28 Ocak 2012

Çanakkale geçildi mi?

Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır.. (S. Karakoç)

'Anlamıyor musunuz? Biz Çanakkale'de Türklerle değil Allah ile savaştık!... Tabii ki yenildik...'  (W. Churchill)

Çanakkale; etin ve kemiğin bütün şiddetiyle üzerine saldıran çelik ve ateşe karşı verdiği en ağır savaştır. Hemen herkesin bildiği ve artık vakay-ı adiyeden (basit olay) sayılacak kadar sıradanlaştırdığı bu büyük kavganın her yıl yeniden hatırlanması elbette boşuna olmayacaktır. Hele ki batının bugün durduğu noktaya bakınca Çanakkale, tarihi yıldönümü olmasa da hatırlanmalı ve yazılan bunca yazıya, onlarca kitaba rağmen yeniden hem de en az ikiyüzelli bin defa üzerinde düşünülmelidir.

Çanakkale Osmanlı'nın mağlup ayrılmadığı son savaş olduğu halde yaşanan dram mağlubiyetten çok daha ağırdı. O güne gelinene kadar askeri gücünü değişik cephelerde kaybeden ve hem teçhizat hem de kurmay olarak zayıflayan Osmanlı, Çanakkale için gönüllü asker alımı yoluna başvurmak zorunda kaldı.

Çanakkale'nin gönüllülerinin büyük bir kısmı 15-22 yaş arası gençlerden özellikle de lise ve üniversite öğrencilerinden oluşuyordu. Bir ay gibi kısa bir ön eğitimden geçen bu gençler hiç bir tecrübe edinmeden savaşın ön saflarında yerlerini aldılar. Bütün olumsuz şartlara karşılarındaki düşmanın acımasız çelik gücü eklenince aldıkları yer çok kısa bir süre içinde boşaldıysa da sürekli yenileri ile dolduruldu...

Birler, onlar, yüzler, onbinler oldu ve sonunda sayıları yüzbinlerle ifade edilen bir nesil Gelibolu kıyılarına etleri ve kanları ile bir tarih yazdı.

Devrin en ağır silahları ile yapılan bombardımanları ellerindeki tüfeklerle karşılayan bu yiğit insanlar, ateşle girdikleri imtihanı kazananlar safına adlarını yazdırarak toprağa düştüler.

Yedi düvele meydan okuyan bu yiğitler kendilerinden bir kaç dakika önce sayısız arkadaşlarının cansız düştüğü cephelere tereddütsüz yürüyerek ölümü bile utandırdılar. Öyle ya zaten onlardan beklenen de bu idi...

Herşeyi hesap eden 'yedi düvel' işte bunu beklemiyordu. Çünkü hiçbir askeri deha öyle bir kaç kişinin değil onbinlerin, hatta yüzbinlerin ölüme gülümseyerek gidebileceğini hesaplayamazdı. Bunca akan kana, gökten sağanak halinde yağan kine rağmen baharda yeni açmış kır çiçekleri ile dolu bir bahçeye girer gibi ölümün üstüne üstüne yürüyerek ölümsüzlerden olmanın tadını hiçbir düşman anlayamadı da...

Savaşın en ağır sahnelerinden biri -ya da hala her hatırlanışında yürek burkan iğrenç düzeni  Afrikalı müslümanların da bu savaşta kime karşı ve ne için savaşacaklarını bilmeden cepheye getirilmiş  olması idi. Bu imanlı yüreklerin karşı cepheden duydukları tekbirler üzerine el bombası yerine onlara dağıtılan konserve yemekleri Osmanlı cephelerine atmaları ise bu dramın son perdesi...

Osmanlı İmparatorluğu'nun 1922 yılında resmen yıkıldığını hatırlarsak 1915 yılında 'yedi düvel'e karşı kazanılan bu zaferin anlamı daha bir açığa çıkacaktır. Çanakkale yaralı aslan Osmanlı'nın yüreğindeki iman ile son kükreyişi oldu! 1918 yılında I. Dünya Savaşı sona erdiğinde üçbuçuk kuruş etmeyen yüreksizler üçbuçuk yıl önce arkalarına baka baka kaçarak geri çekildikleri Çanakkale'yi gece geçmeye bile korkmuşlardı.

Şimdi 91 yıl sonra Çanakkale, 91 bir yıl sonra dünya...

Osmanlı'nın olmadığı bir dünya...

Adaletin çakallara, kurtla kuzu arasındaki taksimin boynu en kalın kurda bırakıldığı; insanlığın, insanca insan yönetmenin toprağa gömüldüğü dünya...

Leş kargalarının hiç bu kadar pervasız uçmadığı günleri gören dünya...

Aça aş, açığa çadır bir medeniyetin olmadığı, kendinden başkasına hayat hakkı bile tanımayanların hüküm ferma olduğu, yürek kelimesinin göğüs kafesindeki bir yumruk kadar ete dönüştüğü bir dünya...

Gönlünde vicdan barındıranların gözyaşlarıyla sulanan bir dünya...

Kalbi olanların kalblerine her gün binlerce çuvaldızın gözü kapalı saplandığı bir dünya...

Zulmün politika, hakaretin özgürlük, hırsızlığın uyanıklık, zinanın medeniyet, veled-i zinaların hükümdar olduğu, gücün herşey; zayıflığın zillet sayıldığı, insanlığın mumla arandığı bir dünya...

...

Eski Dünyâ, yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi, mahşer mi, hakikat mahşer.
Yedi iklimi cihânın duruyor karşında,
Avusturalya'yla beraber bakıyorsun: Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk:
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ...
Hani, tâuna da züldür bu rezil istilâ!

...

Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddin'i,
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran...
Sen ki, İslam'ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, rûhunla beraber gezer ecrâmı adın;
Sen ki, a'sâra gömülsen taşacaksın...Heyhât,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât...
Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
Sana âğûşunu açmış duruyor Peygamber. (M. A. Ersoy)

Ufuk Gazetesi - Nisan 2006

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...