21 Eylül 2020

Şehirlilik ve medeniyet

Çok büyük sözler ediyor, çok önemli mevzular yazıyor ve konuşuyoruz. Ya da en azından öyle zannediyoruz. Oysa gerçek hayat, sokaklarda ve evlerde yaşanıyor. Fikirler ve edebiyat daha çok satırlarda ve sayfalarda mahpus kalırken, sesler ve kokular caddelerde geziyor.

Medeniyet dediğimiz şeyi, filozoflar konuşurken; aslında köşkerler dikiyor, bakkallar tartıyor.

Kim ve ne olduğunuz önemli değil, sonuçta aynı yolda yürüyor ve aynı kaldırımları kullanıyoruz. Araçlarımızın markası ya da modeli ne olursa olsun, aynı asfaltta ya da aynı tozun toprağın ve taşın üstünde sürüyor, aynı sakızı çiğniyoruz ve yutuyoruz.

Ne kadar zengin olursanız olun, ne kadar pahalı olursa olsun arabanız, ya da tam tersi; yaşadığımız şehrin havasını soluyor ve tamam bazılarımız içme suyunu parayla alsa da, genelde aynı suyu içiyoruz.

Hepimizin ekmeği hamurdan, o da buğdaydan yapılıyor. Kimisi içine birkaç çeşit tahıl katsa da, neticede ekmek ekmektir.

Şehir şehir midir peki? Ne kadar şehirdir ya da?

Köyle kenti ayıran nedir?

Eskiden olsa kolaydı bu sorunun cevabı; “köylerde sokaklarda çöp bidonları olmaz” der bitirirdik. Ha köylerde de çöp üretiyordu eskiden insanlar ama ne hikmetse şimdiki gibi çöp bidonları olmasa da köy sokaklarında ne teneke kutulara ne de plastik poşetlere rastlanırdı. Ne yapardı sahi köylüler çöplerini?

Hatırlayanınız vardır belki. Yanabilecek bütün çöpler yakılırdı mesela. Gömülmesi gerekenler toprağa verilirdi.

Kimse çevreci değildi ama ne yerlerde çöp olurdu, ne de bir şey zayi edilirdi.

Sonra şehirli oldular. Öyle ya, bu halkın çoğu bir zamanlar köylüydü. Köylerden kente göç ettiler ve şehirli oldular. Çevrecilik moda oldu ama geçmişim köyleri kadar temiz olamadı şehirlerimiz!

Köylerde binekler döneceği yere kendiliğinden giderdi ve sinyal vermezdi eşekler! Sürüler halinde koyunlar dalsa da sokaklara, her koyun döneceği köşeye yanaşır, diğerlerinin yolunu kesmezdi. Aksamazdı trafik köylerde. Araç yoktu çünkü hepsi canlıydı.

Şehirdeki araçların içinde canlı olduğundan emin olamıyoruz bazen! Mesela bir siren sesi duyduğunda “yol vermeliyim” telaşına düşmeyenin canlı olma ihtimali elbette vardır ama türü hakkında düşünmek gerekir.

Duyduğun sirenin neye ve kime ait olduğunun ne önemi var? Ya cana ya mala bir zarar gelme ihtimali vardır ki, o acı acı çalıyordur. Yalan olsa da sana ne? Sen insanlığını göster, görmeyen utansın!

Biraz ağır olabilir ama bazı şeyleri açıkça söylemek lazım. Bu yazılarla aklıma takılan sorulara cevap arayamaya çalışacağım. Umarım sizlerin de sorularına cevap buluruz birlikte.

Mesela şunları düşünüyorum:

Kaldırımlara tüküren bir şehir sakini ne kadar şehirlidir, bu kişi için belediye kaldırım yapmalı mıdır?

Arabasının camından caddeye, sigara izmaritini ya da başka bir çöpünü atabilen biri için belediyeler caddelere asfalt yapmalı mıdır?

Kaldırımları kullanmayı bilmeyen ve sürekli caddede yürümeyi tercih ederek, trafiği aksatan, sürücüleri engelleyen ve kendi canını da tehlikeye atan biri için belediyeler kaldırım yapmalı mıdır?

Şerit kullanmayı bilmeyen, değiştirirken sinyal vermeyen, döneceği şeride yanaşmayan bir araç sürücüsü için belediyeler yol yapmalı mıdır? Yollara çizgiler çekmek için masraf etmeli midir?

İnsanlara canlarının istediği yerden karşıya geçemeyeceklerini öğretmekten umudunu kesen ve kaldırımları demir bariyerlerle kapatan bir belediye yanlış bir iş mi yapmış sayılır?

Trafik ışıklı kavşaklara normal şeridin yanında bir de imdat şeridi bırakan, itfaiye ve ambulans gibi acil durum araçlarının kavşaklarda mahsur kalması cana ve mala mal olacağından, bunların geçmesini hesaplayarak yol yapınca, şehir sürücülerinin hemen o alanı da yeni bir ek şerit olarak kullanması üzerine, kavşakları daraltan ve ek şerit oluşturulmasını engellemek için çaba sarf eden belediyeler ne yapmak istemektedir?

Asfalta aralıklı ya da kesintisiz çizilen çizgileri anlamayan sürücülere neyi anlatmak mümkündür mesela bilmek isterdim…

Aslında belediyelere de yazacak çok şeyim var elbette ama iğneyi kendimize batırmakla başlamış olayım. Gelecek haftalarda artık kime denk gelirse çuvaldız!

16 Eylül 2020

Bakışımın özeti bu kadar

 


Hayata ve sonrasına bakışın, hayattaki ve sonrasındaki meselelerin görünüşünü de değiştireceği gibi bir gerçeklik var. Nasıl bakarsak öyle görüyoruz neticede.

Hayata sırf hayattan ibaret bakınca gördüğümüzde, dünyalıkların göz boyayan ve doyulamayan lezzeti gibi sahte bir manzara çiziliyor ve ona dalıp gidiyoruz. Sonrası olmayan bir hayatın değeri her şeyin üstüne çıkabilir elbette.

Şu devranın nefisleri en çok cezbeden nimeti; güç ve zenginlik olunca, dünyalıkların zirvesi de bunlar oluyor. Güç ve zenginliği elde edenler, dünya piramidinin en tepe noktasında oturuyorlar.

Dünyalık makam ve zenginlikler, burada üçgenin tepe noktası gibi görülse de, ahiret için üçgen ters dönmüş, kişi gittikçe genişleyen ve ağırlaşan bir yükü sırtlamış demektir.

Bunun dini ya da devleti de olmuyor; her halukarda önde gidenler arkasındakilerin yükünü sırtlamış olarak dirilecekler.

Biz Müslümanların, emir ve alimlere hürmet ve muhabbetimizin ardında yatan bir sebep de budur; ahiret namına bizi sırtlarında taşıyorlar daha ne yapsınlar?

Ancak onlar, dünyalık olarak bizi sırtlarından atıp, kendileri bizim sırtımıza binmek isterlerse, denge bozulur, fıtri düzen yıkılır.

İdareciler ya da alimler, Müslümanların sırtında durup dünyalık peşine düştüklerinde, bizim bütün varlığımızı asfalt serer gibi serdiğimiz yol olan “sıratı müstakim” terk edilmiş olur. Artık çıkılan yolun sonu bizim ahiret hedeflerimize varmıyor demektir.

İdareciler için İslam ve Müslümanlar, iktidar payandası olarak kullanılmaya başladığında felakete yol açılmış demektir. Alimler için ise; kendilerine hürmet ve muhabbet, kazanca dönüştüğünde veya şahısları krallar makamına yükseltildiğine yolların ayrıldığı kavşağa gelinmiş demektir.

İdaresi altındaki insanların yükünü sırtlamak ile peşinden gelenlerin sorumluluğunu yüklenmek aynı derecede ağır yüklerdir ve doğal olarak; yetki ve otorite verilmesine yol açtığı kadar, sorumluluk ve vebal yüklenilmesine de kapıları açar.

Elbette Müslümanların dünya nimetlerinden faydalanmasında, helal olmak şartıyla herhangi bir engel yoktur. Ancak Müslümanların sırtına binerek, onların kazandıklarından pay alarak, devlet ya da dergah veyahut medrese hesabından zenginleşen, saltanat kuran ve yürütenlerin, yaptıkları helal bir zenginlik olmadığı gibi, tevillerle mazur gösterilecek bir yanı da olmaz.

Biz idarecilerin saray ve tahtlarının oluşunu tartışırken, bir de alim ve şeyhlerin tahtlarını tevil edecek bir saçmalığa mahkum olmamalıyız.

Keskin çizgiler bellidir:

Muhammed(sas), en insanların en hayırlısı idi ve O’nun tahtı olmadığı gibi, doyasıya bırakın beyaz ekmeği, kara ve kuru arpa ekmeğini doyasıya yiyemeden bir ömür geçirdi. Şimdi karşımıza sunulan ve O’nun mirasçıları olarak takdim edilen, mehdilikle taltif edilen, örnek ve önder lider ya da mürşit olarak takdim edilen insanların, helalinden rahat bir hayat sürme hakları yok demiyorum ama karşımıza saltanat süren birer dünyalık sevdalısı olarak çıkmalarını da kabul edemiyorum.

Belki dediğim gibi biraz keskin çizgiler çiziyorum ama bu kadar gevşettiğimizde karşımıza çıkanları da her birlikte görüyoruz.

Utanmadan, arkadaşının dünyalık saltanatını, ismini bu cümleye katmayı edepsizlik saydığım bir sahabenin hali ile mukayese ederek; “onlar yıldızlar gibidir, bizim efendi de bu saltanat süren sahabeye uyuyor” gibi, akla ve hayale, dine ve imana, mantığa ve ahlaka sığmayan bir yorum ve teville normal göstermeye çalışan sahtekarlıkları da gördük.

Müslümanların umumunun dertli ve fakru zaruret içinde olduğu dönemlerde, Rasulullah(sas)’in hanelerinde bir günlük bile yetecek kadar yiyecek bulunmazdı. Dağıtırlardı çünkü. Ancak rahatlık ve genişlik zamanlarında bir yıllığa kadar yayılabilecek erzakın varlığı da rivayetlere girmiştir.

Demek ki, helal olan bazı haller; Müslümanların genel durumu ile mukayese edildiğinde saltanat gibi görülüyorsa artık onlarla safa sürmek -en hafif tabirle- uygun olmaz.

Zenginlik ve rahatlığın caiz olduğu ve İslam’ın bu gibi nimetlerin sahiplerini hayra teşvikten başka bir şeyle muhatap kılmadığı hepimizin malumu. Bu manada, Müslümanlar zengin düşmanı olamaz. Ancak karşımıza örnek, önder, mehdi, şeyh veya alim diye çıkanlara baktığımızda, Rasulullah(sas) ve sahabesini hatırlamak isteriz.

Bu kadar basit aslında. Evet İslam, bir şekiller ve semboller dinidir. Şeklinde ve suretinde, hayat tarzında ve siretinde, sünnete uygunluk görmediklerimize tabi olamayız.

Allah(cc)’den başkasına minnet etmemek, Rasulullah(sas)’den başkasına tabi olmamak, sahabeden başkasına yıldız muamelesi yapmamak, selefin salih imamlarından başkasına dinde söz hakkı vermemek; işte benim bakışımın özeti bu kadar. Gerisinin değeri bunlara verdiği değer kadardır, bunlara benzediği kadardır, bunları hatırlattığı kadardır.

11 Eylül 2020

İnanca saygı, düşünceye özgürlük!

 


Teoride hemen herkesin kabul ettiği inanca saygı gibi bir çağdaş erdem göstergesi var. Üstüne bir de düşünce özgürlüğü eklenince, sloganlarımızı süsleyen bu ikiliyi hepimiz bir yerlerde kullanmışızdır.

Batılı çağdaş ve medeni(!) ülkelerin, bize dayattıkları bu ikiliyi pek sevmiştik aslında ama nasıl oluyorsa bir yerlerde konu biz olunca, uluslararası arenada aslanların önüne parçalanmak üzere atılan bizim kutsallarımız olunca, ne hikmetse bir anda bu süslü sloganlar tersine dönmeye başlıyor.

Bir bakıyoruz, adamların aleme pazarladığı sloganların içeriğini biz onlara anlatmaya, ikna etmeye çalışıyoruz. İnsan haklarından, inanca saygıdan dem vuruyoruz. Ne kadar güzel anlatırsak anlatalım, fayda etmiyor. Kırk dereden getirdiğimiz sular, kurumuş beyinlere işlemiyor.

Sıkıntı şurada; biz, bir kutsalı olmayan insanlara kutsala hakaretin özgürlük olamayacağını anlatmaya çalışıyoruz.

Peki kutsalı olmayan insan olabilir mi, insan kalabilir mi? Vardır bir kutsalları diye düşünüp, oradan onların anlayış damarına dokunmaya çalışıyoruz.

Onların da kutsalı “özgürlük” sanıyorum; özgürlüğe tapıyorlar, uğrunda her şeyi çiğnemeyi normal görüyorlar. Nasıl bir tapınma ise, bizim nesillerimizi özgürlük putlarının önünde kurban olarak kesiyorlar. Bizim kutsallarımızı putlarının ayakları altına layık görüyorlar.

Bir de, bir şey hiç değişmiyor.

Dünyanın her yerinde, “düşünce özgürlüğü” savunucuları illaki bir yolunu bulup, İslam’ı ve Müslümanları bu kapsamın dışında bırakıyorlar. Ne hikmetse, her yere ve her şeye geçen bu özgürlük bize işlemiyor. Ama bize yönelikse zincirler fora. Bize hakaret varsa, kutsallarımıza hakaret varsa, kesin orada bir düşünce özgürlüğü peydahlanıyor.

Normal insanlar için 5 temel “kutsal” olur; akıl, can, mal, nesil ve din. Bunlardan eksilmeler oldukça o insanın insanlığından da eksilmeler olur. Bunları muhafaza etmek, hakaret ve her türlü saldırıdan korumak insanlığın gereğidir. İnsan, bunlar için yaşar, ölür ya da öldürür.

Dünyanın bütün kavram ve kuramları, bu değerlerle çatıştığında değerini kaybeder. İnsanların canlarına ve mallarına dokunan bir fikrin, koruyamayan idealin insana verebileceği özgürlük değildir. Aklımızı kullanmaya mani olan, dinimizi mukaddes bilmeyen bir devranın, bize verebileceği saygı değildir.

Batılıların kendi menfaatleri uğruna, gerektiğinde kendi seçtikleri değerleri bile tatile gönderecek kadar keyif sahibi olduğunu artık gidişatı takip eden herkes ayan beyan görebiliyor.

Batı bütün zenginliğine/gelişmişliğine rağmen dünyanın en bağnaz toplumudur. Kendi lehlerine olan bir yalana inanmakta ve savunmakta üstlerine yoktur. Aslında onlara göre dünyanın geri kalanı asla haklı ya da doğru olamaz.

İslam’ın ve Müslümanların, onların hegemonyasına çelme takacağını çok iyi biliyorlar. Başkalarına reva gördükleri muamelenin yanlışlığının pek ala onlar da farkında. Fakat dünyanın sefası ve zenginliğini kendilerine hak ve layık gördüklerinden; her işlerine, her zulümlerine, her vahşetlerine mantıklı bir izahat buluyorlar.

Biz, Avrupalı sömürgecilere tarihlerinde yaptıkları katliamları hatırlatıyoruz ama bir etkisi olmuyor. Çünkü onlar için o yaptıkları bir utanç değil bir gereklilik geliyor.

Ne Fransa ne Belçika, Afrika’da işledikleri katliamların hesabını hiç vermediler. Hollanda, Açe’ye 25 yıl yağdırdığı top mermilerinin sayısını bile hesap etmedi. Amerika yerlilerini yok eden soykırımı İspanyollar ve İngilizler, kendileri için bir hak gördüler. Tıpkı Afrika’dan getirdikleri ve köle yaptıkları milyonlarca kara derili elmas adamın ve kadının ve çocuklarının hesabını tutmadıkları gibi. Elde ettikleri bugünün zenginliğini onların sırtından kazandıklarını hatırlamak bile istemiyorlar.

Şimdilerde yüksek mevkilerden, yüksek sesle bunlara geçmişleri hatırlatılıyor ama tenezzül edip cevap bile vermemeleri bundan.

Doğu Akdeniz’de kimin haklı olduğunun ya da kimin ne hakkının olduğunun batı için bir değeri yoktur, olmayacaktır. Onlar tabii ki kendilerinden olanın tarafında cansiperane saf tutacaklardır. Tıpkı Irak’a, Suriye’ye ve Yemen’e olanları, ağızlarını yaya yaya seyrettikleri gibi, Libya’da olanları da seyrettiler.

Ha bir de özgürlük kadar paraya da tapıyorlar; refaha ve zenginliğe secde ediyorlar, rahat evlere, gelişmiş şehirlere, lüks ulaşım araçlarına, sterilize yiyeceklere rüku ediyorlar. Bankaların kapılarında kaideyi ahirede oturuyor ve parlak ışıklı reklam tabelalarına selamlar veriyorlar.

Şimdi birileri onların tanrılarına el uzatmış gibi geliyordur onlara. Hak biliyorlar ya sahiplik hakkı, onların kutsalı bu; para ve özgürlük onların hakkı. Başkası el uzatınca mağdur rolleri de bundan…

 

03 Eylül 2020

Dinde kimsenin ayrıcalığı yoktur

 

Hayatın standartlarından bazıları vardır; aksadıklarında insanı bırakın bir yerlere gitmeyi, olduğu yerde tepetaklak çevrilmeye ve devrilmeye mahkum ederler.

Bize pek basit gibi gelen dünya kanunudurlar ama ilahi fermanın değişmez hükümleri olduklarından, uymayanı uydurur, çiğnemeye kalkanı ezer geçerler.

İşte mesela; yüksekten düşen incinir, nefes alamayan boğulur, yol bilmeyen kaybolur, kalbi duran genellikle ölür, gibi sabitlerden bahsediyorum.

Bunların, yaratılışın ayetleri olduklarını ve insanların bunlara hükmedemeyeceğini, değiştiremeyeceğini not edip devam edelim. Ölüme çare bulamamak gibidir neticede bunlar. Boyun eğmek zorundayızdır.

Bu sebeplerden zarar görmemek için birtakım tedbirler bulunur ve onlarla bazıları bir süreliğine tatil edilebilir. Yüksekten düşene paraşüt takmak, nefes alamayanı entübe etmek, yol bilmeyene tarif etmek ve kalbi durana kalp masajı yapmak gibi bazı yollar ve yordamlar bulunur.

Tabi en güzeli ve garantili olanı o hallere girmemek için gayret etmektir.

İnsanın fikri ve kalbi de böyledir; yüksekten düşerse çok incinir, nefes alamazsa boğulur, yolunu bulamazsa kaybolur, düşüncesi durursa ölür.

İşte İslam, fıtri bir hayat düzeni olarak sadece yürüyüşümüzü değil, fikrimizi de terbiye ederek, gereksiz maceralara kapılmamızı engeller ki, nimetimiz felaketimiz olmasın.

Öyle kendimizi bir şey sanıp, uçmamızı istemez İslam; sonra o yüksekten düşünce incinmeyelim diye.

Aklımızı zorlayıp nefesini tıkamamızı istemez İslam; sonra fikrimizin sığ sularında boğulup gitmeyelim diye.

Kendi başımıza bir yol tutup gitmemizi istemez İslam; sonra o yolun çıkmazında kaybolmayalım diye.

Hissiz ve ruhsuz olmamızı istemez İslam; sonra kalbi ölüler kervanına kapılıp cehenneme gitmeyelim diye.

İşte bütün bu kişisel sıkıntılarımızın çaresi olarak; fikir ve eylemlerimizi, Kur’an ve Sünnet çerçevesi içine oturtan bir tablo olarak çizip elimize verir. Allah(cc)’in boyasıyla boyanmış bir tablodur bu, üstüne rastgele malzemelerle çizik atılsa hemen görülür, bir yeri zedelense orijinalliği bozulur.

Aklımız ve fikrimiz durmaz elbette; kurcalamak ister, oynamak ister. İçimizde bir çocuk yaramazlık peşindedir hep. Hem dünya oyun ve eğlence yeridir zaten, diye kıpırdar bir yanımız.

Hele bir de, bu fikrin ve aklın sahibi, peşinden birilerinin yürüdüğü hatta birilerinin seyrettiği biri ise; o oyunlar ve o eğlenceler, karanlık bir korku tiyatrosuna döner. Ne kendisi kalır, ne adını taşıdığı İslam.

Bu kaygan zemine basmamak ve doğru bir yol takip ediyor zannıyla, kendi felaketine zemin hazırlamamak için, bazı kıstaslara dikkat etmemiz gerekiyor.

Her birimiz, hakkı ve batılı, doğruyu ve yanlışı ancak kendi bildiklerimizle ölçeriz ve aslında imanlı bir kalp için biraz bilgi ve biraz his çok şeyi ayırt etmeye yarayacak kadar büyük imkanlar sunar. Fakat her nasılsa tevil etmek gibi bir tuzağa düşüveririz çoğu zaman.

Oysa İslam; aramızdan hiçbirine ve hiçbirimize, herhangi bir ayrıcalık tanımaz!

Haramlar ve helaller, içimizdeki en az bilenimiz ve en az amel edenimizle, en çok bilenimiz ve en çok amel edenimiz arasında hiçbir fark göstermez.

Daha açık ifade edecek olursak; halka haram olan müftüye de haramdır, müride yasak olan şeyhe de yasaktır, ferdin uzak durması gereken şeyden liderin de uzak durması gerekir. Farzlar ve sünnetler de hakeza öyle.

Bir yerde veya bir şahısta, din hususunda ve dinin aslına muhalif olarak, kendine özel helaller ve haramlar tayin ve tespit etmek gibi bir hal gördüğümüzde oradan şeytandan kaçar gibi kaçmamız icap eder.

Hayatta olduğu sürece, Rasulullah(sas)’den kalkmayan kalem, bir başka faniden asla kalkmaz.

Hiçbir şeyh ya da hoca, Rasulullah(sas)’den farklı veya sahabeden iyi bir İslami yaşam şekli ortaya koyamaz.

Aldanmamanın ilk yolu, saygı ve sevgi ile bu bahsettiğimiz ayrıcalık hakkını karıştırmamaktır. Bir alimi sevmek ve ona hürmet etmek ile ona dinde özel bir yer tayin edip, helal ve haramlarda ayrıcalık tanımak asla bir olmaz.

Ha bir de aldanmamak için, kocaman reklam tabelalarında yazan bir hakikat vardır: Ben mehdiyim diyen yalancıdır, kaçın ondan, uzak durun. Aslında ben bir şeyim diyen, hiçbir şeydir.

Kendisine tabi olunacak, ilminden ve takvasından faydalanılacak, hayatımıza rehber edinilecek yaşayan birini arıyorsanız, onun Rasulullah(sas)’e ve sahabesine ne kadar benzediğine bakın.

Ve bir yerde bir yamuk gördüğünüzde onu tevil etmeyin. Yanlışın yanlış olduğunu söyleyin. Eğer dinler ve düzeltirlerse umut var demektir.

Samimi her mü’min, İslam ile dünya ve ahiret saadetini elde etmeyi hedefler. Bu, uğruna hayatlarımızı, keyiflerimizi ve bütün varımızı yoğumuzu feda etmeye hazır olduğumuz hedefi, birilerinin ifsat etmesine, gayretlerimizi boşa çıkarmasına, razı olamayız. Olmamalıyız…

27 Ağustos 2020

Bizi yüreğimizden vuruyorlar

 


Bir şeylerin ters gittiğini, onların dillerinin uzamasından anlıyorum. Demek ki bir yanımızda bir büyük eksiğimiz var, hatamız var diye kederleniyorum.

Hele adı gözbebeğimizden daha değerli, hatırası canımızdan yüksek, getirdiği milyonlar hakikatten bir tanesi için kellemizi perva etmeden vereceğimiz Allah’ın Rasulü Muhammed(a.s.)’a dilleri uzanınca, yüreğimizin tam üstünden bir kurşun yemiş kadar canımız yanıyor.

Kurşun diyorum özellikle, biliyorum onlarda bir ok atımı kadar yayı gerecek kadar bile yürek yok çünkü! Ama bizi vuracak kurşunun çıkacağı namlunun horozunu düşürecek bir haysiyetsiz her zaman bulunuyor!

Yapmayın bunu diyoruz, anlamıyorlar! Etmeyin, canımızı yakmayın diyoruz, aldırmıyorlar!

Ne desek boş, anlamıyorlar bizi…

Anlatamıyoruz galiba deyip işte onu denemek istiyorum bugün.

Bakın efendiler!

Size efendiler dedimse bunu iltifat saymayın. Bu sizi adam yerine koyup muhatap aldığımızın işareti olarak kalsın sadece. Efendi deriz ki, belki efendi olacağınız tutar, belli mi olur? Umutsuz nice hasta iyileşir, nice amanın gözü açılır, nice kalbin mührü takdirde varsa çözülür. Bakarsın sizin de çözülecek bir buzunuz vardır, açılıverir ciğeriniz ve nefes alırsınız. Neden olmasın?

İşte bu efendi kısmına seslenmek istiyorum, her insanın içinde kırıntısı da olsa bir efendilik vardır diye.

İnsanları hayata bağlayan değerler vardır ve hayattan koparılmayı göze aldırtan değerler. İnsanlar yaşamak isterler genelde, yaşamak bir temel fıtri histir bizim için ama bir yanımızda hazır duran bir kaynar bir kazan taşıdığımızı hatırlatmak isterim.

Canımızdan aziz bildiklerimize dokunursanız, canımız yanar. Kazanımız kaynar! Bir anda dünya silinir gözümüzden ve biz hayatın da ölümün de Allah için olması gerektiğini hep aklımızda tutarız. Allah’ın sevin dediğine canımızı veririz, yoksa o emre muhalefetten canımız çıksın!

Lafı eveleyip gevelemeyin.

Şunu biliyoruz ki; Muhammed(sas)’e dil uzatanın dini ve imanı yoktur! Dil uzatmanın adının küfür ya da espri olması arasında da bir fark da yoktur.

Bulacağınız hiçbir mantıklı sebep sizi bu dinde tutmaya yetmeyecektir. Ve dahası dünyalık tevbesi de yoktur bu işin.

Bakın anlatmaya çalışıyorum ama sakin kalamıyorum. Çünkü yüreğimde bir okla konuşmak bir yana, yazmak diğer yana, nefes almak bile çekilmez bir ızdırap…

Siz de çok iyi bilirsiniz; kutsalına dokunulan insan, karşısındakinin kutsallarını tanımaz hale dönüşür. Yapmayın o halde bunu. Ne geçecek elinize? Kargaşa mı istiyorsunuz, sövgü mü? Yoksa birilerinden alacağınız övgü mü var?

Satılık bir ciğerden çıkan kokuşmuş nefeslerin, mübarek adını, ne dillerine ne de ellerine almamaları gereken, bizim için mukaddes insanlar var bu alemde ve bunların ilki ve ilk sırada geleni Muhammed(sas)’dir.

Bize espri yapmayın arkadaşım!

Gidip mezhebi geniş birilerini bulun kutsalıyla alay etmek için, bizden ırak olun. Bizim yolumuzun bu kısmı çok dar, kimse sığmaz yanımıza…

Arada unutulmasın, gözden kaçırılmasın ama bakın biz, bir tek sünnet için bir hayattan vazgeçebilecek kadar seviyoruz O’nu. Bir sözü yere düşmesin diye, yere düşmeyi göze alacak kadar. Hoşunuza gitmeyebilir, işinize gelmeyebilir ama bizde durum bu. Sizden buna uygun davranmanızı bekliyoruz.

 

25 Ağustos 2020

İsteyene bir tezkire: Malazgirt'e giden yol

Ahsa'nın çöllerinden Sapanca'nın bulutlarına, Harezm'in otlaklarından Kudüs'ün surlarına nice memlekete at sırtında koşturdum. Müslümanlar için can aldım, can verdim. Türkler için vatan aradım. İşte bu anlatacağım bir hayat ve isteyene tezkiredir.

Babam Eksük Allah'a kavuştuğundan beri Kayı'nın seçkin evlatlarından olan obamız, Sultan Alparslan Muhammed'e, bana ve kardeşim Alpkuş'a emanet.

Hakanlarımız geçmişten beri bize ulaşmamız için büyük ya da küçük bir amaç verdiler. Daha fazla yay ve at isteyen her oba, yaylarını ve atlarını bunlara ulaşmak için kullandılar. Bu, at sırtında yaşayan devletin ve milletin hayatta kalma kuralıdır.

Sultan Muhammed de istisna değil. Bize, babamla katıldığım akınlardan zaten bildiğim memleketleri, ötesinde, ezanın "hayyalel hayru amel" olarak okunduğu diyarları ve bizi Araplar kadar zengin edebilecek Akdeniz benderlerini hedef tuttu. Ben ve Alpkuş onun çift kanatlı yolundayız.

Harezm'in otlaklarının beslediği kendileriyle tek bir ruh olarak hareket ettiğimiz atlarımız, kullanmakta mükemmel olmasak çoktan açlıktan ölmüş olacağımız ve hatta bir millet bile olamayacağımız yaylarımız, Dünya'daki en iyi zırh olan hızımız,

Binbir akında tecrübelenmiş alplerimiz, bozkır taktiklerini her zaman ve şartta düşman üzerine boca eden beylerimiz,biz hepimiz, Sultanımızı yıldırımı takip eden gök gürültüsü gibi takip ediyoruz.

Bahar. Ahlat'tayız. Kendisine yay uzatıldığında,"Hangi göz? Sağ mı Sol mu?" diye soran 3000 kişiyiz. Sultanımızın ne yaparsa yapsın, ordumuzda başka kim olursa olsun güvendiği sadece bizleriz. 

Hedefimiz Haleb. Düzelteceğimiz bir hutbe ve bir de ezan var. Yolumuz Diyar-ı Bekr'den geçiyor. Mervan oğlu Nasr sultanımızın bir kulu olarak onu mutlaka karşılayacak ve ona bağlılığını tekrar sunacaktır.

Elbette Sultanımızı karşıladı. Hediyeler ile birlikte yüz bin dinar takdim etti. Tebasından herkes Sultanımızın çizdiği amaç için üzerine düşeni mutlaka yapar. Bazısı yayın kirişini, bazısı da keselerin iplerini çeker.

Diyar-ı Bekr'in merkezi Amid'e vardık. Sultanımız elini surlara ve sonra da göğsüne sürdü. İnşallah bu ona da bize de uğur getirecek.

Atlarımız ve deri kırbalarımız Diclenin suyuyla doldu. Sultanımız önümüzde, güneş ve çıkardığımız toz arkamızda. Zira bir ordu asla güneşe doğru yürütülmez.

Binlerce nalın çıkardığı ses ve toz biz Türkler için sadece ses ve toz değildir. Bir sonraki cenge kadar kentisiz süren yüreklendirici bir konuşmadır. Allah yolunda olduğu zaman da bir zikirdir. Cezirenin düzlüklerine, Diyar-ı Mudar'ın kalbine varmak üzereyiz.

Cezire'nin diğer büyük suyuna vardık. Emirü'l Müminin Hattab oğlu Ömer'in emriyle, kendilerine asla fenalık edilmeyecek olan Süryaniler buraya "Burat", Araplar "Furat", Farisiler de "Fırat" der. Burada bir vakit dinleneceğiz.

Müslüman Türklerin dinlenmesi, Rum kafirleri gibi gözcüler dşında diğer askerlerin içkiden gözünün önünü göremediği bir dinlenme değildir. Babamla akınlarımda öldürdüğüm ayakta sallanan Bizans askeri, attığım okun ensesinden çıkmasını mertçe bekleyenden fazlaydı.

Bizi şerefli, hayatta ve güçlü tutanlar cengimiz, atlarımız ve yaylarımızdır. Bunlarda asla gevşeyemez, beceriksizlik gösteremeyiz. Bu yüzden dinlenirken bile talime devam ederiz.

Ahlat'tan Haleb'e giden yol boyunca, geniş Türk obalarını bu yeni memleketleri yurt ederken gördüm. Obalar, iki büyük sudan Fırat'ın doğusunda daha yoğunlar. Bu yeni memleketler inşallah tamamen bize yurt olacak.

“Oğuz ili göçünü çekip yürümediğin yol var mı? Evini tutup oturmadığın yurt var mı?”

Haleb'e 8 fersahta, El Bab'ul Buzaa'dayız. Ufakça bir tepenin eteğinde 4-5 çiftliğin olduğu bir köy. Allah'ın buranın düzlüklerine verdiği bereket, bize verdiği cesaret kadar bol. Atlılar sultanımıza gelip gidiyorlar. Belli ki Haleb'te casuslarımız zaten hazırmış.

Mekke'li müşriklerin, Allah'ın Rasulüne ve onun ashabına ettiği binbir türlü işkence ve zulümden dolayı, Rasulullah ve ashabının dinlerini rahatça yaşamak için Medine'ye hicretlerinden 463 sene sonra, Türklerin Sultanı, Sultan Muhammed, Haleb'e vardı.

Haleb'in karşısına otağını kurarken, askerlerinden ve beylerinden gür sesle Ezan-ı Muhammed'i yi okumalarını istedi. Bunu yapmasındaki maksat şehrin Şii yöneticilerine gelme sebebinin ezanı doğru şekline çevirmek olduğunu göstermekti.

Şehrin hakimi Mahmud, sultanımızı karşılamadı. Gönderdiği elçi, cuma hutbesinin Halifemiz adına okunduğunu söyledi. Sultanımız da ona "Onlar Şii ezanını okutmaya devam ettikten sonra, hutbe okumuşlar ne ifade eder? Mutlaka huzuruma gelip yer öpmesi gerekir" dedi.

Mahmud buna da yanaşmadı. Uzunca bir süredir bu diyarlarda güçlü bir ordu görülmediği ve Mısır'daki Fatimi çıbandan destek bulduğu için bu kadar cesur davrandı. Ona gerçek cesareti göstereceğiz.

Şehri sardık. Duvarların önündeki ilk çatışmada, daha yanımıza varamadan, kan ve çığlıkla yere düşen zavallılar ve önümüze bile yetişemeyen okları bize de onlara da durumlarımız hakkında epey iyi bir bilgi verdi.

Sarılmış halde iken şehrin erzağı ve suyu biteceği için kısa zamanda tekrar bir yarma hareketi yapacaklardır. Sultanımız bunu biliyor. Sadaklarımıza avlanırken kullandığımız oklardan da koymamızı emretti.

Avlanırken, kemikten temreninin iki tarafını da deldiğimiz okları kullanırız. Normal temren gibi delici değildir ama bir hayvanı sersemletecek kadar serttir. Sırrı ise havada aynı kuş sesine benzeyen ıslık sesi çıkarıp hayvanı durdurup merak ile bekletmesidir.

Bekleyerek sabit hale gelen av, artık neredeyse sofradadır.

Sultanımızın biz beylerine anlattığına göre; Haleb'in yöneticileri Şii olmasına rağmen, askerlerin ve halkın çok büyük çoğunluğu Ebu Bekr'e de sevgi ve saygı duyuyor. İnancımızın burada, gelecekte de güçlü olması için şehir kanla değil sulh ile alınmalı.

Bizlere emri, Halebliler savaşmak için tekrar dışarı çıktığında, av oklarımızı başlarının üzerinden uçurup daha önce pek cılızını duyukları ok sesini, sağır edecek kadar onlara duyurmak. Bu sesler, onların kalplerine korku salacak.

Kılıcın kılıca sürttüğünde çıkardığı korkunç sesin binlercesini kendilerini öldürebilecek oklardan ve başlarının hemen üzerinde duyunca bir süre korkudan şaşırıp sağa sola koştular. Ok yağmuru devam etti ve son askerlerde şehre geri kaçtı. Artık bizimle asla yüzleşemezler.

Kendisi için umut kalmadığını anlayan Mahmud, annesiyle birlikte bir akşam sultanın otağına gelip teslimiyetini bildirdi.Sultanımız da onu affedip geri gönderdi.Sultanımız Haleb'in sabah ezanını da dinleyip,Akdeniz'e devam edeceğimizi emretti.

"... Hayye ale's-salâh, Hayye ale's-salâh Hayye ale'l Felah, Hayya ale'l Felah Es Salet'ü Hayrun Min En'Nevm, Es Salet'ü Hayrun Min En'Mevm..."

Atlarımızı Ebü'l Hasan Kuveyk nehrinde suluyoruz ve Rum Denizi benderlerine varmak üzere Haleb' ten ayrılmaya hazırız.

Dımaşk yönüne henüz bir günlük yol aldık ki, Sultanımıza, Rumlardan elçi geldi. Elçi "Menbiç, Ahlat ve Malazgirt'in Bizans'a geri verilmesini", yoksa İmparatorun kuvvetli bir orduyla harekete geçeceğini bildirdi. Sultanımız elçiyi sert bir karşılık ile kovdu.

Sultanımıza gelen haberler de bunu doğruluyor. Çok büyük bir Rum ordusu Erzurum yönünde ilerliyor. Sultanımız ordudan bir kısım asker ile Emir Aytekin'e bu sefere devam etmesini emredip geri kalan bizler ile Ahlat'a dönmek üzere derhal harekete geçti.

Bu Rum İmparatoru ta Konstantiniyye'den kalkıp kalabalık ordularla buralara ilk defa gelmiyor. Tekrar geliyor olmasının sebebi ise Sultanımızın mülkünden hiç bir şey koparamamış ve geri dönmek zorunda kalmış olması. Allah'ın izni ile aynı olacak.

Gelirken Fırat'ı geçtiğimiz yerden tekrar geri dönüyoruz. Fırat kıyısındaki obalardan Haleb seferine giderken bize katılanlar Ahlat'a devam etmeyeceklerini, Sultan'a ganimet için katıldıklarını ve yorulduklarını bildirdiler.

Sultanımız bir mukabelede bulunmadı ve isteklerini kabul etti. Ama biz beyleri hepimiz biliyorduk ki bu cihada ve töreye büyük hilaftı. Eğer acil ve zor bir durum içinde olmasaydık Sultanımız ve biz beyleri onlara cihadı ve töreyi tekrar öğretirdik.

Her halükarda cihadı ve töreyi bilmedikleri ortaya çıkmış kişilerle böyle hayati bir mücadeleye çıkılmazdı. Bu ayrılışları da bize bir hayr oldu. Allah'a hamd olsun.

Meyyafarikin'e (Silvan) vardık. Burada Malazgirt kadısı ve bir kısım perişan Türkler gördük. Sultanımıza çıkıp olanları anlattılar. Malazgirt kalesinin aman ile Bizans'a teslim edildiğini ama kafirlerin büyük bir kıyım yaptığını ve kendilerinin kaçarak zor kurtulduklarını söylediler.

Allah, sadece Müslüman oldukları için katledilen garipleri cennetine koysun. Yine şükürler olsun ki onların intikamını da bu dünyada bizim elimiz ile aldırıyor.

Yiyecek sıkıntısı sebebiyle Irak askerlerinin terhisinden sonra orduda Horasan, Erran ve Harezm'in aslanları kaldı. Sultanımız ailesini ve eşyalarını İran'a, Nizamülmülk'e de asker gönder emrini iletmek üzere haberciler yolladı.

Acımasız kafir, bir Müslüman'a daha zarar vermesin için hızla hareket etmeye devam ediyoruz. Erzen ve Bitlis boğazını da fırtına gibi geçtik. Türklerin bu yeni diyarlardaki kalbi olan Ahlat'a çok az kaldı.

Atlarımız için gerekli bir mola verdik. Sultanımızın imamı mübarek şeyh Buharalı Ebu Cafer Muhammed bize yol boyu yaptığı gibi nasihat ediyor. Gerekli olan savaşı yapıyor olmak beni rahatlatıyor. Kalplerimize sekine veren Allah'a hamd olsun.

Tekrar yola koyulmak üzereyken, epey çevik ve heyecanlı bir haberci çıka geldi ve Sultanımızın önüne çıktı. Ahlat garnizonu komutanı yiğit Sunduk'un selamını ve hürmetini sunduktan sonra anlatmaya başladı:

"Sultanım, Malazgirt kalesinde insanımızı kılıçtan geçiren Allah'ın lanetlileri Bizanslılar, aynı zulmü Ahlat'ta da yapmak istediler. Allah'ın nusreti, dağlık arazinin faydaları, bozkır savaş taktiklerimizin üstünlüğü, Selçuk'un evlatlarının maharetiyle ilk öncülerini perişan ettik. Bunun üzerine gelen diğer kuvveti de aynı şekilde yok ettik. Artık asıl ordularının gelmesi an meselesi. Bu, üstesinden gelebileceğimiz bir şey değil. Emriniz üzere, size tabi bölgelerden 10.000, devletimizin ve beylerimizin hazırladığı 40.000 atlı asker hazır. Öncülerin Rus reisi ve büyük haçları da elimizde. Bize tevfik veren Allah'a şükürler olsun."

Allah u Ekber. Allah seni iki cihanda aziz kılsın yiğit Sunduk. Haber ordugahımızda yayıldıkça tekbir ve hamd sesleri dağları inletti. Allah'ın dini için, cihad üzere olan at üzerindeki bir Türk'ten daha çok kim çabalıyor olabilir?

Ahlat'a vardık. Alplerimiz Sultanımızı savaşlarda attıkları çığlıklarla karşıladılar. Şükürler olsun ki düşmanın sayıca üstünlüğü onları korkutmamış. Sultanımız, Sunduk'u tebrik ettikten sonra, ele geçirilen o büyük haçı bir zafer alameti olarak Bağdat'a, Halifemize gönderdi.

Malazgirt kalesinde yapılan zulmün intikamının çok küçük bir parçası olarak da, ele geçrilen savaş reisinin burnunu kestirdi. Bu önemli vakitlerde, hem Müslümanları korumak hem de intikamımızı almak bundan çok fazlasını gerektiriyor. İnşallah bunu da başaracağız.

Artık sayıca az olmadığımızdan, alplerin ve atların su ihtiyaçlarını karşılamak, hem de savaşta bize faydalı olabilecek mıntıkaları önceden elde etmek maksadıyla, Ahlat ile Malazgirt arasındaki Rahve isimli ovaya hareket ettik. Ordugahımızı buraya kurduk.

Sultanımız, biz beyleri ile yaptığı istişareden sonra, Halifemizin elçisi ile emir Savtekin'i son bir kez Rum İmparatoruna yolladı.Görünüşte amaç anlaşmak olsa da, aslında düşman ordusunun durumunu tepit için gitmişlerdi. Biz beyler de alplerimizin talimine devam ediyoruz.

Elçilerimiz geri döndü. Sultanımızı ve bizi selamladıktan sonra, Savtekin anlatmaya başladı: "Sultanım, Rum ordusu anlatıldığı üzere bizden çok daha kalabalık. İçerisinde bir çok milletten asker var. Hepsini bir araya getiren ise Müslüman kanı ve ganimet hırsıdır ...

Çünkü bu kadar kişi, ganimet harici bir amaç ile toplanamaz. Çok milletten olmaları onların idarelerini zorlaştıracaktır. Her milletin reisi kendi isteğini yapmak isteyebilir. Bu, ordularının sağlam olmadığının işaretidir. Bizim için de mutlak bir zafer fırsatıdır."

Savtekin, çoğu bey gibi, iyi bir komutan ve savaşçıdır. Yayı ile nişan alırken pür dikkat kesilir, bu görevinde de düşmanı öyle gözlemiş. Savaştan önce aralarına nifak sokmak, bize savaşı kazandırabilir. Bu düşüncemi Sultanımıza anlatacağım.

Halifemizin elçisi İbn Mahleban sözü aldı; "Rum Meliki bize en başından beri yüksekten baktı. Anladığım şu ki, bizim korkudan görüştüğümüzü düşündü. Kendisine ordusunu da alıp topraklarımızdan gitmesini söylediğimizde bize 'ben, bu üstün ve kudretli duruma, pek çok para ve çaba sarfederek eriştim. Barış ancak ve ancak Selçuklu başkenti Rey'de yapılacaktır. Ben, İslam ülkelerine, kendi ülkem gibi hakim olmadan asla geri dönmeyeceğim' dedi. Sonra, 'İsfahan mı güzeldir, yoksa Hamedan mı?" diye sordu. Ben, İsfahan diye cevapladım.

Kafir devam etti, 'Hamedan'ın çok soğuk olduğunu haber aldım, bu bakımdan biz, İsfahan'da kışlayacağız, atlarımız ise Hamedan'da kışlayacaklardır' dedi. Ben de 'Hayvanlarınız Hamedan'da kışlayabilirler, ama sizin nerede kışlayacağınızı bilemem' dedim."

Araplar sözlerini, bizim, yaylarımızı kullandığımız maharette kullanırlar. İnşallah atları, alplerimizin ganimetleri olarak Hamedan'a gidecekler.

Savaş, artık kesin. Otağdaki herkes bunu kendi kulağıyla duydu. İmam Buharalı Ebu Cafer Muhammed Sultanımıza döndü ve tebessüm ile: ”Sultanım, sen Allah’ın diğer dinlere üstün kıldığı İslam dini için savaşıyorsun, bu sebeple İslam ülkelerindeki camilerde bütün hatiplerin Müslüman halkla birlikte senin için dua edecekleri Cuma günü, öğle namazı sırasında, düşmana saldır. Ben, yüce Allah’tan, zaferi adına yazmasını umuyorum.” dedi.

Hepimiz dua ederiz, ama Sultanımızın imamı, duanın nasıl ve ne zaman edileceğini hepimizden daha iyi biliyor. Allah ondan da, arkasında namaz kılanlardan de razı olsun.

Halifemiz Kaim Biemrillah da, Cuma namazında bütün İslam ülkelerinde minberlerde okutulmak üzere bir dua hazırlatıp, bunun haberini ve duayı Sultanımıza ulaştırdı.

Sultanımız da bu hutbe duasını herkesin onunde okuttu.

Yüksek bir ovada, sabah vakti, bulutların henüz yerden kalkmadığı bir vakitte etrafa bakıldığında her taraf buğulu görünür ve beyazdan başka bir şey görünmez. Otağda buğu yok ancak gözlerim dolan yaşlardan dolayı bir şey göremiyor. Allah, ümmetimizi şereften ayırmasın.

Bundan sonrasını tarih yazdı. Sultan Alparslan Muhammed Han, Malazgirt'te büyük bir zafer kazandı ve Anadolu'yu İslam'a açtı ve Türklere yurt yaptı. Allah ona ve askerlerine rahmet eylesin.

19 Ağustos 2020

Unutursak kalbimiz kurusun mu?

 

Dünya hayatı insan için bir hayıflanmadan ibarettir; uzun ya da kısa, sıklıkla ya da nadiren, ama hep bir hayıflanma. Hep bir eksiklik duygusu vardır bu hayatta, eksik olan ve nedense ne malla, ne saltanatla ne de evlatla tamamlanamayan, bitirilemeyen bir eksiklik.

Bir vadi dolusu altını olanın, bir o kadarını daha isteyeceğini; bir futbol takımı kadar evladı olanın da, bir o kadarını daha isteyeceğini; bir koca dünyaya hükmedenin de, bir o kadarını daha isteyeceğini; insan oğlunun gözünü bir avuç toprağın doyuracağını biliyoruz. Bilmemiz bunu değiştirebileceğiniz anlamına gelmiyor tabi.

Biz daha neler biliyoruz ama öyle bilmek; fıtratımızdaki eksiklikleri, bizi biz yapan, insan yapan aksaklıkları ve hasretlikleri bitirmiyor. Hep bir şeylere hayıflanarak geçiyor ömrümüz. Geçip gittiğini bile bile, çaresiz seyrediyoruz ardından hayatın, hayatımızın.

Gençlik çağlarında suyun akışına karşı kürek çekmek yiğitlik gibi geliyor insana, zamanla geçiyor bu his ve artık akışa bırakmak daha doğru ve güzel geliyor, ya da daha kolay. Ancak yapmak isteyip yapamadıklarımız bir yanımızda bir boşluk olarak kalıyor. İşte o boşluğa nefes üflemeye hayıflanmak diyorum.

Nefesle boşluk dolar mı? Sanmam ama son nefesimize kadar bir boşluğu doldurmak için üflemeye devam edeceğiz. Bunda da bir beis yok, yeter ki kendi nefesimizle şişirdiğimiz boşluk bir balon gibi bizi uçurmasın.

Kendi boşluğunun balonuyla uçmak, çoğumuza onur kırıcı gelir oysa, tabi böyle söyleyince hoşlanılacak bir şey değil. Ama çoğu zaman nefislerimiz boş bir balonun ardından uçmaktan mutlu oluyor ya işte asıl sorun burada.

E tabi, nefis bu. “Bir boşluğun peşinden gidiyorum, ayaklarım yerden kesildi” diyecek değil ya! Mantıklı bir izahat, tatmin edici bir sebep, geçerli bir mazeret buluyor. Hiç ama hiçbir şey bulamasa; elimden gelen budur deyip çekiliyor kenara, yok kenara değil yukarılara.

Başarısızlığından da kendine bir övgü çıkartabilmek, herhalde sadece insana has bir meleke.

Ahirette ise bütün sorular cevaplanır, bütün istekler karşılanır, gözü de gönlü de doyar insanın. Dünyadayken doldurulamayan bütün boşluklar dolar. Bütün eksiklikler tamamlanır.

Neresinde olduğu fark etmez, ister cennetinde ister cehenneminde olalım; kimsenin bir sorusu, isteği kalmaz. Meraklar biter. Şüpheler cevaplanır. Karşılıklar alınır.

Bir tek hayıflanmalar bitmez ahirette, cennete giden, “neden daha yüksek mertebeler elde edemedim” diye hayıflanırken; cehenneme giden, “neden buraya gelecek işler ve arkadaşlar edindim” diye hayıflanır durur.

Hayıflanmak belki de azabın en ağırlarındandır. İnsanı dünyada en çok sarmalayan hissin ahirette de yakasından düşmemesi ilginçtir. Şartlardan ve şahıslardan bağımsız, illa bir hayıflanacak noktamız olacak demek ki.

Belki bundan yola çıkarak, yetişemediklerimiz için helak olmaya gerek olmadığı sonucuna varabiliriz. Elimizden gelmeyecek pek çok iş olacağını, hayıflanarak bir ömür tüketebileceğimiz gibi, bu gerçeği sükûnetle kabullenip, yola öylece devam edebilmenin daha hayırlı bir seçenek olacağını düşünebiliriz.

Dünyada elimizin ermediği, gücümüzün yetmediği çok ağır zulümler yaşandı. Çaresiz seyretmekten ve aslında “unutursak kalbimiz kurusun” derken, olacak bir şeyden bahsettiğimizi fark edebiliriz. Unutmasaydık bu hayıflanmalarla nefes almak mümkün olmayacaktı.

Unutmak ve bazı dünyalık meşgalelerle kendini avutmak oldukça insani bir durum. Acılardan ve hüzünlü hatıralardan ibaret değil hayat ve tabii ki, umarsızlıktan ve vurdumduymazlıktan da ibaret değil.

İkisinin arasında dönüp duran bir köşeli yaşamaktır hayat.

Hüzünler ve sevinçler arasında dönerken, her çarpmada bir yerinden bir parça kopar hayatımızın ve zamanla darbelere dayanıklı, köşeleri yontulmuş ve aslında çarpışmalardan kaynaklanan bir pırıltısı olan, az köşeli bir yaşamak kalır elimizde.

Nehir kenarlarındaki pırıl pırıl ve rengarenk taşlar gibidir hayat; zamanın akan suyunun yonttuğu ve parlattığı taşlar gibi. Direnen sürüklenebilir ve köşeleri bir yerlere takıldığı için yolculuğu aksar sadece. Toprak gibi yumuşaklık hiçbir işe yaramaz, suya karışır çamur olup akıp gidebiliriz.

Bakanın gözünü incitmeyen, dokunanın elini, basanın ayağını, tutanın parmağını incitmeyen bir parlak ve kaygan taş. Çok ütopik ya da baya mistik bir benzetme gibi duruyor farkındayım. Ne ki zaten hayatın nehir kenarlarında sadece parlak taşlar değil, sivri kayalar ve çamurları suya karışan topraklar da var.

Hayatın bize sunduğu rolü beğenmiyorsak değiştirmemiz bazen mümkündür. Bunu fark eder ve yolunu bulursak ne ala. Yoksa akıp gidiyor zaman ve biz bir yerinde duruyoruz.

 

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...