11 Nisan 2020

Toprak meselesi


Adam topraktan yetişen zeytin, topraktan beslenen hayvanlardan elde edilen sütle yapılan peynir, topraktan yetişen susam ve şekerle yapılan helva, topraktan yetişen üzümden yapılan pekmez, topraktan yetişen buğdayla yapılan ekmekle kahvaltısını yaptı. Topraktan yetişen çayını, topraktan yapılan cam bardağıyla içti. Sonra topraktan yaratan, toprakla yaşatan, toprakla öldüren ve toprakla diriltecek olan Allah(cc)’a hamd etti.

Sonra topraktan yaratıldığımızı, topraktan beslendiğimizi, toprağa gömüleceğimizi, topraktan tekrar diriltileceğimizi nasıl idrak edemez insanoğlu diye şaşırdı kaldı.

Dünya kurulalı beri toprağın; bağrına gömülen herkesi ve her şeyi kendine çevirdiğini, aslına döndürdüğünü, erittiğini ve aslında sakladığını ve zamanı geldiğinde tekrar dünyaya iade edeceğini unutmadan yaşamak gerektiğini düşündü.

Kendi bedeni dahil, sahip olduğu ya da öyle sandığı ve kullandığı her şeyin aslında topraktan olduğunu görmemek için gözlerini kapatmasının bile yetmeyeceğini fark etti. Göz kapakları da topraktandı!

Toprağın bu kadar kullanışlı ve hiç alakasız gibi görünen sayısız eşyaya ve canlıya bürünmesinin ve dönüşümün sürekli devam ediyor olmasının insan aklı ile izah edilemeyecek kadar muhteşem bir yaratma düzeni olduğunu itiraf etmesi gerekti.

Bir parça toprağın kalp olup hayat pompalamasının yanında, başka bir parça toprağın kan olup damarlarımızda hayatı dolaştırmasına ve bunun her bir muhteşem organımız için aynı olduğuna şaşırmamak elde mi?

Gözlerimiz topraktan ve görüyor, kulaklarımız topraktan ama duyuyor, dilimiz tat alıyor ama topraktan, sinirlerimiz hissediyor ve topraktan, böyle devam eden topraktan bir sistemle her an yaşadığının farkında olmak ve bakmaya kıyamadığı nice güzelliğin aslında topraktan olduğunu bilmek…

Düşünsene; Leyla da topraktan ve toprağa karışacak! Çiçekte topraktan, kokusu da. Bakmaya kıyamadığın süslü nice manzara topraktan.

Dünyanın dışında topraktan başka neler var bilemiyorum ama dünya topraktan!

Ömer(r.a.) “aleme ibret” hayat yaşadıktan sonra, ecelinin yaklaştığını hissettiğinde, başını dizinde tutan oğlu Abdullah(r.a.)’a; “yüzümü toprağa koy, dünyadan öylece ayrılayım” demişti…

Şimdi toprak bize bir başka hikaye anlatıyor, devirlerin değişimine şahitlik eden bu neslin toprağı dinlemeye çok ihtiyacı var. Kainata göz atmaya, el atmaya, sırt vermeye ihtiyacımız var.

Fezalarda da dolaşsak dönüp dolaşıp -eğer kısmetimiz varsa- 1 metrekarelik topraktan bir çukura gireceğiz. Bazılarımızın ondan da nasibi olmuyor, olmayacak.

Dünyanın “güya” en gelişmiş ülkesi Abd’de insanlar toplu mezarlara ve kimsesizler gibi birkaç görevli eliyle gömülüyor.

Baksanıza en sevdiklerinin bile, cenazesinde ardından gidemediği ölümler görüyoruz.

Galaksilerin de korona virüslerin de Allah(cc)’in yarattıklarından olduğuna inanıyorum. Hayatı ve ölümü, dünyayı ve bütün alemi, sebepler kanunu ile deveran ettirenin Allah(cc) olduğuna inanıyorum. Bir yandan tedbir ve çare peşinde koşarken diğer yandan boynumu Rabbimin hükmüne ram etmenin ve mütevekkillerden yazılmanın derdindeyim.

Bazı olaylar karşısında nutkum tutuluyor. Kader hükmünü icra edeceği vakit akıl duruyor, göz görmüyor, kulak duymuyor.

Birileri ya da bir şeyler sebep oluyor illaki, illaki bir bahane bulunuyor, bir şekilde olacak olan oluyor.

Çok gam çekmemek lazım…

Çok dert etmemek lazım…

Ölüm geldiğinde onu durduracak güç yoktur, zira o Allah(cc)’in kaderidir ve ondan kaçış imkansızdır.

***
Bütün varım toplasam, sonra varsam toprağa
Senin çağınla olsam, senle girsem toprağa

Senin doğduğunu ve geldiğini senin
Atılır yerden yere, haber versem toprağa

Bulsam ve saptasam bir bir ayak izlerin
Öpsem öpsem ve sonra alnım vursam toprağa

Kutlu ayaklarındır, değdi diye sevgili
Yalnız senin adına,bir kapansam toprağa

İncinmesin diye sen, taşlara dikenlere
Diz çöküp te önünde ve yakarsam toprağa

Osman Sarı

04 Nisan 2020

Dinde aykırılık marifet değil fitnedir



Onaylanmak, takdir edilmek, sevilmek, tasdik edilmek gibi birçok insani duygumuz var. Zayıf yanımız gibi görünse de bunlar bizi toplum olarak yaşama hususunda destekleyen ve aramızdaki bağları koruyan duygular. Herkesten ve her şeyden müstağni bir kibir, ne kişiyi ne de toplumu iflah etmeyen kötü bir huydur.

Yakınlıkların, akrabalıkların ve sair insani münasebetlerin dengeli ve seviyeli olması ideal toplumlar ve huzur içinde yaşayan fertler için temel kaidelerden biridir. Bu toplum hayatının bütün yönlerinde lazımdır. Devlet aygıtının işlemesinde de, komşuluklarda da, dini hayatın ikamesinde de olmazsa olmaz kuralımız, dengeli ve düzgün bir ilişki ağının kurulmuş olmasındadır.

Devletin temsilci ve kanunlarına uymak, komşunun ya da akrabanın hukukunu gözetmek, dini temsil makamında bulunan şahıslara ve dini mukaddesata hürmet etmek, herkesin istediği huzur toplumunun oluşmasını sağlayacak temel kaidelerdir.

Devletin hukuku çiğnenirse anarşi doğar, dinin hürmeti çiğnenirse huzur ve sükûnet kaybolur, insani yakınlıkların gerekleri çiğnenirse toplum bozulur.

Halkın adetleri ile kavga eden toplumda kabul görmez. Dinin gelenekleriyle çelişen gönüllerde yer bulamaz. Bu adetlerin sorgusuz sualsiz kabulü ya da reddi ile alakalı değildir. Yine aynı şekilde dini yaygın geleneklerden ibaret görmek de değildir.

Din; asırlardır yerleştiği toplum hayatında, karşı çıkmadığı ve aykırı görmediği gelenekleri, dini hayatın içine kabul etmiş ve bunlarla insanların dünya hayatını süslemesine izin vermiştir. Bidat gibi kesinlikle reddedilen konular; dine olmayan bir hususu eklemek ya da var olan bir konuyu yok etmek gibi tehlikeli bir içeriğin adıdır. İnsani adet ve gelenekler bununla ilgili değildir.

Bu geniş ve belki de çoğumuz için teknik olarak karmaşık konunun detaylarında boğulan bazıları, insanları dini geleneklere karşı savaşa ve kendilerince bir indirilen din tarifi yapmaya kalkıyorlar. Onların tarif ettiği din, indirilen olunca diğerlerinin yani bizim dinimiz uydurulan din olarak isimlendiriliyor.

Yeni neslin aykırı söz ve duruşlara olan zaafını da kullanarak, insanın tabii olarak farklı ve değişik olana duyduğu ilgiyi tetikliyorlar. Yeni bir şey söylüyor imajıyla, kimsenin düşünemediğini düşünen özel adamlar, bize ve inancımıza ait her şeye eleştiriyle yaklaşıyorlar. Onlara göre bütün rivayetler tartışmalı, bütün geleneğimiz ve dev mirasımız uydurma, ne biliyor ve yaşıyorsak hepsi boş!

Bu propagandanın en büyük yıkım ve neticesi, insanların inanç ve kültürlerinden şüphe duymaları ve kendilerini boşlukta hissedip, her yöne çekilmeye ve kullanılmaya müsait hale gelmeleri oluyor. Saygı duyduğu ve değer verdiği tüm insanların, fikir ve inanışlarını bir anda silip atan birinin bunların yerine ne koymasını bekleyebiliriz ki?

Kısa bir süre bu yeni yetme, sahte ve sahtekar hoca ya da kanaat önderlerinin, efsunlu ve buğulu fikirlerine hayranlıkla baksalar bile, bir yerde; hayır bu doğru değil diye içlerinden gelen sesi bastıramıyor ve sonsuz bir boşluğa düşüp yok olup gidiyorlar.

Din, kimsenin fikir cambazlığının sahnesi değildir.

Din, yeni roller ya da replikler uydurulacak bir tiyatro sahnesi hiç değildir.

Din, 1400 yıldır yaşanan, temelleri üzerine bir dünya bina edilen, medeniyetler inşa edilen ve tüm insani eksik ve hatalara rağmen, derde derman bir hayat şekli, dünya düzeni ve toplum kanunudur.

Aykırılık, batının karanlık arka sokaklarında kaybettiği nesillerin, ışıklı ve kalabalık caddelerde makbul vatandaş olmak, görünmek ve kabul edilmek, ilgi çekmek ve duyulmak için üstüne geçirdiği bir palyaço kıyafetinden başka bir şey değildir.

Dini Mubin-i İslam’ın karanlık arka sokakları yoktur! İlgi çekmek ve kabul görmek için kimsenin yeni bir şeyler uydurmasına gerek yoktur. Duyulmak ve görülmek için şaklabanlığa ihtiyaç duyulmaz.

Bu din, bütün şehirlere ve bütün sokaklarına bir medeniyet ışığı yayar ve bu aydınlıkta her bir fert görülür, duyulur ve ilgilenilir. Herkes olduğu gibi kabullenilir ve hiçbir balık uçmaya, hiçbir kuş suya dalmaya zorlanmaz!

Kimsenin kanatlarını yolmaz bu din, kimsenin sırtına zorla kanatta diktirmez! Dileyen ağzından nefes alır, dileyen burnundan; kimseyi solungaç takınmaya mecbur etmez bu din…

Kimseyi göklere çıkmaya zorlamaz ama göklere çıkanı da eteğinden çekmez ve çektirmez.

Her insan, olduğu gibi ve olduğu halde değerlidir ve ondan beklenen, sahip olduğu her ne ise onunla iyi ve güzel bir kul olmasından ibarettir.

İslam, bir devasa nehir gibidir; taşıdığı taşları yontar ve etrafı incitmelerini engeller, kuru toprakları sular ve etrafına rahmet olur, ahiret deryasına tertemiz ulaşmak isteyen herkesi yıkar ve paklar, sonra da hedefine taşır.

İnsanların bir kısmı sandallarla sarsıla sarsıla yolculuk eder, bir kısmı kocaman gemilerde rahat ve emniyetle gider. Bir kısmı yüzerek, bir kısmı yüzme de bilmediğinden sürüklenerek taşınır hedefe. Bazıları sahillerde gezinerek yolculuk ettiğini zanneder, bazıları da karşıdan karşıya geçip durur ve böylece hedefe gittiğini iddia eder.

Neticede boğulmakta mümkün bu nehirde, selametle ahiret deryasına varmakta. Tercih ve metot bize kaldı.

Akıntıya karşı kürek çekenler mağlup olmaya mahkum, onların sesinin gür çıkması can havliyle İslam’ın gür akıntısıyla boğuşmalarındandır, aldırmayın!

Su akar yolunu bulur…


01 Nisan 2020

İyilik İslam’ın şiarındandır



Her ferdin ve her düşünce sisteminin bir iyi ve iyilik tarifi vardır. Neticede insana ve dünya düzenine dair bir şeyler söyleyen ve bir hedefi, gayesi olanın mutlaka temel daveti, temel fikri, temel sözü iyilik üzerine olmak zorundadır. Aksi halde çağrısına cevap bulma ihtimali kalmaz.

Öyle ya, baksanıza dünyanın en kötü yönetimleri ve en azılı fikir sistemleri bile insanların iyiliği için ortaya çıktıklarını iddia ediyorlar.

Hiçbir zalim; salt kötülük için zulmettiğini söylemedi, ona sorulduğunda iyiliğin onun yaptığı olduğunu söyledi hep.

Haccac, sahabelere ve sahabe evlatlarına zulmederken, Kabe’ye mancınıklarla taş atıp yıkarken bile yaptığının iyi olduğunu söylüyordu!

Karun’a kalsa, elindeki bütün ve saltanat onun kendi emeğinin sonucuydu ve kimseyle paylaşmasına gerek yoktu ve o aslında iyi bir adamdı!

Çok eskilere ve uzaklara gitmeye gerek yok!

Önce Rusya sonra Amerika, Afganistan’ı yıkarken ve Irak’a demokrasi yağdırırken hep iyilik iddiasındaydılar. Sorsanız şimdi, Suriye kasabı Esed de size iyi bir adam olduğunu söyleyecektir. Dahası nice insan özelliğini kaybetmiş canlı da bunu onaylayacaktır.

Demek ki; iyilik, tarif ve içerik olarak insanların keyfine bırakılamayacak ve istismarına yol verilmeyecek şekilde ortaya konulması gereken bir kavram.

Bu noktada mutlak hakikatin kaynağı Kur’an iyiliği nasıl tarif ediyor bakmak elzem oldu:

“Yüzlerinizi doğu ya da batı tarafına çevirmeniz iyilik değildir. Asıl iyilik; Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara ve peygamberlere inanan, malını sevdiği halde akrabasına, yetimlere, yoksullara, yolda kalan gariplere, dilenenlere, hürriyetine kavuşmak isteyen köle ve esirlere veren, namazı dosdoğru kılıp zekatı veren, anlaşma yaptığında sözünde duran, sıkıntı, darlık, hastalık ve şiddetli savaş zamanlarında sabredenlerin yaptığıdır. Kulluklarında samimi ve dürüst olanlar işte bunlardır, gerçek takva sahipleri de yine bunlardır.” (Bakara 177)

Dünyanın bugün geldiği yeni dönemde, bir salgın sonucu her yapının, düzenin ve değer verilen her şeyin tartışmaya açıldığını görüyoruz. Bu bağlamda en çok gündeme gelen de, iyilik etmenin en tabii ve yaygın yolu olan, imkanı olanların mallarından bir kısmını ihtiyaç sahipleriyle paylaşması oldu.

Memleketimizde de gerek sivil toplum kuruluşlarının, gerekse devletin çağrısıyla bir iyilik kampanyası başlatıldı. İyilik etmek için yol ve sebep arayan, fırsat bulduğunda da hemen koşanlar için bu bir hayrın kapısı oldu ve gönüllerinden gelerek elindekini paylaşanlar gün be gün artmaya devam ediyor.

Bazılar içinse; bir bahaneyle iyilikten kaçmak için yol aramak, çağrıların vicdanında oluşturduğu gayreti söndürmek için birilerine saldırmak, iyilik etmek bir yana edenlere de engel olmak adeta bir görev gibi sahiplenildi.

Nerede bir hayır daveti, iyilik çağrısı duysalar kulaklarını tıkamaya, gözlerini kapatmaya başladılar. Daha da ileri giderek, o çağrıları bastırmak için bağırıp çağırarak duyulmasını engellemeye çalıştılar.
Hayra davet eden devlet kurumu ise ayrı bir bahane, sivil toplum kuruluşu ise apayrı bir sebep, kişi ise gayet kolay bir mazeret buldular.

Oysa, niyetinde samimi olanı durduracak bir bahane yoktur. Kaçmak için yol arayana ise durmak için sebep bulunmaz.

İyilik, dünya kurulalı beri, Allah(cc)’in vahyi üzerine bina edilen fıtri yaşam tarzının doğal bir parçası, dini hayatın olmazsa olmaz bir şartıdır. Bütün peygamberlerin daveti iyilik içindir, güzellik içindir. Dünya hayatının en değerli saadeti iyilik yolu ile elde edilendir.

Birinin derdine deva olmak, Allah(cc)’in kudret ve azametiyle yaratacağı bir sebebi taşıyan el olmak, Allah(cc) aç birini doyurmak istediğinde ona vesile olmak, Allah(cc) açıktaki birini örtmek istediğinde o örtüyü ulaştıran olmak, Allah(cc)’in icabet edeceği birinin duasının gerçekleşmesine memur olmak, Allah(cc) karşılığında cenneti vermek üzere bize verdiklerinden bir kısmını istediğinde bunun farkında olmak dünyada elde edilebilecek en büyük nimetlerdendir.

İyilik edebilmek bir nimettir, fazilettir, keramettir, merhamettir, vicdandır, insanlıktır.

İyilik eden Allah(cc)’in merhametine layık gördüğüdür. İyilik etmek takvanın en kestirme yoludur.

İyilik etmek suya atılan taşın oluşturduğu dalgalar gibi yayılan bir berekettir. Vermekle azalmamayı gösteren, matematik kurallarına ters bir hakikattir.

İyilik İslam’ın şiarındandır; sembolüdür ve alametidir.

İyilik imandandır, İslam’dandır; İslam’ın ve imanın olduğu yerde iyilik vardır, iyilik yoksa başka bir şey de yoktur.

Zor zamanlardan geçiyoruz, bütün dünyada olduğu gibi bizde de, bu süreçte zor duruma düşenlerimiz olacak, iflas edenler veya kazancını kaybedenler olacak. Bu sebeple, bahaneleri bir kenara bırakarak ve en yakınlarımızdan başlayarak, imkanlarımız nispetinde iyilik etmek için gayret etmek zorundayız.

Herkesin güvendiği kişi ya da bir kurum illaki vardır, onu arayıp bulabiliriz. Sivil toplum kuruluşlarımız geçtiğimiz yıllar boyu edindikleri tecrübe ve şeffaf kurumsal yapılarıyla hepimizin güvenini kazandılar ve bu süreçte de ilk adımları onlar attılar. Hiç kimseye ya da kuruma güvenmeyenler için bizzat devlet böyle bir çalışma başlattı. Resmi kurumlar eliyle düzenlenen bir organizasyon var.

İyilik etmek için sebep var, yollar açık. İyilikten uzak kalmak gibi bir bedbahtlık için aslında hiçbir bahane gerçek değil, geçerli değil. Bunun muhasebesini her birimiz kendi iç dünyamızda yapabiliriz.

Allah(cc) iyilerden olmayı ve iyilik yapmayı bize nasip eylesin!

28 Mart 2020

Dinden “adam gibi” çıkmak!



İnsanoğlu her zaman menfaatçi idi de, bu devirde sanki biraz işin dozunu kaçırdı ve menfaate alenen tapınır oldu. İnsanoğlu her zaman nankördü de, son zamanlarda sanki biraz nankörlüğü din edinir oldu. İnsanoğlu her zaman insan idi de, sanki dünyanın sonuna yaklaşıldıkça insanlığından da olur oldu.

Demem o ki, insan kalitemiz kıyamete yaklaşıldıkça düşüyor, farkında mısınız?

Eski azgın ve azılı, zalim ve ceberrut, nefretle andığımız ve anlatılan, bir çok kefere, fecere ve hergele gelmiş ve geçmiş, kafirse adam gibi kafir olmuş; dikilmiş karşısına insanların ve bunu açıkça ilan edip, uğrunda öylece mücadele etmiş.

Öyle zamanlar oluyor ki, mert bir düşmana hatta mert bir dinsize bile hasret kalıyoruz.
Güya dünyamız seküler ve özgür ama ne hikmetse, yurdum dinsizleri bir türlü dinden özgür olamıyor. En azılı ateistlerimizin bile cenazesi camilere geliyor ve namazları kılınıyor. Bunda da kimse bir mahsur ve sorun görmüyor.

Öyle bir süreçten geçiyoruz ki, dini referanslarla ve fikirlerle bir yerlere gelmiş birileri, ellerindeki imkan ve gücü kaybettiklerinde, garip ve anlaşılmaz bir şekilde topyekun Müslümanlara düşman kesiliyorlar.

Fikir bazında önderlik edecek kalibresi olduğunu zannettiğimiz bazıları, ferdi kin ve nefretlerine dini kılıflar giydirip pazarlamaya başlıyorlar.

Fikir adamları, hocalar, cemaat önderleri, karşımızda kinden kuleler, öfkeden abideler, menfaatten putlar, kibirden dağlar, Karun’dan emanetler, münafıklıktan şubeler olarak yürüyorlar.

Varlığını Müslümanların ve dolayısıyla yüzlerce asırlık İslam emanetinin ve birikiminin yok edilmesine adadıkları zannı uyandıran, değerleri kendilerinden ve çevrelerinden menkul bu adamlar, öyle açık bir inkarı kolay kolay ifade edemiyorlar. Olsa olsa küçük parçalar hakkında ağızlarının içinden süslü cümlelerle reddiyeler yazmakla yetiniyorlar.

Yaşadığımız süreç gibi, insanların kalitelerini ortaya koyan büyük felaket günlerinde, bakıyorsunuz bu adamlar en çok gayri müslim ve hatta sadece gayri müslim olmakla yetinmeyen, üstüne azılı birer de İslam düşmanı olan çevrelerin borazanına nefes üflemekle meşguller.

İslam’ı ve Müslümanları aşağılamak için ellerine geçen her fırsatı değerlendiren, bunda ne inanç bakımından ne de ahlaki açıdan bir sorun görmeyen, güya fikir adamı hatta din felsefecisi gibi tumturaklı, oturaklı ve her nasılsa önemli sıfatlarla tanınan bu “büyük” adamların bir gün gerçekten “adam gibi” dinden çıkmalarını görmek herhalde bizim nesle nasip olmayacak.

Kaçak güreşmeye, arkadan dolanmaya, lafı evirip çevirmeye devam edecekler!

İslam ve Müslümanlarla olan kavgalarının bilinç altına inecek bir terapi uygulama imkanımız yok. Nedir dertleri bilmiyoruz ama bildiğimiz ve gördüğümüz, bizden ve inançlarımızdan zerre hazzetmedikleri, rahatsız oldukları ve baya baya nefret ettikleri.

Yaşanan salgın belası sebebiyle aslında hiç alakaları olmasa da, tıp ilmini yüceltmek için dini küçültmeye çalışıyorlar. Niyetlerinin doktorlara yaranmak olmadığı belli, asıl yüreklerinde gizledikleri büyük garezin bu fırsatla dillerine döküldüğünü biliyoruz.

Doktorları göklere çıkartmıyorlar ama onların adını kullanarak hocaları yerin dibine gömmeye çalışıyorlar.

Oysa, tıp ilmi ya da bir salgınla din ve dua bağlamı kurup, bunun üstünden İslam’a ve Müslümanlara karşı duruş bina edebilen biri en hafif tabirle akmaktır. Ne İslam’dan ne de tıptan bir şey anlaması da muhaldir. İslam’ın sebeplere ve dolayısıyla tedavi sebeplerine bakışından mahrumdur. Tıbbın ruhi destek vasıtalarından da habersizdir.

Halbuki, onların aklı, mantığı ve bilimi, hastalığın sebeplerini bulmadan önce, salgının sebebini keşfetmeden önce, bulaşma yollarını anlamadan önce; Rasulullah(sas) salgında karantina uygulamasını emretmişti. Nebevi tıbbın üzerine bina edilen gelişmeleri ise anlatmaya burası yetmez.
Tarihe tıbbın üstatları olarak geçmiş sayısız İslam aliminin hatırasını yok sayan bu zavallıların derdinin bilgi ya da tedavi olmadığını da biliyoruz.

Ne yazık ki, ne “adam gibi” dinden çıkabildiler ne de “adam gibi” dinde kalabildiler. Bu ikisi arasında gidip gelmekten iflahları kesildi, arada koşuşturmaktan nefesleri tükendi ve dilleri dışarda konuşup duruyorlar.

Allah(cc)’den temennimiz; onları ıslah etmesi, ıslahları mümkün değilse dillerinin şerrinden Müslümanları emin kılmasıdır.

“Onlara, kendisine ayetlerimizi verdiğimiz sonra da onlardan sıyrılıp çıkan ve şeytanın onu peşine takması dolayısıyla azgınlardan olan kimsenin haberini de anlat.
Biz dileseydik onu onlarla (o ayetlerle) yükseltirdik. Ancak o kendisini yeryüzünde sonsuza kadar kalacak sandı ve arzularına uydu. Onun durumu üstüne varsan da soluyan, kendi haline bıraksan da soluyan bir köpeğin durumuna benzer. Bu kıssayı anlat, olur ki düşünürler. (Araf 175-176)

25 Mart 2020

Görev dağılımı



Hayat düzenimiz dünyaya ilk insanın gelişinden bu yana oldukça değişti. Kalabalık nüfuslar, büyük şehirler, irili ufaklı yüzlerce devlet ve devletler arası kuruluşlarımızla, yeryüzünün her yanında ayak basmadığımız yer bırakmamacasına sürdürdüğümüz koşturmaca, gayret ve bir açıdan delice ama insanca bir süreç yaşıyoruz.

Dünyanın bir ucunda yetişen meyve diğer ucunda yenilebiliyor evet ama aynı şekilde, bir ucunda ortaya çıkan hastalıkta aynı hızda dünyanın diğer ucuna ulaşabiliyor. Bu gibi olağandışı gelişmelerde devletlerin ve diğer uluslararası kurumların bir nevi rüştü sorgulanıyor.

Otoriter devlet anlayışına hemen hepimiz karşı iken, yaşadığımız günlerde devletler hayal bile edemeyecekleri otoriter kararlar almaya ve yasaklar uygulamaya başladılar. Halklar hiçte itiraz etmeyi aklından geçirmeden bu yasaklara uymaya, uymayanları kınamaya başladılar. En özgürlükçü çevreler sokağa çıkma yasağını savunuyor ve sertleşmesini istiyorlar.

Bugünden sonra yaşayacağımız dünyanın, alıştığımız eski dünyadan farklı olacağı konusunda neredeyse herkes hemfikir.

Bir virüs, bütün düzenimizi alt üst etti. Mikroskopla görülecek kadar küçük bir canlı, bütün insanlığı dize getirdi. Demek ki, öyle sandığımız kadar güçlü ve yenilmez değilmişiz. Demek ki, dünyanın saltanatı bizim değilmiş.

Virüs ya da felaketler bir bakımdan da insanların ve toplumların gerçek tıynetlerini ortaya çıkartan mihenk taşı görevi görürler. Zor zamanlarda kişilerin gerçek karakteri kolayca ortaya çıkar. Kim cesur kim korkak savaşta belli olur. Kim ahmak kim akıllı, sosyal kaoslarda ortaya çıkar.

Kimin ak kimin kara olduğu, ortamın en dumanlı olduğu zamanlarda anlaşılır.

Kimin samimi ve temiz Müslüman olduğu, bela ve imtihanlarda ortaya çıkar.

Kimin münafık olduğu da yine ortalık karıştığında anlaşılır.

İslam’la bitmez bir kavgası ve Müslümanlara karşı aşağılık bir kini olan bir zümrenin, bu salgın sebebiyle, her fırsatta yaptıkları gibi, ahmakça ve rezil ifadelerle; İslam’a ve Müslümanlara saldırmalarını bir yere kadar anlıyoruz.

Çünkü biz onların görmek istemedikleri gerçeği temsil ediyoruz. Onların kaçtığı kulluğu ve kalplerinin derinlerinde aradıkları ama bulamadıkları huzuru temsil ediyoruz. Çok dillerine doladıkları, ama ne elde edebildikleri ne de başkalarıyla paylaşabildikleri, insanlık onurunu temsil ediyoruz.

Çok lafını ettikleri ama aslında hiç yaşamadıkları ve yaşayamayacakları, yalnız Allah(cc)’e kul olanların hissedebildiği, özgür bir ruhun ve temiz bir hayatın temsilcileri biziz. Bize bakınca kendi pişmanlıklarını ve içlerindeki derin acıyı hissedip öfkeleniyorlar.

Bu konuda yalnız onlar değil acıyla kıvranan elbette. Aynı şekilde kalbinde nifaktan bir parça taşıyan ya da kalbi nifakla dolu olduğu halde kendini Müslüman olarak takdim eden bir sürü insan da benzer elemlerle kıvranıyor.

Bunu her fırsatta İslam’ı ve mukaddesatını dillerine dolamalarından anlıyoruz. Biri çıkıp içindeki başörtüsü acısını ortaya atarken, bir başkası imamlarla doktorları mukayese ederek saldırmayı seçiyor. Birileri bu süreçten dinleri sorumlu tutarken, bir diğeri dua ile alay etmeye kalkıyor.

Oysa dua; yalnızca dille söylemekten ibaret bir eylem değildir, bir iş için çaba sarf etmek, hastalık için doktora gitmek, ilaç kullanmakta duadan bir parçadır. Dille yapılan dua harcadığımız çabaların neticesini Kadiri Mutlak olan Allah(cc)’tan istemekten ibarettir.

Yine, kesin ve net bilinmesi gereken ve normal insanların farkında olduğu ancak ahmaklara anlatılması gereken bir gerçek olarak:

Doktorlar hasta ve hastalıkla, askerler savaş ve silahlarla, öğretmenler öğrenciler ve eğitimle ilgilenir, haklarında konuşurlar ve en tabiisi olarak; hocalar/imamlar da din ve ibadetlerle, dualarla ilgili konuşurlar, ibadetleri ikame ederler, dua ederler ve insanlara dua ve ibadet etmeyi tavsiye ederler.
Bu normal akıl sahibi herkesin fark ettiği bir görev dağılımıdır. Ve dünyanın her yerinde normal işleyen toplum düzenlerinde uygulanır.

Tam da bu minvalde, içimizden beklenmedik ama aslında olağan birileri de çıkıp, İslam’a direkt saldıramadığı ve içindeki öfkeyi kusamadığı için, kahrından kurduğu cümlelerde, dinler tabirini kullanarak, İslam’ı diğer batıl dinlerle aynı kategoriye dahil ederek aşağılama yolunu seçiyorlar.
Bunlara, İslam’ın bu gibi hadiseler karşısında ne gibi tedbirleri emrettiğini anlatmak gereksiz olduğu halde ister istemez, bazı cevaplar vermek durumunda kalıyoruz.

İslam her olayda olduğu gibi, insan maslahatını ön plana çıkartan ve temel konusu insanın dünya ve ahiret iyiliği olan bir dindir. Bu yüzdendir ki; en değerli ibadeti olan namazı, Cuma namazını ve hatta diğer farzları, insanlığın maslahatı gerektirdiğinde erteler, tatil eder. Bu ilk devirden beri böyle oldu ve yarınlarda da böyle olacaktır.

Bazı sapkın ve kendilerini İslam’a izafe edenlerin düştükleri hatalardan beri olan Allah(cc)’in dini, her türlü dünyevi işi ve alınması gereken tedbiri, en mükemmel şekilde uygular ve uygulanmasını ister.

Aksini iddia edenlerin ve yapanların, söylediklerinin ve yaptıklarını temel İslami anlayışla alakası yoktur!

İslam; ortaya koyduğu hayat düzeni, yaşam tarzı ve toplum anlayışı, insana bakışı, ibadet ve insan ilişkisi, din ve toplum pratiği, kişi ve din kurgusu, sağlık ve hastalık kuralları, savaş ve barış durumu, aile ve devlet anlayışı ile mükemmel bir dindir ve bu kıyamete kadar devam edecektir.

Hiçbir kişi ya da kurum, topluluk ya da devlet; İslam’dan daha iyisini, daha güzelini ve daha mükemmelini ortaya koyamayacaktır. Bir eşini ya da benzerini bulamayacaktır.

Gönlünüz ferah olsun; bu toprakların hakimi minarelerden yükselen sestir, öyle ya da böyle o seda ile kavgası olan kaybetmeye hazırlansın, o sedaya teslim olanlar dünyada ve ahirette mahzun olmayacaklardır, biiznillah!

14 Mart 2020

Takdiri ilahiden kurtuluş yoktur



Gelmiş ve geçmiş bütün aklı selim sahibi insanların şahitliği ve bilgelerin bildirmesi ile sabit olan, Adem(a)’dan Muhammed(sas)’e kadar indirilen vahiyle bize anlatılan, hayat ve dünyaya dair değişmez ve değiştirilemez en meşhur kanunu ilahi; her doğanın öleceği, her yeninin eskiyeceği ve topraktan gelen her nesnenin tekrar toprağa döneceğidir.

Bu kaçınılmaz gerçekle yüzleşme noktasında; mümin ile kafirin, zalimi ile mazlumun, zengin ile fakirin bir farkı, bir ayrıcalığı, bir iltiması yoktur.

Ölüm meleği illaki kapıları çalacak ve bazen tek tek, bazen de topluca, canları alıp Rabb’ine iade edecektir. Yeryüzünde izin isteyerek kapısını çaldığı tek insan Muhammed(sas)’dır, bir daha başkasından izin istemeyecek, haber vermeyecektir.

Yine dünyanın sabit kanunlarından biri olarak; her ölüme bir sebep bulunacak, olmayana uydurulacak ve bir şekilde insanlık avunup gidecek, ta kendi kapısına gelinceye kadar bu gerçekle yüzleşmeyi hep erteleyecek, yüzleştiğinde de zaten her şey için çok geç kalınmış olacak…

Sebepler hastalıklar olabildiği gibi, depremler ve sair felaketler de olabilecektir. Salgın hastalıklar bu ölüm vesilelerinden sadece biridir.

Meşhur sözdür; “ölümü ecelden başka durdurabilecek yoktur” denilir. Eceli geleni kurtaracak, gelmeyeni de öldürebilecek bir güç yoktur. Her şeye kadir olan Allah(cc)’in takdiri böyledir.

Bütün bu kaçınılmaz hakikatlerin yanında, sıhhatini muhafaza etmek için gayret etmekte ilahi bir mecburiyet ve insani bir sorumluluktur. Hele salgın hastalıklar zamanında, gerek ferdi gerekse umumi, her türlü tedbiri almak ve uygulamak, konulan yasak ve sınırlamalara uymak insani bir sorumluluk olduğu kadar İslami bir vecibedir.

Bu gibi sebeplerin herhangi bir zümrenin günahlarının cezası olması elbette muhtemeldir ancak biz bu ilahi fermanın kesin hikmetini bilmesi düşünülemeyenler sınıfındanız. Hikmetini mutlak olarak Allah(cc)’in bildiği bu gibi konularda, şundan dolayı oldu, bunların cezası demek büyük bir cürettir.

Bir şekilde düşmanlık duyduğumuz ve nefret ettiğimiz insanlara dokunduğunda sevindiğimiz salgın hastalıklar, tıpkı zamanında bazı sahabenin de arasında bulunduğu salih Müslümanların ölümüne sebep olduğu gibi, masum ve salih insanların da ölüm sebebi olabilir.

Allah(cc) umumi bir bela verdiğinde, bundan müstağni olacak kişi ya da toplumların olması muhaldir. Zira dünyaya takdir edilen sünnetullah dediğimiz Allah(cc)’in kevni kanunları, tüm mahlukat için geçerlidir.

Elbette hepimiz bir çok eksik ve hatalarla yaşıyoruz. Allah(cc) hiçbir fert ya da topluma zulmetmez! Başımıza gelenler kendi ellerimizle yaptıklarımız yüzündendir. Ancak hangi vebal ya da günahın hangi ceza ile, ne zaman ve ne şekilde cezalandırılacağını tayin ve takdir eden ancak Allah(cc)’dir.

Neden bu başımıza gelenler diye bir sorumuz varsa, cevabı yine Kur’an’da:

“İnsanların kendi elleriyle yapıp ettikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu; böylece Allah -dönüş yapsınlar diye- işlediklerinin bir kısmını onlara tattırıyor.” (Rum – 41)

Bu tattırılan bir kısmıdır ve eğer Allah(cc) dilerse daha fazlasını da verir. O’na ait olan mülkünde dilediği gibi tasarruf eder, bizden beklenen sadece tevekkül ile boyun eğmek ve kulluğumuzu güzelleştirmek için gayret etmekten ibarettir.

İtiraz etmeyi düşünen, inkar etmeyi düşünen varsa; ya O’nun mülkünü terk edecek ya da O’nun mülkü için takdir ettiği kanunlardan birini -mesela ölüm kanununu- değiştirmeyi başaracak, eğer bunlardan herhangi birini yapmaya gücü yetmiyorsa, boyun eğecek ve kul olmaya karar verecek.

Kainatın düzeni ve dengesi kontrolünde olan Allah(cc)’in şanı çok yücedir ve Allah(cc) mutlak olarak her şeye kadir olandır, gücüne karşı durulamayan, kaderinden kaçılamayan, mülkünden çıkılamayan tek ve yegane ilahtır!

11 Mart 2020

Dünya avucumuzda dönmüyor!


Benlik davası herhalde insanlık tarihinin en eski sıkıntılarından biridir. Adem(a)’ın oğlu Kabil’le başladığını söylemek abartı olmaz.

Bazı şeyler istediğimiz gibi gitmediğinde, keyfimizin kahyası memnun olmadığında, elde etmek istediğimizi kaybettiğimizde ya da emaneten elimizde olan eksildiğinde, hemen devreye giren ve bizi isyankar bir kula veya vicdansız bir canavara dönüştüren benlik kibri veya gururudur.

Gücümüzün yettiklerinden zorla, yetmeyeceğini düşündüklerimizden rica ile, bazen savaşla bazen barışla, hatta dalkavukluk veya hırsızlıkla bile ulaşmayı normal gördüğümüz açlıklarımız, eksiklerimiz ve belki de zevklerimiz var.

Neticede hep dediğim gibi; insanız, eksiğiz, kusur ve isyan genlerimizde var!

Kendimiz için istediklerimizin en azından bir kısmını ya da benzerini, sevdiklerimiz ve değer verdiklerimiz için de isteriz. Bir de acılarına şahitlik ettiklerimiz için, açlıklarına, yokluklarına, bin bir türden acılarına şahitlik ettiklerimiz için istediklerimiz olur. Merhametten nasibi olanlarımız; elbette herhangi bir canın yanmasını istemez, yaranın kanamasına seyirci kalmaz.

Atılan her adımın, yapılan her hayrın, dünya ve insanlar nezdindeki değer ve karşılığından çok daha kesin olan ve emin olduğumuz kısmı; ahirette yani hesap gününde yani iyiliklerin ve kötülüklerin mukayese edileceği gerçek zamanda, yani azlık veya çokluğun değil sadakat ve samimiyetin değer göreceği günde, mutlaka ama mutlaka karşımıza çıkacağıdır.

Bütün mesele; kendi imtihanımızı başarı ile vermekten ibaret. Neyin bizim için imtihan olduğunu bulmamız çok kolay, hele de bugünlerde hemen her şeyden kolaylıkla haberdar olurken, daha da kolaylaşmış durumda.

Uzak diyarlarda, elimizin ermeyeceği ve gücümüzün yetmeyeceği yerlerde birtakım işler oluyor. İnsanlar yalnız ve sadece “Rabbimiz Allah(cc)’tır” dedikleri için, O’na secde etmek istedikleri, O’nun helalleri üzere yaşamak ve haramlarından uzak durmak istedikleri için sokaklarda, meydanlarda ve evlerinde katlediliyorlar.

Peş peşe sayacak olsak, sayfalar dolduracak acılar yaşanıyor ve sürekli devam eden bir abluka, bir soykırım, bir sürgün var.

İşte bu noktada, dikkatinizi çekmek istediğim yer; yaşanan olaylardan bigane, gamsız ve tasasız, umarsız ve duygusuz bir hayat geçirmenin, insani meleke ve İslami hassasiyetlerini kaybetmemiş kimseler için mümkün olmadığıdır.

Aynı şekilde; her katliamın acısını ciğerinde hissetmek, her sürgünün ardından hayattan sürülmek, her acının ağrısını yüreğinde hissetmekte gayet insani bir duygudur.

Ancak abartıldığında ve her şeyden kendini sorumlu görmek gibi bir noktaya savrulduğunda, iki şekilde batağa saplanmak kaçınılmaz oluyor.

Birincisi; kendini değersiz ve etkisiz görerek hatta Allah(cc)’in kudret ve kaderini de unutarak gam ve keder bataklığında boğulmak. Devamında şiirler ve şarkılarla kafa bulup, bir tür acı müptelası, felaket müdavimi olma riski olan bu sürecin sonu, travmatik bir romantizm olabiliyor.
Sonra boğulduğu bataklıkta yaşamayı bir hayat tarzı haline getirip, öylece ölüp gidivermek…

İkincisi ise; acı ve ızdırap hislerinin galebe çaldığı her kalpte olduğu gibi, anlamsız teselliler arayarak gerçekten yapılması gereken ve yapmaya gücümüzün yettiği işleri de unutmak veya terk etmek.

Bunlar, bahsettiğim benlik davasının bize oynadığı nefsani oyunlardan ibaret.

“Her şeye ve herkese ağlamalıyız, her olaydan biz sorumluyuz hesabını vereceğiz, her canın katline ortağız, her malın kaybında dahlimiz var” gibi sonu gelmeyecek ve aslında olayları şuur etmek ile şiir etmek arasında gidip gelen bir haleti ruhiyemiz var.

Hayır, İslamlık; böyle insanı helak eden, kahreden ve kendi duygusal bataklığında boğulmaya terk eden bir hayat şekli değildir. Vicdan sahibi bir insan olmak; her acıdan pay almak değil, gücün yettiği elin erdiği kadar acılara merhem olmaktır.

Dünya avucumuza alamayacağımız kadar büyük, uğrunda çok kahır çekilemeyecek kadar küçüktür.

İşte tam da bu yüzden; şairlerin şiirini yazdığı kavgayı mücahidler verir, yazarların edebiyatını yaptığı fakirlikle zenginler savaşır, şarkıcıların seslendirdiği sevdaların acısını aşıklar yaşar!

İşte tam da bu yüzden; ibret amellerdedir, sözlerde değil…

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...