28 Haziran 2021

Ne olacak bu yeni neslin hali?

 


Bir sonraki neslin haliyle ilgili endişe duymak herhalde insanlık tarihi kadar eski bir sızlanmadır. Genellikle gün görmüş ve hayatın ceremesini hakkıyla çekmiş yetişkinler, kendilerinden sonra gelenleri beğenmediği gibi, gidişatın bir felakete doğru olduğunda da neredeyse hemfikirdirler.

Bunun doğusu ile batısı, hatta İslam’ı ile gayrısı yoktur.

Genelde; insanlığın yerel ya da küresel anlamda, peygamberlerle yaşadığı bir nevi medeniyet sıçramaları dışında, görülen de budur. Her gelen nesil bir öncekinden farklı ve selefinin değerlerinden belli bir oranda uzaklaşarak yoluna devam eder.

Demem odur ki; bugün beğenmediğimiz yeni nesil sadece bize ve bizim zamanımıza özel bir hal değil, hep olagelen hatta sıradan bir hayat gerçeğidir.

Beklenti ve hedeflerimizi yeni nesil üzerinden gerçekleştirme kastımız da gayet doğaldır. Baba bir yere getirdiği işyerini evladının devralıp bir adım öteye taşıması hayalini de kurar, kendinden daha iyi bir konumda olması umudunu da taşır. Anne, bin bir emekle büyüttüğü çocuğunun, çocuğunu bağrına basmayı tarif edilmez bir mutluluk olarak görür.

Bugün geldiğimiz noktada, hele geçen hafta sonu yaşanan sınav maratonunu da göz önüne aldığımızda, velilerimizin çocuklarından temel beklentisinin “kazanmak” olması, sadece kazanmanın da yetmeyip, “iyi bir yer kazanmak” hedefine kilitlenmiş olunması, çağımızın önceki zamanlara attığı bir fark olarak karşımızda duruyor.

Biz Müslümanlar; dünyayı ahiretin tarlası görüyorduk ve asıl hayatın ahirette olduğunu, dünya hayatının oyun ve eğlence gibi boş bir meşgale olduğunu düşünüyorduk. Gelecek nesillere de bunu böyle anlatacak ve öğretecektik.

Ancak, çocuklarımıza öyle büyük ve hayatlarının neredeyse tüm alanlarını ve yönlerini kapsayan dünyalık hedefler koyduk ki; çocukların ahiretin varlığına ve bir hesabın geldiğine inanmaya ya da bunun için dertlenmeye kalplerinde yer kalmadı.

Dev bir lokanta masasının başında oturan, çocuklarına hırsla diğerlerinden daha çok yemesini tavsiye eden hatta emreden, zorlayan veliler olarak; çıkışta hesabı her birimizin ayrı ayrı ödeyeceği gerçeğini unutmak ne kadar basit görünse de, halimizin resmidir.

Ve gerçekten iflas eden; ticaret yaparken malını kaybeden değil, ahiretteki hesap gününde iyilikleri ve salih amelleri olduğu halde, bunları işlediği hak ihlalleri nedeniyle başkalarına kaptırarak, kendisi cehennemi boylayan kişidir.

Gerçekten çocuk sahibi olan, dünyada evladını hayatın zirvelerinde ve çok iyi kazançlarla gören değil; diğer aleme göç ettikten sonra ardından kesilmeyen bir hayır kapısı gibi evlat bırakarak amel defterini açık tutmayı başarandır.

Çocuklarımız elbette zamanın en iyi okullarında okusun, en iyi işlerini yapsın, en güzel gelirlerini elde etsinler. Ancak bu yola, her şeyi unutarak, ahireti bir kenara koyarak, insanların haklarına riayet etme erdemlerini hayatlarından silerek çıkmasınlar.

Yakın geçmişte bugün lanetlenen bir cemaatin yurtlarına ya da dershanelerine öğrenci gönderirken, çocuğumuzun maksadı; din ve diyanet, edep ve ahlak, hak ve hukuk değil, sadece iyi bir okulda okusun, iyi bir yere gelsin, iyi bir maaşı olsun gibi dünyalık hedeflerdi. Dünyalık hedefler için bir nesli ellerine teslim ettiklerimiz, yine dünyalık bir hedef için onları heba ettiler. Bu bize ders olmalı değil mi?

Bizi farklı kılan en temel özelliğimiz; bir değer yargısına sahip olmamız ve başkalarının hukukuna riayet konusundaki hassasiyetimizdir. Yani bir terazimiz vardır bizim, hayatı ve içeriğini İslam ile tartarız, menfaat ya da fayda ile değil!

Yeni neslimize vereceğimiz hayata bakış açısı ise, dünyaya, insana ve sair varlığa adalet ve merhamet ile yaklaşmaktır.

Dünyayı biz kurtarmak zorunda değiliz ancak kendimizi ve neslimizi biz korumak durumundayız. Zaten büyük değişimlerin çekirdekleri hep küçük olmuştur.

Medine küçük bir şehirdi, çekirdekti. Orada kök salan ve yetişen medeniyet ağacı, yüzyıllar boyu insanlığı gölgesinde barındırdı, meyveleri ile besledi. Bugün dalları budanan, yaprakları dökülen, meyve veremeyen bu ağacın, köklerinden aldığı kuvvetle verdiği taze filizler umudumuzun kaynağıdır ve çok değerlidir.

Bu nesilde zamanı geldiğinde hayatın kendisi için hazırladığı rolü hakkıyla yerine getirecek ve emaneti taşıyacaktır. Dünyanın kaderi, yaratıcısının elinde olduğu gibi, nesillerin kaderleri de O’nun elindedir…

 

21 Haziran 2021

Bir nesil kaygısı ya da kavgası

 


Hayat, sadece yemek, içmek ve barınmak gibi canlılığın gerektirdiği ihtiyaçların giderilmesinden ibaret değil; bunların yanında insan olmanın ve insan kalmanın beslenmesi ve desteklenmesi için gerekli olan, ahlak ve erdem gibi, fazilet ve merhamet gibi, temel duygu ve prensiplerin de nesillerimizin şuurlarında güçlü bir yer edinmeleri gerekiyor.

Bugün, gerek rahat ve dertsiz yaşayan kesimlerde, gerekse sıkıntı ve dertlerle boğuşan geniş halk kitlelerinde, sıklıkla rastlanan; haksızlıkları kendi yaptığında normal görme, gücü yetenin diğerini ezme girişimden bulunması, karşılıklı hakların kolaylıkla göz ardı edilebilmesi gibi temel ahlaki bozukluklara yenik düşülmesi en büyük sorunumuz olarak karşımızda duruyor.

Zengin ve güçlü bir aileyi ardına alan eşkıya ruhlu bir serserinin birilerinin hayatına ya da istikbaline el uzatma cüreti bulmasından başlayıp, daha iyi ya da iri bir araca bindiği için kendini kurallardan muaf görenlerin varlığına kadar uzanan, korkunç bir kibir ve önü alınmaz bir nobranlıktır gidiyor.

Çocuklarına nispeten iyi bir maddi gelecek hazırlama kaygısını aşmış olanlarımızın, onların ruhlarının ve duygularının ne boyutlarda harap olduğunu düşünmeye ihtiyaç bile duymamaları ne hazin bir haldir.

Ekonomik hareketliliğin arttığı Gaziantep gibi şehirlerde, insanların devasa bir nehrin sularına kapılmış, akışa kendini bırakarak, sürekli kazanmak ve hayatta kalmak için başkalarını gerekirse tekmelemek gibi bir ruh halini normal görmeleri, kısa vadede karlı gibi görünse de, nihayetinde bu selin götürdüğü çamur deltasına saplanıp mahvolmak gibi bir sonu olması büyük bir ihtimaldir.

Tarihin birçok devrinde, maddi sıkıntılarını aşmış ancak manen tahribata uğramış halkların yok oluş hikayelerini okumuşuzdur. Tarihin tekerrür etmek gibi bir ironisi olduğunu düşününce, neslimiz için endişeye kapılmamak elde değil.

Hayat hengamesine kendimizi kaptırmış gidiyoruz. Gücü azalan ve yorulanların kendinden ve hayatından vazgeçmeleri gibi haberler bile pek bir şey değiştirmiyor. Oysa, bir şehirde ya da daha dar anlamda bir sokakta, bir intihar vakasının olması, oradaki herkesi muhtemel bir cinayet zanlısı yapacak kadar vahim bir olaydır.

İflas edeceği için hayatından vazgeçecek kadar insanları mala, kazanmaya, ödemeye, savaşa mecbur eden standartlarımızı gözden geçirmek zorundayız.

Sınav kazanamadığı ya da ailesinin istediği başarıyı gösteremediği için, kendini boşluğa atacak kadar hayata boş bakan gençleri yetiştiren başarı anlayışımızı, ciddi olarak sorgulamak durumundayız.

Bir başkasının can paresine, ciğerparesine, gözü kapalı kıyacak kadar ciğersiz ve vicdansız mahlukları yetiştiren, üreten ve büyüten merhametsiz ve adaletsiz beşeriyet tarlamızı, ne ile suladığımıza, hangi tür gübre kullandığımıza bir daha bakmak gerekiyor.

Gerçi mayasında ve istikbalinde çiçeklik olan, toprağına ya da gübresine yenik düşmese de; kaybettiğimiz gençlerin, geleceğin sorunları ve felaketleri olarak karşımıza çıkacağı gerçeğini yaşayarak hepimiz öğreniyoruz.

Sesi çıkan ve duyulan herkesin, her idrake ulaştırması gereken bir merhamet mesajı vardır. Çocuklarımızdan başlayarak bütün neslimizin, adalet ve ahlak üzere bir hayat sürmeleri için elimizden gelen en küçük adımı bile atmamız gerekiyor.

“Yol üzerinde insanlara eziyet veren bir taşı kaldırmanın” iman alameti, emniyet işareti, insanlık belirtisi, merhamet göstergesi olduğu anlayışından yola çıkarak; iyilik ve güzelliğin yollarını açmak, açılanları temizlemek, korumak ve nihayetinde bu yolun yolcusu olmak, en değerli davamızdır.

Artık biraz, kendimizi düşünmekten, temize çıkarmaktan vazgeçebiliriz. Tamam en iyi insan biziz, en iyi Müslümanlık da bizde.

Kabul.

Ya sonrası?

Bu iyi insanlığın ve Müslümanlığın getirisi nedir?

 

14 Haziran 2021

Neyi değiştirebiliriz?

 


İdeallerimiz ve yaşadıklarımız arasındaki mesafe, aslında bizim hayat kalitemizi de belirliyor. Beklenti ve planlarımız, bugüne ait duygumuzu da geleceğe dönük bakışımızı da etkiliyor.

Soframıza konan bir yemek hakkındaki tahminlerimiz, damağımızın lezzet algısını yönlendiriyor. Sokakta gördüğümüz bir olay, taşıdığımız erdemleri tetiklediği gibi, körelttiği de oluyor.

Çok önemli(!) ve çok değerli(!) olanlarımız müstesna, biz sıradan insanlar olarak, pek karmaşık olmayan, standart bir hayat yaşamayı yeterli görüyoruz.

Kendimiz ve şehrimiz hatta ümmetimiz için, büyük ve güzel hayaller kurmamız mümkün. Çocuklarımız ve geleceğimiz için harika planlar da yapabiliriz. Bütün mesele, bunlardan ne kadarının gerçekleşme ihtimali olduğu ve gerçekleşmeyen hayallerin bizi ne kadar kıracağıyla ilgili.

Uzak ve büyük, gerçekleşme ihtimali de oldukça düşük plan ve hayaller yerine; yakın ve küçük, gerçekleşme ihtimali de oldukça yüksek plan ve hayaller kurmak, herhalde anlaşılması ve uygulanması basit olduğu kadar verimli ve gerekli sıradan bir insani tercihtir.

Bunu yapmakta çektiğimiz sıkıntının sebebi ise, bir türlü bitmek bilmeyen beklentilerimiz ve umutlarımız olduğu kadar, sürekli zihnimize pompalanan; daha iyisini yapma, daha fazlasını elde etme, daha güzeli olma, daha becerikli ve başarılı olma, daha zengin ve müreffeh bir hayat sürme gibi, çağdaş dayatmaların genel kabul görmüş olmasıdır.

İşin en acı ve sorunlu yanı ise, yetişen neslin ve aslında sadece gençlerin değil her yaştan insanın artık bu dayatma dediğim konuları, içine sindirerek uygulamayı hayat sanmasıdır.

Ebeveynlerin çocuklarını, mutlak ve en yüksek başarı hedefiyle sınavlara hazırlamak zorunda olduğu bir eğitim sistemimiz var. Herkesin çocuğunu bir yarış atı gibi hazırladığı bu süreçte, göğüslenmesi gereken ipin sürekli daha da uzağa gidiyor olması, bitmez tükenmez bir hazırlık çılgınlığını da beraberinde getiriyor. Hadi çocukların çok etkisi yok bu duruma ama büyükler nasıl bu kadar kabullendiler? Hayatta kalmak için nefes almak kadar sınavda başarılı olmak diye bir şey var hayatımızda!

Ailelerin, çocukları ile ilgili, neyi nasıl isteyeceklerine kimse karışmıyor diyoruz ama şartlar onları, tercih yapmaya bile izin vermeyecek bir ruh haline büründürdükten sonra, hangi kararı kimin verdiğini nasıl anlayabiliriz ki?

Sürekli kazanmak ve önde olmak hırsıyla hayata kattığımız insanların, sınırlarını çoğu zaman aştıklarına ve bu kazanma ve önce olma hırsının, toplumumuza her alanda zarar verdiğine ikna olmamız için daha ne yaşamamız gerekiyor?

Trafikte kendisini sollamak isteyeni öldürmekte bir sorun görmeyenleri biz yetiştiriyoruz. İşyerinde kendi yükselişine engel olma ihtimali bulunan arkadaşının, iftira ve karalamalarla ayağını kaydırmayı marifet olarak görenleri biz büyütüyoruz. Daha fazla kazanmak için yolsuzluğa, hırsızlığa, sahtekarlığa meyleden sayısı belirsiz, bir kısmı malum bir kısmı hep meçhul kalacak olan, tıyneti bozuk ferdi, meydanlara biz salıyoruz.

Sonra oturup, bu toplumu nasıl adam ederiz diye aylar ve yıllar boyu tartışabiliriz. Nihayetinde varacağımız yer, en temel ve en kısa çözüm olan, insan yetiştirmek olacaktır. Tabi bunu da sınavlarla belirlediğimiz yollarla yapmaya kalkmadan…

Konu dönüp dolaşıp bize geliyor. Önce biz insan olmanın ve her şartta bunu korumanın bir yolunu bulacağız. Sonra da çevremize bunu hakim kılmanın yollarını arayacağız. En yakınlarımızdan başlayarak, büyük hayallerin ve beklentilerin yerine, aslında çok daha büyük ama kolay, bu hedefi koyacağız: İyi olmak.

Merhametli insanlardan oluşan bir merhamet toplumuna dönüşmek mümkündür. Bu sorunsuz bir ülke ya da şehir olacağımız ve herkesin melek olacağı anlamına gelmez. Elbette çok büyük sorunlar ve sorunlu kişilikler var ve olmaya devam edecek. Ancak anlatmaya çalıştığım tam da bu; değiştirme umut ve ihtimalimiz olmayan bu sorunlarla boğuşup, enerji ve hedeflerimizi heba etmek yerine, küçük adımlarla büyük hedefe yürümenin gerektiği.

Malum ve meşhur kelebek kanadı etkisi teorisini tekrarlamak istemiyorum zira, o akışı durduracak çok şey var. Sonrasını düşünmeden ve etkisini hesaplayıp planlamadan, imkanımız olan her hayırlı ve iyi işi yerine getirmekten bahsediyorum.

Küçük ya da büyük, çölde bir damla su kadar değerli, her iyiliğe ve güzelliğe ihtiyacımız var. Her ota ve ağaca, her akan suya ve nehre, her tepeye ve dağa, her göle ve denize, her kişiye ve şehre ihtiyacımız var.

Kaybettiklerimiz, sahip olduklarımızın değerini artırıyor. Aradıklarımız, bulduklarımızı yüceltiyor. Her bir nefes bize hayat olarak geri dönüyor. Vazgeçemeyiz, vazgeçmeyeceğiz…

07 Haziran 2021

Siz budamayı yanlış anlamışsınız bayım!

 


Bir alanda uzmanlık, yeterlilik, bilgi sahibi olmak gibi temel kıstasların göz ardı edilmesi, işin ehline değil, göz boyamayı ve akıl çelmeyi iyi becerenlere verilmesi, toplumların felaketlerinin temelidir. Bu konuda ne dinin ne dünyanın bir farkı yoktur.

Emanetin ehline verilmesi, işin bilene yaptırılması, en çok idari meselelerde dikkat edilen bir konu olsa da, hayatın bütün ayrıntılarında geçerli bir hakikattir.

Kim evine tesisattan pek iyi anlamayan bir sucu ya da elektrikçi gelsin ister ki, ya da kim doğru düzgün Kur’an okumayı bilmeyen birinin ardında namaz kılmayı?

Belediye işleri; çeşitliliği ve insanlara yakınlığı nedeniyle, eksiklerinin en çok ve kolay görüldüğü alanlardan sayılabilir. Şikayetler genelde bitmez ve mutlaka memnun edilemeyen bir kesim bulunur. Bunun en aza indirilmesi hedeflenir ve çoğunluğun memnuniyeti büyük başarı sayılır.

Bazı konular ise, yıllar yılı dillendirildiği ve dertlenildiği halde, garip bir şekilde, aynen devam ettirilir. Bunların ilk sıralarında yer alanlardan biri olan yeşil hassasiyeti modern kentlerin vazgeçilmez tartışmasıdır.

Belediyelerden hep daha fazlası istenir, çünkü ne yapılsa az gelmektedir. Bu arada mevcudun korunması ve doğru bakımların uygulanması da, en az daha fazlasını istemek kadar önemlidir. Bakımsız ve verimsiz çokluğun bir değerinin olmayacağını herkes bilir ve kabul eder.

Öyle ya, şehirde balta girmemiş bir orman inşa edemezsiniz! Elbette bir şekil ve düzen verilecek ve mecburen insan elinin değdiği her alanda olduğu gibi, bu alanda da hatalar yapılacaktır.

Ve fakat, ağaç budamayı bir türlü öğrenemeyen belediyelerimizin, gözlerimizin önünde işledikleri yeşil katliamına da birilerinin artık dur demesi gerekiyor.

Budama işini, modern çağın anlayışı ile; birilerinin yolunu kesmek, elini kolunu koparmak, ayağını kırmak, işini engellemek, hayatına darbe vurmak gibi vahşi yaklaşımlarla anlayarak pratiğe döktüğünden korktuğumuz pek sayın belediye yetkililerimizin, ağaçlarını dallarını rastgele ve kendilerinde güzel bir tarzda hoyratça kesmeleri olarak anlamalarından rahatsızız.

Eline yeni makas alan acemi bir berber gibi, saçın uzun kısımlarından kesintiler yapmak, kendince bir şekil vermek bile, yapılan bu budama saçmalığından güzel ve kolay anlaşılır bir iştir.

Örneklerini sık sık şehrimizin parklarında gördüğümüz bu, ne idüğü belirsiz budama metodu ile, yaşlarını tahmin etmekte zorlandığımız yüce ve değerli ağaçların yüzlercesinin, bir nevi idam edilir gibi, başlarının kesilmesi ciddi bir olaydır.

Ağaç işlerinden birazcık anlayan hele de köylü geçmişi olan herkes bilir ki; kalın dalları herhangi bir sebeple kesilen ağaçlar, bunu zaman içinde iyileştirilemez bir yara olarak içlerine kadar alır ve çürüyüp yıkılırlar.

Bir başka deyişle, ana dalları kesilen ve yeni sürgünlerle hayata tutunmaya mecbur edilen yüzlerce ağacın pek çoğu, önümüzdeki on yıllar içinde çürüyüp yıkılacak ya da kesilmek zorunda kalınacaktır. Tabi o sırada, şu an görevde olanların nerede olacağını kimse tahmin edemeyeceği gibi, zaten hesap soranı bırakın, sebebini düşünen bile olmayacaktır. Olan şehrin ağaçlarına olacak ve bu şehrin gelecek nesillerine kalacak yeşilliğin harap edilmesinin telafisi mümkün olmayacaktır.

Şehir merkezlerinde bulunan park alanlarının ve yeşilliğin, mümkün olan en doğal haliyle korunması gerekiyor. Bunun yolu ise, ağaçlarının boyunlarını vurmak hiç değil!

Bu arada, geçen hafta sonu yani 5 Haziran Cumartesi, Dünya Çevre Günü idi. Bütün etkili ve yetkili şahısların doğaya, çevreye, ağaçlara ve atıklara dikkat çektikleri bir gün oldu. O gün boynu vurulan yüzlerce ağacın olduğu bir parkın hemen yakınlarında basın açıklamaları bile yapıldı.

Günümüz insanı, hayatla ve onu destekleyen unsurlarla dalga geçmeye devam ediyor. Yeni neslin “ölmeyi bayılmak sanması” gibi, büyükler de çevreyi sözle koruyabileceklerini düşünüyorlar.

Oysa yapılması gereken çok basit bir şey var! Öncelik, keyfiniz ya da sorunlu estetik bakışınız değil doğallık olmak zorunda ve her alanda olduğu gibi, şu budama işini de ehline vermek mecburiyetindesiniz!

Bu arada meyveli ağaçlar, verimliliği artırmak için budanır ve bu konuda şehrin büyük adamlarının hiç bilmediği ve bilemeyeceği incelikleri, belki de okuma yazma bilmeyen köylü büyükler bilir. Meyvesiz ağaçlara şehrin doğasına ve görüntüsüne hem estetik hem de uzun ömürlü nefes katkısı yapmaları için verilecek şeklin, onları rastgele kesmek olmadığını anlamak için, bu ülkenin yeterli orman mühendisi olduğunu düşünüyorum.

İdarecilik; halkın “bugün ve yarınlarının, dünya ve ahiretlerinin” hayır ve menfaatlerine uygun işler yapma sanatıdır.

31 Mayıs 2021

Büyük başın büyük derdi

 


İnsanlar ancak, birlikte yaşamanın zahmetlerine de rahmetlerine de alışarak büyük toplumlar oluşturabilir. Yaratılış itibariyle ve hayatın devamlılığı için bir diğerine ihtiyaç duymak, -istisnalar hariç- hepimizin doğal halidir.

Yeryüzünde hayatını devam ettiren insanlığın yekunu içinde, herkesten uzaklaşarak bir köşede kendi başına hayatta kalmaya çalışanların sayısı, söz konusu edilemeyecek kadar azdır.

Demem o ki; hayat, birlikte yaşanan ve birbirimize sağladığımız fayda ve zararlar ile devam eden bir süreçtir.

Düşünsenize, şeytanın yok olduğu ve kimsenin kötü olmadığı bir dünya ne kadar anlamsız olurdu. Bu manada, kötülüğün ve sıkıntıların varlığı, iyilik ve rahatlığın değerini tayin eden durumlardır.

Kimsenin hata yapmadığı ve mükemmel akan bir trafik hayali ne boş! Mutlaka birileri aksilik yapacaktır beklentisi ne kadar doğal.

Kimsenin suç işlemediği bir toplum, ne kadar ütopik! Birilerinin hatalar yapması ve birilerinin onları cezalandırarak adaleti temin ile vazifeli olması ne kadar normal.

Bizler insanız, melek değil!

Evlerimiz yan yana ya da üst üste. Sokaklarımız mutlaka bir yerde kesişmek durumunda. Köylerimiz şehre, şehirlerimiz mutlaka bir ülkeye, ülkemiz muhakkak bir dünyaya açılmak ve ulaşmak zorunda.

Halihazırda, hiçbir toplum homojen değil ve kalamıyor. Belki Amazon ormanlarının derinlerinde ya da Afrika çöllerinin bir köşesinde, kuş uçmaz ve kervan geçmez dağların zirvelerinde küçük kabileler, belki kendileri olarak kalabiliyorlardır.

Bunların dışındaki hepimiz, bir diğerinden etkilenmek ve etkileşimde bulunmak durumundayız. Bunun zenginlik ya da fakirlikle, gelişmişlik ya da geri kalmışlıkla da çok alakası yok.

Öyle ya, dünyanın en ücra köşelerinde bile dilimizi bilen birileri olabiliyor ve dünyanın her yerinde ve her şeyden haber alma şansımız bulunuyor.

Kenar mahallelerin işçileri ile modern semtlerin zenginleri aynı yolları kullanmak, aynı ekmeği yemek zorundalar.

Gerçi bizim belediyelerimizin hizmet anlayışı biraz durumları eşitliyor. Milyonlarca liralık evlerin sokakları ile gecekondu semtlerinin sokakları arasında alt ve üst yapı bakımından neredeyse fark yok! Yani bir zenginimizin 15 milyonluk malikanesinden çıkarak, birkaç milyonluk aracına binerken çamura basma, kaldırım taşına takılma ihtimali ile, 500 liralık gecekondu kiracısı işçinin aynı halleri yaşama ihtimali yaklaşık olarak aynı…

İronik bir şekilde, adalet uygulanıyordur belki de, bilemiyorum.

Ancak büyük şehirlerin, büyük insan toplulukları demek olduğu ve çokluğun mutlaka çeşitliliği ve farklılığı beraberinde getirdiği gerçeğini aklımızdan çıkarmamamız gerekiyor.

Yerlilerin kendileri kalma şansı yoktur artık, eğer Afrika’nın bir köşesinde değillerse!

Önceden gelenlerin kendilerinden sonra gelenlere kızma hakkı yoktur, eğer akılları başlarındaysa.

Bugün yeryüzünde saf bir ırk kalmadığı gibi, ari bir şehir de yoktur. Herkes birbiri ile akraba, herkes komşu. Bu güncel dünya gerçeğini idrak ettiğimizde, bakış açımızı değiştirmemizin daha kolay olacağını tahmin ediyorum.

Şili’de mülteci olarak ülkeye bilmem kaç yılında sığınan Filistinlilerin kurduğu futbol takımının sırt formalarının hayallerindeki ülkenin haritası olmasına yerli futbol otoriteleri itiraz edebilir. Ancak bu cümlede geçen Kuzey Amerika kıtasındaki Şili ve Filistin’in gerek coğrafi, gerek kültürel olarak ne kadar uzak olduğunun bir anlamının kalmadığının farkında olmak için güzel bir örnektir.

Avustralya’da Çanakkale Savaşı sırasında tren saldırısı düzenleyen iki Osmanlı’nın efsanesi hoşumuza gider. Japonya’da kurulan camiye bayılırız. Bütün bunların bizim dışımızdaki herkes için de geçerli olabileceği ihtimalini öğrenmezsek bir yere varamayız.

Sokak ve şehrimizdeki farklılıklarla ünsiyet kurmayı başarmamız gerekiyor. Medeniyet tam da böyle bir şeydir!

25 Mayıs 2021

Medeniyetimizin köklerine tutunmak



Yeryüzünde hayatın en belirgin ve beğenilen yanlarındandır yeşillikler, ağaçlar ve ormanlar. Hele içlerinden ırmaklar akan, manzaraları ile iç ferahlatan, sundukları yaşam imkanı ile sevilen yeşil denizlerin, gözümüze ve gönlümüze kattıklarını anlamak, çağımız modern şehirlerinde yaşayan bizlerin çektiğimiz hasretler sebebiyle çok iyi anlayabildiğimiz bir güzelliktir.

Hayat su ve yeşille kaimdir, bir de bunları barındıran toprak!

Şehirler ve medeniyetler de su ve yeşille hayat bulur, susuzluk ve yeşilsizlikle tükenirler.

Şehrin ve medeniyetin de kökleri, ağaçlar gibi toprağa salınır ve su gibi kültür içerek beslenir. Yerin altında kaldığı zannedilen pek çok şey, yerin üstündekilerin hayatlarına yön verir. Aslında, hayata toprak yön verir ve sona eren her hayatı toprak sinesine alırken, bunda şaşılacak bir yan da yoktur.

Bir şehrin ve medeniyetin kökleri, insanların gönüllerindedir. İçinde erdem ve ahlak büyüten nesillerin eserleri asırlar boyu ayakta kalır. Biz tarihi binaların sadece taşlardan ibaret olduğunu zannetsek de, medeniyetin ruhu oralarda yaşar ve oralarda bilinir.

Bu anlamda yeryüzünün en tarihi binası Kabe’dir mesela, taşıdığı medeniyet davasının kıblesidir. Mescidi Aksa’dır mesela, doğru ya da yanlış herkesin bir ucundan tutmak istediği bir mirastır. Kavga da köklere kimin tutunacağının çekişmesidir ve kazanan o köklere en layık olanlardır.

Bizim medeni şehir anlayışımızın bugünlerde bu kadar bozulmuş olmasının herhalde en büyük sebebi, şehirlerimizin köklerinden koparılmasındadır. Bunun ilk sebebinin madde değil mana olduğunu düşünüyorum. Manevi mirasını kaybeden, kökleriyle bağını kesen bir toplum, ondan sonra olacakların tamamına kar ve zarar penceresinden bakıp, bir medeniyet inşa etmek yerine, bir kazanç kapısı açmak noktasına geldi.

Evlerinde “hayat” bulunmayan şehirlerde hayat süren insanların, medeniyete katkılarında da hayır olmadı. Sahi şimdilerde bilmeyenler de vardır yazalım: Antep yerel lisanında hayat, evlerin avlusuna verilen isimdir. Apartman neslinin maalesef hayatlarından çıkarılan bir hayattır o.

Hayıflanmaların ve artık geri dönülmez noktaların üzerinde çakılıp kalmanın bir manası yok. Değiştiremediğimiz ve yakın gelecekte bir başka şekle bürünmesi de mümkün olmayan şehirlerimizin ve hayatlarımızın ardından ağıt yakmak, kendimizi daha ölmeden gömmek gibi olur.

Hayattayız, yaşıyoruz ve bu haldeyiz. Öyleyse bu halin en verimli, en beğenilir, en hayırlı, en güzel nasıl kullanılabileceğine kafa yormak gerekiyor. Bu halde de medeni bir şehrin nasıl mümkün olacağının yollarını bulmak zorundayız.

Geçmişi, kendisinden beslenilen bir kök olarak görebilir ve ondan aldığımız su ile yeşil yapraklar açmanın, hatta lezzetli meyveler vermenin bir yolunu bulabiliriz.

“Nerede o eski…” kalıbında takılıp, döne döne bina okuyan tembel talebe gibi bunu tekrarlamanın hiçbir getirisi yoktur.

Yeni buradadır ve bunu güzel kılmanın, iyi olmanın, şehri medeniyete dönüştürmenin her zaman tam zamanıdır. Gecikmişliklerimizin, engellenmişliklerimizin, eksikliklerimizin, yenilmişliklerimizin mazeretlerine sığınmak, kifayetsiz politikacı metodudur. Biz yaşıyoruz ve hayat üzerinde politika yapılamayacak kadar gerçek ve değerlidir. Hoş kendimizden başka hayatlarımıza oy verecek kimse de yoktur, hizmet getirecek bir kurum da bulunmaz.

Şehir insandır, şehir sudur, şehir yeşildir. Medeniyet; insanın kök saldığı toprağa tutunup bir erdem ve ahlak ormanı inşa etmesidir. Köksüz ağacın meyve verme ihtimali yoktur. Köklerimizi bulmak, onlara tutunmak ve onlardan beslenerek büyümek bizim yolumuzdur.

15 Mayıs 2021

Allah(cc)’a sığınmanın vaktidir



İsrail’in herkese kabul ettirdiği mağduriyet kaynaklı bir “haklılığı” var. Bu yüzden her şeyi yapabilir ama mutlaka mazur görülür.

Filistin’in siyasi olarak kullanılan, kınamalarla beslenen bir “kimsesizliği” var. Bu yüzden başlarına ne gelirse gelsin kimse müdahale etmez/edemez.
Türkiye’nin yapabileceği ancak batının yüzsüzlüğünü yüzlerine vurarak, utanma ihtimallerini beklemekten ibaret olacakken, İran’ın müdahil olma ihtimali daha da düşük. “Kürecik üssü olmasaydı İran vuracaktı” masalına inanmak için ciddi ciddi çocuk akıllı olmak lazım.
İsrail batının şımarık çocuğu falan da değil, aksine bin yıl önce hangi saiklerle haçlı seferlerini destekliyorlarsa bugün de aynı kafayla arkasında duruyorlar.
Bütün mesele bugün karşılarında bir Memlük, Eyyubi veya Selçuklu devletinin olmayışından ibaret. Olmayınca olmuyor..
Bugün elimizde kalan; Filistinlilerin bu vahşi savaş makinası karşısında ne kadar dayanabileceği, ne kadar can verebileceği ve ne kadar canlarını yakabileceği.
Yakın tarihte; Afganistan, Bosna, Çeçenistan, Arakan, Irak, Suriye ve Yemen tecrübelerini gören bir nesiliz..
Bu sebeple, artık şu zulme duyurma sevdamızın anlamsızlığını, devletlere müdahale etme çağrılarımızın boşluğunu kabul etmenin ve eğer gerçekten dert ediniyorsak, elimizden geleni yapıp, Allah(cc)’a sığınmanın vaktidir.
Çünkü gerçekten, mazlumların Allah(cc)’tan başka kimsesi yok!
Allahım eğer Filistin halkı İsrail eliyle helak olursa, Beyt-i Makdis’i muhafaza edecek başka kimse yoktur. Onların attıklarını isabet ettir, kayıplarını şehid olarak katına al, geride kalanların kalplerini sekinet ver, meleklerinle onları destekle, ümmette hayır yoktur..

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...