16 Ekim 2018

Notlar


Ay(na)’dan yansıyan nur, güneşin varlığına iman etmenin vesilesidir. Ay’ı nur kaynağı zanneden ya cahildir ya ahmak;ay’dan yüz çevirenin yüzü kara!
***
Kâbe’nin bir köşesinde bir taş durur ve o Hacer’ul Esved’dir.
Esved sevdanın da bir adım ötesidir aslında.
Hacer’ul Esved’e ibadet edilmez, ibadete onunla başlanır.
Ona dokunan Mevla’nın eline dokunmuş gibidir…
O şahittir!
Kâbe’yi Hacer’ul Esved’den ibaret sanmak körlüktür
Ama Hacer’ul Esved’siz Kâbe’de tavaf dağılmaktır, dağınıklıktır.
***
Put kırmaktan daha büyüktür büyük putun boynuna baltayı asmak, kırmayı da kırmaktır çünkü bu…
Öyle bir kırmak ki, bir daha tarih boyu kelleleri yerlerde sürünmeye mahkûm kalır putların!
Ve putperestlere kendi dilleriyle putlarını kırdırmaktır bu.
***
Dünyasını İslam üzere kuran bir ümmet anlayışının yerini, dünyasında İslam’a da ‘lütfen’ yer veren bir pratik felaketin aldığı günlerdeyiz.
***
Yol genişleyip hız arttığında artık en ufak bir hataya mahal yoktur, ufacık bir taş ya da minik bir çukur denge bozmaya yeter.
***
Önceleri sadece dini bilgiyi 'Din Adamları’na bırakırken zaman içinde yaşamayı da onlara bırakmak şeytani bir yaklaşımdı ama kabul gördü.
Hristiyanlardaki ruhban sınıfına özenen Müslümanların 'din adamı' yaklaşımı maalesef toplumsal cehalet ve yozlaşmanın temelini oluşturdu.
Mana ve mefhum olarak hiç kimse İslam'a üstünlük kuramıyor/kuramaz. Ancak vahşi saldırılar karşısında onu savunmak İslami bir görevdir.
Bu muhafaza ya da müdafaa görevini icra etmesi gereken otoriteler öncelikle alimler ve emir sahipleridir.
'Âlimlerinin aciziyeti ve evlatlarının cehaleti' İslam dünyasının en mühim sorunu olarak karşımıza çıkıyor. Emirlerinin köleliği ise felaket!
***
Yazdıklarımızı biz de okuduğumuz ve konuştuklarımızı biz de duyduğumuz gün dilerim toprağın üstünde oluruz.

11 Ekim 2018

Ne vadediyoruz?


Fertler ve toplum olarak kendimize, yakın çevremize ve hatta dünyaya ne vadediyoruz?

Bir başka deyişle; kendimizden biz ne bekliyoruz, dost, akraba ve arkadaş çevremiz ne bekliyor?

Yaşadığımız toplum bizden ne istiyor?

Ne gibi umutlar var bizimle ilgili?

Ya da yok mu?

Umutsuz vaka mıyız?

Düşünce ve hayat tarzı olarak kim bizden ne kadar umutlu ya da umutsuz?

Mü’min ve Müslüman oluşumuzun sair insanlar için alameti farikası nedir?

Hollanda’dan hatırlıyorum! Sıradan vatandaşlara sorulduğunda bizimle ilgili kalıplaşmış birkaç tarifleri vardı. Müslümanlar/Türkler söz verdiklerinde yerine getirmezler, randevularına vaktinde gelmezler ve sokaklarda kadınları erkeklerden 5 metre arkada yürür.

Aksi örnekler elbette çok vardı ama önyargılı bakışlar her zaman en kötüleri tüm topluma şamil kılar.

Yukarıdaki soruları kendi toplumumuz için cevaplarken, hepimizin aklına zaten saldırmak ve aşağılamak için bahane arayanların istemedikleri kadar malzeme verdiğimizi fark edebiliriz.

Tabii ki; sadece önyargılı yahut bizzat düşmanca yaklaşanların değil tüm insanların bakışlarının ölçü olamayacağını unutmuyorum. Ancak bir adalet ve emniyet toplumunda yaşamak için onların da bizden emin olmaları gerekiyor.

Başkalarının ne olduğundan ve bizden ne beklediğinden bağımsız olarak; biz, kendimize ve toplumumuza emniyet ve güven vadetmek zorundayız.

Kendimize vadetmediğimiz ve yerine getirmediğimiz bir erdemi başkalarına gösteremeyeceğimizi biliyoruz. Bu sebeptendir, nefsini hesaba çekmek ve bu sebeptendir, tefekkür ve tezekkürün bu kadar değerli oluşu…

Muhataplarına emniyet hissi vermeyen birinin ağzından dökülen güzel sözün değeri, pis bir kapta sunulan enfes bir yemek kadardır.

Büyük hedeflere ve büyük cümlelere gerek yok! Biz önce kendi nefislerimize sonra çevremize karşı dürüst olacak ve ahlaklı davranışlar sergileyeceğiz. Bunu birilerinin hoşuna gitsin için değil, öyle olmamız gerektiği için yapacağız. Hoşumuza gitmese de, birilerini rahatsız etse de…

Söyleyecek sözü olan ve sözü dinlenen kim varsa, fertlere ve topluma ahlaklı olmayı tavsiye etsin; emniyet ve adaletin temeli ahlaktır zira.

Kendimizden emin kılamadıklarımıza vadedecek başka bir gerçeğimiz olamayacak!

‘Müslüman, dilinden ve elinden Müslümanların zarar görmediği kimsedir. Muhacir ise, Allah’ın yasakladığı şeylerden uzak duran kimsedir.’ (Buhari, Müslim, Ebu Davud, Nesai)

Kanun budur, ölçü budur, gerisi boş laftır!

02 Ekim 2018

Bilmemek ayıp değil

Yaratıldığı günden beri insan için en cazip günah kibir olmuştur. Bunda şeytanın payı küçümsenemeyecek kadar çok olsa da, aslında biz kendimizi şeytan olmadan da yeterince şişirmeye meyyalizdir.

Özellikle herhangi bir yetenek ya da gayret gerektirmeyen ‘bilgi’ konusunda birbirimizin eline su bile dökemeyiz. Çoğumuz hemen her konuda uzman olmasak bile en azından fikir beyan edecek, kanaat geliştirecek kadar bilgi sahibiyizdir.

Hastabakıcılarımız en azından bir doktor kadar hakimdir konulara ya da siyasetçilerimiz bir alim kadar söz sahibidir din hakkında konuşmaya… Beden ve ruh temelli bu iki alandan örnek vermekten kastım diğer alanları varın siz hesap edin demek içindi.

İtiraf etmek zor olsa da şöyle bir kendimizi yokladığımızda ne kadar çok şey bildiğimizi ve ne kadar çok alanda uzman olduğumuzu fark etmemiz işten bile değildir! Adımızın yanında bu alanlarla ilgili en üst rütbelerin olmayışı da hayatın bize attığı çelmelerden biridir zaten.

Sahte bir doktorun canından etme tehlikesi karşısında gösterdiğimiz hassasiyeti sahte hocaların dinimizden etme tehlikesi karşısında gösteremiyor oluşumuz da asıl büyük dertlerimizden biridir. Hatta gerçek bir doktorun canımızı riske attığını düşündüğümüzde nasıl da kaplan kesilenlerimiz olduğunu düşününce, âlemin gözlerinin önünde din hususunda esip yağan, ilim sahibi olmadıkları halde ahkâm kesen insanlara gösterdiğimiz tahammülün, ne ifade özgürlüğü ile ne de cehaletle izah edilir yanı kalmayalı çok oldu.

Özellikle çok konuşma hakkı elde etmek demek olan politika yapıcıların din hususunda bu kadar cesur olmalarının ardında devletten alınan dev gibi bir kibir olduğu açıktır. Ne ki din; dünyalık makamlarından dolayı kimseye bir özellik tanımadığı gibi, aksine daha çok sorumluluk yüklediği için ağırlıktan seslerinin kısılmasını temin eder.

Ancak arsız ve huysuz bir kibirle donanmış biri için Allah’ın ahirette vadettiği vahim ve elim azap ne kadar da uzaktır. Oysa yaşarken de halimizden gidişatımızı anlamak mümkündür.

Kim de benim zikrimden yüz çevirirse onun için sıkıntılı bir geçim vardır. Kıyamet günü de onu kör olarak haşrederiz. (Taha 124)

Geçim sıkıntısı tanıdık geldi mi?

Zikirden yüz çevirmenin ise fert, toplum ve devlet alanlarında farklı şekilleri vardır. Bunları izaha burası az gelir. Meraklısı ehline sorarak yahut tefsirlerden bilgi edinerek sorularına cevap bulabilir.

Cehaletin üstün olduğu ve ilmin kaybedilmeye yüz tuttuğu devirlerin ortak özelliği, birtakım kifayetsiz muhterislerin revaçta olması ve bunların yaptığı gürültünün çokluğundan hakikatin sesinin bastırılır hale gelmesidir.

İlimden mahrum bu sıfatsızların her devirde değişen şatafatlı bir tanımları olmuştur. Günümüzde herhalde bunlara en güzel örnek, entelektüel yahut aydın tabirleridir.

Kendince ‘bağımsız ve özgür’ bir sahte entel olmanın en aptal lüksü; her zaman haklı olduğu zannıyla her konuda ahkam kesip, olur olmaz benzetmelerle savunmalar dizerek, aslında bıktırdığı insanların suskunluğuyla zafer kazanma hazzı olsa gerek.

Bu acınası ama bir o kadar da tiksindirici manzarayı çok sık görmek zorunda olmamız da bu çağın en çekilmez yanlarından biridir.

Allah sonumuzu hayreylesin!

25 Eylül 2018

Düşman Dışarıda Değil


İnsanoğlu yaratılışından gelen bir hasletle hemen her zaman ve her konuda kendini savunma hissi veya bilinciyle hareket eder. Bedenine yönelik herhangi bir tehlike endişesini en seri ve güçlü reflekslerle savuşturmaya çalışır. Söz konusu benliği, nefsi veya ruhu olunca da aynı şekilde tepkiler verir. Bundan istisnalar ancak çok özel eğitimler almış ve kendi kontrolünü sağlayan nadir insanlardır.

Hakaret, aşağılama, tehdit gibi sözlü saldırılara karşı kontrollü de olsa savunmaya geçmemiz normaldir. Aynı şekilde sahip olduğumuz değerlerimize, mukaddesatımıza veya taşıdığımız fikirlere, savunduğumuz gerçeklere de bir saldırı olunca savunmaya geçeriz. Biz buyuz ve böyle yaratılmışız.

Kendimizi savunurken ya da temize çıkartırken, birilerini kendimizi çıkarttığımız aşağılanma ve suçluluk çukuruna iterek boşluğa doldurma çabamız bu fıtri savunma refleksini aşan ve daha çok bilinçli ve öğrenilmiş bir defans saplantısıdır.

Bizim herhangi bir konuda iyi ve güzel olmamız için birilerinin o alanda kötü ve çirkin olmasına hiç gerek yoktur.

Yine herhangi birimizin işlediği bir hata veya suçtan temize çıkması, affedilmesi ve gönüllerde yer bulabilmesi için o hatayı bir başkasının işlemiş olmasına veya günahın başkalarında da bulunmasına ihtiyacımız yoktur.

Ne Allah’ın dininin uhrevi tevbe metodunda ne de dünyevi af usulünde, günah ve vebal kefesine bir başka ağırlık ya da kişiyi koyma mecburiyeti yoktur.

Aynı şekilde; insanların gönüllerinde de özür ve af taleplerinin yer bulabilmesi için pişmanlık duyduğumuz bir hatanın başkasına yamanmasına, dayanmasına, izafe edilmesine gerek yoktur.

Gönüllerin kapısının anahtarı samimiyettir, tıpkı göklerin kapılarının anahtarı olduğu gibi…

İslam’ın insandan beklentisi; hislerini yok etmesi değil değil, onları helal ve haram sınırları içinde tutabilen Müslüman bir fert olmasıdır.

Başkalarının kusurlarını araştırmak Kur’an ve sünnette mutlak olarak çirkin ve haram görülen bir davranıştır. Bunları insanlar arasında yaymakta öyle…

Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakının. Şüphesiz zannın birçoğu günahtır Gizli halleri araştırmayın! Gıybet etmeyin! Sizden biriniz, ölen kardeşinin etini yemek ister mi? Ondan tiksinirsiniz. Allah'tan korkun! Şüphesiz ki Allah, tevbeleri çokça kabul edendir, merhametlidir.(Hucurat 12)

Bu konudaki en çarpıcı uyarılardan biri de şu hadistir:

Bir müslümanın ayıbını görüp onu örten kimse, diri diri gömülmüş bir kız çocuğunu kabrinden çıkartıp yaşatmış gibi olur. (Buhari, Ebu Davud, Nesai)

Günümüzde haber ajansları hemen her olayı bulup, insanların gözlerinin önüne zaten getiriyorlar. Bunların bir çoğu, haramlar ve çirkin işlerden oluşuyor. Her yerde televizyonlar, radyolar, gazeteler üzerinden duyulan ve internet yoluyla da her cebe giren bu haberlerin temsil ettikleri çirkinlik ve bulaştıkları haramların çokça yayılması, duyulması hem gönülleri karartan bir etkiyi hem de sıradanlaşmalarını ve normalleştirilmelerini temin ediyor.

En akıl almaz günahlar dillendirilip anlatılıyor. En ağır cürümler haberleştirilip gösteriliyor. İnsan fıtratını harap eden felaketler gibi olan veballer adeta gözlerimizin önünde işleniyor.

Bırakınız bu işleri medya yapmakla kalsın. Bırakınız biz sosyal medya hesaplarımızda çirkinliklerin yayılmasına destek olmayalım, günahların duyulmasına sebep olmayalım, gözlerin ve gönüllerin kirlenmesine izin vermeyelim.

Paylaştığımız her çirkinlik, temiz ve saf nesillerimizin karşısına çıkıyor, kalplerini köreltip, vicdanlarını törpülüyor.

En basit gördüğümüz ve hatta tel’in etmek için paylaştığımız pek çok hata ya da günah bir müddet sonra toplumsal bir hezeyana dönerek yayılıyor.

Kötü bir söz söyleyen kimse ile onu yayan kimsenin günahı eşittir. Ali (r.a.)

Batıdan örnek vermekten haz etmediğimi bilirsiniz ancak bu noktada gerekiyor. Bir gün oturup batı medyasını taradığınızda ne intihar ne de kadın cinayeti haberleri görürsünüz. Tecavüz haberi hiç yoktur. Çocuk tacizcisi papazların haberleri bile mağdurların sayıları binlerle ifade edilecek noktaya gelince ve çoğu zaman yıllar sonra ortaya çıkar.

Peki bu haberlerin olmayışı, o toplumlarda bu suçların olmadığına mı işaret ediyor? Tabii ki hayır!

Mesela Hollanda’da yıl sonu yayınlanan istatistiklere konu olur bunlar; günde ortalama 1,5 kişi sadece trenlerin önüne atlayarak intihar eder, yıllık yakınları tarafından öldürülen kadınların sayıları da her geçen yıl artmaktadır. Diğer ülkeler de oradan aşağı kalmazlar. Ama bunu yaymanın, günlük haber olarak her eve sokmanın, zihinlerde bunları normalleştirdiğini bilir ve yapmazlar.

İnsanların hayat gayeleri dünyevileştikçe intihar ve cinayetler artar, çaresi ahirete imandır.

12 Eylül 2018

Şuurumuz köreldi!


Keskin bir bıçak gibiyiz, genç bir delikanlı gibi; hızlı, dengesiz, deli ve kanlı cümleler kurmaya bayılıyoruz!

Mangalda kül, bahçede gül, kafeste bülbül bırakmıyoruz…

Her konuda sözümüz, her fikre eleştirimiz, her teze bir antitezimiz var.

Hep haklıyız, hep üstün, hep en masum, hep en fiyakalı, hep bir başkayız biz!

Kimseler bizim kadar anlayamadı şu hayatı; şu dini ve şu dünyayı.

Eşimiz, dengimiz gelmedi aleme, boy ölçüşmek kimin haddine kibrimizle.

Dünyanın bütün sorunlarının tek çözümü var; bütün insanlar bizim klonlarımız kadar bize benzemeli, yoksa düzelmez bu devran…

İnandığımız ahirette de kesinlikle; biz en salih, en takva ve en cennetlik olanlarız.Biz girmezsek başka kim girebilir ki zaten cennete? İnandığımızdan çok eminiz, dahası cennet zaten bizim için yaratılmıştır.

Her şeyden çok eminiz, çünkü mü’miniz biz!

Alem de zaten bize teslim olmalı, zira Müslümanız biz!

Ters giden konuların bizle alakası olmasa gerek, bu kadar mükemmel ve kusursuz bir toplumda leke ne arar? Varsa da o biz değilizdir, aramıza karışmış birtakım soysuz, huysuz ve hırsızlardır işte.

Bütün mesele şu ki; kendimizi bile kandırabiliriz ama Allah’ı asla!

Akıbetimizden endişe etmek ve aslında sonumuzun korkusuyla titremek durumundayız.

Allahsız bir adamın rahatlığıyla dünyada saltanat sürebilmek bizim felaketimizdir.

Ahiretsiz bir neslin keyfinde bir nesil yetiştirmek bizim sonumuz demektir.

Hayatın tüm alanlarında peygambersiz insanlarla yarışıyor olmak, bizim yenildiğimizin delilidir.

Bu kadar sözü uzatmanın ve lafı gevelemenin anlamı da yok, neticede anlatmak istediğimiz her şey sözleri de kendi gibi güzel ve büyük, Allah’ınRasulü’nün dilinden gelmiş bize:

‘Bir kavme benzeyen onlardandır.’ (Ebu Davud)

Allah sonumuzu hayır eylesin…

06 Eylül 2018

Menüde İdlib Var!


Yıllardır Suriye ile ilgili haberler ve gelişmeler neredeyse iç işlerimiz kadar bizi meşgul ediyor, etmek zorunda da. Suriye krizi başladığından bu yana eksiklerimizle birlikte ülke ve halk olarak önemli sınavlardan ve dönemlerden geçtik. Geldiğimiz noktada ise artık Türkiye’nin himayesindeki İdlib ile Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı harekatlarıyla kontrol altına alınan alanlar masaya getirildi.

İdlib, şu an ana başlık gibi görünse de herkes devamında Afrin ve Azez-Cerablus hattının gündeme gelmesine kesin gözüyle bakıyor. Rusya’nın nihai amacının tümüyle Suriye topraklarını kendi kontrolünde Baas rejimine teslim etmek olduğunu resmi ağızlardan açıklaması, İran’ın artık -kaba tabirle- parsayı toplama zamanının geldiğini düşünerek yeniden inşa planlarında yer almak için adımlar atması boşuna değil.

Suriye meselesinin başa dönmesini ve krizin başındaki siyasi durumun yeniden ve daha zalimce hakim olmasını istiyorlar. Geçtiğimiz ağustos ayında rejim tarafından sadece hapishanelerde işkence altında ölenlerin sayısının 198 olduğunu düşünürsek yaşanacakları tahmin etmek daha da kolaylaşır.

Evet 31 günde 198 kişiyi işkence ile öldüren bir rejimden bahsediyoruz! İran ve Rusya işte bu rejimin Suriye’nin bir bakıma kurtarılmış tek bölgesi olan İdlib’e de hakim olmasını istiyorlar. Abd ve güdümündeki batı ise kimyasal silahla yapılmadıkça rahatsız olmayacağını açık açık ilan ediyor.

Aynı Abd, Fırat’ın doğusunda bulunan Suriye’nin üçte birine tekabül eden bölgenin sahadaki paravan gücü Pyd tarafından kontrol edilmesinden başka bir şey istemiyor görünüyor. Rusya ve İran ise şimdilik İdlib’ten başka hedefle ilgilenmiyor gibiler. Kuzey Suriye’deki fiili durumdan rahatsız değiller.

Peki bu küçük vilayette ne var?

Aslında İdlib’te ne uğrunda savaşılacak yeraltı zenginliği, ne de yerüstünde uğrunda kan dökülecek bir yatırım var.

İdlib’te son yılların katliamlarından kaçan, tehcire ve sürgüne tabi tutulan gariban bir halk kitlesi ve onları savunmaktan başka suçları olmayan yiğit adamlar topluluğu bulunuyor. Astana süreci sonrası çatışmasızlık alanı olarak ilan edilen diğer bölgeler Rusya destekli İran ve rejim milislerince ele geçirildikten sonra geriye kalan tek yer İdlib…

Türkiye’nin himayesine koşanların son sığınağı İdlib, oradan öte gidilecek başka bir yer olmayan yer İdlib!

Halep’ten, Hama’dan, Deraa’dan ve Duma’dan otobüslerle sürgün edilen sünni halkın toplandığı son nokta İdlib…

Şimdi orayı da ezmek istiyorlar.

Ezmek ve yıkmak; insanların onurlarını, şehirlerin duvarlarını yıkmak istiyorlar. Kadınları ve çocukları öldürmek istiyorlar.

Kaçmak isteyenlerin gidebileceği tek istikamet olan Türkiye’yi yeni bir mülteci kriziyle boğmak istiyorlar.

Abd ile arası bozulan Türkiye’nin dünyada pek az destekçisi olduğunun farkında olan Rusya ve İran üstüne üstüne geliyorlar.

Türkiye’nin elinde çok fazla koz yok.

Muhalif direnişçilerin de çok güçlü silahları yok.

Havadan yağan bombalara kimse engel olamıyor.

Kadın ve çocukları, yaşlıları korumaya sığınak yok.

Rusya ve rejim uçakları hedef gözetmeksizin ateş ediyor!

Saldırgan zalimler hiçbir kural ya da kanun tanımıyorlar…

Gelecek günler zor geçecek ama alnı ak olarak çıkacak olan yine biz olacağız inşallah.

Türkiye belki her şeyi beklediğimiz gibi yapamayacak, belki çok ağır bir savaş göreceğiz, belki büyük bir mülteci akını ile karşı karşıya kalacağız hem de bu ekonomik kriz döneminde…

Ama gelecek insanlık onurunu ayakta tutan adil ve mert Müslümanların olacak, bundan adımız kadar eminiz.

Bunlar da geçecek!

01 Eylül 2018

Şaka mı Yapıyorsunuz?


Abdullah ibni Ömer(ra) şöyle rivayet etti:

Münafıklardan birisi Tebuk seferi hazırlıkları sırasında mescidde, Rasulullah(sas) ve mü’minleri kastederek: ‘Bunlardan daha korkak, bunlardan daha yalancı, bunlardan daha ödlek birini görmedim’ dedi. Bunu duyan sahabelerden birisi, ‘yalan söylüyorsun, sen bir münafıksın’ dedi ve olayı haber vermek üzere Rasulullah(sas)’ın yanına geldi. O henüz Peygamber(sas)’in yanına ulaşmadan nazil olan ayetler şunlardı:

Soracak olursan: 'Biz lafa dalmış şakalaşıyorduk' derler. De ki: 'Allah ile, O'nun ayetleriyle ve Peygamberiyle mi alay ediyordunuz?' Hiç özür dilemeyin. Siz imanınızdan sonra inkar ettiniz. Sizden bir topluluğu bağışlasak bile suçlu olmalarından dolayı bir topluluğu da azaplandıracağız. (Tevbe 65-66)

Bunu duyan münafık devesine binmiş olarak Rasulullah(sas)’e yetişti ve; ‘Ey Allah’ın Rasulü, biz şaka yapıyorduk, yol kolay geçsin diye kervancılar gibi abuk-subuk konuşuyorduk’ diyordu. Rasulullah(sas) ise sadece ayeti okuyor veonun sözlerine aldırış etmiyor, başka bir şey de söylemiyordu. Bir diğer rivayette münafık devesinden inmiş ayakları taşlara takılıp kanayarak Rasulullah(sas)’ın devesinin yanında koşturuyordu ancak O, münafığın yüzüne bile bakmıyordu. (Tefsiri Kebir, c 12, s 71 – İbni Kesir, c 5, s 209)

Tebuk seferi, İslam tarihinin en zorlu seferlerinden biri olarak meşhurdur. Öyle ki bazı sahabe bile bu sefere katılmaktan geri kalmış ve haklarından ayetler nazil olarak tevbelerinin kabul edildiği bildirilmiştir. (Tevbe 102)

Müslümanların madden ve manen ağır bir imtihandan geçtiği o dönemde, yola çıkan orduya katılmanın fazileti de böylece anlaşılmış olur. Onlarla alay edenlerin nifakları açıkça ilan edilmiş ve geri kalanlar ancak haklarında ayet inince tekrar İslam toplumunca kabullenilmişlerdir.

Alay etmek için kurdukları cümlelere dikkat ettiyseniz benzerlerini bugünlerde de söyleyen pek çok münafık olduğunu düşünmeniz işten bile değildir. Hatta öyle ilginç zümreler türedi ki; bırakınız bu gibi korkaklık ithamını, Rasulullah(sas)’in sünnetini şaka konusu yapmaktan bile çekinmeyecek kadar hadlerini aşıyorlar.

Şüphesiz Rasulullah(sas), kendisine tabi olunmak, bütün fanilerden çok sevilmek ve saygı duyulmak üzere Allah(cc)’in seçtiği peygamberidir. O’nunla alay etmeye cüret etmek bir yana hakkında yersiz bir ithamda bulunmak bile imanı yok eden ve sahibini nifaka sürükleyen bir felakettir.

İman dairesine girebilmek için söylenmesi gereken tevhid cümlesinin ikinci ve ayrılmaz parçası, O’nun risaletini ikrar ve ilandır. Bunun bölünmesi, ayrılması düşünülemez zira tevhid cümlesini bize öğreten, tebliğ eden, anlatan Muhammed(sas)’dir. O’na imanda ve teslimiyette en ufak bir şüphe O’nun öğrettiği tevhid cümlesinin ilk parçasından da şüphe etmek olur. Öyle ya, Rasulullah olarak Muhammed(sas)’i kabul etmeyen biri için Allah’ı tek ilah kabul edip ilan etmenin ne anlamı olabilir?

Tevhidi bölme fikrini bu topraklarda ilk ortaya atan ve savunanların daha sonra İslam’a ve bu toprakların tüm değerlerine ihanet edenler oldukları ortaya çıkmadı mı?

Biraz daha basit bir formülle anlatacak olursak; tevhid cümlesinin ilk bölümü olan La ilahe illallah, Kur’an olarak anlaşılırsa, ikinci bölüm olan Muhammedur rasulullah da sünnet olarak görülebilir. Kur’an ve sünnet üzerine bina edilen, büyük bir geçmişin ve muhteşem bir hukuk sisteminin varlığı ise yeryüzünün en değerli hakikati olarak karşımızda duruyor.

İslam, Kur’an ve sünnet temeli üzerine inşa edilen bir dindir. Temellerden sapan duvarlar ne kadar süslü ve sağlam olsalar da çökmeye mahkumdurlar. Temellerin bir kısmını ya da yarısını yok sayarak yapılacak işler ise binadan başka bir şeye benzeyecektir.

Kıyamete kadar devam edecek son ilahi nizamın tüm devirlere ve toplumlara, bütün sorunlar için çözüm üretmesinin yolu sağlam temellere dayanan bir sisteminin olmasıdır. İnsan aklını çalıştıran ancak sınırlandıran, sorgulatan ancak inandıran; asıl sistemi ilahi ancak çıkış yolları bulmayı insani bırakan, adalet ve refahın en fıtri ve güzel yolu İslam nizamıdır.

Bütün teorik anlatımların üstünde bir iman ile, Abdullah’ın oğlu Muhammed(sas)’i herkesten çok sevmeye ve O’nun yaptıklarını taklit etmeye, edemediklerimize üzülmeye ve O’na uymaya gayret göstermeye devam edeceğiz!

De ki, ‘eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.’ (Ali İmran 31)

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...