korsanlar olarak dünyanın farklı coğrafyalarına seyahatler yapan, gittikleri ülkeleri sömürge haline getiren ve dahası oralardan Avrupa ve hatta Amerika kıtasına köleler taşıyarak ticaret yoluyla zenginleşen ve bunu ülkelerine getiren, aslında zalim ve vicdansız birer katil olma ihtimalleri olan insanları kahraman bilmek gerçekten acınası bir durum.

Bu gerçekle yüzleşmek sanıldığı kadar kolay değil elbette, zaten duygusal olarak bağları azalan ve ulus olma özelliklerini neredeyse kaybeden Avrupa halkları için birleştirici ve belki de gurur kaynağı sayılan bu geçmişin kurduğu ve halen devam eden kraliyetlerle idare edilmeleri işin en zor yanlarından biridir.

Doğuya sultanlara başkaldırmayı ve onları yıkmayı öğreten hatta emreden batının krallarla yönetiliyor olması keyfi değil bilakis ihtiyaçtandır. İnsanlar semboller ve ideallerle yaşarlar, toplumlar da öyle…

Doğunun zenginliklerini sömürerek inşa edilen bir kalkınmışlığın, belki de altında yatan hesabı sorulmamış ve verilmemiş zulümlerin, dökülen kanların ve akıtılan gözyaşlarının depremiyle sarsılması yakındır. Modern batı insanı bunu kendine bile itiraf etmeye cesaret edemeyecek gibi görünse de tarih ve zaman hesapları ortaya dökecektir.

Derken (Karun) ihtişam içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını arzulayanlar:'Keşke Karun’a verilen servet kadar bize de verilseydi, doğrusu o çok talihli' dediler.

Kendilerine ilim verilenler ise şöyle dediler: 'Yazık size! Allah'ın sevabı iman edip salih amel işleyen için daha hayırlıdır. Ona ise ancak sabredenler kavuşturulur.'

Nihayet onu da, sarayını da yerin dibine geçirdik. Artık Allah'a karşı kendisine yardım edecek avanesi olmadığı gibi, o, kendini savunup kurtarabilecek kimselerden de değildi. (Kasas 79-81)

12 Ocak 2018

Ümmet, Kardeşlik ve Vahdet

Doğu halkları olarak bir konuda anlaşabiliriz; kardeşlerimizle pek iyi geçinemeyiz ama ağabeylerimize saygı duyar, hoşlanmasakta sözlerini dinleriz. Neticede nasıl olsa kafamıza göre hareket edeceğimiz için pekte zor olmaz bu efendi kardeş duruşu!

Yeni zamanlarda tabi her şey gibi bu akrabalık ilişkileri de sarsıntılar ve değişimler geçirdi. Ağabeylik edebilmenin, büyüklüğün kabulünün bazı gerekçeleri ortaya çıktı. Biraz güç mesela, ya da biraz para gibi yan etkenler saygı görmenin, makbul akraba olmanın neredeyse şartları haline geldi.

İşin bu kısmı sosyologların işi elbette, onlar düşünsün; neden bu hale geldi dünya ve insanlık, nasıl kurtulur da normal aileler ve toplumlara oluruz?

Bizi ilgilendiren kısmına gelince, kardeşlik mefhumunu aile kavramı olmaktan çıkaran bir dine mensubuz. Dahası anneliği de ekleyerek ümmet yapan bir dinimiz var. Buraya kadar genel bir kabulümüz ister istemez var tabii ki, zira bunlar tartışılmaz kaynaklarımızda yani Kur’an ve Sünnette sabit olarak bulunan gerçekler.

Hepimiz kardeşiz ve bir tek ümmete mensubuz.

Aramızda paylaşılacak bir menfaat yahut dünyalık ortaya çıkıncaya kadar geçerli bir kardeşlik hemen hiç birimizi rahatsız etmiyor. Nasıl olsa bir sıkıntı olunca rafa kaldırılabilecek bir kardeşlikten bahsetmek çok kolay! Canımızı sıkanı, lafımıza ters düşeni hatta yolu başka bir kaldırıma düşeni elimizin tersiyle kardeşlik sınırlarından atabiliyoruz.

Aleyhinde konuştuğumuz yahut iş yaptığımız adamlar genelde kardeşimiz olmuyor, olsaydı yapamazdık zaten... Sorulduğunda dilimizin ucuyla tabii ki kardeşiz deyip geçiştirdiğimiz ama aramızda kardeşlik hukukunun esamesi okunmayan bir çok ‘sözde’ kardeşimiz var.

Kardeşler arasına ‘sui zan’ düşünce, aynı annenin evlatları olmayı gerektiren ümmet olma ihtimalimiz da azalıyor. Oysa bu dinin paylaşıldıkça çoğalan ve  büyüyen bir mirası var. Kardeşlerimize verdikçe bizim hanemizdekinin arttığı bir miras bu, verdikçe çoğalıyor!

İster mana olsun ister madde, farketmiyor!

Yeter ki kardeşine ver, çoğalıyor!

Vermek yerine yermek ve saldırmak, sevmek yerine dövmek ve uzaklaştırmak kardeşçe olamıyor oysa...

Peki bu kardeşliğin bir sınırı yok mu, elbette var. Kardeş bildiklerimiz sınırı aşmadıkça, çiğnemedikçe bizim dokunamadığımız bir hudud var. İlk hamleyi, ilk saldırıyı yapan kaybediyor! Dünyada kazansa da kaybediyor, hem de ta Kabil’den bu yana kaybediyor.

Kardeşine kıymak için elini uzatanları teneşir değil cehennem paklıyor!

Sulha yanaşmaksızın, ısrarla kan içmeye meyleden, zulmeden ve sınırları tanımayan kardeş olamıyor, olmuyor da zaten. Ordularla değil insanlarla savaşan, galibiyet değil katliam hatta bir tür soykırım peşinde koşan bir kardeş, kardeş olamıyor, olmuyor!

Ümmetin zayıf zamanında fitne ve tuzaklarla insanları katleden, yurtlarımızı karıştıran ve menfaatleri İslam olmayan, diliyle öyle söylese bile pratikte müslümanların menfaatini gözetmeyen bir kardeşle vahdet olamıyor, olmuyor.

Kadın ve çocuklara zulmeden, dillendirmekten nefret ettiğimiz işkenceleri zevkle uygulayan, çocuk katilleriyle kardeş olunamıyor, vahdette kuralamıyor, kurulmuyor.

Aynı anne-babanın çocukları da kavga eder ve döner barışırlar belki ama damarlarında katlettikleri garibanların kanı dolaşanlarla kardeş olunamıyor, vahdet kurulamıyor, kurulmuyor.

‘Onlarda bu kuyruk acısı, bizde de bu evlat acısı’ varken kardeş olunamıyor, vahdet kurulamıyor, kurulmuyor!

Evlat acısı olmayan, kan görmeye dayanamadığı için değil dökülen kanları kendinden bilip hissedemediği için vampirlerle kolkola olmakta bir sakınca görmeyen, hatta eleştirilmelerine bile dayanamayan, rahat koltuklarına yaslanmış ellerindekilerle yetinmenin yolunu dilleriyle zalimleri savunmakta ve mazlumların etini çiğnemekte gören, mustaz’afların kardeşliğini bilemeyen, idrak edemeyen, ümmet olmak veya vahdet kurmak hayaline haysiyet ve kardeşliğini heba edenlere yazıklar olsun...

‘Bir de sakın zulmedenlere meyletmeyin, sempati duymayın. Yoksa size ateş dokunur. Sizin Allah'tan başka dostunuz yoktur; sonra yardım da göremezsiniz.’ (Hud 113)

09 Ocak 2018

Allahu Ekber – Abd kim?

İnsan fırtatı gereği illa bir otoriteye kulluk etmeye meyyal yaratılmış ya, birkere asıl makamı kaybetmeye görsün, yerine akla gelmeyecek şeyleri koymaktan geri durmaz. Güneşe tapanlardan tutun ateşe secde edenlere kadar her türlüsü vardır. Bir insana tapınmak ise çokça karşımıza çıksa da en yaygın şekliyle ‘kişinin kendi hevasını ilah edinmesi’ herhalde en korkunç putperestliktir.

Kendine tapınıp, heva ve heveslerini ilah edinince, yaptığı ve yapacağı her melanete bir izahat bulmak mükün olur, zira insan nefsi kendini temize çıkarmaya bir bahane bulmakta çok mahirdir.

Ancak ne yazık ki yeryüzünde en güçlü kendisi olmadığından hayatının bir noktasında, -belki de geç noktasında- bir başkasına kulluk etmesi gerektiği gerçeğiyle yüzleşir. Bu bir başkasını doğru olarak bulmakta her kula nasip olmaz malumunuz; bazıları kendi gibi bir insana, bazımız da dünyanın başka bir metaına boyun eğer gideriz.

Fıtratındaki zayıflıklara yenilen ve bundan dolayı Allah’tan başkasını ilah edinenlerin insani bakımdan bir izahları olabilir. Mesela bir ilim adamı makam ve para için bir yöneticiye boyun eğebilir. Bunun daha ağır ve can acıtıcı olanı ise, bu zilleti islam’ın ve İslam milletinin düşmanlarına karşı kabullenmektir.

Şeytanın en usta olduğu konu bizi saptırmak olunca, en tehlikeli yaklaşma tarafı da en zayıf, en korumasız yanımız olan sağımız olur. Şeytan sağdan yaklaşıp yapılanları ve yaşananları gönlümüzde bulunan iman ve izzetin yanına bir tevil veya kaçamakla sıkıştırıp çekilir kenara!

Aslında şeytan, komplo teorisyenlerinin de piridir!

Dünyada en çok kabul gören komplolar şeytanın hazırladıklarıdır.

Şeytanın en büyük komplosu, küfür ve şirk yoluna insanları ikna etmektir. İkna edemediklerini ise iman elbisesi giydirdiği, sağdan yavaşça yaklaşan ılık hikayelerle uyutmaktır.

Müslümanlar, Aziz ve Kadir olan bir Allah’a iman ederler.

Müslümanlar, Vahid ve Kahhar olan bir Allah’a iman ederler.

Müslümanlar, bütün esma ve sıfatlarıyla eşsiz ve ortaksız bir Allah’a iman ederler.

Müslümanlar, tuzak kuranların en hayırlısı olan bir Allah’a iman ederler.

Müslümanlar, Ekber olan bir Allah’a iman ederler.

Her şeye kadir olan, her şeyden mukayesesiz büyük ve üstün olan bir Allah yani...

Kendisinden daha büyük bir güç ve kuvvet bulunmayan bir Allah yani...

Her tuzağın bozucusu, her zalimin hesap sorucusu, her planlayanın da plancısı olan Allah!

Abd’den de, siyonizmden de büyük olan Allah!

Bir şeyin olmasını dilediğinde ‘ol’ demesi yeten Allah!

Şeytanın herhalde günümüzde en sık kullandığı sağ silahı; ‘bu işin arkasında Abd vardır ya da siiyonizm vardır, zaten onlar olmasa, onlar istemese bunlar olmazdı’ gibi akla, imana ve dünyanın da ahiretinde kanununa aykırı bir deliksiz demirdir.

Bu şeytani varlıklar ve devletler elbette batılın ve küfrün en güçlü temsilcileri oldukları gibi, yeryüzünde kaynayan fitne kazanlarının başında dans eden en kaliteli rakkaseleridirler. Şerleri aşikar olmakla meşhur ve bundan memnun, bu şeytani ve tağuti varlıklar yeryüzünün tartışmasız lanet okunması gerekenler sıralamasında ilk makamın sahibidirler. Büyükleri ve küçükleri ile hem de...

Abd’ye ‘büyük şeytan’ diye bağıranların kendi ‘küçük şeytan’lıklarını perdelemeye çalıştıklarını görmemiz hem dünya hem ahiret menfaatimiz için şarttır. Şeytanın büyüğüyle küçüğüyle ama her türlüsüyle savaşmak imanın en belirgin alametidir.

Allah, iman edenleri şeytanın her türlüsünün şerrinden emin eylesin!

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...