Dünya hayatı sabahlar ve akşamlar yurdudur;
aydınlık ve karanlıklar, gündüz ve geceler, galibiyet ve mağlubiyetler, hayat
ve ölümler, tokluk ve açlıklar, mazlum ve zalimler, mü’min ve kafirler, barış
ve savaşlar...
Size bir yara dokunduysa karşı topluluğa da benzer
bir yara dokundu. Allah'ın gerçekten iman etmiş olanları ortaya çıkarması ve
aranızdan şehidler edinmesi için bu günleri böyle aranızda döndürürüz. Allah
zalimleri sevmez. (Ali
İmran 140)
Bu günler
aramızda döner durur ve nihayetinde dünya hayatı son bulur ve adalet mutlak ve
şaşmaz bir şekilde icra olunur ki o gün ‘din günü’dür.
Öyleyse ne
sevinçlerimizde haddi aşmamalı ne de hüzünlerimizde kendimizi kaybetmemeliyiz.
Sevinilecek işlerde elbette memnun oluruz ancak haddi aşmamak demek o başarı ya
da galibiyetin sebeplerinin tahakkuk ettiği ve Kadir-i Mutlak olan tarafından
bahşedildiğini unutmamaktır. Kayıp ve hüzünlerde haddi aşmak ise yine o takdiri
gözardı ederek, umutsuzluğa ve çekişmeye meyletmektir. Her iki halde de başa
gelenin kaderin neticesi olduğunu kalbimizden çıkarmadan hata ve eksiklerimiz
için fert fert tevbe ve istiğfar etmek ise üzerimize vaciptir.
Sahabe kader
mevzuunda konuşmayı ve soruşturmayı hiç hoş görmediler. Onlara biri bu
konularda yanlış bir söz ya da tavırla geldiğinde ise genel olarak benzer
manada nasihatlerde bulundular. Bunlardan İbn-i Abbas(ra)’dan gelen şu rivayeti
buraya almakla yetinelim:
Kadere iman; başına gelen bir musibetin
gelmemesinin, başına gelmemiş olan bir musibetin de gelmesinin mümkün
olmadığını bilmektir.
Biz çoklukla
değil ancak Allah(cc)'a ve Rasul(sas)'üne itaat ile başarı elde eden aksi halde
ise rüzgarını kaybeden bir ümmetiz. Sahip olduğumuz güç, silahlar ve kalabalık
ordular değil taat ve takvadır. Bizi yenen düşmanlarımız değil, isyan ve
hatalarımızdır. Mü’minlerin Emiri Hattab oğlu Ömer(ra)’in İslam ordularına
nasihatlerini içeren hutbe ve mektuplarında sık sık vurguladığı budur.
Allah(cc)’ı zikri artırmak ve günahlardan sakınmak savaşa giden orduların en
çok duydukları uyarı olmuştur...
Herhangi bir
başarısızlık, kayıp ya da yenilgi durumunda konuya dahli olan her müslümanın
başkasını bırakıp kendi hesabına tevbesi gerekir. Zira başkalarının hatalarıyla
meşgul olmak -ki mutlaka vardır-ancak fitne, kargaşa ve iç çekişmelere sebep
olacak ve daha da zayıflamayı getirecektir.
Oysa cephelerin
en ön safında duranlar kadar en arkada evinde yumuşak minderinde safa sürenler
de bu ümmetin parçalarıdırlar. Ehlinin nasihat etmesi elbette vaciptir ancak
ehil olmayanların söyledikleri nasihat değil ancak dil uzatmak olur ki
insanoğlu nefis taşımaktadır, Allah(cc) muhafaza eylesin, kalpleri kaydıran
nefsin ve şeytanın iğvasıdır.
Herkes tevbesini
yönelttiği ve halini itiraf ettiği makamdan yardım istemelidir, şikayeti olan
da yine o makama iletmelidir. Hele canını ve malını vakfedip ortaya atılan
yiğit ve yürekli müslümanların bu büyük fedakarlığa zerre zarar getirmemek
adına, insanlarla uğraşmamaları ve yalnız Allah(cc) için çıkılan bir yola
nefsani bir gölge düşmemesi için azami gayret etmelidirler. Onlar en büyük
ödülün avcılarıdırlar ve küçük işlerden mustağni olmaları hem onların hem
ümmetin hayrınadır.
Ey Allah(cc)’ın
kulları, birbirinize öfkelenmeyin, hele kin hiç gütmeyin! Hepimiz nihayetinde
kendi nefislerimizi ve ehlimizi yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem
ateşinden korumaktan (Tahrim 6) başka bir gayeyle yaşamıyoruz. Ve bundan başka bir hal üzerinde ölmekte
istemeyiz.
Salih ameller
eden kendi lehine etmeyen de aleyhine bir iş yapmış olur. Hiç kimse bir
başkasının vebalini yüklenemez!
Bir garibin
yardım çağrısına koşanlar da, mustaz’af erkek, kadın ve çocuklar için
savaşanlar da mutlaka esas gaye olarak Allah(cc)’in rızasını kalplerine
yerleştirmek zorundadırlar. Aksi halde mükafatları dünyada duyacakları bir
teşekkürden ibaret olur da ahirette nasiplerini kaybederler.
Bu sebeple
hümanistlikle İslam arasında Allah(cc)’a iman ve rızasını aramak gibi dev bir
fark vardır.
Şüphesiz
Allah(cc)’ın boynumuza yüklediği iman kardeşliğinden kaynaklanan birtakım
sorumluluklarımız vardır. Hele müslümanların rüzgarlarının kesildiği devirlerde
sıkça rastlanan işgal ve işkence günlerinde bu sorumluluklar artarak devam
eder. Moğol istilasını da görmüş ve atlatmış bir ümmet olarak ulemamız elbette
bu gibi zamanlarda ne ile yükümlü olduğumuzu bizlere gayet net bir dille
anlatmışlardır.
İbn-i Abidin
merhumun Redd’ul Muhtar adıyla meşhur son devirlerin en kapsamlı ve makbul
Hanefi fıkıh kitabı olan eserinde Bahr sahibinden ve Damad’dan naklettiği aynı
metindeki hadise dayanan ve hadisteki vaciptir
ibaresinin farz-ı ameli (amel edilmesi farz olan) olarak anlaşılması
gerektiğini söylediği şu fetva söze gerek bırakmıyor:
‘Dünyanın en
doğusunda esir alınan mü’mine bir kadını kafirler henüz kalelerine ulaştırmadan
önce dünyanın en batısındaki müslümanlar tarafından kuvvetle kurtarılması veya
bütün müslümanların mallarını vermeye de mal olsa fidya verilip o kadının
düşmandan alınması vaciptir.’
Esir bir kadın
için kuvvet kullanmak yani savaş açmak ya da hepimizin tüm malvalığına mal olsa
da fidye verip kurtarmak diyor, kulağımıza nasıl geliyor bu? Kalplerimiz nasıl
titremesin? Edebi cümlelere hiç gerek yok! Bu Allah(cc)’ın bu ümmetin boynuna
taktığı bir şeref nişanesidir... Bir can için savaş, biri kadın için savaş ya
da tüm malını feda et ama onu kurtar!
Bu herbirimizin
teker teker sorumlu olduğumuz, mükellef bulunduğumuz bir fetvadır. Zira bugün
sayısı belirsiz mü’mine kadın esirdir ve bir kurtarıcı, yardımcı beklemektedir!
İşte biz buna
kendi nefislerimizi kurtarmak için mecburuz. Mağdur ve mazlum müslümanlar sebebiyle
sırtımıza yüklenen vebalden kurtulmak ve cehennem ateşinden beri olabilmek için
buna mecburuz.
Kendimizi
kurtaralım diyorum yani kardeşlerimizi kurtaralım yoksa onların değil bizim
halimiz harap olur!
Ey iman edenler! Bir toplulukla karşı karşıya
geldiğiniz zaman kararlılık gösterin ve Allah'ı çokça anın ki başarıya
erişesiniz.
Allah'a ve Peygamber'ine itaat edin ve çekişmeye
girmeyin. Yoksa gücünüz, devletiniz gider. Sabredin. Allah sabredenlerle
beraberdir. (Enfal 45-46)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder