21 Ekim 2012

101 - Karia

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحيمِ


اَلْقَارِعَةُ


1- Korkunç olay!

Felaket, facia, ortalığı dağıtacak, tar-u mar edecek dehşetli an! Gürültüler koparacak bela...

مَاالْقَارِعَةُ


2- Korkunç olay nedir?

Bildiklerinin hepsini bir kenara koy zira bu onların hiçbirine benzemeyecek!

وَمَا اَدْريكَ مَاالْقَارِعَةُ


3- O korkunç olayın ne olduğunu anlayabilir misin?

Ne olduğunu, ne olacağını tahminle, fikirle, zanla, aklınla ya da sahip olduğun başka bir yetenekle anlayabileceğini mi düşünüyorsun?

يَوْمَ يَكُونُ النَّاسُ كَالْفَرَاشِ الْمَبْثُوثِ


4- O gün insanlar uçuşan kelebekler gibi olurlar.

Bataklıklar üzerinde sürüler halinde uçuşan sayısı belirsiz kelebekler, kanatlı karıncalar yahut pervaneler gibi basit ve çok ama o kadar hafif ve o kadar küçücük varlıklar olarak savrulacak insanlar!

وَتَكُونُ الْجِبَالُ كَالْعِهْنِ الْمَنْفُوشِ


5- Ve dağlar dağılmış yünler gibi olurlar.

Zannetmeki insanların bu hali onların cüssesinin küçüklüğündendir, hafifliğindendir; zira yeryüzünün en ağır kütleleleri olarak gördüğün dağlar bile o gün rüzgarda savrulup dağılan yünler gibi uçuşacaklar.

فَاَمَّا مَنْ ثَقُلَتْ مَوَازينُهُ


6- Kimin tartıları ağır gelirse,

O gün tartılmaya değer amelleri ağır gelenler, salih amelleri olanlar var ya işte onlar...

فَهُوَ فى عيشَةٍ رَاضِيَةٍ


7- O razı olunacak bir hayattadır.

Hoşlarına gidecek bir yaşantıyı elde edecekler, memnun olacakları bir hayata kavuşacaklar..

وَاَمَّا مَنْ خَفَّتْ مَوَازينُهُ


8- Ve kimin de tartıları hafif gelirse,

Kimin de tartılacak amelleri, salih amelleri hafif olursa, az ise...

فَاُمُّهُ هَاوِيَةٌ


9- Onun yeri cehennemin dibidir.

Onu sarıp sarmalayıp kucaklayacak olan, bağrına basacak olan, hem de hiç bırakmamak arzusuyla sahiplenecek olan bir çukurdur.

وَمَا اَدْريكَ مَاهِيَهْ


10- Onun ne olduğunu anlayabilir misin?

O da bildiklerine benzeyen ya da sahip olduğıun yeteneklerinle anlaşılacak bir yer değildir. Anlayabilir misin?

نَارٌ حَامِيَةٌ


11- Kızgın ateştir.

Ateşin kızgın olmayanı elbette yoktur, ancak bu ateşin şiddeti senin bildiklerinden de fazladır. Yahut cehennemde başka türden azaplar da vardır da bu kısmı en kızgın olan kısmıdır..

1 - Fatiha

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحيمِ


1. Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismi ile...

O'nun ismiyle başlar ve O'nun Rahman ve Rahim olduğunu zikreder, hatırlatır. Rahman dünyaya ve varlıklara her türlü rahmeti yaratan olarak tecelli ettiğinin ifadesi iken; Rahim ismi ile kendinden kabul ettiği, kulu saydıklarına özel uhrevi rahmetleri ifade eder. İsim, bir şey hakkındaki bütün bilgi ve içeriği özetleyen kelime olmakla Allah lafzının başlanılan isim olarak seçilmesinden de bu lafzın O'nun hakkındaki herşeyi ihata eden bir kelime olduğu anlaşılır.

اَلْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ الْعَالَمينَ


2. Hamd alemlerin Rabb'i Allah'adır.

Hamd yani övgü ve senaların tamamı O'nun içindir. Alemlerin Rabb'ı olması zaten alemlerde O'nun kontrol ve idaresinde dışında hiçbir şeyin olamayacağını beyan eder. O'nun kontrolü dışında hiçbir şey yokken bir başkasının O'nun gibi övülmesi yahut hamde muhatap kabul edilmesi mümkün değildir. Rablik Fir'avn ve benzerlerinin de sahip olmak için ortaya çıktıkları bir sıfattır. Aynı şekilde hayatın idare ve düzenlemesini ifade eden rububiyet doğal olarak kabirde sorulacak ilk soru olarakta ortaya çıkar.  Yaşadığı sürece kişinin kimi rab edindiği ahiretteki halinin ne olacağının en mühim balangıç noktasıdır. Bu anlamda 'men rabbuke' sorusu, iman ile küfrü ayıran bir beyan ile cevaplanacaktır. Rabbim Allah diyenlerle rabbi nefsi veya bir başkası olanlar arasında fark imandır. Hamdin rububiyet ile bize dönük alakası ise acziyet ve kulluk bilincidir.

اَلرَّحْمنِ الرَّحيمِ


3. Rahman ve Rahim.

Alemlerin rabbi olan Allah, Rahman ve Rahim'dir. Rabliği gerek Rahman ile dünyadaki bütün hadise ve yaratılmışlarla ortaya konduğu gibi ahirette de Rahim ile ortaya çıkacak ve eşitlik ile adalet kavramları Rahman ve Rahim ile anlaşılacaktır.  Rahman, rablik ve diğer esmai ve sıfat tecellilerinde mu'min ile kafiri hatta canlı ile cansızı bile ayırt etmeden eşit olarak rahmet eylemektedir. Rahim ise amellerin karşılığını adalet ile verecek olandır.

مَالِكِ يَوْمِ الدّينِ


4. Din gününün sahibi.

Zira 'din günü' yani uhrevi açıdan mahşer günü yegane hükümdar O'dur. Bunda iman ve akıl sahipleri için en ufak bir tereddüt bile yoktur. Dünyevi açıdan ise O'nun dininin bi-hakkın uygulanması ve yaşanmasında da O'ndan başkasının hükümranlığı sözkonusu olmayacaktır. O gün de 'din günü'dür. O'nun Peygamber'i ve ashabı hangi konumda olurlarsa olsunlar hükümdar gibi değil kul gibi yaşamayı şiar edinmeleri ile dünyada 'din günü'nün pratik uygulamasına örneklik etmişlerdir.

اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعينُ


5. Yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz.

Dünya ve ahiretin Rabb'i, Rahman ve Rahim olan Allah'tan başkasına ibadet sözkonusu olamaz ancak O'na kulluk edilir ki bunu istemek gerekir. Öğretilmiş bir duadır bu. İmandan kaynaklanan bir ilandır aynı zamanda. İbadet ve istiane yalnız O'nadır. Zira alemlerin Rabb'i O'dur. İbadetin temeli hayatın kurallarıdır. Yani helallar ve haramlar veya emirler ve yasaklar dediğimiz kurallarımızı kim koyuyor ve biz onun tayin ettikleriyle hayatımızı devam ettiriyorsak o bizim rabbimiz olur ve ona ibadet etmiş oluruz. Namaz yahut bir başka farzın da bu ibadet mentalitesindeki yeri böyledir. O emrettiyse yerine getirilir, yasakladıysa uzak  durulur. Yalnız O'ndan istenir. İstemek, dua ve ibadetin halidir.

اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقيمَ


6. Bizi sırat-ı mustaqime hidayet et.

Hidayet, bir yönlendirme veya bir işarettir ki bunun sahibi de Allah'tır. Sırat-ı Mustaqim ise en kısa anlamıyla hedefe götüren yoldur. Burada hedef O'nun rızası olunca istenen hidayet o rızaya götürecek olan yoldur. İstikamet sabit yön ifade ettiği gibi bizim yollarımız gibi rıza yolu da elbette engeller, engebeler, eziyetler ve hatta kazalarla imtihan olunan bir yoldur. Yani Sırat-ı Mustaqim doğru yöne götüren yoldur, fiziksel olarak bir düzlüğü ve rahatlığı ifade etmez.

صِرَاطَ الَّذينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَاالضَّالّينَ


7. Kendilerine nimet verdiklerinin yoluna, ğadaba uğrayanların ve dalalete düşenlerin değil.

Bu yol kendilerine nimet verilenlerin yoludur. Onların kim olduğu ise Nisa suresinin 69. ayetinde izah edilmiştir: Nebiler, sıddıqler, şehidler ve salihler. Ğadaba uğrayanlar ve dalalete düşenlerin yolunu istemiyoruz yani onların hallerine düşmek istemiyoruz. Nedir o hal özetleyelim: Allah'ın dinini kendi hevesleri doğrultusunda yorumlayarak yasakları aşmak veya emirleri yoketmektir ki bu hal yahudilerin halidir ve sonuçları malumdur. Aynı şekilde hristiyanların gerek İsa ve gerekse annesi Meryem hakkındaki itikatleri ve dinlerinin bütün amellerini tatil etmeleri sebebiyledir ki onların hali de dalalete düşmeye örnek gösterilmiştir. Burada ğadabın dalaletten önce zikredilmesi diğerlerinin yani emir ve yasaklarla alay edenlerin halinin bunları yokedenlerden daha çirkin olduğuna da işarettir.

İstediğimizin ne olduğunu bilmek istemenin gerçek anlamıdır. Fatiha ile istediklerimiz bunlar olunca ve bunları sürekli namazlarda tekrarlayarak sürekli bir farkındalık hali gerçekleşmek durumundadır.

06 Ekim 2012

‘... siracen munira’

Bazı konular vardır aslında yazmayı ve üzerinde düşünmeyi bırakın gündeme gelmesi bile rahatsız edicidir. Ruhumuzun sinir uçlarını test eden, gönül dünyamızın okyanuslarında fırtınalar kopartan konular.

Delikanlılığın en deli devrinde kılıç elinde koşturan bir yiğit Mekke sokaklarından yıldırım gibi akmaktadır. Aldığı haber kanını dondurmuş ve genç bir yürek kılıcını kaptığı gibi meydana yürümüştür.. Kabe’ye yaklaştığında bir kutlu el bileğinden tutacak ve sadece ‘hayır’ diyecek ve bir anda Fırat’ın önüne kurulan bir baraj gibi duracak herşey.

Bu koşan Ali(ra)’dir, Mekke’nin reisi Ebu Talib’in oğlu! Onu durduran, bileğini tutup kılıcını indirten ise uğruna Mekke’yi bile yakabileceği peygamberi Muhammed(as)...

Ona ‘deli’ dediler, sihirbaz ve yalancı dediler. İnsanların en eminine hem de! Saldırdılar ve eziyetler ettiler. İnsanlar çok incittiler onu. Kabe’nin hemen yanıbaşında secdede iken başına deve işkembesi koymuşlardı o gün, Ali(ra)’nin yalınkılıç koştuğu, Fatıma(ra)’nın ‘babam’ feryatlarını Kabe’nin duyduğu bir gün. Yine de kılıçlar kınlarında kalacaktır.

Zira ‘savaş’ izni verilmemiştir. Ölünecek ama öldürülmeyecektir.

‘Bir gün bizlerle sizlerin arasında bir savaş çıktığında seni ben öldüreceğim’ diyen küstah müşriğe ‘hayır, o gün inşaallah ben seni öldüreceğim’ diyecektir Peygamber(as).. Ama o gün sadece diyecek ve her dediği doğru olduğu gibi günü geldiğinde bu dediğinin de doğru olduğu ortaya çıkacaktır.

Savaş meydanında ‘bana Muhammed(as)’i gösterin onu ben öldüreceğim’ diye böğürerek atını süren o zavallı adamın karşısına çıkmak isteyen ‘fedailer’ine ‘kenara çekilin, onu ben öldüreceğim’ diyecek ve yanındaki dostunun elinden aldığı kısa mızrağı ‘bismillah’ diyerek atacak ve tüm bedeni zırhlarla kaplı süvariyi boynundaki açıklıktan vurarak ‘saduq-ul va’d’ olduğunu bir kere daha gösterecektir.

Bir başka seferinde ise müslümanlara saldırmak için ordu toplayan ve şiirleriyle Peygamber(as)’i inciten bir adam için fedaileriyle oturduğu bir sohbet sırasında ‘bizi Ka’b’in dilinden kim kurtaracak’ diye soracak. Sıradağ gibi dizili yiğitlerden Muhammed bin Mesleme(ra) ayağa kalkıp; ‘Ey Allah’ın Rasulü, o adam çok iyi korunan bir kalede saklanmakta ve yanında korumalarıyla dolaşmaktadır, bana sizin hakkınızda kötü sözler söyleme izni verirseniz ben biiznillah onu sustururum’ diyecek ve gereken izin alınıp, Ka’b kandırılarak kalesinden dışarı çıkartılarak Muhammed bin Mesleme(ra) tarafından öldürülecektir.

Çünkü ‘savaş’ izni verilmiştir. İslamı ve müslümanları muhafaza etmek için gerekirse ölünecek ve öldürülecektir.

Yukarıda bahsettiğimiz durumların değişik şekillerde tekrarları sözkonusu olmuştur. Ancak Peygamber(as) ne Mekke’de zayıf olduğu için sahabesini savaştan uzak tutmuş ne de Medine’de güçlü olduğu için savaşmıştır. Bütün işleri gibi savaş ve barışta vahiy konrolündedir.

Gerektiğinde müdafaa gerektiğinde hücum yapılmış olup savaşın bütün yönlerine ve metodlarına başvurulmuştur. Hem kılıçlar bilenip zırhlar giyilmiş hem de geceler boyu namaz ve dualarla zafer istenmiştir.

Peygamber(as) bazan Bedir’de olduğu gibi hiç savaşa katılmamış ama bazan da Uhud’da olduğu gibi bizzat katılarak adam öldürmüştür. Bize düşen onu cici göstermeye çalışmak değil olduğu gibi anlamaya ve anlatmaya çalışmaktan ibarettir.

O rahmet ve savaş peygamberidir.

Bir köpek ve yavruları için ordusunun yoluna bekçi koyarak rahatsız edilmelerini engellediği gibi düşmanın üzerine ordular gönderip onları perişan etmelerini de emretmiştir. Bunları İslam’ı tatlı göstermek adına kimsenin gizlemesi yahut yokmuş gibi davranması mümkün olmadığı gibi risalet makamını da doğru anlamamaya ve hatta tahribe sebep olabilmektedir.

Günümüzde gerek müşriklerin gerekse mülhidlerin İslam’a ve Peygamber(as)’ine saldırıları aynen ilk zamanlardaki gibi devam etmektedir. O gün söylenenlerle bugünkiler arasında pek bir fark yoktur. Hatta çok büyük benzerlikler vardır. O gün bedbahtların ‘eğer güzel kadınlarla evlenmek için bu işe kalkıştıysan’ diye başlayan ve en güzel onlarca kadınla evlendirme vaadi ile biten ahmakça müşrik zanlarının bugün aynı ahmaklıkla bir başka kefere tarafından dile getiriliyor olması ‘küfür’ ve ‘şirk’ mentalitesinin bir adım bile mesafe alamadığının göstergesidir.

Ve fakat O(as)’nun verdiği cevapta halen güncelliğini korumaktadır hem de ilk gün söylendiği gibi:

‘Ey amca! Vallahi güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseler, ben yine bu tebliğden vazgeçmem! Ya Allah, bu dini hakim kılar, yahut ben bu uğurda helak olurum!" (İbn-i  Hişam, 1-266 ve Taberi, 2-220)

Elbette benzer hadiselerde müslümanlar da benzer tepkiler vermeye devam edecektir. Pratikte Mekke benzeri bir ortamda yaşayan müslümanlar içlerinden çıkan Ali’lerin bileklerinden tutacak ve kılıçları kınlarına kan bulaşmadan geri döndüreceklerdir. Ancak ‘eğer bir gün aramızda bir savaş çıkarsa, karşıma çıktığında inşaallah seni ben öldüreceğim’ demekten de çekinmenin ya da bunu diyenleri kınamanın da bir anlamı olmadığı aşikardır.

Bizim, ‘müslümanlar hakkında kötü izlenim oluşturacağız’ endişesiyle Peygamber(as)’imize yapılan hakaretleri sineye çekmemizi bekleyenler, pısmış ve boyun eğmiş koca bir topluluğun ‘suyun üzerindeki saman çöpleri’ gibi hafife alınacağını unutmamalıdırlar.

Tabiidir ki herbirimiz bir Ali(ra) olamayacağız ve yine tabiidir ki Muhammed bin Mesleme(ra) kadar sadık fedailer olmanın yolu hep açık kalacaktır.

Asr-ı Saadet’te yaşanan hiçbir olay tarihi bir süs olsun için yaşanmamıştır. Yani eski keferelerin Kur’an için kullandıkları ‘eskilerin masalları’ ibaresini biz müslümanlar Peygamber(as) ve sahabesinin hatıraları için kullanacak kadar düşmeyeceğiz! Her hadisenin zaman ve zemine göre bize gösterdiklerini almaya ve uygulamaya devam edeceğiz. Zira biz yeryüzünde adaleti ayakta tutmanın ve adaletin şahitleri olmanın tek yolunun bu olduğunu biliyoruz.

O’nun ve sadık dostlarının izlerini bulup, olası tozlardan temizleyerek kendimiz ve nesillerimiz için istikamet tayin edeceğiz ve sonra yapılacak en doğru işi yapıp o izlere basarak yolumuzu bulacağız. Karanlıkla kavgası olanın dostu ve en büyük destekçisi, yardımcısı hiç şüphesiz ‘siracen munira’ olan Peygamber(as) olacaktır.

‘Ey peygamber! Biz seni şahit, müjdeleyici ve uyarıcı ve O'nun izniyle Allah'a çağıran ve aydınlatıcı bir kandil (siracen munira) olarak gönderdik. Mü'minlere, Allah'tan kendilerine büyük bir lütuf olduğunu müjdele. Kâfirlere ve münafıklara itaat etme. Onların eziyetlerine de aldırma. Allah'a güven. Vekil olarak Allah yeter. ‘ (Ahzab 45-48)

03 Eylül 2012

Evs ve Hazreç

İnsanları birbirinden ayıran en mühim özellik ne onların renkleri ne de sahip oldukları dünyalıklarıdır. Bunlarla ya da bunlara benzer diğer basit ve çoğunlukla tercih sebebi olmayan sıfatlarla insan ayrımı yapmak ne vahye, ne insanlığa ne de akla uygundur.  Mahlukatın en şereflisi olmaklığıyla övündüğümüz insanlığımızı en belirgin gösteren sıfatımız nedir o halde?

İnsan olmanın en önemli yanı bir değer yargısına sahip olmaktır. Karşılaştığı hadise ve problemleri ne ile çözdüğü ya da hangi değerlerle muhakeme ederek tavır aldığına bakarak bir insanın ne kadar insan olduğuna ya da ne kadar değer taşıdığına dair net bir kanaat elde edebiliriz.

Yeryüzündeki en basit suçtan en büyük cinayetlere kadar her bir kötülüğün bir ya da birçok failleri de insandırlar. Karınca incitmekten cekinenler olduğu gibi fil hatta filleri bir hamlede yoketmeye hazır ve meyyal olanlar da vardır.

Biz müslümanlar için bu konuda ölçü çok nettir:

Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, peygambere itaat edin  ve sizden olan yöneticilere de. Bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz, Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsanız onu Allah'a ve Peygamber'e götürün. Bu daha hayırlı ve sonuç bakımından da daha güzeldir. (Nisa-59)

Bu ayetin çizdiği keskin çizgi, anlaşmazlıkların çözüm adresini hiçbir tartışma ya da şüpheye yer bırakmayacak şekilde gösteriyor. Aramızdaki sorunları Allah’a ve Rasul’üne götürmek mecburiyeti keyfe tabi bir tercih olarak değil, imanın gereği olarak ortaya konulmuştur.  Bu gerek bu ayetle gerekse benzer ayetler ve hadislerle sabit kılınmış ve üzerinde tartışma bulunmayan bir hakikattır.

Bu bağlamda abdest alış şeklimizi öğrendiğimiz gibi etnik sorunlarımızı da Kur’an ve sünnet ile çözmek zorundayız.

Ne yazık ki geçmiş yüzyılda aleme düzen vermeye kalkan batının en rezil eseri, ırkçı ve faşist düşüncelerini müslümanların çoğunlukta olduğu topraklara da ekmiş olmalarıdır. İkame ettikleri temelde onlara bağımlı ve aslında hep bir diktaya ve zulme dayanan idareler eliyle de sürekli bu fitneyi körükleyenler herhalde şimdi tam olarak keyfini sürüyorlardır eserlerinin.

Özellikle yakinen takip ettiğimiz Türkiye’de yaşananlardan bu sürecin vehametini görmemiz mümkündür. Herkesin bir ucundan tutup çekiştirdiği büyük bir hengamedir gidiyor. Bu karmaşada en garip olanı ise müslümanlardan olmaklığıyla onur duyan birçok kardeşimizin de zaman zaman esen ırkçı rüzgarlara kapılıp oraya-buraya savrulmalarıdır.

Halbuki bizim için durum herkesten daha net ve tavır almamız da herkesten daha kolaydır. Hiç tereddüt ve endişe duymadan, Allah’ın yarattıklarının tamamının O’nun verdiği renk ve dil ile tartışılmaz bir şekilde, mensub oldukları ırk mevzubahis dahi olmadan hayatlarını idame ettirebilmeleridir. Bizim için bazı insanları diğerlerinden özel kılabilen tek sıfat onların Allah’a olan takvalarıdır.

Kendi akraba ve neslimize öncelikle muhabbet ve yardım ise yine Kur’an-ın bize emridir. (Nahl-90) Bu başkalarını hor görmeyi ve incitmeyi asla gerektirmeyen bir emirdir.

Sorun şuradaki islami hayat mümkün olabildiğince yok sayılarak yaşanan bir ülkede insanların birgün başları sıkıştığında çareyi dinde aramaları doğru olsa da çok geç ve sonuçsuz bir çırpınıştır.

Onyıllarca dinsiz ve ahlaksız bir nesil yetiştirmek için adeta devlet imkanlarıyla seferber olduktan sonra ortaya çıkan ne idüğü belirsiz nesillere çeki düzen vermek için dine sarılmak, -gayet yerli bir söz ile ‘ağaç yaşken eğilir’- boşa çıkmaktadır.

Değer yargılarını ellerinden gerektiğinde başlarını kopararak aldığınız bir halktan şimdi yeniden iman etmesini istiyorsunuz öyle mi? Herkes yeniden iman edecek! Hatta dağdaki teröristler de dahil... Öyle ya sorunun büyük kısmı onlar. Sonra? Sonra herkes iman edince açacağız Kur’an-ı ve ‘Mu’minler kardeştir, öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin..’ (Hucurat-10) emrini hatırlatacağız ve o an eller yana düşecek ve birbirine vuramayacak kimse! Öyle mi? Gerçekten buna inanan var mıdır?

Daha da ileri gideceğiz, hepimiz yeniden iman ettik ya.. Asil kan yoktur Allah’ın yaratmasında, kutsal dil de yoktur, herkes dilediği dili konuşsun, yazsın, okusun vs.

Evet, bu mümkün olabilirdi. Ancak bunun ilk ve mutlak şartı herkesin yeniden iman etmesindedir ki bu konuda da yine sahabeden mustesna bir örnek olarak karşımızda Evs ve Hazreç kabileleri çıkmaktadır.  Bu iki kabile Yesrib(Medine) şehrinin hakimleri idiler, onların birlikteliğinden etkisini kaybetme korkusu yaşayan yahudilerin de fitneleri ile düşman olmuşlardı. Allah onlara merhamet etti de Rasul’ünü oraya hicret ettirdi. Ve onları Al-i İmran 103’te anlattığı gibi kardeş kıldı. Bir ateş çukurunun kenarıdaydılar, onları oradan kurtardı. Onları ‘Ensar’ adıyla birleştirdi ve kıyamete kadar hayırlı yad edilenlerden kıldı. Ensar ismini ilk kullanan İsa(as)’ın havarileri gibi Pergamber(sav)’in çevresinden ayrılmadılar. Bedir savaşı öncesinde Sa’d bin Muaz(ra)’ın dediği üzre; ‘denizi gösterse dalacak, ateşi gösterse girecek’tiler ve sözlerini yerine getirenlerden oldular.

Yaşadıklarımız Ensar’ın yaşadıklarına çok benziyor evet ama var mı şimdi öyle yiğitler? Ensar’ın bu iki yiğit kabilesi gibi yalnız ve sadece iman üzerinde ittifak edip sonra da bütün sorunlarını Kur’an ve sünnetle çözecek olanlar var mı? Yok diyorsanız hayal kurmanın alemi de yok demeliyiz.

Şeytanın peşinden giderken kaybedilen yolda Kur’an rehberliği ile hayırlı ve güzel bir sona ulaşmak yoktur. Yolu değiştirmek gerekir.

 

29 Temmuz 2012

Tek Kale Maç!

Ahmat Altan, Dini alanı kastederek "bizim de o bahçelerde arada bir dolaşmamızın kime zararı var?" demiş. Ateist olduğunu iddia eden Altan ve benzerlerinin Dini alanda gezinmelerinin bir zararı yok. Ayrıca eleştirilen bu gezinme çabası da değil! Eleştirilen, misafir olunduğu beyan edilen alanda, sizce paylaşılmayan anlam haritalarına bağlı İnsanlara, o haritalara dair ahkam kesmek!

Çocukluğum Almanya'da geçti, orayla hala temasım var. Türkiye ile paralel din karşıtı akımları başta Almanya merkezli hala takip ederim. Batılı bir ateist, deist ya da agnostik ile varoluş, dünyayı algılayış, hayata bakış vb konuları müzakere ettiğinizde şunu görürsünüz:

1-Anti-Teist değildir.
2-Yaşamını İncil-Tevrat'ı yanlışlamaya vakfetmemiştir.
3-Bireysel pozisyonunu kendi kaynaklarına dayandırabilmiştir.

İstisnalar elbette vardır ama bu 3 hususu genelde görürsünüz ve bunlar içinde bence en önemlisi 3.maddedir. Ve Türkiye ateistinde bu yoktur.

Bunu, kendilerini Türk ateizminin kalesi ilan etmiş td forumlarında, forum.ateizm gibi bir küfür/hakaret çukuru ve benzeri bazı alanlarda, defalarca müşahede etmiş ve kendi çapında bunlarla mücadele etmiş birisiyim. Bu İnsanlara daima şunu söyledim: Ben ve kaynağım, buradayız. İslam ve tarihi, ahlakı, kaynakları ortada. Kur'an elinizin altında, Peygamber ve sünneti malumunuz. Bunları alabildiğince eleştiriyorsunuz. Varolan kollektiviteden hareketle bunlarla beni ve diğer Müslümanları da, kendinizce yargılayabiliyorsunuz. Peki ya biz? Biz sizi eleştirirken neyi mihenk alacağız? Ortaklaştığınız bir kaynak mevcut mu? Kendinizi tanımlamak için öteki kıldığınız İslam dışında bir kaynak mevcut mu? Mevcutsa kimi davranış&pozisyon alışlarınız o kaynak ile örtüşüyor mu? Bu ve benzeri sorulara müspet cevaplar alamadık.

Kısacası ortada tek kale bir maç var. İslam ve kaynakları, değerleri üzerinden Müslümanlarla yapılan tek kale bir maç.
Türk ateizminin Din eleştirisi bahsinde faili olduğu en büyük hokkabazlık budur! Bu bağlamda en can alıcı konu da Ahlak bahsidir.
Ahmet Altan'ın da sık sık yaptığı "ahlaki tenkit" konusu anti-teist ve aslında anti-İslam Türk ateistinin en sık başvurduğu konudur.
Bu silaha sık sık başvururken akış daha önce ifade ettiğim "tek kale maç" zihniyetinde cereyan eder.

Ateist bu taaruzda ahlaki referansını ortaya koyma, böylece ahlaki tenkide ne denli ehil olduğunu beyan etme mükellefiyetinden kendini sıyırır. Tek kale maç risksizdir, mağlup olmak mümkün değildir. Bu silahın, imtiyazın elinden alınmak istenmesine ateist çok buzulur, sinirlenir.

Oysa ben, muhatabımla o ancak ahlak eleştirisi yapabilme ehliyetine sahip ise bunu müzakere etmeliyim. Bunu tespit edebilmek için de onun ahlakının kaynağını, neye refere ettiğini bilmeliyim.

Muhatabımın ahlaki referansı, üzerinde ortaklaşma bulunan bir değerler manzumesi midir, yoksa son tahlilde kendisine refere eden şahsi pozisyon alışı mıdır? 1. ise tartışmanın bir anlamı vardır, 2. ise tartışmanın bir anlamı yoktur, çok daha muhimi muhatabın ahlaki tenkit ehliyeti bulunmamaktadır. Genelde iyi-kötü kabulleri olarak ifade edebileceğimiz ahlaki yargılar kişinin nefsine dayanıyorsa bu ancak o kişiyi bağlar. Ben bunu neden kıymetli göreyim ve o kişinin x tutumu ahlaki, y tutumu gayrı ahlaki bulmasını neden dert edineyim? Mesele temelde budur.

Sözü Altan'a getireceğim. Ahmet Altan'ın sözlerini değersiz kılan şey, onun ateist olması değil, hangi referansla Müslümanların ahlakını eleştirdiğini beyandan kaçınmasıdır. Andığım forumlarda, materyalist bir ateistin örneğin çok eşliliği hangi referansla eleştirdiğini izah edememesi, daha doğrusu "referansım" dediği değerlerin, bu eleştiri ile ilgisizliği gibi, Altan'da hangi anlam haritalarına yaslandığını, bu haritanın nefsinden başka bir referansı olup olmadığını ortaya koymadan büyük otorite kürsüsünden muhataplarını yargılıyor ve ne hazin, bir Allah'ın kulu da çıkıp "dur bakalım, sen bu işe mezun musun bir görelim" demiyor.

Dolayısıyla mesele Altan'ın söylediği gibi “Bir dinsiz bizi nasıl dinle yargılar” meselesi değildir. Mesele, yaşadığı toplumdan miras/ödünç aldığı değerlerin farkında olmadan ve o değerleri paylaşmadığını da beyan etmiş iken, o değerlerden başka bir referans da zikretmeden kişinin, o değerlere bağlı olduğunu iddia eden insanları eleştirme garabetidir.

Bu, bu kadar açık seçik bir çelişkidir.

Altan, tek kale maç imtiyazının verdiği risksizlik öz güveni ile, cephaneliğini doldurduğu kaynağı bombalama gibi fikri bir sefalet içinde.

Hüseyin Akdoğan @hakdogan

28 Mayıs 2012

Kitabullah'a sarılmak

Yahudiler ve Hristiyanlar önce alimlerinin yazdıklarına Allah'ın kitabından daha çok değer vermeye başlamışlardı, sonra da bunu Allah'ın kitabını terketmek takip etti. Ve gün geldi o alimler(!) Allah'ın kitabıdır diye insanlara kendi yazdıklarını sundular ve kabul gördüler. Onları Yahudileştiren ve Hristiyanlaştıran süreç kısaca böyle gelişti.

Hadisle sabittir ki bu ümmet adım adım onların yolunda gitmektedir. Önce Kur'an-ı anlamaktan mahrum kaldılar. Sonra kendi aralarındaki kendilerinden olanların kitaplarını diğerlerinden üstün görüp dini kendi alimlerine ve kitaplarına has kıldılar ve hatta birbirini sapkınlıkla itham ettiler. Süreç halen devam ediyor.

Tek avantajımız Kur'an-ın korunması vesilesiyle üzerinde lafz olarak tahribat yapılamaması ancak bunu da yanlış tercüme ve tefsirlerle aşıyor şeytan ve avanesi.. Yanlışlığı tesbitin en garantili yolu olan sünnet bilgisinden mahrum olanlar ise farkında olmadan değiştirilen tercüme ve tefsirlere tabi olup üzerinde tefekkür dahi etmeden ayetleri okuyup geçmeye başladılar. Hatta birçoğumuz meal ya da tefsir okuma ihtiyacı da duymuyor artık maalesef..

09 Mayıs 2012

İslam ‘yara bandı’ değildir

Sorunlar ve çözüm arayışları insan hayatının neredeyse tamamını kapsayan bir durumdur. Hatta hayatın kendisi bizzat dünyada olma sorununa çözüm bulmaktan ibaret olduğu gibi, ahirette nereye gideceğin hususunda da bir çözüm ve yol izleme yeridir. Ancak ölündüğünde biten bir yığın sorunlar yumağı olan hayatın en muhteşem sorun çözme yöntemi hiç kuşkusuz ‘din’dir.

Başımıza gelen işlerin ve karşılıklarını bulamadığımız soruların cevabını bulmakta en kolay metodumuz dine müracaattır zira her konuda en doğru çözüm hazır beklemektedir bizi. Bu iman ehli için olmazsa olmaz ve aslında çok normal bir davranış şeklidir. Ancak ‘araf’ta kalanlar da bir çok sorunlarını ve çıkmazlarını din ile çözmeyi severler. Bunun pek çok sebepleri varsa da en tutulan sebep dini çözümlerin toplumsal kabulünün kolaylığındandır. Zira imanın hakikatını elde edemeyen bir fert için toplumsal kabul oldukça önemlidir.

İman edenler zaten bir emir ve gereklilik olarak gerek şahsi meselelerini gerekse kendi sosyal münasebetleri sebebiyle karşılaştıkları meseleleri Allah’a ve Rasul’üne götürürler. Bu anlayışın hakim olduğu bir toplum da yine olası sorunlarını aynı metodla çözüverir. Bu işin teorik kısmıdır ve pratikte böyle bir-iki cümle ile ifade edildiği kadar kolay olmadığını tarihi tecrübeler ve günümüz dünyası bizlere göstermektedir. Fakat her halukarda işin aslı budur. Pratik bozukluklar temel değerleri ve kuralları değiştiremez.

Toplumsal alanlarda ortaya çıkan sorunlar da aynı şekilde çözülebilecektir. Ancak günümüz dünyasında hem ferdi hayatında hem de sosyal hayatında tam olarak İslami bir yaşantı kurmakta zorlanan müslümanlar, içinde yaşadıkları gayr-i müslim toplumların doğal olarak sahip olduğu pek çok sorunu İslam ile çözmeye çalışıyorlar.

Henüz kendi yaşantısında oluşan zıtlıkları ve çatışmaları bile bitiremeyen bir çok müslüman hasbelkader içinde bulunduğu toplumların büyük bir kısmı sadece Allah’ın sınırlarının çiğnenmesiyle ortaya çıkmış sorunlarını Allah’ın dini ile çözmek gibi bir gayrete girmiş olmalarını anlamak mümkün görünmüyor.

Bunun Hollanda bazında en kolay anlaşılır örneği, alkol ve uyuşturucu gibi mutlak yasak olan şeylerin serbestçe tüketildiği bir toplum yapısında aldıkları eğitim ve yaşadıkları çevre gibi sosyal etkenlere yenik düşen müslüman gençleri bunlardan uzaklaştırmak için devletin cami veya imamlardan destek isteyerek dinin yasaklarını gündeme getirmeleridir. Bunu onlar yaptığında durumun saçmalığını daha kolay farkediyoruz. Hem serbest bırakacaksın gençleri ve her türlü mel’anete bulaşmalarına imkan ve ortam hazırlayacaksın, sonra da iş içinden çıkılmaz duruma gelince ‘yetişin, yardım edin’ diye, aslında hiç te dikkate almadığın ve ilgilenmediğin bir dini çağıracaksın.
Benzer bir durum Hollanda gibi gayr-i müslim olmayan ve hatta halkının %99’u müslüman olan ülkelerde de –örneğin Türkiye- yaşanmaktadır.

Basit bir örnek, ‘fuhşu’ bir meslek olarak gören ve bundan vergi alan devlet aynı anda maaş vererek çalıştırdığı imamlar diliyle insanlara zina etmenin dinen yasak olduğunu anlatmaya çalışıyor.

Bu gibi tenakuzlar farkında olarak ya da olmayarak biz müslümanların da içine yerleşiyor ve yaşanan gayr-i İslami hayatın/düzenin getirdiği sorunlara İslami çözümler üretmek için kafa patlatıyoruz.

Elbette İslam’ın çözümleri parça parça bile uygulansalar o alanlardaki sorunlara varolan en güzel çareler olarak ortaya çıkarlar. Ancak hakim hayat düsturunun gölgesinde kullanılacak İslami çareler daha çok mevcut tarzın/düzenin devamına payanda olarak kullanılmış olacaktır ki, İslam yekpare bir nizam iken onu çok daha aşağılarda yer alan birtakım düzenlerin/ideolojilerin destek olarak kullanmasına göz yummak, izin vermek ve hatta bizzat bunu kendin yapmak müslüman için derin bir gafletin ve büyük bir utancın alametidir.

Gerek fikir, gerekse sosyal hayat olarak tıkanan ve artık kendini tüketmeye başlayan günümüz ‘cahiliyye’ toplumlarının onlarca hatta yüzlerce yıldır öğüttüğü nesillerin ve toplumların kokan kalıntıları artık hiç bir parfümle ya da makyajla yüzüne bakılır bir hale gelemeyecek kadar çürümüştür.

Barındırdığı etnik ya da kültürel yapıları bunca zamandır kültüründen ve kimliğinden koparmak için gayret eden, ortaya ‘ucube’ bir toplum çıkmasını öyle ya da böyle sağlayan bir devletin, yine kendi oluşturduğu toplumsal düşmanlıklar ve etnik kavgalar karşısında tükenen enerji ve çıkış yollarının sonunda ‘İslam kardeşliği’ gibi bir argümanı yıkıntı ve döküntülerine ‘yara bandı’ niyetine veya ‘yama’ niyetine kullanmaya kalkması ve dahası buna müslümanların da alkış tutması ve bu yaklaşımdan İslam ve müslümanlar adına ‘izzet’ beklemesi ne garip bir haldir.

Olması gereken ya da asgari planda müslümanların dillendirmesi gereken şey, bu dinin topyekun olarak özgürce uygulanması ve toplumsal hayatın her yanına ve her köşesine yetkin ve etkin olarak yerleşmesi gerektiğidir. Ancak böylesi bir ortamda gerek kardeşlik ve gerekse diğer kişisel ve sosyal boyutları ile ‘İslami çözüm’den bahsetmek mümkün olacaktır.

Bir diğer deyişle İslam’ın sosyal hayatta birebir uygulanmadığı bir ortamda; örneğin, bütün kurumları ile ekonomiyi İslam’ın düzenlemediği bir toplumda, hırsızlık yapanlara İslami bir ceza vermeye kalkışmak adalet olmayacaktır. Bu diğer İslami cezalar için de geçerli genel bir durumdur. Önleyici tedbirlerini İslam’ın almadığı bir halin sonucunu İslam ile bitirmeye çalışmak anlamsızdır.

Az önceki hırsızlık örneğini açarsak, kişilere helal dairesinde bütün imkanları sunan, zekat ve sadaka gibi müesseselerle kimseyi insani temel ihtiyaçlar konusunda mağdur etmeyen, ‘beyt-ul mal’ ile ekonomik destekler sunan, işyeri açmaktan tutun evlenmeye kadar yardımlar yapan, adil bir mal dağılımını sağlayan ve çalışanların emeklerinin karşılığını hem de en hızlı şekilde aldığı bir toplumda hala hırsızlık gibi adi bir işe bulaşan adam elbette cezanın alasını haketmiştir ve verilmelidir.

Aynı şekilde, bulunması gereken temel insani hak ve hürriyetlere sahip, yani; canı, aklı, nesli, malı ve dini koruma altına alınmış bir halk ta dünyevi anlamda sağlanabilecek en sahih yaşama alanına sahip olmuştur. Bu 5 temel esas geniş ve sağlam bir şekilde korunduğunda insanların bütün ihtiyaçlarına ve sorunlarına cevap verilmiş olacağı İslami, tarihi ve insani bir gerçekliktir.

Tabii ki bunları kendi içinde açarak anlamak gerekir. Örneğin canı korumak için gerekli bütün şartlar hazırlanmalıdır ki, can korunuyor diyebilelim. Yeme-içme hususundaki helal ve temizlikten başlayarak bütün sağlık hizmetleri bu kategoride ele alınabilir. Aynı şekilde nesli korumak için de bütün gerekli eğitim olanak ve ortamları ile haramlardan arındırılmış sosyal hayat ve hatta İslam’a aykırı olmayan adetlerin yaşanabilmesi ve elbette dil ve kültür korunmalıdır ki insanların nesilleri korunmuş olabilsin.

Bu ayrıntılar genişletilerek ele alınmalı ve bulundukları toplumların sorunlarına İslami çözüm sunma gayreti gösteren müslümanlar ‘etrafına cami ve ağyarına mani’ bir nizam olan İslam’ı topyekun savunmalı ve ortaya koymalıdırlar.

Ufuk Gazetesi - Mayıs 2012

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...