11 Nisan 2020
Toprak meselesi
Adam topraktan yetişen zeytin, topraktan beslenen hayvanlardan elde edilen sütle yapılan peynir, topraktan yetişen susam ve şekerle yapılan helva, topraktan yetişen üzümden yapılan pekmez, topraktan yetişen buğdayla yapılan ekmekle kahvaltısını yaptı. Topraktan yetişen çayını, topraktan yapılan cam bardağıyla içti. Sonra topraktan yaratan, toprakla yaşatan, toprakla öldüren ve toprakla diriltecek olan Allah(cc)’a hamd etti.
Sonra topraktan yaratıldığımızı, topraktan beslendiğimizi, toprağa gömüleceğimizi, topraktan tekrar diriltileceğimizi nasıl idrak edemez insanoğlu diye şaşırdı kaldı.
Dünya kurulalı beri toprağın; bağrına gömülen herkesi ve her şeyi kendine çevirdiğini, aslına döndürdüğünü, erittiğini ve aslında sakladığını ve zamanı geldiğinde tekrar dünyaya iade edeceğini unutmadan yaşamak gerektiğini düşündü.
Kendi bedeni dahil, sahip olduğu ya da öyle sandığı ve kullandığı her şeyin aslında topraktan olduğunu görmemek için gözlerini kapatmasının bile yetmeyeceğini fark etti. Göz kapakları da topraktandı!
Toprağın bu kadar kullanışlı ve hiç alakasız gibi görünen sayısız eşyaya ve canlıya bürünmesinin ve dönüşümün sürekli devam ediyor olmasının insan aklı ile izah edilemeyecek kadar muhteşem bir yaratma düzeni olduğunu itiraf etmesi gerekti.
Bir parça toprağın kalp olup hayat pompalamasının yanında, başka bir parça toprağın kan olup damarlarımızda hayatı dolaştırmasına ve bunun her bir muhteşem organımız için aynı olduğuna şaşırmamak elde mi?
Gözlerimiz topraktan ve görüyor, kulaklarımız topraktan ama duyuyor, dilimiz tat alıyor ama topraktan, sinirlerimiz hissediyor ve topraktan, böyle devam eden topraktan bir sistemle her an yaşadığının farkında olmak ve bakmaya kıyamadığı nice güzelliğin aslında topraktan olduğunu bilmek…
Düşünsene; Leyla da topraktan ve toprağa karışacak! Çiçekte topraktan, kokusu da. Bakmaya kıyamadığın süslü nice manzara topraktan.
Dünyanın dışında topraktan başka neler var bilemiyorum ama dünya topraktan!
Ömer(r.a.) “aleme ibret” hayat yaşadıktan sonra, ecelinin yaklaştığını hissettiğinde, başını dizinde tutan oğlu Abdullah(r.a.)’a; “yüzümü toprağa koy, dünyadan öylece ayrılayım” demişti…
Şimdi toprak bize bir başka hikaye anlatıyor, devirlerin değişimine şahitlik eden bu neslin toprağı dinlemeye çok ihtiyacı var. Kainata göz atmaya, el atmaya, sırt vermeye ihtiyacımız var.
Fezalarda da dolaşsak dönüp dolaşıp -eğer kısmetimiz varsa- 1 metrekarelik topraktan bir çukura gireceğiz. Bazılarımızın ondan da nasibi olmuyor, olmayacak.
Dünyanın “güya” en gelişmiş ülkesi Abd’de insanlar toplu mezarlara ve kimsesizler gibi birkaç görevli eliyle gömülüyor.
Baksanıza en sevdiklerinin bile, cenazesinde ardından gidemediği ölümler görüyoruz.
Galaksilerin de korona virüslerin de Allah(cc)’in yarattıklarından olduğuna inanıyorum. Hayatı ve ölümü, dünyayı ve bütün alemi, sebepler kanunu ile deveran ettirenin Allah(cc) olduğuna inanıyorum. Bir yandan tedbir ve çare peşinde koşarken diğer yandan boynumu Rabbimin hükmüne ram etmenin ve mütevekkillerden yazılmanın derdindeyim.
Bazı olaylar karşısında nutkum tutuluyor. Kader hükmünü icra edeceği vakit akıl duruyor, göz görmüyor, kulak duymuyor.
Birileri ya da bir şeyler sebep oluyor illaki, illaki bir bahane bulunuyor, bir şekilde olacak olan oluyor.
Çok gam çekmemek lazım…
Çok dert etmemek lazım…
Ölüm geldiğinde onu durduracak güç yoktur, zira o Allah(cc)’in kaderidir ve ondan kaçış imkansızdır.
***
Bütün varım toplasam, sonra varsam toprağa
Senin çağınla olsam, senle girsem toprağa
Senin doğduğunu ve geldiğini senin
Atılır yerden yere, haber versem toprağa
Bulsam ve saptasam bir bir ayak izlerin
Öpsem öpsem ve sonra alnım vursam toprağa
Kutlu ayaklarındır, değdi diye sevgili
Yalnız senin adına,bir kapansam toprağa
İncinmesin diye sen, taşlara dikenlere
Diz çöküp te önünde ve yakarsam toprağa
Osman Sarı
04 Nisan 2020
Dinde aykırılık marifet değil fitnedir
Onaylanmak, takdir edilmek, sevilmek, tasdik edilmek gibi
birçok insani duygumuz var. Zayıf yanımız gibi görünse de bunlar bizi toplum
olarak yaşama hususunda destekleyen ve aramızdaki bağları koruyan duygular.
Herkesten ve her şeyden müstağni bir kibir, ne kişiyi ne de toplumu iflah
etmeyen kötü bir huydur.
Yakınlıkların, akrabalıkların ve sair insani münasebetlerin
dengeli ve seviyeli olması ideal toplumlar ve huzur içinde yaşayan fertler için
temel kaidelerden biridir. Bu toplum hayatının bütün yönlerinde lazımdır.
Devlet aygıtının işlemesinde de, komşuluklarda da, dini hayatın ikamesinde de
olmazsa olmaz kuralımız, dengeli ve düzgün bir ilişki ağının kurulmuş
olmasındadır.
Devletin temsilci ve kanunlarına uymak, komşunun ya da
akrabanın hukukunu gözetmek, dini temsil makamında bulunan şahıslara ve dini
mukaddesata hürmet etmek, herkesin istediği huzur toplumunun oluşmasını
sağlayacak temel kaidelerdir.
Devletin hukuku çiğnenirse anarşi doğar, dinin hürmeti
çiğnenirse huzur ve sükûnet kaybolur, insani yakınlıkların gerekleri çiğnenirse
toplum bozulur.
Halkın adetleri ile kavga eden toplumda kabul görmez. Dinin
gelenekleriyle çelişen gönüllerde yer bulamaz. Bu adetlerin sorgusuz sualsiz
kabulü ya da reddi ile alakalı değildir. Yine aynı şekilde dini yaygın
geleneklerden ibaret görmek de değildir.
Din; asırlardır yerleştiği toplum hayatında, karşı çıkmadığı
ve aykırı görmediği gelenekleri, dini hayatın içine kabul etmiş ve bunlarla
insanların dünya hayatını süslemesine izin vermiştir. Bidat gibi kesinlikle
reddedilen konular; dine olmayan bir hususu eklemek ya da var olan bir konuyu yok
etmek gibi tehlikeli bir içeriğin adıdır. İnsani adet ve gelenekler bununla
ilgili değildir.
Bu geniş ve belki de çoğumuz için teknik olarak karmaşık
konunun detaylarında boğulan bazıları, insanları dini geleneklere karşı savaşa
ve kendilerince bir indirilen din tarifi yapmaya kalkıyorlar. Onların tarif
ettiği din, indirilen olunca diğerlerinin yani bizim dinimiz uydurulan din
olarak isimlendiriliyor.
Yeni neslin aykırı söz ve duruşlara olan zaafını da kullanarak,
insanın tabii olarak farklı ve değişik olana duyduğu ilgiyi tetikliyorlar. Yeni
bir şey söylüyor imajıyla, kimsenin düşünemediğini düşünen özel adamlar, bize
ve inancımıza ait her şeye eleştiriyle yaklaşıyorlar. Onlara göre bütün
rivayetler tartışmalı, bütün geleneğimiz ve dev mirasımız uydurma, ne biliyor
ve yaşıyorsak hepsi boş!
Bu propagandanın en büyük yıkım ve neticesi, insanların inanç
ve kültürlerinden şüphe duymaları ve kendilerini boşlukta hissedip, her yöne
çekilmeye ve kullanılmaya müsait hale gelmeleri oluyor. Saygı duyduğu ve değer
verdiği tüm insanların, fikir ve inanışlarını bir anda silip atan birinin bunların
yerine ne koymasını bekleyebiliriz ki?
Kısa bir süre bu yeni yetme, sahte ve sahtekar hoca ya da
kanaat önderlerinin, efsunlu ve buğulu fikirlerine hayranlıkla baksalar bile,
bir yerde; hayır bu doğru değil diye içlerinden gelen sesi bastıramıyor ve
sonsuz bir boşluğa düşüp yok olup gidiyorlar.
Din, kimsenin fikir cambazlığının sahnesi değildir.
Din, yeni roller ya da replikler uydurulacak bir tiyatro
sahnesi hiç değildir.
Din, 1400 yıldır yaşanan, temelleri üzerine bir dünya bina
edilen, medeniyetler inşa edilen ve tüm insani eksik ve hatalara rağmen, derde
derman bir hayat şekli, dünya düzeni ve toplum kanunudur.
Aykırılık, batının karanlık arka sokaklarında kaybettiği
nesillerin, ışıklı ve kalabalık caddelerde makbul vatandaş olmak, görünmek ve
kabul edilmek, ilgi çekmek ve duyulmak için üstüne geçirdiği bir palyaço
kıyafetinden başka bir şey değildir.
Dini Mubin-i İslam’ın karanlık arka sokakları yoktur! İlgi
çekmek ve kabul görmek için kimsenin yeni bir şeyler uydurmasına gerek yoktur.
Duyulmak ve görülmek için şaklabanlığa ihtiyaç duyulmaz.
Bu din, bütün şehirlere ve bütün sokaklarına bir medeniyet
ışığı yayar ve bu aydınlıkta her bir fert görülür, duyulur ve ilgilenilir.
Herkes olduğu gibi kabullenilir ve hiçbir balık uçmaya, hiçbir kuş suya dalmaya
zorlanmaz!
Kimsenin kanatlarını yolmaz bu din, kimsenin sırtına zorla
kanatta diktirmez! Dileyen ağzından nefes alır, dileyen burnundan; kimseyi
solungaç takınmaya mecbur etmez bu din…
Kimseyi göklere çıkmaya zorlamaz ama göklere çıkanı da
eteğinden çekmez ve çektirmez.
Her insan, olduğu gibi ve olduğu halde değerlidir ve ondan
beklenen, sahip olduğu her ne ise onunla iyi ve güzel bir kul olmasından
ibarettir.
İslam, bir devasa nehir gibidir; taşıdığı taşları yontar ve
etrafı incitmelerini engeller, kuru toprakları sular ve etrafına rahmet olur,
ahiret deryasına tertemiz ulaşmak isteyen herkesi yıkar ve paklar, sonra da
hedefine taşır.
İnsanların bir kısmı sandallarla sarsıla sarsıla yolculuk
eder, bir kısmı kocaman gemilerde rahat ve emniyetle gider. Bir kısmı yüzerek,
bir kısmı yüzme de bilmediğinden sürüklenerek taşınır hedefe. Bazıları
sahillerde gezinerek yolculuk ettiğini zanneder, bazıları da karşıdan karşıya
geçip durur ve böylece hedefe gittiğini iddia eder.
Neticede boğulmakta mümkün bu nehirde, selametle ahiret
deryasına varmakta. Tercih ve metot bize kaldı.
Akıntıya karşı kürek çekenler mağlup olmaya mahkum, onların
sesinin gür çıkması can havliyle İslam’ın gür akıntısıyla boğuşmalarındandır,
aldırmayın!
Su akar yolunu bulur…
01 Nisan 2020
İyilik İslam’ın şiarındandır
Her ferdin ve her düşünce sisteminin bir iyi ve iyilik
tarifi vardır. Neticede insana ve dünya düzenine dair bir şeyler söyleyen ve
bir hedefi, gayesi olanın mutlaka temel daveti, temel fikri, temel sözü iyilik
üzerine olmak zorundadır. Aksi halde çağrısına cevap bulma ihtimali kalmaz.
Öyle ya, baksanıza dünyanın en kötü yönetimleri ve en azılı
fikir sistemleri bile insanların iyiliği için ortaya çıktıklarını iddia
ediyorlar.
Hiçbir zalim; salt kötülük için zulmettiğini söylemedi, ona
sorulduğunda iyiliğin onun yaptığı olduğunu söyledi hep.
Haccac, sahabelere ve sahabe evlatlarına zulmederken, Kabe’ye
mancınıklarla taş atıp yıkarken bile yaptığının iyi olduğunu söylüyordu!
Karun’a kalsa, elindeki bütün ve saltanat onun kendi
emeğinin sonucuydu ve kimseyle paylaşmasına gerek yoktu ve o aslında iyi bir
adamdı!
Çok eskilere ve uzaklara gitmeye gerek yok!
Önce Rusya sonra Amerika, Afganistan’ı yıkarken ve Irak’a
demokrasi yağdırırken hep iyilik iddiasındaydılar. Sorsanız şimdi, Suriye
kasabı Esed de size iyi bir adam olduğunu söyleyecektir. Dahası nice insan
özelliğini kaybetmiş canlı da bunu onaylayacaktır.
Demek ki; iyilik, tarif ve içerik olarak insanların keyfine
bırakılamayacak ve istismarına yol verilmeyecek şekilde ortaya konulması
gereken bir kavram.
Bu noktada mutlak hakikatin kaynağı Kur’an iyiliği nasıl
tarif ediyor bakmak elzem oldu:
“Yüzlerinizi doğu ya da batı tarafına çevirmeniz iyilik
değildir. Asıl iyilik; Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara ve
peygamberlere inanan, malını sevdiği halde akrabasına, yetimlere, yoksullara,
yolda kalan gariplere, dilenenlere, hürriyetine kavuşmak isteyen köle ve
esirlere veren, namazı dosdoğru kılıp zekatı veren, anlaşma yaptığında sözünde
duran, sıkıntı, darlık, hastalık ve şiddetli savaş zamanlarında sabredenlerin
yaptığıdır. Kulluklarında samimi ve dürüst olanlar işte bunlardır, gerçek takva
sahipleri de yine bunlardır.” (Bakara 177)
Dünyanın bugün geldiği yeni dönemde, bir salgın sonucu her
yapının, düzenin ve değer verilen her şeyin tartışmaya açıldığını görüyoruz. Bu
bağlamda en çok gündeme gelen de, iyilik etmenin en tabii ve yaygın yolu olan, imkanı
olanların mallarından bir kısmını ihtiyaç sahipleriyle paylaşması oldu.
Memleketimizde de gerek sivil toplum kuruluşlarının, gerekse
devletin çağrısıyla bir iyilik kampanyası başlatıldı. İyilik etmek için yol ve
sebep arayan, fırsat bulduğunda da hemen koşanlar için bu bir hayrın kapısı
oldu ve gönüllerinden gelerek elindekini paylaşanlar gün be gün artmaya devam ediyor.
Bazılar içinse; bir bahaneyle iyilikten kaçmak için yol
aramak, çağrıların vicdanında oluşturduğu gayreti söndürmek için birilerine
saldırmak, iyilik etmek bir yana edenlere de engel olmak adeta bir görev gibi
sahiplenildi.
Nerede bir hayır daveti, iyilik çağrısı duysalar kulaklarını
tıkamaya, gözlerini kapatmaya başladılar. Daha da ileri giderek, o çağrıları
bastırmak için bağırıp çağırarak duyulmasını engellemeye çalıştılar.
Hayra davet eden devlet kurumu ise ayrı bir bahane, sivil
toplum kuruluşu ise apayrı bir sebep, kişi ise gayet kolay bir mazeret
buldular.
Oysa, niyetinde samimi olanı durduracak bir bahane yoktur.
Kaçmak için yol arayana ise durmak için sebep bulunmaz.
İyilik, dünya kurulalı beri, Allah(cc)’in vahyi üzerine bina
edilen fıtri yaşam tarzının doğal bir parçası, dini hayatın olmazsa olmaz bir
şartıdır. Bütün peygamberlerin daveti iyilik içindir, güzellik içindir. Dünya
hayatının en değerli saadeti iyilik yolu ile elde edilendir.
Birinin derdine deva olmak, Allah(cc)’in kudret ve
azametiyle yaratacağı bir sebebi taşıyan el olmak, Allah(cc) aç birini doyurmak
istediğinde ona vesile olmak, Allah(cc) açıktaki birini örtmek istediğinde o
örtüyü ulaştıran olmak, Allah(cc)’in icabet edeceği birinin duasının
gerçekleşmesine memur olmak, Allah(cc) karşılığında cenneti vermek üzere bize verdiklerinden
bir kısmını istediğinde bunun farkında olmak dünyada elde edilebilecek en büyük
nimetlerdendir.
İyilik edebilmek bir nimettir, fazilettir, keramettir,
merhamettir, vicdandır, insanlıktır.
İyilik eden Allah(cc)’in merhametine layık gördüğüdür.
İyilik etmek takvanın en kestirme yoludur.
İyilik etmek suya atılan taşın oluşturduğu dalgalar gibi
yayılan bir berekettir. Vermekle azalmamayı gösteren, matematik kurallarına
ters bir hakikattir.
İyilik İslam’ın şiarındandır; sembolüdür ve alametidir.
İyilik imandandır, İslam’dandır; İslam’ın ve imanın olduğu
yerde iyilik vardır, iyilik yoksa başka bir şey de yoktur.
Zor zamanlardan geçiyoruz, bütün dünyada olduğu gibi bizde
de, bu süreçte zor duruma düşenlerimiz olacak, iflas edenler veya kazancını
kaybedenler olacak. Bu sebeple, bahaneleri bir kenara bırakarak ve en
yakınlarımızdan başlayarak, imkanlarımız nispetinde iyilik etmek için gayret
etmek zorundayız.
Herkesin güvendiği kişi ya da bir kurum illaki vardır, onu
arayıp bulabiliriz. Sivil toplum kuruluşlarımız geçtiğimiz yıllar boyu edindikleri
tecrübe ve şeffaf kurumsal yapılarıyla hepimizin güvenini kazandılar ve bu
süreçte de ilk adımları onlar attılar. Hiç kimseye ya da kuruma güvenmeyenler
için bizzat devlet böyle bir çalışma başlattı. Resmi kurumlar eliyle düzenlenen
bir organizasyon var.
İyilik etmek için sebep var, yollar açık. İyilikten uzak
kalmak gibi bir bedbahtlık için aslında hiçbir bahane gerçek değil, geçerli
değil. Bunun muhasebesini her birimiz kendi iç dünyamızda yapabiliriz.
Allah(cc) iyilerden olmayı ve iyilik yapmayı bize nasip eylesin!
28 Mart 2020
Dinden “adam gibi” çıkmak!
İnsanoğlu her zaman menfaatçi idi de, bu devirde sanki biraz
işin dozunu kaçırdı ve menfaate alenen tapınır oldu. İnsanoğlu her zaman nankördü
de, son zamanlarda sanki biraz nankörlüğü din edinir oldu. İnsanoğlu her zaman
insan idi de, sanki dünyanın sonuna yaklaşıldıkça insanlığından da olur oldu.
Demem o ki, insan kalitemiz kıyamete yaklaşıldıkça düşüyor,
farkında mısınız?
Eski azgın ve azılı, zalim ve ceberrut, nefretle andığımız
ve anlatılan, bir çok kefere, fecere ve hergele gelmiş ve geçmiş, kafirse adam
gibi kafir olmuş; dikilmiş karşısına insanların ve bunu açıkça ilan edip,
uğrunda öylece mücadele etmiş.
Öyle zamanlar oluyor ki, mert bir düşmana hatta mert bir
dinsize bile hasret kalıyoruz.
Güya dünyamız seküler ve özgür ama ne hikmetse, yurdum
dinsizleri bir türlü dinden özgür olamıyor. En azılı ateistlerimizin bile
cenazesi camilere geliyor ve namazları kılınıyor. Bunda da kimse bir mahsur ve
sorun görmüyor.
Öyle bir süreçten geçiyoruz ki, dini referanslarla ve
fikirlerle bir yerlere gelmiş birileri, ellerindeki imkan ve gücü
kaybettiklerinde, garip ve anlaşılmaz bir şekilde topyekun Müslümanlara düşman
kesiliyorlar.
Fikir bazında önderlik edecek kalibresi olduğunu
zannettiğimiz bazıları, ferdi kin ve nefretlerine dini kılıflar giydirip
pazarlamaya başlıyorlar.
Fikir adamları, hocalar, cemaat önderleri, karşımızda kinden
kuleler, öfkeden abideler, menfaatten putlar, kibirden dağlar, Karun’dan
emanetler, münafıklıktan şubeler olarak yürüyorlar.
Varlığını Müslümanların ve dolayısıyla yüzlerce asırlık
İslam emanetinin ve birikiminin yok edilmesine adadıkları zannı uyandıran, değerleri
kendilerinden ve çevrelerinden menkul bu adamlar, öyle açık bir inkarı kolay
kolay ifade edemiyorlar. Olsa olsa küçük parçalar hakkında ağızlarının içinden
süslü cümlelerle reddiyeler yazmakla yetiniyorlar.
Yaşadığımız süreç gibi, insanların kalitelerini ortaya koyan
büyük felaket günlerinde, bakıyorsunuz bu adamlar en çok gayri müslim ve hatta
sadece gayri müslim olmakla yetinmeyen, üstüne azılı birer de İslam düşmanı
olan çevrelerin borazanına nefes üflemekle meşguller.
İslam’ı ve Müslümanları aşağılamak için ellerine geçen her
fırsatı değerlendiren, bunda ne inanç bakımından ne de ahlaki açıdan bir sorun
görmeyen, güya fikir adamı hatta din felsefecisi gibi tumturaklı, oturaklı ve
her nasılsa önemli sıfatlarla tanınan bu “büyük” adamların bir gün gerçekten “adam
gibi” dinden çıkmalarını görmek herhalde bizim nesle nasip olmayacak.
Kaçak güreşmeye, arkadan dolanmaya, lafı evirip çevirmeye
devam edecekler!
İslam ve Müslümanlarla olan kavgalarının bilinç altına
inecek bir terapi uygulama imkanımız yok. Nedir dertleri bilmiyoruz ama
bildiğimiz ve gördüğümüz, bizden ve inançlarımızdan zerre hazzetmedikleri,
rahatsız oldukları ve baya baya nefret ettikleri.
Yaşanan salgın belası sebebiyle aslında hiç alakaları olmasa
da, tıp ilmini yüceltmek için dini küçültmeye çalışıyorlar. Niyetlerinin
doktorlara yaranmak olmadığı belli, asıl yüreklerinde gizledikleri büyük
garezin bu fırsatla dillerine döküldüğünü biliyoruz.
Doktorları göklere çıkartmıyorlar ama onların adını
kullanarak hocaları yerin dibine gömmeye çalışıyorlar.
Oysa, tıp ilmi ya da bir salgınla din ve dua bağlamı kurup,
bunun üstünden İslam’a ve Müslümanlara karşı duruş bina edebilen biri en hafif
tabirle akmaktır. Ne İslam’dan ne de tıptan bir şey anlaması da muhaldir. İslam’ın
sebeplere ve dolayısıyla tedavi sebeplerine bakışından mahrumdur. Tıbbın ruhi
destek vasıtalarından da habersizdir.
Halbuki, onların aklı, mantığı ve bilimi, hastalığın sebeplerini
bulmadan önce, salgının sebebini keşfetmeden önce, bulaşma yollarını anlamadan
önce; Rasulullah(sas) salgında karantina uygulamasını emretmişti. Nebevi tıbbın
üzerine bina edilen gelişmeleri ise anlatmaya burası yetmez.
Tarihe tıbbın üstatları olarak geçmiş sayısız İslam aliminin
hatırasını yok sayan bu zavallıların derdinin bilgi ya da tedavi olmadığını da
biliyoruz.
Ne yazık ki, ne “adam gibi” dinden çıkabildiler ne de “adam
gibi” dinde kalabildiler. Bu ikisi arasında gidip gelmekten iflahları kesildi,
arada koşuşturmaktan nefesleri tükendi ve dilleri dışarda konuşup duruyorlar.
Allah(cc)’den temennimiz; onları ıslah etmesi, ıslahları
mümkün değilse dillerinin şerrinden Müslümanları emin kılmasıdır.
“Onlara, kendisine ayetlerimizi
verdiğimiz sonra da onlardan sıyrılıp çıkan ve şeytanın onu peşine takması
dolayısıyla azgınlardan olan kimsenin haberini de anlat.
Biz dileseydik onu onlarla (o
ayetlerle) yükseltirdik. Ancak o kendisini yeryüzünde sonsuza kadar kalacak
sandı ve arzularına uydu. Onun durumu üstüne varsan da soluyan, kendi haline
bıraksan da soluyan bir köpeğin durumuna benzer. Bu kıssayı anlat, olur ki
düşünürler.” (Araf
175-176)
25 Mart 2020
Görev dağılımı
Hayat düzenimiz dünyaya ilk insanın gelişinden bu yana
oldukça değişti. Kalabalık nüfuslar, büyük şehirler, irili ufaklı yüzlerce
devlet ve devletler arası kuruluşlarımızla, yeryüzünün her yanında ayak basmadığımız
yer bırakmamacasına sürdürdüğümüz koşturmaca, gayret ve bir açıdan delice ama
insanca bir süreç yaşıyoruz.
Dünyanın bir ucunda yetişen meyve diğer ucunda yenilebiliyor
evet ama aynı şekilde, bir ucunda ortaya çıkan hastalıkta aynı hızda dünyanın
diğer ucuna ulaşabiliyor. Bu gibi olağandışı gelişmelerde devletlerin ve diğer
uluslararası kurumların bir nevi rüştü sorgulanıyor.
Otoriter devlet anlayışına hemen hepimiz karşı iken, yaşadığımız
günlerde devletler hayal bile edemeyecekleri otoriter kararlar almaya ve
yasaklar uygulamaya başladılar. Halklar hiçte itiraz etmeyi aklından geçirmeden
bu yasaklara uymaya, uymayanları kınamaya başladılar. En özgürlükçü çevreler
sokağa çıkma yasağını savunuyor ve sertleşmesini istiyorlar.
Bugünden sonra yaşayacağımız dünyanın, alıştığımız eski
dünyadan farklı olacağı konusunda neredeyse herkes hemfikir.
Bir virüs, bütün düzenimizi alt üst etti. Mikroskopla
görülecek kadar küçük bir canlı, bütün insanlığı dize getirdi. Demek ki, öyle
sandığımız kadar güçlü ve yenilmez değilmişiz. Demek ki, dünyanın saltanatı
bizim değilmiş.
Virüs ya da felaketler bir bakımdan da insanların ve
toplumların gerçek tıynetlerini ortaya çıkartan mihenk taşı görevi görürler.
Zor zamanlarda kişilerin gerçek karakteri kolayca ortaya çıkar. Kim cesur kim
korkak savaşta belli olur. Kim ahmak kim akıllı, sosyal kaoslarda ortaya çıkar.
Kimin ak kimin kara olduğu, ortamın en dumanlı olduğu
zamanlarda anlaşılır.
Kimin samimi ve temiz Müslüman olduğu, bela ve imtihanlarda
ortaya çıkar.
Kimin münafık olduğu da yine ortalık karıştığında anlaşılır.
İslam’la bitmez bir kavgası ve Müslümanlara karşı aşağılık
bir kini olan bir zümrenin, bu salgın sebebiyle, her fırsatta yaptıkları gibi,
ahmakça ve rezil ifadelerle; İslam’a ve Müslümanlara saldırmalarını bir yere
kadar anlıyoruz.
Çünkü biz onların görmek istemedikleri gerçeği temsil
ediyoruz. Onların kaçtığı kulluğu ve kalplerinin derinlerinde aradıkları ama
bulamadıkları huzuru temsil ediyoruz. Çok dillerine doladıkları, ama ne elde
edebildikleri ne de başkalarıyla paylaşabildikleri, insanlık onurunu temsil
ediyoruz.
Çok lafını ettikleri ama aslında hiç yaşamadıkları ve
yaşayamayacakları, yalnız Allah(cc)’e kul olanların hissedebildiği, özgür bir
ruhun ve temiz bir hayatın temsilcileri biziz. Bize bakınca kendi
pişmanlıklarını ve içlerindeki derin acıyı hissedip öfkeleniyorlar.
Bu konuda yalnız onlar değil acıyla kıvranan elbette. Aynı
şekilde kalbinde nifaktan bir parça taşıyan ya da kalbi nifakla dolu olduğu halde
kendini Müslüman olarak takdim eden bir sürü insan da benzer elemlerle
kıvranıyor.
Bunu her fırsatta İslam’ı ve mukaddesatını dillerine
dolamalarından anlıyoruz. Biri çıkıp içindeki başörtüsü acısını ortaya atarken,
bir başkası imamlarla doktorları mukayese ederek saldırmayı seçiyor. Birileri
bu süreçten dinleri sorumlu tutarken, bir diğeri dua ile alay etmeye kalkıyor.
Oysa dua; yalnızca dille söylemekten ibaret bir eylem
değildir, bir iş için çaba sarf etmek, hastalık için doktora gitmek, ilaç
kullanmakta duadan bir parçadır. Dille yapılan dua harcadığımız çabaların
neticesini Kadiri Mutlak olan Allah(cc)’tan istemekten ibarettir.
Yine, kesin ve net bilinmesi gereken ve normal insanların
farkında olduğu ancak ahmaklara anlatılması gereken bir gerçek olarak:
Doktorlar hasta ve hastalıkla, askerler savaş ve silahlarla,
öğretmenler öğrenciler ve eğitimle ilgilenir, haklarında konuşurlar ve en
tabiisi olarak; hocalar/imamlar da din ve ibadetlerle, dualarla ilgili
konuşurlar, ibadetleri ikame ederler, dua ederler ve insanlara dua ve ibadet
etmeyi tavsiye ederler.
Bu normal akıl sahibi herkesin fark ettiği bir görev
dağılımıdır. Ve dünyanın her yerinde normal işleyen toplum düzenlerinde
uygulanır.
Tam da bu minvalde, içimizden beklenmedik ama aslında olağan
birileri de çıkıp, İslam’a direkt saldıramadığı ve içindeki öfkeyi kusamadığı
için, kahrından kurduğu cümlelerde, dinler tabirini kullanarak, İslam’ı diğer
batıl dinlerle aynı kategoriye dahil ederek aşağılama yolunu seçiyorlar.
Bunlara, İslam’ın bu gibi hadiseler karşısında ne gibi tedbirleri
emrettiğini anlatmak gereksiz olduğu halde ister istemez, bazı cevaplar vermek
durumunda kalıyoruz.
İslam her olayda olduğu gibi, insan maslahatını ön plana
çıkartan ve temel konusu insanın dünya ve ahiret iyiliği olan bir dindir. Bu yüzdendir
ki; en değerli ibadeti olan namazı, Cuma namazını ve hatta diğer farzları,
insanlığın maslahatı gerektirdiğinde erteler, tatil eder. Bu ilk devirden beri
böyle oldu ve yarınlarda da böyle olacaktır.
Bazı sapkın ve kendilerini İslam’a izafe edenlerin
düştükleri hatalardan beri olan Allah(cc)’in dini, her türlü dünyevi işi ve
alınması gereken tedbiri, en mükemmel şekilde uygular ve uygulanmasını ister.
Aksini iddia edenlerin ve yapanların, söylediklerinin ve yaptıklarını
temel İslami anlayışla alakası yoktur!
İslam; ortaya koyduğu hayat düzeni, yaşam tarzı ve toplum
anlayışı, insana bakışı, ibadet ve insan ilişkisi, din ve toplum pratiği, kişi
ve din kurgusu, sağlık ve hastalık kuralları, savaş ve barış durumu, aile ve devlet
anlayışı ile mükemmel bir dindir ve bu kıyamete kadar devam edecektir.
Hiçbir kişi ya da kurum, topluluk ya da devlet; İslam’dan
daha iyisini, daha güzelini ve daha mükemmelini ortaya koyamayacaktır. Bir
eşini ya da benzerini bulamayacaktır.
Gönlünüz ferah olsun; bu toprakların hakimi minarelerden
yükselen sestir, öyle ya da böyle o seda ile kavgası olan kaybetmeye
hazırlansın, o sedaya teslim olanlar dünyada ve ahirette mahzun olmayacaklardır,
biiznillah!
14 Mart 2020
Takdiri ilahiden kurtuluş yoktur
Gelmiş ve geçmiş bütün aklı selim sahibi insanların
şahitliği ve bilgelerin bildirmesi ile sabit olan, Adem(a)’dan Muhammed(sas)’e
kadar indirilen vahiyle bize anlatılan, hayat ve dünyaya dair değişmez ve
değiştirilemez en meşhur kanunu ilahi; her doğanın öleceği, her yeninin
eskiyeceği ve topraktan gelen her nesnenin tekrar toprağa döneceğidir.
Bu kaçınılmaz gerçekle yüzleşme noktasında; mümin ile
kafirin, zalimi ile mazlumun, zengin ile fakirin bir farkı, bir ayrıcalığı, bir
iltiması yoktur.
Ölüm meleği illaki kapıları çalacak ve bazen tek tek, bazen
de topluca, canları alıp Rabb’ine iade edecektir. Yeryüzünde izin isteyerek kapısını
çaldığı tek insan Muhammed(sas)’dır, bir daha başkasından izin istemeyecek,
haber vermeyecektir.
Yine dünyanın sabit kanunlarından biri olarak; her ölüme bir
sebep bulunacak, olmayana uydurulacak ve bir şekilde insanlık avunup gidecek,
ta kendi kapısına gelinceye kadar bu gerçekle yüzleşmeyi hep erteleyecek,
yüzleştiğinde de zaten her şey için çok geç kalınmış olacak…
Sebepler hastalıklar olabildiği gibi, depremler ve sair
felaketler de olabilecektir. Salgın hastalıklar bu ölüm vesilelerinden sadece
biridir.
Meşhur sözdür; “ölümü ecelden başka durdurabilecek yoktur”
denilir. Eceli geleni kurtaracak, gelmeyeni de öldürebilecek bir güç yoktur.
Her şeye kadir olan Allah(cc)’in takdiri böyledir.
Bütün bu kaçınılmaz hakikatlerin yanında, sıhhatini muhafaza
etmek için gayret etmekte ilahi bir mecburiyet ve insani bir sorumluluktur.
Hele salgın hastalıklar zamanında, gerek ferdi gerekse umumi, her türlü tedbiri
almak ve uygulamak, konulan yasak ve sınırlamalara uymak insani bir sorumluluk olduğu
kadar İslami bir vecibedir.
Bu gibi sebeplerin herhangi bir zümrenin günahlarının cezası
olması elbette muhtemeldir ancak biz bu ilahi fermanın kesin hikmetini bilmesi düşünülemeyenler
sınıfındanız. Hikmetini mutlak olarak Allah(cc)’in bildiği bu gibi konularda,
şundan dolayı oldu, bunların cezası demek büyük bir cürettir.
Bir şekilde düşmanlık duyduğumuz ve nefret ettiğimiz
insanlara dokunduğunda sevindiğimiz salgın hastalıklar, tıpkı zamanında bazı
sahabenin de arasında bulunduğu salih Müslümanların ölümüne sebep olduğu gibi,
masum ve salih insanların da ölüm sebebi olabilir.
Allah(cc) umumi bir bela verdiğinde, bundan müstağni olacak kişi
ya da toplumların olması muhaldir. Zira dünyaya takdir edilen sünnetullah dediğimiz
Allah(cc)’in kevni kanunları, tüm mahlukat için geçerlidir.
Elbette hepimiz bir çok eksik ve hatalarla yaşıyoruz.
Allah(cc) hiçbir fert ya da topluma zulmetmez! Başımıza gelenler kendi ellerimizle
yaptıklarımız yüzündendir. Ancak hangi vebal ya da günahın hangi ceza ile, ne
zaman ve ne şekilde cezalandırılacağını tayin ve takdir eden ancak Allah(cc)’dir.
Neden bu başımıza gelenler diye bir sorumuz varsa, cevabı
yine Kur’an’da:
“İnsanların kendi elleriyle yapıp ettikleri yüzünden
karada ve denizde düzen bozuldu; böylece Allah -dönüş yapsınlar diye-
işlediklerinin bir kısmını onlara tattırıyor.” (Rum – 41)
Bu tattırılan bir kısmıdır ve eğer Allah(cc) dilerse daha
fazlasını da verir. O’na ait olan mülkünde dilediği gibi tasarruf eder, bizden
beklenen sadece tevekkül ile boyun eğmek ve kulluğumuzu güzelleştirmek için
gayret etmekten ibarettir.
İtiraz etmeyi düşünen, inkar etmeyi düşünen varsa; ya O’nun
mülkünü terk edecek ya da O’nun mülkü için takdir ettiği kanunlardan birini -mesela
ölüm kanununu- değiştirmeyi başaracak, eğer bunlardan herhangi birini yapmaya
gücü yetmiyorsa, boyun eğecek ve kul olmaya karar verecek.
Kainatın düzeni ve dengesi kontrolünde olan Allah(cc)’in
şanı çok yücedir ve Allah(cc) mutlak olarak her şeye kadir olandır, gücüne
karşı durulamayan, kaderinden kaçılamayan, mülkünden çıkılamayan tek ve yegane
ilahtır!
11 Mart 2020
Dünya avucumuzda dönmüyor!
Benlik davası herhalde insanlık tarihinin en eski
sıkıntılarından biridir. Adem(a)’ın oğlu Kabil’le başladığını söylemek abartı
olmaz.
Bazı şeyler istediğimiz gibi gitmediğinde, keyfimizin
kahyası memnun olmadığında, elde etmek istediğimizi kaybettiğimizde ya da
emaneten elimizde olan eksildiğinde, hemen devreye giren ve bizi isyankar bir
kula veya vicdansız bir canavara dönüştüren benlik kibri veya gururudur.
Gücümüzün yettiklerinden zorla, yetmeyeceğini
düşündüklerimizden rica ile, bazen savaşla bazen barışla, hatta dalkavukluk
veya hırsızlıkla bile ulaşmayı normal gördüğümüz açlıklarımız, eksiklerimiz ve
belki de zevklerimiz var.
Neticede hep dediğim gibi; insanız, eksiğiz, kusur ve isyan
genlerimizde var!
Kendimiz için istediklerimizin en azından bir kısmını ya da
benzerini, sevdiklerimiz ve değer verdiklerimiz için de isteriz. Bir de
acılarına şahitlik ettiklerimiz için, açlıklarına, yokluklarına, bin bir türden
acılarına şahitlik ettiklerimiz için istediklerimiz olur. Merhametten nasibi
olanlarımız; elbette herhangi bir canın yanmasını istemez, yaranın kanamasına
seyirci kalmaz.
Atılan her adımın, yapılan her hayrın, dünya ve insanlar
nezdindeki değer ve karşılığından çok daha kesin olan ve emin olduğumuz kısmı;
ahirette yani hesap gününde yani iyiliklerin ve kötülüklerin mukayese edileceği
gerçek zamanda, yani azlık veya çokluğun değil sadakat ve samimiyetin değer
göreceği günde, mutlaka ama mutlaka karşımıza çıkacağıdır.
Bütün mesele; kendi imtihanımızı başarı ile vermekten
ibaret. Neyin bizim için imtihan olduğunu bulmamız çok kolay, hele de
bugünlerde hemen her şeyden kolaylıkla haberdar olurken, daha da kolaylaşmış
durumda.
Uzak diyarlarda, elimizin ermeyeceği ve gücümüzün
yetmeyeceği yerlerde birtakım işler oluyor. İnsanlar yalnız ve sadece “Rabbimiz
Allah(cc)’tır” dedikleri için, O’na secde etmek istedikleri, O’nun helalleri
üzere yaşamak ve haramlarından uzak durmak istedikleri için sokaklarda,
meydanlarda ve evlerinde katlediliyorlar.
Peş peşe sayacak olsak, sayfalar dolduracak acılar yaşanıyor
ve sürekli devam eden bir abluka, bir soykırım, bir sürgün var.
İşte bu noktada, dikkatinizi çekmek istediğim yer; yaşanan
olaylardan bigane, gamsız ve tasasız, umarsız ve duygusuz bir hayat geçirmenin,
insani meleke ve İslami hassasiyetlerini kaybetmemiş kimseler için mümkün
olmadığıdır.
Aynı şekilde; her katliamın acısını ciğerinde hissetmek, her
sürgünün ardından hayattan sürülmek, her acının ağrısını yüreğinde hissetmekte
gayet insani bir duygudur.
Ancak abartıldığında ve her şeyden kendini sorumlu görmek
gibi bir noktaya savrulduğunda, iki şekilde batağa saplanmak kaçınılmaz oluyor.
Birincisi; kendini değersiz ve etkisiz görerek hatta
Allah(cc)’in kudret ve kaderini de unutarak gam ve keder bataklığında boğulmak.
Devamında şiirler ve şarkılarla kafa bulup, bir tür acı müptelası, felaket
müdavimi olma riski olan bu sürecin sonu, travmatik bir romantizm olabiliyor.
Sonra boğulduğu bataklıkta yaşamayı bir hayat tarzı haline
getirip, öylece ölüp gidivermek…
İkincisi ise; acı ve ızdırap hislerinin galebe çaldığı her
kalpte olduğu gibi, anlamsız teselliler arayarak gerçekten yapılması gereken ve
yapmaya gücümüzün yettiği işleri de unutmak veya terk etmek.
Bunlar, bahsettiğim benlik davasının bize oynadığı nefsani
oyunlardan ibaret.
“Her şeye ve herkese ağlamalıyız, her olaydan biz sorumluyuz
hesabını vereceğiz, her canın katline ortağız, her malın kaybında dahlimiz var”
gibi sonu gelmeyecek ve aslında olayları şuur etmek ile şiir etmek arasında
gidip gelen bir haleti ruhiyemiz var.
Hayır, İslamlık; böyle insanı helak eden, kahreden ve kendi
duygusal bataklığında boğulmaya terk eden bir hayat şekli değildir. Vicdan
sahibi bir insan olmak; her acıdan pay almak değil, gücün yettiği elin erdiği
kadar acılara merhem olmaktır.
Dünya avucumuza alamayacağımız kadar büyük, uğrunda çok
kahır çekilemeyecek kadar küçüktür.
İşte tam da bu yüzden; şairlerin şiirini yazdığı kavgayı mücahidler
verir, yazarların edebiyatını yaptığı fakirlikle zenginler savaşır,
şarkıcıların seslendirdiği sevdaların acısını aşıklar yaşar!
İşte tam da bu yüzden; ibret amellerdedir, sözlerde değil…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin
Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...
-
İmam Buhari olarak meşhur olan hadis alimimizin eseridir. İslam akaidinin müdafası da denilebilecek olan eser Yusuf Özbek tarafından İlahi ...
-
Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...
-
1. Erkek sorumluluk ve derece bakımından kadından öndedir. Bu yaratan Allah(cc)'unun tayinidir. 2. Dinin emir ve yasakları konusunda e...