25 Kasım 2019

Cennetin kapısına doğru



Zor zamanların en zor günlerindeydi ülke ve Antep, I. Dünya Savaşı’ndan çıkmış bir ülkenin, adım adım işgal edilen topraklarının kıyısında bir şehirdi.

1919 kışı zorlu başlamıştı. Kasım ayında İngilizlerden bölgenin işgal hakkını alan Fransız birlikleri adım adım ilerliyordu. Halep’in Antep sancağı, savaşlardan çıkmış imparatorluğun yaralı bir şehri olarak düşmanı bekliyordu. Osmanlı ordusunun şerefli bir subayı olan Mehmet Sait Bey, köy köy dolaşıyor, sokak sokak şehri adımlıyor ve halkı direnişe hazırlanmaları için teşvik ediyordu.

Fransızların işgali kesinleştirmek amacıyla büyük bir birlikle Antep’e hareket ettiği haberleri üzerine; Mehmet Sait Bey kendisine verilen Şahin Bey lakabının hakkını veren bir gayretle 200 civarında gönüllü ile Fransız birliklerinin Antep’e geliş istikameti olan Kilis yolunda, Elmalı Köprüsü ve çevresinde düşmanı durdurmak için siper aldı.

Şubat soğuğunda devam eden direniş, Fransız birliklerinin bu kahraman müfrezenin siperleri önünde perişan olmasını sağladı. Fransız ordusunun iki büyük taarruzu geri püskürtülmüştü.

O günlerde Antep Müdafaa Heyeti’nden gelen durum hakkında bilgi isteyen notuna Şahin Bey’in cevabı kısa ve netti:

“Müsterih olunuz. Düşman arabaları cesedimi çiğnemeden Antep'e giremez!”

Yaşanan hezimetin öfkesiyle kuduran Fransız kuvvetleri, 25 Mart 1920'de daha büyük bir kuvvetle yeniden Şahin Bey ve çetelerinin üstüne yürüdüler. Fransızların 8 bin piyade ve 200  süvariden oluşan birliğinde, ayrıca; bir top bataryası, 16 Ağır makinalı tüfek, çok miktarda otomatik tüfek ve 4 tank mevcuttu. O günün şartlarında olabilecek en iyi donanımıyla bu ordu, Şahin Bey’in şehitlerden sonra 100 kişi civarında kalan, erzak ve cephane sıkıntısı çeken, gönüllüler müfrezesinin üstüne yürüdü.

Bütün öfke ve kinlerini mermi yapıp yağdırdılar. Köprüyü alamadılar ancak çatışmaların 4. gününde Şahin Bey’in yanında sadece 18 yiğit Antepli kalmıştı.

Şehir halkı yaklaşan Fransız ordusunu durdurmak için Kilis yolunda cansiperane savaşan Şahin Bey ve askerlerinin kahramanlık haberleriyle çalkalanıyor, şehit haberlerinin getirdiği hüzün, Fransızların durdurulmasının gururuyla içi içe giriyordu. Gençlerin her biri birer şahin olmak için diş biliyor, ihtiyarlar geçmişin kahramanlık hikayelerini anlatarak halkın ruhlarını bıçak gibi biliyorlardı. Her biri keskin birer bıçak olmuş delikanlılar, büyük bir azimle direnişe hazırlanıyordu.

Şahin Bey ve arkadaşlarından, Fransız ordusunun durdurulduğu haberi değil şehadet haberleri bekleniyordu aslında. Başka bir ihtimal yok gibiydi. Buna rağmen, sayısı ve silah gücü bilinmeyen ama az çok tahmin edilen Fransız ordusunun yoluna taş koymak için başlarını ortaya koyan bu yiğitlerin  gösterdiği kahramanlık herkesi etkilemişti ve direnmek için 7’den 70’e Antep hazırdı.

İşte o günlerde Şehreküstü semtinde konuşlanan heyete, Şahin Bey ve arkadaşlarının acil erzak  ihtiyacı olduğu haberi geldi. Heyet cehennemden farkı olmadığını bildikleri cephe hattına, yardım götürmenin ne tür riskler barındırdığını çok iyi biliyordu. Bu yüzden gönüllü aranmasına karar verdiler.

Karargah çevresinde her biri birer şahin gibi bekleşen ve ihtiyaç anında şehrin her yanına haber götüren, malzeme taşıyan delikanlılardan bir grup koşa koşa gönüllü oldu. İşte onlardan biri de babasını Çanakkale’ye yolcu ettiğini hayal meyal hatırlayan ama dönüşünü asla göremeyen Ahmet’ti.
Ahmet, dedesinin her akşam anlattığı Rus harbi hatıralarının yanı sıra babasının da şehit olduğu Çanakkale destanının hikayeleriyle büyümüş ve 14 yaşına gelmişti. Kendini bildi bileli evlerinde savaş ve şehadet konuşulurdu. Gerçi Antep halkından evinden şehit vermeyen var mı idi ki? Tüm Osmanlı yurdu gibi Antep’te 3 kıtada kan döken ve can veren bir devletin şehriydi.

Gözünü kırpmadan ateşe dalmaya hazır bu küçük şahinler, hazırlanan az miktarda erzakı yüklenip yola koyuldular. En küçükleri 11, en büyükleri 14 yaşındaydı. Ahmet bir bakıma grubun lideri gibi idi. Hem savaştaydılar, illa birinin komutanlık etmesi gerekiyordu. Heyet, sorumluluğu ona vermişti.

Anteplilerin “mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır” diye anlattığı, sert bir Mart ayazında, sırtlarında tarihin en onurlu yüküyle yola revan oldular. En iyi tahminle 3-4 saat yürümeleri gerekiyordu. Şehrin giriş ve çıkışlarını tutan Fransız kuvvetlerine yakalanmadan Şahin Bey’e ulaşmaktan başka bir şey yoktu akıllarında.

Güzergahlarını ona göre ayarladılar. Düztepe’deki mezarlıkların içinden, atalarının mezar taşlarını siper edinerek hızla geçtiler. Karataş’a ulaştıklarında küçük bedenleri yorgunluktan bitmişti bile. Yükleri ağırdı. O yaşlarda çocuklar için çok ağırdı. Zayıf bacakları titreye titreye tırmanmışlardı Karataş yokuşunu. Karataş’ı kaplayan kara taşların arasındaki kırmızı çamurlara bata çıka yürümeye devam ettiler.

Saatler süren yolculuk onları bitap düşürdüğünde biraz duruyorlardı ve Ahmet konuşmaya başlıyordu:

-          - Arkadaşlar, canlarını din ve vatan uğruna ortaya koyan yiğitler bizi bekliyor. Dayanın, zaferden sonra çok dinleneceğiz. Fransızları durduralım, başka kimse dokunmaya cesaret edemeyecek bize!

Seyit devam ediyor benzer bir coşkuyla:

-          - Çanakkale’de Seyit Onbaşı’nın kaldırdığı mermi bizim yükümüzden ağırdı. Yükü hafifleten iman ve hamiyettir. Davranın arkadaşlar, yürüyün, vatan sizden hizmet bekler! Ben adımın hakkını vereceğim.

Öyle öyle geldiler. Beylerin Şahin’ine kavuştular. Şahin Bey cephe gerisine gelerek bu gençleri alınlarından öptü. Erzak sağ kalan çetelere dağıtıldı. Sayıları çok azalmıştı ama o kadar heybetliydiler ki, sanki bu 18 kişilik küçük müfreze dev bir ordu gibi görünüyordu çocukların gözüne. Her biri birer avcı şahin gibi, kavrayıp tüfeklerini yürüyorlardı siperlere.

Tam o sırada, Fransız ordusu ağır silahlarıyla yeni bir saldırı başlattı. Top atışları mevzileri hallaç pamuğu gibi atıyordu. Makinalı tüfek sesleri kesilmek bilmiyordu. Ön cepheden gelen sesler saldırının şiddetini haber veriyordu. Çocuklar silahsız olmanın verdiği çaresizlikle dişleriyle dudaklarını ısırarak sindiler birer köşeye.

Antep’in yiğit öncüleri birer birer düştüler toprağa. Cephaneleri biten kahramanlar, bir an bile teslim olmayı düşünmedi. Son mermiler atılırken, eller süngülere uzandı.

Şahin Bey bu büyük saldırı altında çocukların geri dönemeyeceğini görünce, çocuklara dere içinden sürünerek yolun birkaç yüz metre kadar doğusundaki Dokurcum değirmenine gitmelerini, orada saklanmalarını ve çatışmalar hafifleyince geri dönmelerini emretti.

Dokurcum değirmenine sığınan çocuklar yorgunluktan bitkin bir halde her biri bir köşeye adeta yığıldılar. Savaşın ve yiğit gazilerin büyüttüğü bu fedakar çocuklar korkmuyorlardı. Sadece Antep’e dönmek ve direnişe silahlarıyla katılmak için uygun zamanı bekliyorlardı.

O zaman hiç gelmedi.

Şahin Bey ve çetesi, son mermilerini atmış ve süngülerini takmışlardı artık ve ayakta kalan son yiğitleriyle Fransız ordusunun üstüne gittiler. 3-4 yiğit adam binlerce askerin üstüne tek kurşunları olmadan ve sadece tüfeklerin ucuna taktıkları süngüleriyle yürüdüler.

Fransız ordusu, günlerdir aşamadığı bu küçük ama dev müfrezenin cephanesiz üstlerine yürüyen kahramanlarından duyduğu korkuyla mermi yağdırdı üstlerine. En önce ve en ileride Şahin Bey düştü köprüye ve sözünü yerine getiren erlerden biri olarak, cesedini çiğnetmeden düşmana yol vermeyen adamlardan bir adam olarak tarihe geçti.

Ortalık sessizliğe büründüğünde çocuklar ne olduğunu anlamadan değirmenin kapısı tekmelerle arkaya yaslandı. Fransız gözcüleri onların saklandığı değirmeni tespit etmiş ve köprüdeki çatışma sonra erince ilk iş olarak değirmene yönelmişlerdi.

Bir anda içeriye doluşan Fransız askerlerini gördüler ve kahramanların sonlarını anladılar. Onlar şehit olmuştu. İçlerini düşmanla karşılaşan her Müslüman gibi bir yiğitlik, bir sekinet kapladı ve onurla ayağa kalktılar.

Hiçbirinde silah yoktu, bırakın silahı bir çakı bile yoktu üzerlerinde.

Fransız komutanın işaretiyle yan yana dizildiler. Fransızlar silahlarını olmadığını gördükleri halde yanlarına yaklaşmaya cesaret edemiyorlardı. Arkalarını dönmelerini istediler ve sonra teker teker çocukların ellerini arkadan bağladılar. Sonra da birbirlerine bağlayıp bir kutlu kervan gibi yürüttüler.

Değirmenden dışarıya çıkartıp yakındaki bir kayalığın dibine götürdüler çocukları. Ahmet o sırada arkadaşlarına cesaret veriyor ve ölümden korkmamalarını, öldürülürlerse şehit olacaklarını fısıldıyordu. Dedelerinden, babalarından ve hocalarından dinledikleri destanların şimdi yaşanma zamanıydı. Akıbetlerini tahmin ediyorlardı ve metanetle yürüyorlardı, cennetin kapısına doğru…

Çocukların yüzleri çelikten birer levhaya dönmüştü. Korkudan eser yoktu hiçbirinde. Onurla ve gururla dizildiler yan yana. Alınları aktı. Avrupa’nın bir ucundan Osmanlı yurdunu işgale gelen Fransız gavuruna boyun eğmemişlerdi.

Ağlamadılar, boyun bükmediler, gözlerini kırpmadılar!

Fransız komutan, bir müfreze askeri dizdi karşılarına. Askerler nişan pozisyonu aldıklarında Ahmet, babasını düşündü. Babası Çanakkale’den yükselmişti göklere, Ahmet ise Antep’ten ama buluşacakları yer aynı idi. Cennette babasına sarılma hayaliyle uyuduğu her akşam gördüğü rüyayı şimdi yaşayacaktı.

Her birden “Lailaheillallah, Muhammedun Rasulullah” diye mırıldandılar. Ahmet ve Seyit yüksek sesle “Allahu Ekber” diye bağırdılar, diğerleri de onlara eşlik etti. Bu içten haykırışlar Fransızları daha da sinirlendirdi ve komutanları “tirez” diye böğürdü.

Bir anda ortalığı kaplayan tüfek sesleri uzun sürmedi ve 14 genç beden toprağa düştü. Bazıları hala çırpınıyordu, belli ki ölmemişlerdi. Fransız komutan bu defa “fiche a baionnette” diye böğürdü.
Süngülerini taktılar ve gencecik bedenleri çırpınmalarına aldırış etmeden bu defa süngüleriyle delik deşik ettiler. Ahmet üstüne gelen Fransız askerini fark ettiğinde sesinin çıktığı kadar, bütün gücüyle bir kere daha “Allahu Ekber” diye bağırdı ve sustu, sonra canını teslim etti.

Ölmemiş şehit olmuşlardı!

Değirmen, bu defa bereketli topraklarda yetişen buğdayları değil, şehitlerin bıraktığı onurlu toprakların büyüttüğü, ak alınlı gençleri öğütmüştü. Ekmek bereketti, şehit de bereketti; değirmen bereket öğütmüştü yine.

Yiğit düşmanlarına saygı duymayı bile beceremeyen Fransız kuvvetleri şehre doğru uzaklaşırken, olay yerine gelen halk, hem Şahin Bey ve arkadaşlarını hem de değirmen şehitleri 14 küçük kahramanın cesetlerini yüklendiler. Şehitler arasında Şahin Bey’in 11 yaşındaki oğlu Hayri de vardı.

Bundan sonra 11 ay sürecek direniş başladı ve Fransız ordusuna ya da uçakla yapılan bombardımanlara, tanklarla yıkılan şehre ve toprağa düşecek 6 binden fazla şehide rağmen, Antep halkı teslim olmadı.

Ne ki, açlık dizleri kırdı, ihtiyarlar ve çocuklar hastalıklardan ve bakımsızlıktan ölmeye başladı. Zehirlenmeyi göze alarak, 2-3 gün daha savaşabilmek için yenen acı badem çekirdekleri de tükendiğinde Antep düştü.

Tarih; 1 Nisan 1920’de başlayıp 8 Şubat 1921’de biten bu kahramanlık destanını, Şahin Bey’i, Karayılan Molla Mehmet’i, çocuk ve genç, kadın ve erkek binlerce şehidi yazdı bir kenara, okumak isteyenler için…

Dokurcum değirmeni şehitlerini yazdı tarih! 
Değirmen kapısının cennete açıldığını yazdı…

23 Kasım 2019

Okuryazarlık ve medeniyet



Bazı konularda zamanında ve zemininde konuşmak daha değerlidir. Hele günümüz insanları için gündemlerin hava durumundan daha hızlı değiştiğini göz önüne alırsak, günü geçen sözlerin dinlenmediğini söylemek mümkündür.

Neredeyse herkesin, her şeyi okuyabildiği ve dolayısıyla her bilgiye çok hızlı ulaşabildiği düşünülünce, hızlı gelenin hızlı gittiği gibi bir gerçek ortaya çıkıyor. Saygı duyulmadan ve özenilmeden elde edilen her şey gibi, bilgi de ucuzluyor.

Hakkında fikir beyan ettiğimiz herhangi bir konuda, toplum tarafından hemen sınıflandırılmak ve hasbelkader fikrimizin yakın olduklarıyla aynı safta görülmek gibi bir de riski var. Bunun bizim için bir sorun teşkil etmesi bir yana; insanların fikir ve sözlerinizi bu kategorize yaklaşımla dinlemesi ve anlamlandırması, gerçekten konuşmaktan ve yazmaktan uzak durduracak kadar ağır bir mana kirliliğine yol açması, asıl derdimiz.

Okumak ve yazmak, insan için çok özel bir nimettir. Bunun temelini, Allah(cc)’in insan oğluna dünya hayatında tabi olacağı kuralları bildirmek için yazılı metinleri kullanmış olması oluşturur. Adem(a)’dan Muhammed(sas)’e kadar gelen bütün sahifeler ve kitaplar bunu gösterir.

Öyleyse; kıyamete kadar dünyada vazgeçilemeyecek olan bir şey de, okumak ve yazmaktır. Değişen veya değişebilecek hiçbir şey bu gerçeği ortadan kaldıramaz. Sünnetullah tam da böyle bir şeydir; bütün insanlık bir araya gelse, O(cc)’nun kanununu iptal edemez, yerine daha iyisini koyamaz.

Günümüz insanı, okuma yazma bilmeyi medenilik ya da gelişmişlik sayıyor. Oysa İslam medeniyeti, marifeti yani Allah’ı ve mahlukatı doğru şekilde tanımayı medeniyetinin temeli olarak görür. Bugün yaşadığımız toplumlarda, okur-yazar cahillerin çokluğu da, tek başına okumanın ya da yazmanın yetmediğini anlatır.

Kendini ve Rabb’ini bilmeyen cahildir; isterse yeryüzünde bulunan bütün kitapları okumuş olsun, isterse bir o kadarını kendisi yazmış olsun…

İslam’ın oku emriyle istenilen şeyin yazılı bir metni okumak zannedenler fena halde yanılıyorlar. Zira bu emre ilk muhatap olan Muhammed(sas) okuma ve yazma bilmiyordu. Bu anlamda okumak; Allah(cc)’in bütün yarattıklarını, bütün öğrettiklerini ve bütün yazdırdıklarını anlamak yani idrak etmektir.

Sebepsiz ve herhangi bir fayda beklentisi olmadan, bir yeşil yaprağı koparan veya zararsız bir böceği öldüren kişi, okuryazar olsa da okumayı bilmiyordur. Kainatı okuyamayanın kitap okumakla medeniyete ulaştığını, dünyaya geldiğimizden beri yaşayan kimse görmedi.

Gelişmişlik ya da medeniyetle, okur-yazar oranı arasında bir bağ kurmak kadar anlamsız ve altı boş bir değerlendirme bilmiyorum.

Çocuklara ve gençlere, hayattaki varlık sebebi olarak okula gitmek ve mutlaka en yüksek derecelerle başarılı olmak ve asla başka bir ihtimalin olmaması gibi lanse edilince, başarısızlık durumunda bozulan kişisel ve ailevi dengeler, topluma yansıyan bozulmalar ve neticede kaybolan hayatlar ortaya çıkıyor.

Hayatın bir başka alanında belki de çok başarılı ve huzurlu bir yol tutması mümkün olan fertler, bu bakış açısı ve toplum baskısı sebebiyle heba olup gidiyorlar.

Bu yüzdendir ki geçmişte, okuma yazma bilmese de, hayatın ve eşyanın hakikatini idrak eden ve bu idrakle yaşayan bir toplum inşa ederek; dünyaya adalet, iyilik, gelişmişlik ve güzellik hediye eden medeniyetler inşa etmişiz. Bugün, çok okuyan ve çok yazan ama bir medeniyet inşa edemeyen toplumlara dönüşmüş olmamız da, bakışımızın hatasının delilidir.

Bugün okuryazar oranı mukayeseleri ile batılı ülkelerle doğulular arasında bir medeniyet yarışması düzenleyen az gelişmiş ama okuryazar kesimler, ne batının vahşet üzerine inşa ettiği zenginliğinin kaynaklarını, ne de halihazırda bir çok batılı ülkede yüksek oranlarda okuryazar olmayan insan yaşadığı gerçeğini duymak bile istemezler.

Örneğin, kuzey batı Avrupa ülkesi ve dünyanın en iyi organize olan devletlerinden biri olan Hollanda’da, 17 milyon nüfusun 1 milyondan fazlasının, ya hiç ya da çok az okuma yazma bildiğini görmek istemezler.

Müslümanlar için okuma yazmanın temel motivasyonu, Kur’an ve Sünnet başta olmak üzere İslami ilimleri okuyabilmektir. Bunları okumaya başlayınca da, teknik ya da teknolojik gelişme kaçınılmaz olur. Temelinde Kur’an ve Sünnet olmayan okumaların sonunda ulaşılan yerin insanlığa hayır ve huzur getirmediğini, gerek tarihten gerekse bugün yaşadıklarımızdan görebiliyoruz.

21 Kasım 2019

Yedek yaşamak



Hayatın neresinde, ne ile ve nasıl meşgul olacağımız hakkında çok fazla bir etkimiz yok gibi geliyor bana. Baksanıza hepimizin hayal dünyasında olmak istediği yer ile, şu an bulunduğu nokta arasında genellikle uçurumlar, deryalar ve kıtalar var.

Ha gözümüz pek doymaz, insanız ya hani. Bugün bir dağ kadar altınımız olsa, yarın bir dağ kadar daha isteriz.

Hem din hem dünya için, bulunduğumuz konumdan razı olamayışımız sıkıntılarımızın temel kaynağıdır. Oysa mevcudu kabullenebilseydik, ne kolay olurdu ya da huzurlu olabilirdi yaşamak.

Başımıza gelenin gelmeme ihtimalinin olmadığını, gelmeyenin de gelme ihtimalinin olamayacağınız fark edecek bir noktaya fikren gelsek de kalbimizin bir türlü tatmin olamayışı, bir türlü vazgeçemeyişi, bir türlü susamayışı…

Bazı insanlar mesela, yedek lastik olsunlar diye yaşarlar. Hoca yoksa yerine onlar bakar, temizlenecek bahçe varsa bahçıvan olurlar. Döşenecek taş vardır, yol ustasıdırlar, sökülecek ciğer vardır doktor!

Yedek lastik olmak kötü müdür? Herhalde değildir değil mi? Öyle ya, yolda kalmışlara yedek lastiğin değerini sormak lazım. Belki de, yeri geldiğinde en değerli parçadırlar.

Kişisel hayatında ve insan ilişkilerinde yedek lastik olmak, biraz ağır olur herhalde. Arkadaş değildir ama boşluk var diye arkadaş muamelesi görür. Kardeş bile yapılır bazen, değildir ama yapılır işte. Hatta eş değildir ama yedek lastik kontenjanından hayatın ikamesi için gerekli, yola devam için elzem bir vazife üstlensin diye, eş yapılır.

İnsan; pek zalim olabilir, pek hayasız, çok vicdansız, çok vefasız, pek kafasız, çok ahmak olabilir insan, ya da öyle görülmeyi seçebilir. Bütün mesele seçiminden memnun ve mesrur olmak belki de.
Yedek lastik, yedek insan, yedek aile, yedek toplum, yedek ülke hatta yedek çağ gibi bir zamandayız sanıyorum.

Ha bir de yedek yazarlık var. Yazar bulunmadığında yazar olarak devreye alınan, okunması gerekmeyen, sadece boşluk dolsun diye yazdırılan. Sıklıkla böyle hissettiğim doğrudur. Yedek yazarlık diye bir yaygın kullanıma sahip tabir olmadığından yazarım demek istemiyorumdur belki de.
 
Ne iş yaparsın, sorusuna hep, yedek yaşıyorum demek isterdim. Hayatım bir başkasının yedek hayatı gibi geliyor bana. Benim orijinalim çok müstesna bir insanmış ama bir yerde arıza yapmış, patlamış herhalde ve yerine beni takmışlar.

Yedek lastikleri bilirsiniz; orijinalinden ince, orijinalinden verimsiz olurlar hep. Hızınızı bile düşürmek zorunda kalırsınız yedek lastik taktığınızda. Siz benim bir de orijinalimi görseydiniz; pek beğenir, çok severdiniz bence.

İşte böyle bir şey yaşamak.

Yedek insanlık, yedek yaşamak, yedek bir dünya, iyi de inşallah ahirette yedekte kalmayız!

Yedek cennetlik yoktur ya da yedek cehennemlik! Orada herkes başrolde olacak, her birimiz tek başımıza ve teker teker hesap vereceğiz ve tek başımıza gideceğiz varacağımız yere. Kimse kimseye yedek lastiklik edemeyecek, o kavram dünyada kaldı şükür…

Bu satırları gazetelere göndermeyeceğim tabii ki, blogda kalsın yeter. Yedek olduğumuzun farkındayız diye, her türlü hadsizliğin normalleştiği bir devirde, ciğeri var ama beş para etmezlere, içimizdeki boşluğu göstermenin ne alemi var?

19 Kasım 2019

Günah sakızının zararları



Hep söyleriz ve biliriz ki; insan oğlu nefsini temize çıkarmakta eşsiz bir yetenek sahibidir. Mazaretler bulmak ve hatta gerektiğinde yalanların ardına saklanarak kendini savunmak, ne yazık ki; çok rastladığımız veya kendimiz de çok yaptığımız için artık sıradan gelmeye başladı.

Kapalı kapılar ardında kalması gereken utançların sosyal medyaya düşmesi, günahın ne Allah(cc)’den ne kullarından utanılmadan aşikare işlenir olması, insanların bunları seyretmekten haz duyması ve devamında, aşina olduğu bu günahlara içinde bir burukluk duymadan bulaşabilmesi, çağımızın en tehlikeli gelişmesi ya da gericiliği oldu.

Gözlerimizin gördüğü, kulaklarımızın duyduğu ve hatta ellerimizin tuttuğu günahlara zaman içinde uyum sağladık, bağışıklık geliştirdik. Günahın ve günahkarların sıradanlaşması, açıktan günah işleyebilenlerin Müslümanlar arasında normal karşılanır olması, kibrin ve riyanın şeytanın taktığı birer madalya olmaktan çıkarılıp, günlük aksesuarlara dönüştürülmesi, hayatımızın ayrılmaz parçası oldu.

Hal böyle olunca, nefislerimizi temize çıkarmak için, bizden daha beterini yapanları ya da belki bizim de gizli yaptıklarımızı açıktan yapanları dilimize dolamak ve onlar üzerinden nefislerimizi tatmin etmek, baya eğlenceli gelmeye başladı.

Konunun fıkhi durumunu, gıybetin detaylarını ve nelerin gıybet olup olmadığını bilmeyenlere diyecek sözümüz yok artık, kalmadı. Çünkü deniz bitti! Takvada örneklik edecek olanların göğüslerinde açan; ihlas, tevazu, isar gibi çiçekler kurudu.

Yalnız ve sadece, insanları tiksindirip nehyetmek ya da fasıkların şerlerinden emin kılmak için anlatılmasına izin verilen günahlar, sakız gibi çiğnenir oldu. Çiğnenmiş bir sakızı, biri ağzından ortaya attığında, bir başkası koşup aldı ağzına ve evire çevire çiğnemeye devam etti. Sonra o da tükürdü ve bir başkası aldı. Böylece bu iğrençlik yayıldı gitti.

Onlarca insanın, belki de binlercesinin hatta televizyonlar ve sosyal medya aracılığıyla milyonların ağzında çiğnediği ve her çiğneyenden bir başka pis bakteri bulaşan, aslında bakmaya normal bir midenin katlanamayacağı bir şey ortaya çıktı.

Sokaklara, meydanlara ve ekranlara, bu iğrençlik tükürüldükçe müşterisi de çoğaldı. İnsanlar başkalarının ağzından dökülen kusmukları yalamaya koşturur oldular.

Çok mu iğrenç geldi? Ne ki, Allah(cc), gıybeti ölü kardeşinin etini yemek ile eşdeğer göstermedi mi bize? Ağzından çıkan kusmuk ya da milyonların çiğnediği iğrenç sakız ne ki bunun yanında?

Günahları çiğnemenin kaçınılmaz sonucu olarak, her birimizin damağına o pis tattan birazcık bulaştı, istemesek de ağzımızda evirip çevirdiğimiz her nesneden bir parça midemizi indi ve kanımıza karıştı. Tevbe ve helallik ile bu pislikleri bünyesinden boşaltabilenler de bile izi kaldı.

Güya eleştirmek veya alay etmek gibi niyetlerle ortaya dökmek, paylaşmak ve yaymak, aslen mubah olan işlerin gıybete dönüşmesidir. Birilerinin kibir ya da riya gibi hislerle kendi görgüsüzlük ya da utanmazlıklarını ifşa etmeleri, bizim onlara şahitlik etmek zorunda olduğumuz anlamına gelmez. Dahası elimizle başkalarını şahit etmenin de ne onlara ne de bize bir faydası yoktur.

Bunun yapmanın en güzel yolu, Nebevi terbiye metodundan öğrendiğimiz, Rasulullah(sas)’in herhangi bir yanlış ya da günaha rastladığında yaptığı gibi; şahısları ifşa etmeden, günahın yanlışlığını ona özendirmeyecek ya da insanların merakını uyandırmayacak bir üslupla ortaya konuşmak ve o günaha bulaşanların anlayıp vazgeçmelerine vesile olmaktır.

Bütün mesele kalbimizdeki niyetin sahih olması ve yaptıklarımızın ve söylediklerimizin de bu niyete uygun olmasıdır. Niyetim iyiydi diyerek, kırıp dökmemiz ya da kötü bir niyetle güzel söz söylememiz değersizdir.

Toplumları bozan, erdemleri yok eden, insanın güzide fıtratını heba eden, dünya tarlasını yakan ve ahiret cennetini elden alan günahlara ve o günahları işleyenlere sempati duymak, olumlu bakmak, hoş görmek veya daha da vahimi günahkarları ve günahları yaymak, akıllı bir Müslüman için ne hazin bir durumdur.

Neticede; yazdığımız veya konuştuğumuz ve beğendiğimiz veya paylaştığımız her şeyin hesabını vereceğiz.

16 Kasım 2019

Hayatın sırrı muhabbet

Biz insanlar herhalde kendimiz dışında her şey hakkında çok fazla şey biliyoruz ama konu kendimize gelince, bağnazlık ya da kibirden midir bilinmez; kendimizi pek tanımıyoruz, nasıl ve neyle dünyaya geldiğimizle ve hayatta kaldığımızla pek ilgilenmiyoruz, mutluluk ya da dünya huzuru dediğimiz hisleri de genelde yanlış yerlerde arıyor ya da yanlış yerlerde bulduğumuzu sanıyoruz.

Allah(cc) bizi “ahsen-i takvim” üzere yarattı ve bize en güzel hasletleri verdi. Kainattaki bütün yaratılmışlara dağıttığı merhamet hissinden de canavarlıktan da bize hisseler verdi. Varlığımızı muhabbete bağladı hatta O’na imanımızı, Peygamberine imanımızı bile muhabbete bağladı.

Bizi hayata, muhabbete muhtaç ve muhabbetle beslenen bir canlı olarak getirdi, muhabbetle büyümeyi ve muhabbetle güçlenmeyi varlığımızın kanunu kıldı. Gerek bedenimiz gerekse ruhumuz sevildiğinde büyüdü ve gelişti, sevilmediğinde çürüdü ve yıkıldı.

Çocukluk travmaları dediklerimiz, terapilerde inilmeye çalışılan çocukluk problemlerimizin temellerinde, muhabbet sıkıntılarının yattığı ortaya çıkıyor. Sevilerek ve ilgilenilerek büyüyen çocukla, hırpalanan ve gerek ailesi içinde gerekse toplumda hor görülen, sevilmeyen çocuk arasında eksik olan vitamin muhabbettir.

Savaşların ortasında kalan ve en sevdiklerini kaybeden çocukların mahrum kaldıkları ekmek ya da sudan daha özel ihtiyaç, muhabbettir. Anne sevgisinden, baba desteğinden ve huzur içinde aralarında bulunmaktan memnun olacağı toplumsal destekten uzak kalmak bozuklukların temellerini atıyor. Sonrasında terbiye edilebilenler normal bir hayata dönse bile, büyük çoğunluk eksikleri ve yaralarıyla büyüyüp, sorunlu toplumlar oluşturuyor.

Sorunlu fertlerden oluşan toplumlarda, aile ve akrabalık ilişkileri yıkılıyor, komşuluk gibi sosyal destek yapıları sarsılıyor veya tamamen yok oluyor. Bunun sonucunda da, tek başlarına evlerinde ölüp, ancak kokuları mahalleye yayılınca gark edilenler çoğalıyor. Beklenmedik intiharlar, cinnetler ve cinayetler artıyor.

Allah(cc) ve ahiret inancı olmayan, sorunlu egoist fertlerden oluşan toplumlarda intihar bulaşıcı hastalık gibi yayılıyor. Allah(cc)’in hatırının, kullarının gönlünün farkında olmayan bedbaht insanlar için hayat bir noktada çekilmez hale geliyor.

Sarsılan bir fert için, tutunacak dal olarak; ne bir insan muhabbeti, ne de bir Allah(cc) sevgisi ve korkusu olmayınca düşmek tek çare gibi geliyor.

İnsanı hayattan koparan en önemli etken muhabbetsiz (sevgisiz/değersiz) kalmasıdır. Diğer tüm sebepler buradan başlıyor ya da burada bitiyor. Allah(cc)’in kendisine değer ve nimetler verdiğini fark eden, insanlar tarafından sevilip sayılan asla kimsesiz, sevgisiz kalmaz.

Sevilen ve sayılan birinin intihar ettiğini tarih yazmadı. Yakin bir iman sahibi olan bir mü’minin intihar etmesini Allah(cc) ve Rasulü(sas) kabul etmedi.

Son günlerde yaşanan intiharları ekonomiye bağlayanlar, bu durumda olanların intihar etmesini normal mi görüyorlar acaba? “İşler kötüyse git canına kıy” mı demek istiyorlar?

Muhalefet edeceğiz diye ahmaklık yapmanın alemi yok oysa, mantıklı bir sürü mevzu varken hele.
“Ekonomi kötü insanlar bu yüzden intihar ediyor” cümlesinden daha bayağı bir muhalefet cümlesi duymamıştım. 

Hayata bağlayan tek değer para mıdır? Parası olmayan herkes canına mı kıysın istiyorsunuz? Geleceğe dair umut için para şart mı? Bu şekilde intiharları normal mi görüyorsunuz? 
Vereceğiniz mesaj bu mu? Hadi birisi bu zor noktaya geldi diyelim, göstereceğiniz yol bu mudur?
İntiharın çok yaygın olduğu batı ülkeleri ekonomik refahın zirvesindeler oysa!

Şüphesiz bir ülkede kötü giden her şeyde yöneticilerin payı mutlaka vardır. Nasılını,  niçinini bulmak ve sorunları çözmek onların görevidir. Ölene üzülmek kadar sebep olana elbette kızmak gerekir, yeter ki yanlış yerde, yanlış kişilere kızıp, gerçek sorunları göz ardı etmeyelim.

İntihar edene üzülmekle intiharı normalleştirmek arasında kalın bir çizgimiz olmalı.

İntihar sebebine çare aramakla intihar edeni haklı görmek arasında kalın bir çizgimiz olmalı.

İntihar haberleri yapmakla intihar reklamı yapmak arasında çok kalın bir çizgimiz olmalı.

Paylaşıldıkça çoğalan sadece iyilik değil, kötülükte paylaşıldıkça çoğalıyor, nasıl farkında olmazsınız? Ucu size de dokunacak, nasıl bu kadar rahat olabiliyorsunuz?

İntihar; sebebi, sorumlusu, konusu, şekli ne olursa olsun, kötü bir iştir! Asla mazur görülemez, onaylanamaz, normalleştirilemez!

Bu konuda iyi bir şey yapmak isteyenler, etraflarındaki insanları sevsin ve saysınlar, değer verdiklerini hissettirsinler. Başlarına gelen sıkıntılarda çevrelerinde tutunacak dallar yeşertsinler. Ve hepsinden önemlisi; Allah(cc)’e olan imanlarını her vesileyle güçlendirsinler, başlarına gelen hayrın ve şerrin O’ndan olduğunu sık sık tekrarlasınlar.

Eskiden “amentu” öğretilirdi çocuklara:

Amentu billahi ve melaiketihi, ve kutubihi ve rusulihi ve'l yevmi'l-ahiri, ve bi'l-kaderi, hayrihi ve şerrihi mina'llahi teala. Ve'l-ba'su ba'de'l mevti haggun. Eşhedu en la ilahe illallah ve eşhedu enne muhammeden abduhu ve rasuluhu.

Ben Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah-u te'ala'dan olduğuna inandım. Öldükten sonra dirilmek haktır. Ben şehadet ederim ki, Allah'tan başka ilah yoktur. Ve yine şehadet ederim ki, Muhammed O'nun kulu

13 Kasım 2019

Bizim ve onların normali


Dünya hayatı, sebepler üzerine inşa edilmiştir. Yağmurlara bulutlar sebep olur ama biz rahmet için Allah(cc)’a hamd ederiz. Toprakta yetişen muhteşem lezzetlerle beslenir ama yine Allah(cc)’a hamd ederiz. Hayvanların topraktan beslenerek semirdiği etlerinden, kanlarından süzülen sütlerinden ve onlardan üretilen nice çeşit nimetten faydalanır ama koyunlara ya da ineklere değil sadece Allah(cc)’a hamd ederiz.

İnsanlığın Allah(cc)’ın kulları olduğuna inanır ve tamamının bu anlamda eşit olduğuna ve üstünlük olarak, dünyalık nimetlerin değil ahiretlik mertebelerin geçerli olduğunu düşünürüz.

Kimsenin neslinin aslına, sahip olduğu imkan ya da zenginliklere bakmayız, rengine ya da yüzünün şekline göre davranmayız. Normal insanlar olmak ve öyle kalmak için gayret ederiz.

Dünya düzeninin de normal olmasını; adalet ve zulmün karışmamasını, güçlünün haklı olan zayıf karşısında boynunun bükük, zayıfın haklı olduğunda dünyanın en dik duruşlu insanı olabilmesini isteriz.

Her insanın, bir şekilde yoldan çıkabileceğini, insanlar gibi toplumların da hata ve sapkınlıkları benimseyebileceğini biliriz.

Bu yüzden, bir hesap sorma sisteminin varlığına ve bu sistemin mutlak adalet sahibi Allah(cc)’in sınırları içinde olması gerektiğine inanır, bunun dışında aranacak çözümlerin zulme kapı açacağını söyleriz.

Onlar, kendilerine yeryüzünde iktidar verirsek namazı kılar, zekatı verir, iyiliği emreder ve kötülükten sakındırırlar. İşlerin sonu Allah’ındır. (Hacc 41)

İyiliği emretmenin ve kötülüğü yasaklamanın temel vazifemiz olduğunu öğrenir ve öğretiriz. İyilikleri yaymanın ve çoğaltmanın yeryüzünde iyiliğin hakimiyetine; kötülükleri yaymanın ve çoğaltmanın da kötülüğün hakimiyetine kapı veya yol açacağını düşünürüz.

Dünyada selametin, ancak iyilerin kötülere galebe çalması ile mümkün olduğunu ve kötülerin iyiler tarafından hesaba çekilmesi gerektiğini, cezalandırılması gerektiğini biliriz.

Bütün bunların normal insanlar için geçerli olduğunu ve halen dünyada egemen olan batılı emperyalistlerin bu normalin dışında kaldıklarına inandıklarını ve bunu normal gördüklerini görüyoruz.

Dünyanın egemen güçleri olarak; batılıların normal insanlar, ülkelerinin normal ülkeler, askerlerini normal askerler zannetmek bizim için büyük bir yanılgı olacaktır, çünkü onlar öyle düşünmüyor.

Batılı bir emperyalist kafaya göre; onlar için normal kanun ve kurallar geçerli olmaz, hesap sorulamaz ve hatta kınanamazlar, işgal ve sömürgecilik en tabi haklarıdır. Dünyanın herhangi bir yerini işgal edebilir, katliam ya da soykırım uygulayabilirler. İstedikleri ülkenin yeraltı ve yer üstünde bulunan tüm zenginliklerine el koyabilirler.

Sadece diğer insanlar için değil, bu sisteme karşı çıkan kendi insanları için de gayet acımasız davranabilir, gerektiğinde bir şekilde sistem muhaliflerini yok edebilirler.

Mesele; bizim, normal kural ve kanunlara onların da tabi olduğuna ve dünyaya böylece nizam verileceğine ve batının bir medeniyet olduğuna inanacak kadar “salak” olup olmadığımızla ilgilidir.

Bu sebeple, sosyoloji veya uluslararası ilişkiler gibi bilimlerle meşgul olmadan önce veya onların yerine, vahşi yaşam belgeseli izlememiz gerekiyor. Orman kanunlarını ve vahşi hayatın düzenini kavradığımızda, batılı emperyalistlerin dünyasında karşılaşacağımız olaylar, biraz daha kolay anlaşılır olacaktır.

Gerçi hayvanlar arasında bulunan normal denge ve düzen bile, bugün dünyamızda yok, çünkü dünyayı “belhum adal/onlardan aşağı” olanlar yönetiyor.

Batılı bir milyonerin kanı ile doğulu bir garip köylünün kanı eşitleninceye kadar bu böyle…

İnsanlık, doğunun herhangi bir köşesinde bombalarla yıkılan evlerinin enkazından, kanlar içinde çıkartılan ve yaşama hakkı için, paramparça olan çocukların hakkı için, başlarına geçirilen tüm değerlerin hakkı için, ses çıkarmadığı garip insanların hayatlarının hesabını verinceye kadar bu böyle…

Bu denge belki de kıyamete kadar sağlanamayacak ama biz, insanlık onurunu ayakta tutan fikrin ve duruşun bu olduğuna inanmaya ve bunu temin için nefes alıp vermeye nesiller boyu devam edeceğiz. Çünkü bu dünyaya, her gelen gidecek, her yaşayan ölecek, marifet; iyi olmanın ve iyiliğin tarafından olmanın huzuruyla yaşayıp, ömrünü bu hal üzereyken bitirmektedir.

09 Kasım 2019

Medyaya açık mektup!


Medya hani medyumun çoğulu olan yani medyumlardan oluşan bir yapı mıdır? Medyumlar gibi yani tarihin sihirbazları gibi; efendilerine, krallarına, firavunlarına insanların kul-köle olmasını ve hizmete sadakatle devam etmesini sağlayan bir aracı mıdır?
Evet, bazıları hatta çoğu için bunu söylemek mümkün.
Bilerek ya da bilmeyerek, kasten yahut farkında olmadan, medya tarafından körüklenen ve desteklenen bir toplumsal cinnet yaşıyoruz.
Sesli, görüntülü, yazılı ve görsel her aracı kullanan medya, sürekli üstümüze üstümüze bir şeyleri boca ediyor. Başka yerlerde rastlanmayacak kadar yoğun; vahşet, cinnet, intihar, cinayet, soygun ve tecavüz haberleri yağmur gibi yağıyor.
Gün geçmesin ki, bir intiharı tüm detaylarıyla okumayalım. Gün geçmesin ki, bir tacizi, bir tecavüzü, bir cinayeti bütün ayrıntılarıyla okumayalım, izlemeyelim.
Bu kadar bombardıman altında olan, birazcık ucundan medyanın içini gören, sıradan bir vatandaş olarak bazı şeyleri merak ediyorum.
Sayın medya mensupları ve yöneticileri!
Sizlerin sorumluluğunuz gereği haber dilinizin etkilerini bilmek zorunda olduğunuzu sanıyorum. Mutlaka profesyonel psikolog ve sosyologlar istihdam ediyor ve özellikle intihar, cinayet gibi haberleri kontrol ediyorsunuzdur değil mi?
Başta çocuk ve kadın cinayetleri olmak üzere, her tür vahşeti tüm detaylarıyla haber yapmanızın maksadı nedir? Biz o vahşetlerin ayrıntılarını ne yapacağız? Normal insanların, çocukların ve gençlerin bunları ne için okuduğunu ya da izlediğini sanıyorsunuz?
Tek ya da toplu intiharların ayrıntılarını neden bu kadar önemsiyorsunuz? Ne biz ne de siz asayişten sorumlu değiliz, bırakın o detayları işi o, olanlar bilsin. Kendi canlarına kıyanların mahremlerini ifşa etmek nasıl bir insanlık anlayışıdır? Ölüye ve ölüme de mi saygımız olmasın?
Neden bir çocuğun, bir kadının ya da bir hayvanın nasıl bir hayvanlığa kurban gittiğini tüm detaylarıyla anlatıyorsunuz bize? Ne yapmamızı bekliyorsunuz?
Böylece bazı aklı evveller, sizi daha çok izleyecek, daha çok tıklayacak ve siz de daha çok mu para kazanacaksınız? Bütün mesele para mı? Yoksa başka bir derdiniz mi var?
Hani her konuda batıyı örnek alır hatta gerektiğinizde taparsınız ya; işte o batıdan bir örnek vereyim sizin için.
Bugün siz bu yazıyı okuduktan sonra, gelecek 24 saat içerisinde, Hollanda’da; ortalama 5 intihar, 1 kadın cinayeti, 5 tecavüz, 10 çocuk istismarı, 50 yabancı düşmanlığı ve 10 islamofobi vakası yaşanacak ama hiçbiri haber olmayacak, hele kamu yayınlarında asla.
Onların medyasında olup ta sizde olmayan nedir?
Bu millet ne yaptı size? Nedir bu gareziniz, kininiz? Hiç mi vicdanınız, ahlakınız yok? Hadi yok diyelim, çoluk çocuğunuz da mı yok? O da yok diyelim saygı duyduğunuz, değer verdiğiniz hiç mi insan ya da hayvan yok? Nasıl bu kadar zalim oldunuz?
Sadece biraz fazla tıklanma, biraz fazla izlenme adında tanrılarınız var ve onlara kurban etmek için her şeyi ama her şeyi harcamaya hazır mısınız?
Siz kimsiniz? Nerede, nasıl, niçin ve ne şekilde yetiştiniz? Sizin 5N1K’nız nedir yani?
Siz uyumak için yastıklara başınızı koyduğunuzda ne hissediyorsunuz? Sevdiklerinize, eşlerinize veya çocuklarınıza sarıldığınızda; gözlerinizin önüne, ağızlarınızda sakız gibi çiğneyip, ekranlarımıza tükürdüğünüz mağdurlar ve masumlar gelmiyor mu?
Siz hangi dünyadan geldiniz gezegenimize? İnsan etinden başka bir şey doyurmuyor mu sizi?
Sayın medya yöneticileri ve mensupları, üzerinize alının ama, firavunun sihirbazları gibisiniz. Halkı illüzyonlarınızla kandırmaya devam ediyorsunuz. Sizi firavun besliyor!
Ama bir gün bir Musa çıkacak meydana ve bütün iplerinizi yutacak bir dev salacak üstünüze. Olmadı Azrail çıkacak karşınıza, siz de öleceksiniz ve sevdikleriniz de ölecek. Yapmayın artık yeter!
Kusmayın ulu orta, tükürmeyin içinizdeki balgamları masamızın üstüne, pisletmeyin ekranlarımıza!
Bırakın kötülük azalsın, iyiliği yaymaya bakın siz. Bırakın kötüler tanınmasın, iyileri tanıtmaya bakın siz!
Paylaşıldıkça çoğalan sadece iyilik değil, kötülükte paylaşıldıkça çoğalıyor, nasıl farkında olmazsınız? Ucu size de dokunacak, nasıl bu kadar rahat olabiliyorsunuz?

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...