İnsanın algısı seçicidir malum; kendine cazip ve değerli
geleni, işine yarayacak olanı, kullanılabilme ihtimali çok görüneni ya da
başına bela olanı, canını sıkanı, rahatsız edeni daha çabuk görür, daha çok
kulak kesilir, daha hızlı düşünür, daha yüksek sesle dillendirir.
Bütün duyguları bir senfoni gibi dengeli ve yerinde harekete
geçebilen insanlara biz peygamber diyoruz ya da onlara benzeyen veliler, sonra
derece derece diğer değerli insanlar geliyor. En sona da, her an bir duygu ya
da düşüncesinde değişimler yaşanan, gidip gelmeleri çok, bazen de gelemeyip
kalmalarıyla meşhur, bizim gibi sıradan insanlar geliyor.
Artık algı ya da duyarları takıntıya dönüşmüş, hayatı ve
olayları bir bakış açısıyla değerlendirmeye adapte olmuş, bazı söylemlere ve
eylemlere nefes alıp vermek gibi bağımlı bir hayat yaşayanlarımız bile var.
Gökyüzü bulutlansa acaba batıda havalar nasıl diye o tarafa
bakanlar mı dersiniz; uzak batıda bir kibrit parlasa yüreği yananlar mı
istersiniz?
Hava azıcık ısınsa, küresel ısınan, kışın üşüyünce kabahati
yine küreyi ısıtanlarda bulanlar mı dersiniz; yeşile tapan, ağaçlara çaput
değil ruhunu bağlayanlar mı istersiniz?
Bir silüet sevdasına gönlünü kaptırıp, evi-barkı, tacı-tahtı
terk edenler mi dersiniz; hayatında bir toprak dam altında gece geçirmemiş ama
köy sevdalıları hatta kırsal hastalar mı istersiniz?
Doğal hayat, doğru beslenme, organik gıda zehirlenmesi
yaşayanlar mı istersiniz; eline toprak eli değmemiş, dizini hiç yere koymamış,
tenine diken batmamış, ağaçtan hiç düşmemiş, ‘yetmemiş meyve gibi yetmemiş’
çiftçilik hayalleri kuranlar mı istersiniz?
Hindular kadar çok hayvana tapınan, ataları görüp saygı
duyanları mı dersiniz; etinden ya da sütünden insanlığa herhangi bir fayda olmayan
ama etten ve sütten faydalanmayı zulüm görenler mi istersiniz?
Eskilerde kalan, güne gelemeyen, tarihi tapınaklarda ruhunu teslim
edenler mi istersiniz; hayatında hiç korunma altına alınmış bir evde tadilat
görmeden yaşamak zorunda kalmamış ama her eski şeyi mukaddes zannedenler mi
istersiniz?
Mevcudiyetini ecdadından kalan hatıra ve kalıntılarla ifade
edenler mi dersiniz; kendinden sonraki nesillere bırakacağı hiçbir eseri olmayanlar
mı istersiniz?
Duyulmasa duyarlığı bile hatırlanamayacak kadar gereksiz
duyarları duyanlar mı dersiniz; bağırdığı için sesi yankılanınca destek verenleri
çok zannedenler mi istersiniz?
Tamam hepimiz insanız; birtakım şeylere takılıp kalabiliriz,
insanları bıktıracak kadar bazı şeyleri tekrar ediyor olabiliriz, konuşmalarımız
ve yazdıklarımız herkese ilginç gelmese de biz hep aynı şeyleri yeni bulmuş
gibi şevkle anlatabiliriz.
Ama Allah(cc) için duyarlı olduğumuz yani bir bakıma davasını
güttüğümüz işlere bir de başka açıdan bakmayı deneyelim.
Belki de, küresel ısınma yoktur, Allah(cc)’in kainata
koyduğu ve kusursuz işleyen bir dengenin normal aşamalarından biridir bu yaşananlar.
Belki bunca nüfusa sahip insanlık doğal beslenmemelidir,
kanserojen kullanmalı, hormonlarıyla oynanmış hayvanların ürünlerini
tüketmelidir. Belki de bunca insan için bir ölüm sebebi bulunmalıdır. Kanserler
çoğalmalı, adı duyulmamış hastalıklar çıkmalı, salgınlarla dünya kırılmalıdır.
Komplo teorileri yoktur mesela, belki de büyükler için ‘sam
amcadan masallar’ vardır.
Hani diyoruz ya; Allah(cc) her şeye kadirdir. İşte belki de
tam bu dilimizde çok dolaşan cümleyi idrak etmek için iyi bir zamandır, ihtiyaç
duyduğumuz bir andır bu.
Bütün bunlar onların tuzakları olabilir, planları olabilir,
komploların hepsi gerçek olabilir. Ama bütün gerçeklerden daha hakiki bir
manaya kulak vermek her zaman, imanımıza ve idrakimize uygun olandır.
Bu satırları yazdığım günün önceki akşamında Ayasofya Camii’nin
tekrar cami olarak hizmet vermesi kararı açıklanmıştı. Hayat sembollerle kaim
olur, dünya ve din semboller üzerinde döner. Ayasofya Camii bir semboldür,
işarettir. Herkese bir yön gösterecektir. Yürüyebilene helal olsun.
Diyeceklerim bundan ibarettir.