03 Eylül 2012

Evs ve Hazreç

İnsanları birbirinden ayıran en mühim özellik ne onların renkleri ne de sahip oldukları dünyalıklarıdır. Bunlarla ya da bunlara benzer diğer basit ve çoğunlukla tercih sebebi olmayan sıfatlarla insan ayrımı yapmak ne vahye, ne insanlığa ne de akla uygundur.  Mahlukatın en şereflisi olmaklığıyla övündüğümüz insanlığımızı en belirgin gösteren sıfatımız nedir o halde?

İnsan olmanın en önemli yanı bir değer yargısına sahip olmaktır. Karşılaştığı hadise ve problemleri ne ile çözdüğü ya da hangi değerlerle muhakeme ederek tavır aldığına bakarak bir insanın ne kadar insan olduğuna ya da ne kadar değer taşıdığına dair net bir kanaat elde edebiliriz.

Yeryüzündeki en basit suçtan en büyük cinayetlere kadar her bir kötülüğün bir ya da birçok failleri de insandırlar. Karınca incitmekten cekinenler olduğu gibi fil hatta filleri bir hamlede yoketmeye hazır ve meyyal olanlar da vardır.

Biz müslümanlar için bu konuda ölçü çok nettir:

Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, peygambere itaat edin  ve sizden olan yöneticilere de. Bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz, Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsanız onu Allah'a ve Peygamber'e götürün. Bu daha hayırlı ve sonuç bakımından da daha güzeldir. (Nisa-59)

Bu ayetin çizdiği keskin çizgi, anlaşmazlıkların çözüm adresini hiçbir tartışma ya da şüpheye yer bırakmayacak şekilde gösteriyor. Aramızdaki sorunları Allah’a ve Rasul’üne götürmek mecburiyeti keyfe tabi bir tercih olarak değil, imanın gereği olarak ortaya konulmuştur.  Bu gerek bu ayetle gerekse benzer ayetler ve hadislerle sabit kılınmış ve üzerinde tartışma bulunmayan bir hakikattır.

Bu bağlamda abdest alış şeklimizi öğrendiğimiz gibi etnik sorunlarımızı da Kur’an ve sünnet ile çözmek zorundayız.

Ne yazık ki geçmiş yüzyılda aleme düzen vermeye kalkan batının en rezil eseri, ırkçı ve faşist düşüncelerini müslümanların çoğunlukta olduğu topraklara da ekmiş olmalarıdır. İkame ettikleri temelde onlara bağımlı ve aslında hep bir diktaya ve zulme dayanan idareler eliyle de sürekli bu fitneyi körükleyenler herhalde şimdi tam olarak keyfini sürüyorlardır eserlerinin.

Özellikle yakinen takip ettiğimiz Türkiye’de yaşananlardan bu sürecin vehametini görmemiz mümkündür. Herkesin bir ucundan tutup çekiştirdiği büyük bir hengamedir gidiyor. Bu karmaşada en garip olanı ise müslümanlardan olmaklığıyla onur duyan birçok kardeşimizin de zaman zaman esen ırkçı rüzgarlara kapılıp oraya-buraya savrulmalarıdır.

Halbuki bizim için durum herkesten daha net ve tavır almamız da herkesten daha kolaydır. Hiç tereddüt ve endişe duymadan, Allah’ın yarattıklarının tamamının O’nun verdiği renk ve dil ile tartışılmaz bir şekilde, mensub oldukları ırk mevzubahis dahi olmadan hayatlarını idame ettirebilmeleridir. Bizim için bazı insanları diğerlerinden özel kılabilen tek sıfat onların Allah’a olan takvalarıdır.

Kendi akraba ve neslimize öncelikle muhabbet ve yardım ise yine Kur’an-ın bize emridir. (Nahl-90) Bu başkalarını hor görmeyi ve incitmeyi asla gerektirmeyen bir emirdir.

Sorun şuradaki islami hayat mümkün olabildiğince yok sayılarak yaşanan bir ülkede insanların birgün başları sıkıştığında çareyi dinde aramaları doğru olsa da çok geç ve sonuçsuz bir çırpınıştır.

Onyıllarca dinsiz ve ahlaksız bir nesil yetiştirmek için adeta devlet imkanlarıyla seferber olduktan sonra ortaya çıkan ne idüğü belirsiz nesillere çeki düzen vermek için dine sarılmak, -gayet yerli bir söz ile ‘ağaç yaşken eğilir’- boşa çıkmaktadır.

Değer yargılarını ellerinden gerektiğinde başlarını kopararak aldığınız bir halktan şimdi yeniden iman etmesini istiyorsunuz öyle mi? Herkes yeniden iman edecek! Hatta dağdaki teröristler de dahil... Öyle ya sorunun büyük kısmı onlar. Sonra? Sonra herkes iman edince açacağız Kur’an-ı ve ‘Mu’minler kardeştir, öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin..’ (Hucurat-10) emrini hatırlatacağız ve o an eller yana düşecek ve birbirine vuramayacak kimse! Öyle mi? Gerçekten buna inanan var mıdır?

Daha da ileri gideceğiz, hepimiz yeniden iman ettik ya.. Asil kan yoktur Allah’ın yaratmasında, kutsal dil de yoktur, herkes dilediği dili konuşsun, yazsın, okusun vs.

Evet, bu mümkün olabilirdi. Ancak bunun ilk ve mutlak şartı herkesin yeniden iman etmesindedir ki bu konuda da yine sahabeden mustesna bir örnek olarak karşımızda Evs ve Hazreç kabileleri çıkmaktadır.  Bu iki kabile Yesrib(Medine) şehrinin hakimleri idiler, onların birlikteliğinden etkisini kaybetme korkusu yaşayan yahudilerin de fitneleri ile düşman olmuşlardı. Allah onlara merhamet etti de Rasul’ünü oraya hicret ettirdi. Ve onları Al-i İmran 103’te anlattığı gibi kardeş kıldı. Bir ateş çukurunun kenarıdaydılar, onları oradan kurtardı. Onları ‘Ensar’ adıyla birleştirdi ve kıyamete kadar hayırlı yad edilenlerden kıldı. Ensar ismini ilk kullanan İsa(as)’ın havarileri gibi Pergamber(sav)’in çevresinden ayrılmadılar. Bedir savaşı öncesinde Sa’d bin Muaz(ra)’ın dediği üzre; ‘denizi gösterse dalacak, ateşi gösterse girecek’tiler ve sözlerini yerine getirenlerden oldular.

Yaşadıklarımız Ensar’ın yaşadıklarına çok benziyor evet ama var mı şimdi öyle yiğitler? Ensar’ın bu iki yiğit kabilesi gibi yalnız ve sadece iman üzerinde ittifak edip sonra da bütün sorunlarını Kur’an ve sünnetle çözecek olanlar var mı? Yok diyorsanız hayal kurmanın alemi de yok demeliyiz.

Şeytanın peşinden giderken kaybedilen yolda Kur’an rehberliği ile hayırlı ve güzel bir sona ulaşmak yoktur. Yolu değiştirmek gerekir.

 

29 Temmuz 2012

Tek Kale Maç!

Ahmat Altan, Dini alanı kastederek "bizim de o bahçelerde arada bir dolaşmamızın kime zararı var?" demiş. Ateist olduğunu iddia eden Altan ve benzerlerinin Dini alanda gezinmelerinin bir zararı yok. Ayrıca eleştirilen bu gezinme çabası da değil! Eleştirilen, misafir olunduğu beyan edilen alanda, sizce paylaşılmayan anlam haritalarına bağlı İnsanlara, o haritalara dair ahkam kesmek!

Çocukluğum Almanya'da geçti, orayla hala temasım var. Türkiye ile paralel din karşıtı akımları başta Almanya merkezli hala takip ederim. Batılı bir ateist, deist ya da agnostik ile varoluş, dünyayı algılayış, hayata bakış vb konuları müzakere ettiğinizde şunu görürsünüz:

1-Anti-Teist değildir.
2-Yaşamını İncil-Tevrat'ı yanlışlamaya vakfetmemiştir.
3-Bireysel pozisyonunu kendi kaynaklarına dayandırabilmiştir.

İstisnalar elbette vardır ama bu 3 hususu genelde görürsünüz ve bunlar içinde bence en önemlisi 3.maddedir. Ve Türkiye ateistinde bu yoktur.

Bunu, kendilerini Türk ateizminin kalesi ilan etmiş td forumlarında, forum.ateizm gibi bir küfür/hakaret çukuru ve benzeri bazı alanlarda, defalarca müşahede etmiş ve kendi çapında bunlarla mücadele etmiş birisiyim. Bu İnsanlara daima şunu söyledim: Ben ve kaynağım, buradayız. İslam ve tarihi, ahlakı, kaynakları ortada. Kur'an elinizin altında, Peygamber ve sünneti malumunuz. Bunları alabildiğince eleştiriyorsunuz. Varolan kollektiviteden hareketle bunlarla beni ve diğer Müslümanları da, kendinizce yargılayabiliyorsunuz. Peki ya biz? Biz sizi eleştirirken neyi mihenk alacağız? Ortaklaştığınız bir kaynak mevcut mu? Kendinizi tanımlamak için öteki kıldığınız İslam dışında bir kaynak mevcut mu? Mevcutsa kimi davranış&pozisyon alışlarınız o kaynak ile örtüşüyor mu? Bu ve benzeri sorulara müspet cevaplar alamadık.

Kısacası ortada tek kale bir maç var. İslam ve kaynakları, değerleri üzerinden Müslümanlarla yapılan tek kale bir maç.
Türk ateizminin Din eleştirisi bahsinde faili olduğu en büyük hokkabazlık budur! Bu bağlamda en can alıcı konu da Ahlak bahsidir.
Ahmet Altan'ın da sık sık yaptığı "ahlaki tenkit" konusu anti-teist ve aslında anti-İslam Türk ateistinin en sık başvurduğu konudur.
Bu silaha sık sık başvururken akış daha önce ifade ettiğim "tek kale maç" zihniyetinde cereyan eder.

Ateist bu taaruzda ahlaki referansını ortaya koyma, böylece ahlaki tenkide ne denli ehil olduğunu beyan etme mükellefiyetinden kendini sıyırır. Tek kale maç risksizdir, mağlup olmak mümkün değildir. Bu silahın, imtiyazın elinden alınmak istenmesine ateist çok buzulur, sinirlenir.

Oysa ben, muhatabımla o ancak ahlak eleştirisi yapabilme ehliyetine sahip ise bunu müzakere etmeliyim. Bunu tespit edebilmek için de onun ahlakının kaynağını, neye refere ettiğini bilmeliyim.

Muhatabımın ahlaki referansı, üzerinde ortaklaşma bulunan bir değerler manzumesi midir, yoksa son tahlilde kendisine refere eden şahsi pozisyon alışı mıdır? 1. ise tartışmanın bir anlamı vardır, 2. ise tartışmanın bir anlamı yoktur, çok daha muhimi muhatabın ahlaki tenkit ehliyeti bulunmamaktadır. Genelde iyi-kötü kabulleri olarak ifade edebileceğimiz ahlaki yargılar kişinin nefsine dayanıyorsa bu ancak o kişiyi bağlar. Ben bunu neden kıymetli göreyim ve o kişinin x tutumu ahlaki, y tutumu gayrı ahlaki bulmasını neden dert edineyim? Mesele temelde budur.

Sözü Altan'a getireceğim. Ahmet Altan'ın sözlerini değersiz kılan şey, onun ateist olması değil, hangi referansla Müslümanların ahlakını eleştirdiğini beyandan kaçınmasıdır. Andığım forumlarda, materyalist bir ateistin örneğin çok eşliliği hangi referansla eleştirdiğini izah edememesi, daha doğrusu "referansım" dediği değerlerin, bu eleştiri ile ilgisizliği gibi, Altan'da hangi anlam haritalarına yaslandığını, bu haritanın nefsinden başka bir referansı olup olmadığını ortaya koymadan büyük otorite kürsüsünden muhataplarını yargılıyor ve ne hazin, bir Allah'ın kulu da çıkıp "dur bakalım, sen bu işe mezun musun bir görelim" demiyor.

Dolayısıyla mesele Altan'ın söylediği gibi “Bir dinsiz bizi nasıl dinle yargılar” meselesi değildir. Mesele, yaşadığı toplumdan miras/ödünç aldığı değerlerin farkında olmadan ve o değerleri paylaşmadığını da beyan etmiş iken, o değerlerden başka bir referans da zikretmeden kişinin, o değerlere bağlı olduğunu iddia eden insanları eleştirme garabetidir.

Bu, bu kadar açık seçik bir çelişkidir.

Altan, tek kale maç imtiyazının verdiği risksizlik öz güveni ile, cephaneliğini doldurduğu kaynağı bombalama gibi fikri bir sefalet içinde.

Hüseyin Akdoğan @hakdogan

28 Mayıs 2012

Kitabullah'a sarılmak

Yahudiler ve Hristiyanlar önce alimlerinin yazdıklarına Allah'ın kitabından daha çok değer vermeye başlamışlardı, sonra da bunu Allah'ın kitabını terketmek takip etti. Ve gün geldi o alimler(!) Allah'ın kitabıdır diye insanlara kendi yazdıklarını sundular ve kabul gördüler. Onları Yahudileştiren ve Hristiyanlaştıran süreç kısaca böyle gelişti.

Hadisle sabittir ki bu ümmet adım adım onların yolunda gitmektedir. Önce Kur'an-ı anlamaktan mahrum kaldılar. Sonra kendi aralarındaki kendilerinden olanların kitaplarını diğerlerinden üstün görüp dini kendi alimlerine ve kitaplarına has kıldılar ve hatta birbirini sapkınlıkla itham ettiler. Süreç halen devam ediyor.

Tek avantajımız Kur'an-ın korunması vesilesiyle üzerinde lafz olarak tahribat yapılamaması ancak bunu da yanlış tercüme ve tefsirlerle aşıyor şeytan ve avanesi.. Yanlışlığı tesbitin en garantili yolu olan sünnet bilgisinden mahrum olanlar ise farkında olmadan değiştirilen tercüme ve tefsirlere tabi olup üzerinde tefekkür dahi etmeden ayetleri okuyup geçmeye başladılar. Hatta birçoğumuz meal ya da tefsir okuma ihtiyacı da duymuyor artık maalesef..

09 Mayıs 2012

İslam ‘yara bandı’ değildir

Sorunlar ve çözüm arayışları insan hayatının neredeyse tamamını kapsayan bir durumdur. Hatta hayatın kendisi bizzat dünyada olma sorununa çözüm bulmaktan ibaret olduğu gibi, ahirette nereye gideceğin hususunda da bir çözüm ve yol izleme yeridir. Ancak ölündüğünde biten bir yığın sorunlar yumağı olan hayatın en muhteşem sorun çözme yöntemi hiç kuşkusuz ‘din’dir.

Başımıza gelen işlerin ve karşılıklarını bulamadığımız soruların cevabını bulmakta en kolay metodumuz dine müracaattır zira her konuda en doğru çözüm hazır beklemektedir bizi. Bu iman ehli için olmazsa olmaz ve aslında çok normal bir davranış şeklidir. Ancak ‘araf’ta kalanlar da bir çok sorunlarını ve çıkmazlarını din ile çözmeyi severler. Bunun pek çok sebepleri varsa da en tutulan sebep dini çözümlerin toplumsal kabulünün kolaylığındandır. Zira imanın hakikatını elde edemeyen bir fert için toplumsal kabul oldukça önemlidir.

İman edenler zaten bir emir ve gereklilik olarak gerek şahsi meselelerini gerekse kendi sosyal münasebetleri sebebiyle karşılaştıkları meseleleri Allah’a ve Rasul’üne götürürler. Bu anlayışın hakim olduğu bir toplum da yine olası sorunlarını aynı metodla çözüverir. Bu işin teorik kısmıdır ve pratikte böyle bir-iki cümle ile ifade edildiği kadar kolay olmadığını tarihi tecrübeler ve günümüz dünyası bizlere göstermektedir. Fakat her halukarda işin aslı budur. Pratik bozukluklar temel değerleri ve kuralları değiştiremez.

Toplumsal alanlarda ortaya çıkan sorunlar da aynı şekilde çözülebilecektir. Ancak günümüz dünyasında hem ferdi hayatında hem de sosyal hayatında tam olarak İslami bir yaşantı kurmakta zorlanan müslümanlar, içinde yaşadıkları gayr-i müslim toplumların doğal olarak sahip olduğu pek çok sorunu İslam ile çözmeye çalışıyorlar.

Henüz kendi yaşantısında oluşan zıtlıkları ve çatışmaları bile bitiremeyen bir çok müslüman hasbelkader içinde bulunduğu toplumların büyük bir kısmı sadece Allah’ın sınırlarının çiğnenmesiyle ortaya çıkmış sorunlarını Allah’ın dini ile çözmek gibi bir gayrete girmiş olmalarını anlamak mümkün görünmüyor.

Bunun Hollanda bazında en kolay anlaşılır örneği, alkol ve uyuşturucu gibi mutlak yasak olan şeylerin serbestçe tüketildiği bir toplum yapısında aldıkları eğitim ve yaşadıkları çevre gibi sosyal etkenlere yenik düşen müslüman gençleri bunlardan uzaklaştırmak için devletin cami veya imamlardan destek isteyerek dinin yasaklarını gündeme getirmeleridir. Bunu onlar yaptığında durumun saçmalığını daha kolay farkediyoruz. Hem serbest bırakacaksın gençleri ve her türlü mel’anete bulaşmalarına imkan ve ortam hazırlayacaksın, sonra da iş içinden çıkılmaz duruma gelince ‘yetişin, yardım edin’ diye, aslında hiç te dikkate almadığın ve ilgilenmediğin bir dini çağıracaksın.
Benzer bir durum Hollanda gibi gayr-i müslim olmayan ve hatta halkının %99’u müslüman olan ülkelerde de –örneğin Türkiye- yaşanmaktadır.

Basit bir örnek, ‘fuhşu’ bir meslek olarak gören ve bundan vergi alan devlet aynı anda maaş vererek çalıştırdığı imamlar diliyle insanlara zina etmenin dinen yasak olduğunu anlatmaya çalışıyor.

Bu gibi tenakuzlar farkında olarak ya da olmayarak biz müslümanların da içine yerleşiyor ve yaşanan gayr-i İslami hayatın/düzenin getirdiği sorunlara İslami çözümler üretmek için kafa patlatıyoruz.

Elbette İslam’ın çözümleri parça parça bile uygulansalar o alanlardaki sorunlara varolan en güzel çareler olarak ortaya çıkarlar. Ancak hakim hayat düsturunun gölgesinde kullanılacak İslami çareler daha çok mevcut tarzın/düzenin devamına payanda olarak kullanılmış olacaktır ki, İslam yekpare bir nizam iken onu çok daha aşağılarda yer alan birtakım düzenlerin/ideolojilerin destek olarak kullanmasına göz yummak, izin vermek ve hatta bizzat bunu kendin yapmak müslüman için derin bir gafletin ve büyük bir utancın alametidir.

Gerek fikir, gerekse sosyal hayat olarak tıkanan ve artık kendini tüketmeye başlayan günümüz ‘cahiliyye’ toplumlarının onlarca hatta yüzlerce yıldır öğüttüğü nesillerin ve toplumların kokan kalıntıları artık hiç bir parfümle ya da makyajla yüzüne bakılır bir hale gelemeyecek kadar çürümüştür.

Barındırdığı etnik ya da kültürel yapıları bunca zamandır kültüründen ve kimliğinden koparmak için gayret eden, ortaya ‘ucube’ bir toplum çıkmasını öyle ya da böyle sağlayan bir devletin, yine kendi oluşturduğu toplumsal düşmanlıklar ve etnik kavgalar karşısında tükenen enerji ve çıkış yollarının sonunda ‘İslam kardeşliği’ gibi bir argümanı yıkıntı ve döküntülerine ‘yara bandı’ niyetine veya ‘yama’ niyetine kullanmaya kalkması ve dahası buna müslümanların da alkış tutması ve bu yaklaşımdan İslam ve müslümanlar adına ‘izzet’ beklemesi ne garip bir haldir.

Olması gereken ya da asgari planda müslümanların dillendirmesi gereken şey, bu dinin topyekun olarak özgürce uygulanması ve toplumsal hayatın her yanına ve her köşesine yetkin ve etkin olarak yerleşmesi gerektiğidir. Ancak böylesi bir ortamda gerek kardeşlik ve gerekse diğer kişisel ve sosyal boyutları ile ‘İslami çözüm’den bahsetmek mümkün olacaktır.

Bir diğer deyişle İslam’ın sosyal hayatta birebir uygulanmadığı bir ortamda; örneğin, bütün kurumları ile ekonomiyi İslam’ın düzenlemediği bir toplumda, hırsızlık yapanlara İslami bir ceza vermeye kalkışmak adalet olmayacaktır. Bu diğer İslami cezalar için de geçerli genel bir durumdur. Önleyici tedbirlerini İslam’ın almadığı bir halin sonucunu İslam ile bitirmeye çalışmak anlamsızdır.

Az önceki hırsızlık örneğini açarsak, kişilere helal dairesinde bütün imkanları sunan, zekat ve sadaka gibi müesseselerle kimseyi insani temel ihtiyaçlar konusunda mağdur etmeyen, ‘beyt-ul mal’ ile ekonomik destekler sunan, işyeri açmaktan tutun evlenmeye kadar yardımlar yapan, adil bir mal dağılımını sağlayan ve çalışanların emeklerinin karşılığını hem de en hızlı şekilde aldığı bir toplumda hala hırsızlık gibi adi bir işe bulaşan adam elbette cezanın alasını haketmiştir ve verilmelidir.

Aynı şekilde, bulunması gereken temel insani hak ve hürriyetlere sahip, yani; canı, aklı, nesli, malı ve dini koruma altına alınmış bir halk ta dünyevi anlamda sağlanabilecek en sahih yaşama alanına sahip olmuştur. Bu 5 temel esas geniş ve sağlam bir şekilde korunduğunda insanların bütün ihtiyaçlarına ve sorunlarına cevap verilmiş olacağı İslami, tarihi ve insani bir gerçekliktir.

Tabii ki bunları kendi içinde açarak anlamak gerekir. Örneğin canı korumak için gerekli bütün şartlar hazırlanmalıdır ki, can korunuyor diyebilelim. Yeme-içme hususundaki helal ve temizlikten başlayarak bütün sağlık hizmetleri bu kategoride ele alınabilir. Aynı şekilde nesli korumak için de bütün gerekli eğitim olanak ve ortamları ile haramlardan arındırılmış sosyal hayat ve hatta İslam’a aykırı olmayan adetlerin yaşanabilmesi ve elbette dil ve kültür korunmalıdır ki insanların nesilleri korunmuş olabilsin.

Bu ayrıntılar genişletilerek ele alınmalı ve bulundukları toplumların sorunlarına İslami çözüm sunma gayreti gösteren müslümanlar ‘etrafına cami ve ağyarına mani’ bir nizam olan İslam’ı topyekun savunmalı ve ortaya koymalıdırlar.

Ufuk Gazetesi - Mayıs 2012

06 Nisan 2012

Bahar(!) neden Suriye'ye gelemedi?

Hepimizin duya duya bıktığı sözlerden biri ile başlamak istiyorum:

'Filler savaşır çimenler ezilir, develer kavga eder karıncalar ezilir.'

Elbette değişik versiyonlarından birini de duymuş olabilirsiniz ancak hakikatte anlattığı mevzu değişmiyor. Dünyanın gördüğü bunca kanlı katliam ve savaşların özeti kabilinden bu cümle ile bakalım olaylara biraz ve karıncaları ezen develeri de hiç değilse görelim.

Arap baharının çok öncesinde Irak işgal edildiğinde ne Çin ne de Rusya karşı çıkmadıkları ya da sessiz kalarak onadıkları için Baas rejimi ve mimarı Saddam bütün tahminleri alt-üst ederek adeta tek kurşun atmadan ülkesini teslim etmişti. Bu işgalden sonra yaşananları hiç kimse tam olarak anlamdıramadı. Irak kan gölüne döndü ve hala bu felaket devam ediyor. Kim kimi neden öldürüyor eminim bizzat bombaları patlatanlar kadar o emirleri verenler de bilmiyor. Geçtiğimiz günlerde yayınlanan bir raporda geçen mart ayının işgalin başlamasından bu yana en az ölüm yaşandığı ay olmasına insanların sevindiğini ve aslında bu sevinilen ölümlerin 112 kişi olduğunu okuyunca geldiğimiz noktanın insan genzini yakan bir barut kokusu ve damaklarında kalan ölüm tadı olduğunu, aslında ateşin bu konuda düştüğü yeri yaktığını farkediyorum. Bir ay içinde yaralılar bir yana resmi ölü sayısı 112 ve buna seviniyor insanlar... Ve bu ölümler silahlı ya da bombalı saldırılar sonucu yaşananlar, işgalin getirdiği diğer olumsuzlukların sonuçlarını zaten kimse bilmiyor ve bilmek te istemiyor.

Gerek Irak ve gerekse Afgan işgallerinin hesabını soracak bir kuvvet yok gibi görünüyor. Ancak bu işgallerden en büyük dersi de küresel zalimlerin aldığını ve artık işgal gibi masraflı bir işten vazgeçtiklerini ya da vazgeçer gibi yaptıklarını görüyoruz.

Bu noktada model ülke olarak kendisinden bahsedilen Türkiye'nin II. Dünya Savaşı sonrasından bu yana ne tür bir model olduğunu düşünürsek yakın gelecekte düzenlenecek onların diliyle 'ortadoğu' bölgesinde hedeflenen yapıların ne olduğunu anlamaya başlarız.

1960'tan bu yana darbelerle ve müdahelelerle ama hep onların istediği çizgide yürüyen Türkiye modelinin hızlı bir şekilde Kuzey Afrika'dan başlayarak Suriye'ye kadar gelişine hepimiz şahitlik ettik. Fakat ne olduysa orada bir tıkanma yaşandı. Tunus ve Mısır başarısının ardından yaşanan ve tıkanıklık büyük ihtimalle baharda açacak çiçeklerin tohumlarını besleyenlerin de hesap etmediği bir şey idi. Görünürde Çin ve Rusya engeline takıldığı lanse edilen ama yine de inanmakta haliyle zorluk çektiğimiz bir durum.

Libya'da tıkanıklığı kısa sürede aldıkları kararlarla anında silahlarla açıveren küresel güçleri bu defa durduran nedir? Suriye'de yaşanan sivil katliamlarının onlara yeterince kanlı gelmediğini düşünmüyoruz. Ya da iran ve Suriye arasındaki ortak savunma ve karşılıklı saldırıları kendine kabul etme anlaşmalarının etkin olduğunu düşünürsek işin içince İran korkusu da var diyebiliriz. Ve tabii ki bunların da üstünde Akdeniz'e gönderilen Rus savaş gemilerinin rolü de öne çıkıyor. Bütün bunlar alt alta yazıldığında Suriye'ye dış müdahele ihtimali oldukça azalıyor.

Bu noktada bütün hamasi açıklamalara rağmen Türkiye'nin henüz kendi başına bir karar alabilecek kadar 'ergen' bir ülke olmadığını hepimiz biliyoruz. Öyle bile olsa iç karışıklıklar sebebiyle komşusuna müdahele etmek yani alenen savaş ilanı kolay bir karar değildir. Hele de Türkiye'nin sahip olduğu geçmişe ve mevcut şartlara sahip bir ülke için bugün gelinen noktanın henüz ergenlik çağı olabileceğidir.

Suriye'ye gelenin bahar olmadığı artık iyice netleşti. Orada yaşananların kimin planladığı ya da planlamadığı olaylar olduğunun hiçbir önemi kalmadı. Zira işgal atlındaki Irak ile Suriye arasında şu an fiilen bir fark kalmadı ve her gün insanlar ölmeye devam ediyor.

Suriye'ye müdahele edilmesini gerektiğini söyleyen herkes biliyor ki bu ancak Nato şemsiyesi altında mümkün olabilecek. Suriye'ye müdaheleyi bir yana bırakın Esed rejiminin desteklenmesi gerektiğini düşünenler 'Natocu' olmakla suçladıkları zümreye henüz bir başka çözüm önerisi sunamadılar. Onlara göre bırakılmalı ve Esed bir şekilde yeniden ülkesinde otoriteyi sağlamalı. Bunun maliyetinin kaç bin insanın kanı olacağıyla ilgilenmiyorlar. Nasılsa ellerinde çok güçlü(!) bir argüman var.

'Nato bir işgal gücüdür ve Abd menfaatlerini müdafaa eder.' Öyleyse bırakalım Esed öldürsün. Afganistan'a girdiler sonuç ortada, Libya'ya müdahele ettiler sonuç yine ortada. Suriye'ye müdahele edilirse durumun farklı olacağını neden düşünelim? Gayet haklısınız. Nasılsa konuşanlar olarak seyretmekten başka birşey yaptığımız yok o halde seyretmeye devam edelim.

Bize düşen hiç değilse zalimden yana olmamak ve hiç değilse zalimlere meyletmemektir.

29 Mart 2012

Söylediğini yapmamak ya da yapmak

Yıllar yılı değişmeyen en gelişmiş toplumsal özelliğimiz nedir diye bir soru olsaydı hiç düşünmeden cevabım, 'her birimizin her konuda söyleyecek mutlaka bir sözü olduğu' olurdu. Öyle ki, sözümüz hiç tükenmedi.

Yaptıklarımızı, yapacaklarımızı hatta hayallerimizi konuşmaktan bıkmadık.

Öğrendiğimiz hakikatler bizi daha bir çenebaz yaptı. Kur'an, okunan bir kitap iken biz okumadan üzerinde konuşmayı tercih ettik çoğu zaman. Elimizdeki en mukaddes metne bile yaklaşımımız bu olunca gerisini hiç toparlayamadık ve hep konuştuk.

Hira'da Cebrail(as) tarafından 3 kez sarılıp, sıkılmayla okur-yazar olunduğunu zannederek okumayı da yanlış okuduk. Ama hiç susmadık, hep konuştuk.

Ve tabiidir ki konuşmayı bunca çok severken elimize geçen her yere, her ortama sözlerimizi yazı olarak dökmeyi de unutmadık, o yüzden bunları da konuşmak olarak isimlendiriyorum.

Bazılarımız ellerine/gözlerine tutuşturulan bir kaç ayet ile bütün bir hayatı ve bütün bir dini anladı ve okumayı bırakıp konuşmaya başladı. Bazılarımız ise biraz daha bedbaht olarak ayetlerden de mahrum herhangi bir yazarın bir ya da birkaç kitabını aldı eline ve gözüne...

Konuşanlarımız sözleri bitmesin için sürekli vahiy desteği aldılar. Allah'ın ayetlerini okumak yerine, sözlerine onları payanda yapmaktan çekinmediler. Üzerine biraz da hadis boyası ile çok cilalı konuşmalarımız oldu kulaklar doyuran!

Kitab-ı Kerim'in, iman binalarımızı sarsan, kardeşlik yapımızın depremi olarak saydığı, 'söylediklerini yapmamak ve yapmadıklarını söylemek' gafletinin, 'fi sebilillah' Allah tarafından sevilmememize vesile olabilecek dehşetli bir tehlike olduğunu ilan ve tembih etmesine rağmen bunu da okumaktan aciz kaldık.

Okuyalım:

1. Göklerde ve yerde olanların tümü Allah'ı tesbih etmektedir. O, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.
2. Ey iman edenler! Niçin yapmayacağınız şeyi söylüyorsunuz?
3. Allah katında en nefret edilen şey, yapmayacağınız şeyi söylemenizdir.
4. Şüphesiz Allah kendi yolunda kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever. (Saf Suresi)

Sabah-akşam savaşı diline dolayan ve bunu her ortamda dile getiren klavye mucahidleri de dahil olmak üzere herbirimiz sözümüzü artık tamamlayalım. Konuştuğumuzla amel etmeyeceksek hiç değilse susalım. Bütün sözlerini bulundukları ülkenin 'dar'ul harp' olması temeline dayandırarak büyük laflar edenler hiç değilse bir adım sonrasını da öğrenip sussunlar. Ya da kalkıp yollara düşsünler de sözlerinin eri olduklarını bilelim.

Ya söylediklerimizi yapalım, ya da sadece yaptıklarımızı söyleyelim ve bakalım sözümüz o zaman da bu kadar çok olabilecek mi?

Şüphesiz istila hukukunda 'nefir-i am' hususu vardır ve belki de son yüzyılda defalarca şartları oluşmuş ancak müslümanların dağınıklığı sebebiyle uygulanamamıştır. Birçok islam beldesi zalimlerce işgal edilmiş ve insan aklının düşünebileceği bütün eziyetler icra edilmişken, sessizce köşesinde bekleyen dev bir 'ümmet' vardır.

'Nefir-i am' güncel anlamıyla 'genel seferberlik' olarak tercüme edilebilir.

Bu konudaki en kısa bilgi şöyledir:

Herhangi bir islam beldesi kafirler/zalimler tarafından işgal edilirse o beldeye en yakın olanlardan başlamak üzere bu işgali kaldırmak halka halka tüm ümmete şamil olacak şekilde genişletilir. Ta ki sonunda bütün ümmeti kapsayan bir cihada dönüşür. Bu gidişatı ümmetin halifesi tayin eder. İhtiyaç duyulması durumunda daha yolun başındayken yani işgal ya da zulüm icra edilmeden 'nefir-i am' ilan ederek bunu engellemesi de mümkündür.

Buna uygun en son örnek Osmanlı'nın son ve zayıf dönemlerinde yaşanan Fransa'da gündeme gelen bir tiyatro ile alakalı Sultan 2. Abdulhamid'in 'nefir-i am' tehdididir. Halen Topkapı Sarayı'nda bulunan 'Peygamber(sav)'in sancağını açarak ümmet-i Muhammed'e cihad-ı ekber ilan etme' tehdidi işe yaramış ve olay kapanmıştır.

Halen mevcut durumda ümmet-i Muhammed için ne bir 'nefir-i am' ne de bir 'cihad-ı ekber' ilan edecek otoritenin bulunmayışı sebebiyle, başta alim ve liderleri olmak üzere dünya üzerinde ümmete yönelik işlenen bütün zulümlerden hepimizin fert olarak sorumlu olduğunu ve vebal altında kaldığımızı ve bütün bunların hesabını teker teker vereceğimizi unutmamakta fayda var.

12 Mart 2012

Taassub, ırkçılık, -culuk, -çülük

İnsanlar arasındaki münasebet ve muameleleri düzenleyen bakış açıları ya da kurallar hatta kanunlar bir noktada mutlaka ‘fıtrat’ dediğimiz yaratılıştan Mevla’nın kullarına verdiği özellik ve meziyetlere uymak zorundadır.  Aksi halde genel kabul görmeleri mümkün değildir. Ancak zorbalıkla yahut insan heva ve hevesine hitap ederek belirli dönemlerde yaşama şansı bulabilirler.

En eski zorlama ve zorbalık şekillerinden birisi olaral ‘kölelik’ müessesinin geçmişte ya da günümüzde uygulanan bütün versiyon ve şekilleri insan olma fıtratına muhalif olduğundan hiç bir vicdanda ma’kes bulamamıştır.

En yeni ya da en çok yaşanan ve rastlanan haliyle fıtrata en ters yaklaşım tarzı ise ‘taassub’tur.

Taassub, temelde bağnazca ve inatla bir şeye körü körüne bağlanarak ondan başkasına hayat hakkı tanımamak gibi anlamlara geliyor. Genel kullanım olarak ise ‘ırkçılık’ yani kendi ırkını diğerlerinden üstün görmek yerine geçiyor.

Elbette taassubun en katısı ve en kötüsü ırkçılıktır.

Hiçbir insan kendi seçmediği ve hiçbir etkisi ve yetkisi olmadan yalnız ve sadece Allah(cc)’ın kendisini öyle yaratması sebebiyle sahip olduğu herhangi bir özellikten dolayı kınanamazken, herhangi bir ırktan olan birisinin o ırktan olmasıyla diğer insanlara karşı övünmesi de en az kınanması kadar akıl almaz ve insan fıtratına uymaz bir davranış şeklidir.

Ne teninin renginden dolayı kimse kimseye üstündür ne de birisi teninin renginden dolayı kınanıp küçük görülebilir. Irkçılığın her şekil ve açıdan anlaşılması dine muhaliftir, din dışıdır. Allah(cc)’ın Kitab’ında  ve Rasulu’nün hadislerinde tebliğ ettiği islamda ırkçılık yoktur! Bu dine iman eden herkes öncelikle benim ırkım, neslim vs. gibi ırkçı yaklaşımlardan kurtulmak ve hepsine ‘la’ demek zorundadır.

Irkçılığın en mühim ve sinsi yaklaşımlarından biri ise, ‘ben ırkımı seviyorum onunla övünüyorum ama ırkçı değilim kimseyi küçük görmüyorum’ şeklinde ortaya konulan yaklaşımdır. Bu tarz söylemlerin altında ırkçılık gizliden gizliye sırıtır. Kendi ırkını överken muhataplarını da buna tahrik ve teşvik edenler toplumlarda ırkçılığın yayılmasına vesile olurlar. Böylesi bir kötülüğün ateşini yakan ise iflah olmaz.

Kişi kendi ailesini, çevresini ve hatta neslini/ırkını yakın bulur ki bu çok doğaldir. Bununla övünmenin ya da başkalarını kendininkilerden aşağı görmenin anlaşılır bir tarafı yoktur. Herhangi birimiz küçük gördüğümüz hatta hakaret ettiğimiz bir başka ırktan yaratılabilirdik zira mevcut ırkımızı da biz seçmedik.

Bu noktada ırkçılığın çıkış noktalarından bize yakın bir örneği hatırlamakta fayda var:

Peygamber(sav) risaletini ilan ettiğinde buna karşı yahudilerin tepkisinin en temel kaynağı O’nun İsmail(as) neslinden olması idi, zira onlara göre İbrahim(as)’in soyu Sara’nın oğlu İshak(as)’tan devam ediyordu ve Hacer’in oğlu İsmail(as) peygamber neslinden olmadığından Muhammed(sav)’de peygamber olamıyordu. Hatta bazı yahudi alimleri O’nun risaletini duyduklarında ‘eyvah peygamberlik israil oğullarından gitti’ şeklinde feryat etmişlerdi.

Yine Mekke’de yaşanan risalet karşıtı kavgada baş aktörlerden olan Ebu Cehil, O’nun risaletini reddederken, ‘O’nun kavmi ile biz hep yarıştık, ama şimdi onlar bir peygamber çıkardılar ben nereden bulayım peygamberi’ diyecektir.

İmparatorlukları yıkan ve toplulukları dağıtan ırkçılık son yüzyılın en büyük ve en kanlı savaşlarının da sebeplerinin başında gelmektedir. Almanya’da Hitler, İtalya’da Mussolini gibi faşist liderler ırkçılık temelli dünya görüşleriyle milyonlarca cana ve görülmemiş yıkımlara sebep olmuşlardı.

Türkiye’de ise temel iki unsuru birbirine düşürme niyetiyle Ziya Gökalp adını alan bir kürt milliyetçisi Tekin Alp (Moiz Kohen) isimli bir yahudi tarafından önce kürtçülük yaptırılarak ırkçılık fitnesi yakılmak istenmiş ancak başarılı olunamayınca, hemen karşı propağanda yapmak niyetiyle kürt ırkçısı hızla türk ırkçısına dönüşmüş ve türkçülükle kürtlere hakarete başlamıştır. Nihayetinde de hem kürt hem de türk ırkçılarının ortaya çıkması için fitne ocağına gerekli ateş atılmıştır. Halen bu ateş yanmaya devam etmektedir.

Taassubun diğer şekilleri de en az ırkçılık kadar tehlikeli ve anlamsızdır. Özellikle dini cemaatlerin insanları islamdan çok kendi cemaatlerine davet etmeleri ve hatta kendileri dışındakileri nerdeyse din-dışı görerek ya da göstererek cemaat ya da tarikatlarini tek doğru ilan etmeleri taassubun bu alandaki zirvesidir. İnsanları islama değil kendi liderlerine ve cemaatlerine davet edenler herhalde kalplerini avutacak bir bahane bulmuşlardır.Taassubun temel mantığı içinde ‘en doğrusu benimki, o halde benimkine çağırmakla hakka çağırmış oluyorum’ cevabını çok duymuşluğumuz vardır.

Bu alanda en doğru yaklaşım ise, ‘ben hak olan islama mensubum ama hak benden ve benim mensubiyetimden ibaret değildir yani tek hak ben değilim ama ben haktanım’ demektir. Hak yalnız benim, benim camiam, partim, tarikatım diyen mutaassıptır. Doğrusu benim cemaatim/tarikatım vs.  haktandır demektir, hak ben degilim ben haktanım.

Daha asgari bir örnek ise takım taassubudur ki, günümüz cahiiliyesinin zirve zırvalıklarından biridir. İnsanlar dinlerini, ırklarını bile aşan bir taassubla takımlarına bağlanabilmekte ve taraftarlık yeni bir din ya da hayat nizamı olarak karşımıza çıkmaktadır. Takımı sözkonusu olduğunda cezbeye kapılmış dervişleri bile kıskandıracak bir transa geçen, adeta bir sarhoşluk haliyle, cinnet geçiriyormuşçasına bağırıp çağıran ve hatta Kur’an okuyan ve dua eden dilleriyle iğrenç küfürler edebilen insanlara ne denebilir ya da bu taraftarlık tarzının adı nedir bunu iz’an sahiplerine bırakıyorum.

Dinde taassubun her türlüsü tel'in edilerek yasaklanmıştır; bunların içinde ırk, dil, renk, aşiret, takım, aile vs. vs. hersey vardır. Müslüman dünyalık hiçbir şeyin fanatiği olamaz! Bağımlısı olamaz! Olmuşsa imanını kontrol etmek zorundadır.

‘İnsanları taassuba çağıran bizden değildir. Taassub uğruna savaşan bizden değildir. Taassub uğruna ölen bizden değildir.’ (Sünen-i Ebî Davud, Kitab El-Edeb, Irkçılık Babı, H. No: 5121, c. 5, s.5121, c. 5, s. 354. Müslim-Kitab El-İmare, H. No: 1848)

Mart 2012

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...