28 Eylül 2020

Şehirlilik ve medeniyet

 


Çok büyük sözler ediyor, çok önemli mevzular yazıyor ve konuşuyoruz. Ya da en azından öyle zannediyoruz. Oysa gerçek hayat, sokaklarda ve evlerde yaşanıyor. Fikirler ve edebiyat daha çok satırlarda ve sayfalarda mahpus kalırken, sesler ve kokular caddelerde geziyor.

Medeniyet dediğimiz şeyi, filozoflar konuşurken; aslında köşkerler dikiyor, bakkallar tartıyor.

Kim ve ne olduğunuz önemli değil, sonuçta aynı yolda yürüyor ve aynı kaldırımları kullanıyoruz. Araçlarımızın markası ya da modeli ne olursa olsun, aynı asfaltta ya da aynı tozun toprağın ve taşın üstünde sürüyor, aynı sakızı çiğniyoruz ve yutuyoruz.

Ne kadar zengin olursanız olun, ne kadar pahalı olursa olsun arabanız, ya da tam tersi; yaşadığımız şehrin havasını soluyor ve tamam bazılarımız içme suyunu parayla alsa da, genelde aynı suyu içiyoruz.

Hepimizin ekmeği hamurdan, o da buğdaydan yapılıyor. Kimisi içine birkaç çeşit tahıl katsa da, neticede ekmek ekmektir.

Şehir şehir midir peki? Ne kadar şehirdir ya da?

Köyle kenti ayıran nedir?

Eskiden olsa kolaydı bu sorunun cevabı; “köylerde sokaklarda çöp bidonları olmaz” der bitirirdik. Ha köylerde de çöp üretiyordu eskiden insanlar ama ne hikmetse şimdiki gibi çöp bidonları olmasa da köy sokaklarında ne teneke kutulara ne de plastik poşetlere rastlanırdı. Ne yapardı sahi köylüler çöplerini?

Hatırlayanınız vardır belki. Yanabilecek bütün çöpler yakılırdı mesela. Gömülmesi gerekenler toprağa verilirdi.

Kimse çevreci değildi ama ne yerlerde çöp olurdu, ne de bir şey zayi edilirdi.

Sonra şehirli oldular. Öyle ya, bu halkın çoğu bir zamanlar köylüydü. Köylerden kente göç ettiler ve şehirli oldular. Çevrecilik moda oldu ama geçmişim köyleri kadar temiz olamadı şehirlerimiz!

Köylerde binekler döneceği yere kendiliğinden giderdi ve sinyal vermezdi eşekler! Sürüler halinde koyunlar dalsa da sokaklara, her koyun döneceği köşeye yanaşır, diğerlerinin yolunu kesmezdi. Aksamazdı trafik köylerde. Araç yoktu çünkü hepsi canlıydı.

Şehirdeki araçların içinde canlı olduğundan emin olamıyoruz bazen! Mesela bir siren sesi duyduğunda “yol vermeliyim” telaşına düşmeyenin canlı olma ihtimali elbette vardır ama türü hakkında düşünmek gerekir.

Duyduğun sirenin neye ve kime ait olduğunun ne önemi var? Ya cana ya mala bir zarar gelme ihtimali vardır ki, o acı acı çalıyordur. Yalan olsa da sana ne? Sen insanlığını göster, görmeyen utansın!

Biraz ağır olabilir ama bazı şeyleri açıkça söylemek lazım. Bu yazılarla aklıma takılan sorulara cevap arayamaya çalışacağım. Umarım sizlerin de sorularına cevap buluruz birlikte.

Mesela şunları düşünüyorum:

Kaldırımlara tüküren bir şehir sakini ne kadar şehirlidir, bu kişi için belediye kaldırım yapmalı mıdır?

Arabasının camından caddeye, sigara izmaritini ya da başka bir çöpünü atabilen biri için belediyeler caddelere asfalt yapmalı mıdır?

Kaldırımları kullanmayı bilmeyen ve sürekli caddede yürümeyi tercih ederek, trafiği aksatan, sürücüleri engelleyen ve kendi canını da tehlikeye atan biri için belediyeler kaldırım yapmalı mıdır?

Şerit kullanmayı bilmeyen, değiştirirken sinyal vermeyen, döneceği şeride yanaşmayan bir araç sürücüsü için belediyeler yol yapmalı mıdır? Yollara çizgiler çekmek için masraf etmeli midir?

İnsanlara canlarının istediği yerden karşıya geçemeyeceklerini öğretmekten umudunu kesen ve kaldırımları demir bariyerlerle kapatan bir belediye yanlış bir iş mi yapmış sayılır?

Trafik ışıklı kavşaklara normal şeridin yanında bir de imdat şeridi bırakan, itfaiye ve ambulans gibi acil durum araçlarının kavşaklarda mahsur kalması cana ve mala mal olacağından, bunların geçmesini hesaplayarak yol yapınca, şehir sürücülerinin hemen o alanı da yeni bir ek şerit olarak kullanması üzerine, kavşakları daraltan ve ek şerit oluşturulmasını engellemek için çaba sarf eden belediyeler ne yapmak istemektedir?

Asfalta aralıklı ya da kesintisiz çizilen çizgileri anlamayan sürücülere neyi anlatmak mümkündür mesela bilmek isterdim…

Aslında belediyelere de yazacak çok şeyim var elbette ama iğneyi kendimize batırmakla başlamış olayım. Gelecek haftalarda artık kime denk gelirse çuvaldız!

26 Eylül 2020

Belediye kalbimize dokunmalı

Gaziantep şehir olarak, tarihi temelleri ve geleceğe umutla bakan ticari ve sosyal gelişmeleriyle, hep dinamik bir şehir olduğundan olsa gerek, şehrin yolları ve kaldırımları çok yıpranır. Tabi bunda, yazlarının kavurucu sıcaklığın ve kışlarında yaşanan dondurucu ayazların da etkisi çoktur.

İnsan faktörüne gelince; şehrin sürekli hareket eden ve yerinde duramayan halkını hepimiz yakinen tanıyoruz. Evden işe gitmek gibi sıradan yolculuklar bir yana, hiçbir işi olmasa da piknik/sahre amaçlı gezintiler, aile ziyaretleri ve arkadaş buluşmaları gibi sosyal aktiviteler hiç durmaz bu şehirde ve trafik hiç bitmez.

Hepimizin her zaman bir işi vardır ve mutlaka acelemiz de olur. İşlerine gidenlerle evlerine gelenler farklı şeritlerde yarışırlar adeta.

Halkının bu dinamizmi, belediyeler başta olmak üzere tüm kurumların da aktif, dinamik ve heyecanlı olmalarını kaçınılmaz kılar. Bu şehrin hızına ayak uyduramayan, idareci ya da sıradan vatandaş fark etmeksizin, yarışın dışında kalır, elenir.

Gaziantep’in kendi iç hareketliliğinin üstüne, bir de çevre illerden başlayarak, son dönemde yaşanan turistik ataklarla neredeyse dünyanın öteki ucundan aldığı ziyaretçiler eklendi. Tabii ki işin ticari boyutunu unutmuyoruz. Hareketin olduğu yerde bereketin olduğundan şüphemiz yok.

Ancak şehir merkezi, pek genişlemeye müsait olmayan ya da kimsenin dokunamadığı binalar sebebiyle dardır Gaziantep’in. Kalp damarları daralan yaşlı bir adam gibi, her sabah ve her akşam, Gaziantep’in de nefesi kesiliyor.

Yolların darlığının yanında, istatistiksel olarak, kişi başına düşen araç sayısı şehrimizde 4 kişiye 1 araç şeklindedir. Aynı istatistik, örneğin bir dünya metropolü olan İstanbul’da 10 kişiye bir araç düşecek şekilde kayıtlara geçmiştir. Bu durum da; Gaziantep’te trafik sorununun yol yapmakla çözülmesinin çok zor olduğunu ancak elimizdeki yolları daha verimli kullanarak az da olsa rahatlamalar sağlanabileceğini söyler.

Belediyelerimizden şehir merkezi için artık mucizevi dokunuşlar bekliyoruz. Fakat kurumların doğasında insanüstü güçler olmadığından bu da gerçekleşemiyor. Bazı noktalarda bizi hayrete düşüren düzenlemeler olsa da; şehirde hemen herkesin, “şurası bir türlü düzenlenmedi” dediği onlarca kilit nokta hala kilitli olarak duruyor.

Büyün sıkıntılar radikal çözümlerle aşılabilir. Gaziantep’te su veya doğalgaza erişimde bir sıkıntı yaşanmıyor ancak şehrin can damarları artık bu nüfusa ve bu araç sayısına dar geliyor. Cesur adımlar atacak ve gerçekten köklü çözümler üretecek bir yerel idare anlayışı bekliyoruz.

Kalbine giden ve gelen ana damarları tıkalı bir hastanın parmak ucundaki yaraya pansuman yapılmasının birkaç damla kan kaybını önlemekten başka bir faydası olmayacaktır.

Sokaktaki gerek kendi aracını gerekse toplu taşımayı kullanan her vatandaşın, özellikle sürekli trafikte olan ticari araç kullanıcılarının yani taksicilerin ve servis şoförlerinin tamamına yakını şehir merkezinden şikayetçidir. Her trafik sohbetinin ana ya da ilk konusu budur.

Merkeze açılan ve damara takılan dar bir stent gibi sık sık tıkanan, merkezdeki alt geçitler, ne tek şeritlidir ne çift şeritli. Tecrübeli taksicileri dinlerseniz, o alt geçitlerin aslında nereden başlayıp nerede bitmesi gerektiğini size anlatırlar.

Bu şehrin sorunları masa başında yapılacak planlarla değil, sokaktaki insanların sesini dinleyerek doğru şekilde çözülebilir. Ancak ne hikmetse gazi şehrin büyükşehir belediyesine kimse meramına anlatma imkanına sahip değildir.

Gaziantep belediyesi, sosyal medya gibi, dünyanın en büyük metropol şehirlerinin bile halkını muhatap alıp çözüm üretmeye çalıştığı hatta bırakın belediyeleri, dünyanın siyasetine bile yön verilen mecralarda, kimseyi dinlemeye tenezzül etmiyor. Örneklerini bizzat yaşayarak tecrübe ettiğim bu durumu gelecek haftaya bırakıyorum. Zira engelli dostu olma iddiasındaki şehrimizin çözümlenmeyen engelli sorunları da var.

Telefonla ya da bizzat ziyaret ederek can kulağıyla yani ciddi ve samimi olarak vatandaşları dinlemek, yerel yönetimlerin aslında en güçlü olması gereken yanını terk etmek, ne akılla ne çağımızla ne de profesyonel belediyecilikle bağdaşmazken, vatandaşın gönlüne dokunma imkanından da mahrum olmak anlamına geliyor.

 

 

21 Eylül 2020

Şehirlilik ve medeniyet

Çok büyük sözler ediyor, çok önemli mevzular yazıyor ve konuşuyoruz. Ya da en azından öyle zannediyoruz. Oysa gerçek hayat, sokaklarda ve evlerde yaşanıyor. Fikirler ve edebiyat daha çok satırlarda ve sayfalarda mahpus kalırken, sesler ve kokular caddelerde geziyor.

Medeniyet dediğimiz şeyi, filozoflar konuşurken; aslında köşkerler dikiyor, bakkallar tartıyor.

Kim ve ne olduğunuz önemli değil, sonuçta aynı yolda yürüyor ve aynı kaldırımları kullanıyoruz. Araçlarımızın markası ya da modeli ne olursa olsun, aynı asfaltta ya da aynı tozun toprağın ve taşın üstünde sürüyor, aynı sakızı çiğniyoruz ve yutuyoruz.

Ne kadar zengin olursanız olun, ne kadar pahalı olursa olsun arabanız, ya da tam tersi; yaşadığımız şehrin havasını soluyor ve tamam bazılarımız içme suyunu parayla alsa da, genelde aynı suyu içiyoruz.

Hepimizin ekmeği hamurdan, o da buğdaydan yapılıyor. Kimisi içine birkaç çeşit tahıl katsa da, neticede ekmek ekmektir.

Şehir şehir midir peki? Ne kadar şehirdir ya da?

Köyle kenti ayıran nedir?

Eskiden olsa kolaydı bu sorunun cevabı; “köylerde sokaklarda çöp bidonları olmaz” der bitirirdik. Ha köylerde de çöp üretiyordu eskiden insanlar ama ne hikmetse şimdiki gibi çöp bidonları olmasa da köy sokaklarında ne teneke kutulara ne de plastik poşetlere rastlanırdı. Ne yapardı sahi köylüler çöplerini?

Hatırlayanınız vardır belki. Yanabilecek bütün çöpler yakılırdı mesela. Gömülmesi gerekenler toprağa verilirdi.

Kimse çevreci değildi ama ne yerlerde çöp olurdu, ne de bir şey zayi edilirdi.

Sonra şehirli oldular. Öyle ya, bu halkın çoğu bir zamanlar köylüydü. Köylerden kente göç ettiler ve şehirli oldular. Çevrecilik moda oldu ama geçmişim köyleri kadar temiz olamadı şehirlerimiz!

Köylerde binekler döneceği yere kendiliğinden giderdi ve sinyal vermezdi eşekler! Sürüler halinde koyunlar dalsa da sokaklara, her koyun döneceği köşeye yanaşır, diğerlerinin yolunu kesmezdi. Aksamazdı trafik köylerde. Araç yoktu çünkü hepsi canlıydı.

Şehirdeki araçların içinde canlı olduğundan emin olamıyoruz bazen! Mesela bir siren sesi duyduğunda “yol vermeliyim” telaşına düşmeyenin canlı olma ihtimali elbette vardır ama türü hakkında düşünmek gerekir.

Duyduğun sirenin neye ve kime ait olduğunun ne önemi var? Ya cana ya mala bir zarar gelme ihtimali vardır ki, o acı acı çalıyordur. Yalan olsa da sana ne? Sen insanlığını göster, görmeyen utansın!

Biraz ağır olabilir ama bazı şeyleri açıkça söylemek lazım. Bu yazılarla aklıma takılan sorulara cevap arayamaya çalışacağım. Umarım sizlerin de sorularına cevap buluruz birlikte.

Mesela şunları düşünüyorum:

Kaldırımlara tüküren bir şehir sakini ne kadar şehirlidir, bu kişi için belediye kaldırım yapmalı mıdır?

Arabasının camından caddeye, sigara izmaritini ya da başka bir çöpünü atabilen biri için belediyeler caddelere asfalt yapmalı mıdır?

Kaldırımları kullanmayı bilmeyen ve sürekli caddede yürümeyi tercih ederek, trafiği aksatan, sürücüleri engelleyen ve kendi canını da tehlikeye atan biri için belediyeler kaldırım yapmalı mıdır?

Şerit kullanmayı bilmeyen, değiştirirken sinyal vermeyen, döneceği şeride yanaşmayan bir araç sürücüsü için belediyeler yol yapmalı mıdır? Yollara çizgiler çekmek için masraf etmeli midir?

İnsanlara canlarının istediği yerden karşıya geçemeyeceklerini öğretmekten umudunu kesen ve kaldırımları demir bariyerlerle kapatan bir belediye yanlış bir iş mi yapmış sayılır?

Trafik ışıklı kavşaklara normal şeridin yanında bir de imdat şeridi bırakan, itfaiye ve ambulans gibi acil durum araçlarının kavşaklarda mahsur kalması cana ve mala mal olacağından, bunların geçmesini hesaplayarak yol yapınca, şehir sürücülerinin hemen o alanı da yeni bir ek şerit olarak kullanması üzerine, kavşakları daraltan ve ek şerit oluşturulmasını engellemek için çaba sarf eden belediyeler ne yapmak istemektedir?

Asfalta aralıklı ya da kesintisiz çizilen çizgileri anlamayan sürücülere neyi anlatmak mümkündür mesela bilmek isterdim…

Aslında belediyelere de yazacak çok şeyim var elbette ama iğneyi kendimize batırmakla başlamış olayım. Gelecek haftalarda artık kime denk gelirse çuvaldız!

16 Eylül 2020

Bakışımın özeti bu kadar

 


Hayata ve sonrasına bakışın, hayattaki ve sonrasındaki meselelerin görünüşünü de değiştireceği gibi bir gerçeklik var. Nasıl bakarsak öyle görüyoruz neticede.

Hayata sırf hayattan ibaret bakınca gördüğümüzde, dünyalıkların göz boyayan ve doyulamayan lezzeti gibi sahte bir manzara çiziliyor ve ona dalıp gidiyoruz. Sonrası olmayan bir hayatın değeri her şeyin üstüne çıkabilir elbette.

Şu devranın nefisleri en çok cezbeden nimeti; güç ve zenginlik olunca, dünyalıkların zirvesi de bunlar oluyor. Güç ve zenginliği elde edenler, dünya piramidinin en tepe noktasında oturuyorlar.

Dünyalık makam ve zenginlikler, burada üçgenin tepe noktası gibi görülse de, ahiret için üçgen ters dönmüş, kişi gittikçe genişleyen ve ağırlaşan bir yükü sırtlamış demektir.

Bunun dini ya da devleti de olmuyor; her halukarda önde gidenler arkasındakilerin yükünü sırtlamış olarak dirilecekler.

Biz Müslümanların, emir ve alimlere hürmet ve muhabbetimizin ardında yatan bir sebep de budur; ahiret namına bizi sırtlarında taşıyorlar daha ne yapsınlar?

Ancak onlar, dünyalık olarak bizi sırtlarından atıp, kendileri bizim sırtımıza binmek isterlerse, denge bozulur, fıtri düzen yıkılır.

İdareciler ya da alimler, Müslümanların sırtında durup dünyalık peşine düştüklerinde, bizim bütün varlığımızı asfalt serer gibi serdiğimiz yol olan “sıratı müstakim” terk edilmiş olur. Artık çıkılan yolun sonu bizim ahiret hedeflerimize varmıyor demektir.

İdareciler için İslam ve Müslümanlar, iktidar payandası olarak kullanılmaya başladığında felakete yol açılmış demektir. Alimler için ise; kendilerine hürmet ve muhabbet, kazanca dönüştüğünde veya şahısları krallar makamına yükseltildiğine yolların ayrıldığı kavşağa gelinmiş demektir.

İdaresi altındaki insanların yükünü sırtlamak ile peşinden gelenlerin sorumluluğunu yüklenmek aynı derecede ağır yüklerdir ve doğal olarak; yetki ve otorite verilmesine yol açtığı kadar, sorumluluk ve vebal yüklenilmesine de kapıları açar.

Elbette Müslümanların dünya nimetlerinden faydalanmasında, helal olmak şartıyla herhangi bir engel yoktur. Ancak Müslümanların sırtına binerek, onların kazandıklarından pay alarak, devlet ya da dergah veyahut medrese hesabından zenginleşen, saltanat kuran ve yürütenlerin, yaptıkları helal bir zenginlik olmadığı gibi, tevillerle mazur gösterilecek bir yanı da olmaz.

Biz idarecilerin saray ve tahtlarının oluşunu tartışırken, bir de alim ve şeyhlerin tahtlarını tevil edecek bir saçmalığa mahkum olmamalıyız.

Keskin çizgiler bellidir:

Muhammed(sas), en insanların en hayırlısı idi ve O’nun tahtı olmadığı gibi, doyasıya bırakın beyaz ekmeği, kara ve kuru arpa ekmeğini doyasıya yiyemeden bir ömür geçirdi. Şimdi karşımıza sunulan ve O’nun mirasçıları olarak takdim edilen, mehdilikle taltif edilen, örnek ve önder lider ya da mürşit olarak takdim edilen insanların, helalinden rahat bir hayat sürme hakları yok demiyorum ama karşımıza saltanat süren birer dünyalık sevdalısı olarak çıkmalarını da kabul edemiyorum.

Belki dediğim gibi biraz keskin çizgiler çiziyorum ama bu kadar gevşettiğimizde karşımıza çıkanları da her birlikte görüyoruz.

Utanmadan, arkadaşının dünyalık saltanatını, ismini bu cümleye katmayı edepsizlik saydığım bir sahabenin hali ile mukayese ederek; “onlar yıldızlar gibidir, bizim efendi de bu saltanat süren sahabeye uyuyor” gibi, akla ve hayale, dine ve imana, mantığa ve ahlaka sığmayan bir yorum ve teville normal göstermeye çalışan sahtekarlıkları da gördük.

Müslümanların umumunun dertli ve fakru zaruret içinde olduğu dönemlerde, Rasulullah(sas)’in hanelerinde bir günlük bile yetecek kadar yiyecek bulunmazdı. Dağıtırlardı çünkü. Ancak rahatlık ve genişlik zamanlarında bir yıllığa kadar yayılabilecek erzakın varlığı da rivayetlere girmiştir.

Demek ki, helal olan bazı haller; Müslümanların genel durumu ile mukayese edildiğinde saltanat gibi görülüyorsa artık onlarla safa sürmek -en hafif tabirle- uygun olmaz.

Zenginlik ve rahatlığın caiz olduğu ve İslam’ın bu gibi nimetlerin sahiplerini hayra teşvikten başka bir şeyle muhatap kılmadığı hepimizin malumu. Bu manada, Müslümanlar zengin düşmanı olamaz. Ancak karşımıza örnek, önder, mehdi, şeyh veya alim diye çıkanlara baktığımızda, Rasulullah(sas) ve sahabesini hatırlamak isteriz.

Bu kadar basit aslında. Evet İslam, bir şekiller ve semboller dinidir. Şeklinde ve suretinde, hayat tarzında ve siretinde, sünnete uygunluk görmediklerimize tabi olamayız.

Allah(cc)’den başkasına minnet etmemek, Rasulullah(sas)’den başkasına tabi olmamak, sahabeden başkasına yıldız muamelesi yapmamak, selefin salih imamlarından başkasına dinde söz hakkı vermemek; işte benim bakışımın özeti bu kadar. Gerisinin değeri bunlara verdiği değer kadardır, bunlara benzediği kadardır, bunları hatırlattığı kadardır.

11 Eylül 2020

İnanca saygı, düşünceye özgürlük!

 


Teoride hemen herkesin kabul ettiği inanca saygı gibi bir çağdaş erdem göstergesi var. Üstüne bir de düşünce özgürlüğü eklenince, sloganlarımızı süsleyen bu ikiliyi hepimiz bir yerlerde kullanmışızdır.

Batılı çağdaş ve medeni(!) ülkelerin, bize dayattıkları bu ikiliyi pek sevmiştik aslında ama nasıl oluyorsa bir yerlerde konu biz olunca, uluslararası arenada aslanların önüne parçalanmak üzere atılan bizim kutsallarımız olunca, ne hikmetse bir anda bu süslü sloganlar tersine dönmeye başlıyor.

Bir bakıyoruz, adamların aleme pazarladığı sloganların içeriğini biz onlara anlatmaya, ikna etmeye çalışıyoruz. İnsan haklarından, inanca saygıdan dem vuruyoruz. Ne kadar güzel anlatırsak anlatalım, fayda etmiyor. Kırk dereden getirdiğimiz sular, kurumuş beyinlere işlemiyor.

Sıkıntı şurada; biz, bir kutsalı olmayan insanlara kutsala hakaretin özgürlük olamayacağını anlatmaya çalışıyoruz.

Peki kutsalı olmayan insan olabilir mi, insan kalabilir mi? Vardır bir kutsalları diye düşünüp, oradan onların anlayış damarına dokunmaya çalışıyoruz.

Onların da kutsalı “özgürlük” sanıyorum; özgürlüğe tapıyorlar, uğrunda her şeyi çiğnemeyi normal görüyorlar. Nasıl bir tapınma ise, bizim nesillerimizi özgürlük putlarının önünde kurban olarak kesiyorlar. Bizim kutsallarımızı putlarının ayakları altına layık görüyorlar.

Bir de, bir şey hiç değişmiyor.

Dünyanın her yerinde, “düşünce özgürlüğü” savunucuları illaki bir yolunu bulup, İslam’ı ve Müslümanları bu kapsamın dışında bırakıyorlar. Ne hikmetse, her yere ve her şeye geçen bu özgürlük bize işlemiyor. Ama bize yönelikse zincirler fora. Bize hakaret varsa, kutsallarımıza hakaret varsa, kesin orada bir düşünce özgürlüğü peydahlanıyor.

Normal insanlar için 5 temel “kutsal” olur; akıl, can, mal, nesil ve din. Bunlardan eksilmeler oldukça o insanın insanlığından da eksilmeler olur. Bunları muhafaza etmek, hakaret ve her türlü saldırıdan korumak insanlığın gereğidir. İnsan, bunlar için yaşar, ölür ya da öldürür.

Dünyanın bütün kavram ve kuramları, bu değerlerle çatıştığında değerini kaybeder. İnsanların canlarına ve mallarına dokunan bir fikrin, koruyamayan idealin insana verebileceği özgürlük değildir. Aklımızı kullanmaya mani olan, dinimizi mukaddes bilmeyen bir devranın, bize verebileceği saygı değildir.

Batılıların kendi menfaatleri uğruna, gerektiğinde kendi seçtikleri değerleri bile tatile gönderecek kadar keyif sahibi olduğunu artık gidişatı takip eden herkes ayan beyan görebiliyor.

Batı bütün zenginliğine/gelişmişliğine rağmen dünyanın en bağnaz toplumudur. Kendi lehlerine olan bir yalana inanmakta ve savunmakta üstlerine yoktur. Aslında onlara göre dünyanın geri kalanı asla haklı ya da doğru olamaz.

İslam’ın ve Müslümanların, onların hegemonyasına çelme takacağını çok iyi biliyorlar. Başkalarına reva gördükleri muamelenin yanlışlığının pek ala onlar da farkında. Fakat dünyanın sefası ve zenginliğini kendilerine hak ve layık gördüklerinden; her işlerine, her zulümlerine, her vahşetlerine mantıklı bir izahat buluyorlar.

Biz, Avrupalı sömürgecilere tarihlerinde yaptıkları katliamları hatırlatıyoruz ama bir etkisi olmuyor. Çünkü onlar için o yaptıkları bir utanç değil bir gereklilik geliyor.

Ne Fransa ne Belçika, Afrika’da işledikleri katliamların hesabını hiç vermediler. Hollanda, Açe’ye 25 yıl yağdırdığı top mermilerinin sayısını bile hesap etmedi. Amerika yerlilerini yok eden soykırımı İspanyollar ve İngilizler, kendileri için bir hak gördüler. Tıpkı Afrika’dan getirdikleri ve köle yaptıkları milyonlarca kara derili elmas adamın ve kadının ve çocuklarının hesabını tutmadıkları gibi. Elde ettikleri bugünün zenginliğini onların sırtından kazandıklarını hatırlamak bile istemiyorlar.

Şimdilerde yüksek mevkilerden, yüksek sesle bunlara geçmişleri hatırlatılıyor ama tenezzül edip cevap bile vermemeleri bundan.

Doğu Akdeniz’de kimin haklı olduğunun ya da kimin ne hakkının olduğunun batı için bir değeri yoktur, olmayacaktır. Onlar tabii ki kendilerinden olanın tarafında cansiperane saf tutacaklardır. Tıpkı Irak’a, Suriye’ye ve Yemen’e olanları, ağızlarını yaya yaya seyrettikleri gibi, Libya’da olanları da seyrettiler.

Ha bir de özgürlük kadar paraya da tapıyorlar; refaha ve zenginliğe secde ediyorlar, rahat evlere, gelişmiş şehirlere, lüks ulaşım araçlarına, sterilize yiyeceklere rüku ediyorlar. Bankaların kapılarında kaideyi ahirede oturuyor ve parlak ışıklı reklam tabelalarına selamlar veriyorlar.

Şimdi birileri onların tanrılarına el uzatmış gibi geliyordur onlara. Hak biliyorlar ya sahiplik hakkı, onların kutsalı bu; para ve özgürlük onların hakkı. Başkası el uzatınca mağdur rolleri de bundan…

 

03 Eylül 2020

Dinde kimsenin ayrıcalığı yoktur

 

Hayatın standartlarından bazıları vardır; aksadıklarında insanı bırakın bir yerlere gitmeyi, olduğu yerde tepetaklak çevrilmeye ve devrilmeye mahkum ederler.

Bize pek basit gibi gelen dünya kanunudurlar ama ilahi fermanın değişmez hükümleri olduklarından, uymayanı uydurur, çiğnemeye kalkanı ezer geçerler.

İşte mesela; yüksekten düşen incinir, nefes alamayan boğulur, yol bilmeyen kaybolur, kalbi duran genellikle ölür, gibi sabitlerden bahsediyorum.

Bunların, yaratılışın ayetleri olduklarını ve insanların bunlara hükmedemeyeceğini, değiştiremeyeceğini not edip devam edelim. Ölüme çare bulamamak gibidir neticede bunlar. Boyun eğmek zorundayızdır.

Bu sebeplerden zarar görmemek için birtakım tedbirler bulunur ve onlarla bazıları bir süreliğine tatil edilebilir. Yüksekten düşene paraşüt takmak, nefes alamayanı entübe etmek, yol bilmeyene tarif etmek ve kalbi durana kalp masajı yapmak gibi bazı yollar ve yordamlar bulunur.

Tabi en güzeli ve garantili olanı o hallere girmemek için gayret etmektir.

İnsanın fikri ve kalbi de böyledir; yüksekten düşerse çok incinir, nefes alamazsa boğulur, yolunu bulamazsa kaybolur, düşüncesi durursa ölür.

İşte İslam, fıtri bir hayat düzeni olarak sadece yürüyüşümüzü değil, fikrimizi de terbiye ederek, gereksiz maceralara kapılmamızı engeller ki, nimetimiz felaketimiz olmasın.

Öyle kendimizi bir şey sanıp, uçmamızı istemez İslam; sonra o yüksekten düşünce incinmeyelim diye.

Aklımızı zorlayıp nefesini tıkamamızı istemez İslam; sonra fikrimizin sığ sularında boğulup gitmeyelim diye.

Kendi başımıza bir yol tutup gitmemizi istemez İslam; sonra o yolun çıkmazında kaybolmayalım diye.

Hissiz ve ruhsuz olmamızı istemez İslam; sonra kalbi ölüler kervanına kapılıp cehenneme gitmeyelim diye.

İşte bütün bu kişisel sıkıntılarımızın çaresi olarak; fikir ve eylemlerimizi, Kur’an ve Sünnet çerçevesi içine oturtan bir tablo olarak çizip elimize verir. Allah(cc)’in boyasıyla boyanmış bir tablodur bu, üstüne rastgele malzemelerle çizik atılsa hemen görülür, bir yeri zedelense orijinalliği bozulur.

Aklımız ve fikrimiz durmaz elbette; kurcalamak ister, oynamak ister. İçimizde bir çocuk yaramazlık peşindedir hep. Hem dünya oyun ve eğlence yeridir zaten, diye kıpırdar bir yanımız.

Hele bir de, bu fikrin ve aklın sahibi, peşinden birilerinin yürüdüğü hatta birilerinin seyrettiği biri ise; o oyunlar ve o eğlenceler, karanlık bir korku tiyatrosuna döner. Ne kendisi kalır, ne adını taşıdığı İslam.

Bu kaygan zemine basmamak ve doğru bir yol takip ediyor zannıyla, kendi felaketine zemin hazırlamamak için, bazı kıstaslara dikkat etmemiz gerekiyor.

Her birimiz, hakkı ve batılı, doğruyu ve yanlışı ancak kendi bildiklerimizle ölçeriz ve aslında imanlı bir kalp için biraz bilgi ve biraz his çok şeyi ayırt etmeye yarayacak kadar büyük imkanlar sunar. Fakat her nasılsa tevil etmek gibi bir tuzağa düşüveririz çoğu zaman.

Oysa İslam; aramızdan hiçbirine ve hiçbirimize, herhangi bir ayrıcalık tanımaz!

Haramlar ve helaller, içimizdeki en az bilenimiz ve en az amel edenimizle, en çok bilenimiz ve en çok amel edenimiz arasında hiçbir fark göstermez.

Daha açık ifade edecek olursak; halka haram olan müftüye de haramdır, müride yasak olan şeyhe de yasaktır, ferdin uzak durması gereken şeyden liderin de uzak durması gerekir. Farzlar ve sünnetler de hakeza öyle.

Bir yerde veya bir şahısta, din hususunda ve dinin aslına muhalif olarak, kendine özel helaller ve haramlar tayin ve tespit etmek gibi bir hal gördüğümüzde oradan şeytandan kaçar gibi kaçmamız icap eder.

Hayatta olduğu sürece, Rasulullah(sas)’den kalkmayan kalem, bir başka faniden asla kalkmaz.

Hiçbir şeyh ya da hoca, Rasulullah(sas)’den farklı veya sahabeden iyi bir İslami yaşam şekli ortaya koyamaz.

Aldanmamanın ilk yolu, saygı ve sevgi ile bu bahsettiğimiz ayrıcalık hakkını karıştırmamaktır. Bir alimi sevmek ve ona hürmet etmek ile ona dinde özel bir yer tayin edip, helal ve haramlarda ayrıcalık tanımak asla bir olmaz.

Ha bir de aldanmamak için, kocaman reklam tabelalarında yazan bir hakikat vardır: Ben mehdiyim diyen yalancıdır, kaçın ondan, uzak durun. Aslında ben bir şeyim diyen, hiçbir şeydir.

Kendisine tabi olunacak, ilminden ve takvasından faydalanılacak, hayatımıza rehber edinilecek yaşayan birini arıyorsanız, onun Rasulullah(sas)’e ve sahabesine ne kadar benzediğine bakın.

Ve bir yerde bir yamuk gördüğünüzde onu tevil etmeyin. Yanlışın yanlış olduğunu söyleyin. Eğer dinler ve düzeltirlerse umut var demektir.

Samimi her mü’min, İslam ile dünya ve ahiret saadetini elde etmeyi hedefler. Bu, uğruna hayatlarımızı, keyiflerimizi ve bütün varımızı yoğumuzu feda etmeye hazır olduğumuz hedefi, birilerinin ifsat etmesine, gayretlerimizi boşa çıkarmasına, razı olamayız. Olmamalıyız…

27 Ağustos 2020

Bizi yüreğimizden vuruyorlar

 


Bir şeylerin ters gittiğini, onların dillerinin uzamasından anlıyorum. Demek ki bir yanımızda bir büyük eksiğimiz var, hatamız var diye kederleniyorum.

Hele adı gözbebeğimizden daha değerli, hatırası canımızdan yüksek, getirdiği milyonlar hakikatten bir tanesi için kellemizi perva etmeden vereceğimiz Allah’ın Rasulü Muhammed(a.s.)’a dilleri uzanınca, yüreğimizin tam üstünden bir kurşun yemiş kadar canımız yanıyor.

Kurşun diyorum özellikle, biliyorum onlarda bir ok atımı kadar yayı gerecek kadar bile yürek yok çünkü! Ama bizi vuracak kurşunun çıkacağı namlunun horozunu düşürecek bir haysiyetsiz her zaman bulunuyor!

Yapmayın bunu diyoruz, anlamıyorlar! Etmeyin, canımızı yakmayın diyoruz, aldırmıyorlar!

Ne desek boş, anlamıyorlar bizi…

Anlatamıyoruz galiba deyip işte onu denemek istiyorum bugün.

Bakın efendiler!

Size efendiler dedimse bunu iltifat saymayın. Bu sizi adam yerine koyup muhatap aldığımızın işareti olarak kalsın sadece. Efendi deriz ki, belki efendi olacağınız tutar, belli mi olur? Umutsuz nice hasta iyileşir, nice amanın gözü açılır, nice kalbin mührü takdirde varsa çözülür. Bakarsın sizin de çözülecek bir buzunuz vardır, açılıverir ciğeriniz ve nefes alırsınız. Neden olmasın?

İşte bu efendi kısmına seslenmek istiyorum, her insanın içinde kırıntısı da olsa bir efendilik vardır diye.

İnsanları hayata bağlayan değerler vardır ve hayattan koparılmayı göze aldırtan değerler. İnsanlar yaşamak isterler genelde, yaşamak bir temel fıtri histir bizim için ama bir yanımızda hazır duran bir kaynar bir kazan taşıdığımızı hatırlatmak isterim.

Canımızdan aziz bildiklerimize dokunursanız, canımız yanar. Kazanımız kaynar! Bir anda dünya silinir gözümüzden ve biz hayatın da ölümün de Allah için olması gerektiğini hep aklımızda tutarız. Allah’ın sevin dediğine canımızı veririz, yoksa o emre muhalefetten canımız çıksın!

Lafı eveleyip gevelemeyin.

Şunu biliyoruz ki; Muhammed(sas)’e dil uzatanın dini ve imanı yoktur! Dil uzatmanın adının küfür ya da espri olması arasında da bir fark da yoktur.

Bulacağınız hiçbir mantıklı sebep sizi bu dinde tutmaya yetmeyecektir. Ve dahası dünyalık tevbesi de yoktur bu işin.

Bakın anlatmaya çalışıyorum ama sakin kalamıyorum. Çünkü yüreğimde bir okla konuşmak bir yana, yazmak diğer yana, nefes almak bile çekilmez bir ızdırap…

Siz de çok iyi bilirsiniz; kutsalına dokunulan insan, karşısındakinin kutsallarını tanımaz hale dönüşür. Yapmayın o halde bunu. Ne geçecek elinize? Kargaşa mı istiyorsunuz, sövgü mü? Yoksa birilerinden alacağınız övgü mü var?

Satılık bir ciğerden çıkan kokuşmuş nefeslerin, mübarek adını, ne dillerine ne de ellerine almamaları gereken, bizim için mukaddes insanlar var bu alemde ve bunların ilki ve ilk sırada geleni Muhammed(sas)’dir.

Bize espri yapmayın arkadaşım!

Gidip mezhebi geniş birilerini bulun kutsalıyla alay etmek için, bizden ırak olun. Bizim yolumuzun bu kısmı çok dar, kimse sığmaz yanımıza…

Arada unutulmasın, gözden kaçırılmasın ama bakın biz, bir tek sünnet için bir hayattan vazgeçebilecek kadar seviyoruz O’nu. Bir sözü yere düşmesin diye, yere düşmeyi göze alacak kadar. Hoşunuza gitmeyebilir, işinize gelmeyebilir ama bizde durum bu. Sizden buna uygun davranmanızı bekliyoruz.

 

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...