27 Mayıs 2014

Korku İmparatorluğu

27 mayıs darbesinin ve devrin başbakanı Menderes'in idamının hala büyük bir tazelikle hatırlanması darbeyi yaptıran ve yapanların varlıklarını sağlayan kinin, darbeye muhatap olan idareci ve halkın bilinç altına kadar işleyen korkunun bir tür yansıması gibi..

Onların kinini bilip ifade ederken aslında bizdeki eziklik ve korkuyu da itiraf edebilsek yani yüzleşsek belki farklı bakabiliriz bugüne ve daha salim bir kafayla düşünebilir ve hareket edebiliriz.

Ama ne var ki, sağ iktidarların 60'tan bu yana değişmeyen kabusudur darbe ve idam, halen mevcut iktidarda da var bu korku ve korku hata yaptırır. Sağ iktidarların önemli temsilcilerinin bir noktada kendilerini kaybetmelerine sebep olan bu korkudur. Daha sonraki dönemlerde yaşanan şaibeli ölümler ve faili meçhuller ile de bu korkular sürekli beslenmiş ve rejim bir 'Korku İmparatorluğu'na dönüşmüştür.

Bunun en büyük delili ise sürekli 'bir daha asla' sloganıdır. Sloganlar korkuların özetidir bir bakıma. Halen mevcut iktidarın destekçilerinin bile sürekli tekrarladığı bu slogan o korkunun en net ifadesidir. Marifet odur ki bu korku güce ve direnişe dönüşsün yoksa korku eritir, tüketir.

Sadece ezanı orjinaline dönüştürmenin idam sonucuna götürdüğü tezi ilmek ilmek işlenmiştir zihinlere yıllarca.
Ki insanlar İslam'dan başka birşey istemeye cesaret edemesinler ve hep korksunlar. Korku boyun eğdirir zira.

Ve öyle de olmuş ki yıllar ve yıllar sonra bir başka sağ iktidar binbir korku ile ve ufak denemelerle, zemin yoklayarak, adeta mayınlı arazide yürür gibi bir hassasiyetle, nihayetinde başörtüsüne büyük oranda bir özgürlük getirdiğinde bunu olağanüstü bir zafer olarak lanse etmiş ve halkta bunu bir tür karşı devrim gibi algılayarak hem çok sevinmiş hem de bunu yapanların yılmaz savunucuları ve destekçileri olmuşlardır. Bu ve benzeri adımlar yüzündendir her türlü saldırıya rağmen mevcut iktidarın bunca yıldır büyük bir destekle ayakta kalması.

Bunun da sebebi yine korkudur ve korkunun üreticileridir aslında. Kendi düşmanlarını kendileri destekliyorlar hem de saldırarak. Aynı şekilde rejimle bilek güreşi yapan iktidar mensupları da varlıklarının bu ejderha ile kavganın devamında olduğunun bir bakıma farkındalar ve ona göre kontrollü bir taktikle savaşmaya devam ediyorlar. Kimse kavganın bitme ihtimalini düşünmüyor ve beklemiyor, o kadar yerleşmiş ki rejim gönüllere söküp atılabilme ihtimali değil kontrol edilme imkanı peşinde koşuluyor.

Kemalist rejimin ana metodu bu; katlederek bitiremeyeceklerini korkutarak bitirmeyi denemişler ve büyük oranda da başarmışlar. Başkaldıranların başı ezilmekle kalınmamış nesilleri sürgün ve ölümlerle bir tür soykırıma tabi tutulmuşlar. Korku İmparatorluğu hep kan ve ölümle beslenmiş olarak hala hayatiyetini devam ettiriyor. Dizginleri elinde tutan binicileri her an bu vahşi atın sırtından ayaklarının altına yuvarlanma ve ezilme korkusuyla doludizgin gidiyorlar.

Bize gelince 'teselliden nasibimiz yok, hazan ağlar baharımızda' zira İslam'ın bu topraklardaki hükmü ortadan kaldırıldı ve izleri taşlardan bile kazınarak silinmeye çalışıldı. Geri alınması gereken bir kaç özgürlük değil devasa bir medeniyet! Bunlarla avunmak sadece kendimizi aldatmak olur. Bunlara sevinmemek mümkün değilken yeterli görmek zaten felakettir.


20 Mayıs 2014

Belalar ve Taassub Felaketi

Çok ağır belalar ve imtihanlar yaşıyoruz; gün geçmesinki Suriye'den katliam haberleri gelmesin, Filistin'den ölümler ve esaretler duyulmasın. Afrika'nın ortasından Arakan'a, Kırım'dan Yemen'e her gün yeni zulümler ve yeni ölümler sayılıyor.

Şüphesiz bunların tamamı bir hikmetin sonucudur; biz bunu böyle bilir, böyle inanırız.

'Biz sizi biraz korku, biraz açlık ve biraz mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmeyle imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele!' Bakara 155

Bu gibi durumlarda nasıl tepki vereceğimiz de aslında bellidir:

'Onlar başlarına bir musibet geldiğinde: 'Şüphesiz biz Allah'a aidiz ve O'na döneceğiz' derler.' Bakara 156

Neticeden de eminiz:

'İşte böylelerine Rablerinden bağışlanma ve rahmet vardır. Doğru yol üzere olanlar da bunlardır.' Bakara 157

Bu belalarla insanların yaptıklarının ilgisi olabilir mi sorusunun cevabını ise yine Kur'an-dan alıyoruz:

'İnsanların ellerinin kazandıklarından dolayı karada ve denizde fesat çıktı. Umulur ki dönerler diye, yaptıklarının bazılarını böylece onlara tattırmaktadır.' Rum 41

Özellikle idarecilerin mes'uliyetlerinin çok daha büyük olduğu ve onların yaşanacak her olayı üzerlerine almaları kendilerini sorumlu bilmeleri gerektiğini ise gerek sahabeden ve gerekse onlardan sonra gelen salih ve adil idarecilerden örneklerle görüyoruz. Ki hepimizin adaletine şahitlik ettiği Ömer(ra)'ın yaşanan kuraklık ve kıtlık zamanlarında kendini sorumlu bilerek, onun günahları sebebiyle halkın helak edilmemesi ile ilgili ettiği duası meşhurdur.

Günümüze gelince, müslümanların başlarına idareci olanların hemen hepsi dinen adalet sıfatına muhatab olma ihtimali neredeyse hiç bulunmayan insanlardan ve kurumlardan oluşmaktadır. Aynı şekilde insanlar için asıl fitne olarak; hakka davet, iyiliği emir ve kötülükleri yasaklamaları beklenen alimlerin kendi şahsi kanaatlerini bayraklaştırmaları ve cemaatlerinin menfaatlerini savunmak hususunda pek bir mahir olmaları hayretamiz bir hadise olmaktan çıkmış olarak cereyan etmektedir.

Hakkın değil liderlerinin savunucuları ile hakkın değil cemaatlerinin mensupları olanların kavgalarından ortaya asla ve kat'a hak ve adalet çıkmayacaktır. Aksine fitne ve fesad kaçınılmaz son görünmektedir.

Son olaylarda bir şekilde yaşanan 'sünnetullah'tan olan felaket ve belaları kendilerine yapılan ve zulüm olarak isimlendirdikleri hadiselere bağlayarak adeta kendilerini kainatın merkezi zanneden hocalar eliyle taassub artık dünya sınırlarını ve dini ıstılahı da aşarak -haşa- Allah(cc)'in kudret ve azametini kendilerine munhasır kılacak kadar sapkınlığa ulaşmıştır.

Bunların zulüm diye ortalığı inlettikleri şeyler, dershanelerinin ve/veya okullarının kapatılması, bazı emniyet ve yargı mensubu arkadaşlarının tayin veya sürgün edilmelerinden ve onlara yapılan bazı hakaretamiz ibarelerden oluşmaktadır. İslam coğrafyasında yaşananlarla mukayese edildiğinde bu yaşananları zulüm, bunları yapanları ise Hud 113. ayette bahsedilen ve desteklenmeleri durumunda ateşin dokunacağı zalimler olarak anlamanın ne kadar zor olduğu ortadadır. Eğer bunlar o zalimlerse biz Kur'an-da örneğin Esad ve Sisi'yi nerede bulacağız? Ve oralarda yaşananlara rağmen bu idarecilerin evlerine düşmeyen ateşin Soma'ya düştüğünü ima eden ilim sahibi yazarın dünyaya hangi pencereden baktığını nasıl izah edeceğiz?

Elbette insanlara kendi yaşadıkları başkalarından ağır gelir ancak bunun da hiç değilse azıcık vicdan ölçüsü olmak zorunda değil midir?

Özetle Soma'dan tüm idareciler ve siyasiler kesinlikle sorumludurlar ama bu felaketi kendi cemaatine bağlamak dehşet verici bir taassuptur. Bu sorumluluk felaketlerin hikmetleri bakımından dini, alınmayan tedbir ve istismarlar bakımından ise dünyevi olarak ortadadır.

Dini kendi cemaatinden ibaret zanneden kafa yapısı, ayetleri ve hadisleri de cemaatine uygun yorumlamakta bir sorun görmediği gibi bunun doğru bir şey olduğunu da zannediyor. Cemaat liderini peygamber diyemediği için ondan çok daha üstün sıfatlarla yücelterek masum ilan eden ve bir tür uluhiyet makamına yerleştiren itikadı bu dinin neresinden ve nasıl ürettiklerini cidden merak ediyorum.

Hocalarının bedduası tutmadı diye yaşadıkları ezikliği son facia ile atmak ve mensuplarını bu acıyı istismar ederek kendilerine bağlamak için gayret sarfedenler karşısında taassubun bile izah edemediği bir itikadi sapmanın olduğunu görmemek mümkün değil.

Anlaşılan daha büyük afet ve belalar yaşansa idi bu insanlar hocalarının bedduaları tuttu diye sevinecek kadar düşmüşler. Biz bunları muhabbet fedaisi sanıyorduk oysa muhannet fedaisi çıktılar maalesef...

Bütün bunlara rağmen biliyorum ki, ne rezil başbakan müşaviri istifa edecek ne de işçilerden sorumlu çalışma bakanı ve tabii ki cemaat yazarlarının utanıp istifa etmesini de beklemiyorum.

Bunca rezilliği görmeyi hak edecek ne veballer aldık acaba diye düşünmekten kendimi alamıyorum.

14 Mayıs 2014

Kaza Vesilesiyle Kader

Dünya, hayatın ve ölümün içiçe deveran ettiği bir imtihan yurdu ve bizler bu yurdun sahipleri değil misafirleriyiz. Geldik ve gidiyoruz. Bazılarımızın gidişleri vicdanları sızlatan facialarla, bazılarımızınki yürekleri yakan katliamlarla oluyor. Sebepler dünyasındayız ve bu sebepler bizim imtihanımızın gereği olarak cereyan eden olayların tamamının ortak adıdır.

Son yaşanan Soma faciasının boyutu islami düşünce ve bakış açısına sahip olmayan islamcılarımızın ve entellerimizin beyin devrelerini de yaktı galiba ki ilginç yaklaşımlar sergilemeye başladılar. Genel sapma noktası felakete 'kader' denilmesi üzerinden inşa edildi. Bu bakışa sahip olanlar bir hadiseye kaderin tecellisi olarak bakılmasının olayın suçlu ya da sorumlularının masum sayılacağı savı üzerinden hareketle tevekkülü bile yanlış anlama ile itham edip kınar hale geldiler.

Oysa İslam, bir ceza hukuku va'z ederek zaten kaderin tecellisi olan kazalarda vesile olarak görülen suçlu şahsın cezalandırılmasını kanun kılarak bunun tevekküle ters olmadığını bize göstermiştir. Yani İslam bir katilin kısasına hükmetmekle maktulün kader olan ecelini reddetmeden mes'ul olana ceza verilmesini emretmiştir. Maktulün ecelinin gelmiş olması katilin suçunu hafifletmediği gibi masum sayılmasına asla sebep olarak görülemez. Aksi halde bu gayri sahih bir itikad olan cebriyyenin yoluna sapmak olur.

Maktülün ecelinin katil elinden olması kaderdir ve yine katilden hesap sormak Kadir-i Mutlak'ın takdiridir, vazgeçilemez.

'Hiçbir nefis belirlenmiş bir ecelle Allah'ın izni olmadan ölmez...' Ali İmran 145

Kaderden gelene tevekkülle sabretmeyi tedbirde kusuru olanlara hesap sormamak zannetmek hatadır, adaletle merhamet birlikte uygulanabilir. Merhametsiz adalet ya da adaletsiz merhamet olmaz, adalet merhamettir öyle görünmese de..

Birilerinin tedbirde aksaklık yapması olayın kaderin kazası olmasını değiştirmez; tedbir ve tevekkül kadere tabidir. Tedbirde eksiği olana kızalım hatta cinayetse kısas edelim ama sakın olan için "kader değildir" demeyelim. Olaya cinayet diyebilirsiniz, ihmal hatta kasıt var da diyebilirsiniz ama "kader değil" derseniz bu imansızlığın alameti olur.

Kin ve garezden tedbir, tevekkül ve mukadderatı unutanlara da dua edelim; öfkeden ölmek gazdan ölmekten kötüdür zira..

Sorumlulardan sorulacak hesabın vebali iktidarın boynundadır ama biz bu vesileyle takdiri ilahiye/kadere isyanı engelleyelim en azından..

Allah hayatını kaybedenlere rahmet eylesin ve asıl ateşin düşerek yaktığı yer olan yakınlarının yüreklerine ferahlık versin.

'Onlar başlarına bir musibet geldiğinde: 'Şüphesiz biz Allah'a aidiz ve O'na döneceğiz' derler.' Bakara 156

12 Mayıs 2014

İtidal hayaldir

Son 100 yılın İslam coğrafyasının tarihini birazcık gözönüne alan biri bu başı koparılmış bedeni lime lime doğranmış aslana nasıl kızar? Hatta o kadar eskiye de gitmeyin, son bir kaç yıl bile yetmez mi?

Bunca sahipsiz ve bu kadar yalnız; kelimenin tam anlamıyla mustaz'af (zayıf bırakılmış ve ezilmiş) ümmetin dağıtılmış birliği, yıkılmış hilafeti ne kadar da şahdamarı kesilmiş ama omuriliği koparılmadığından kolunu-bacağını gayri-ihtiyari hareket ettiren ve şuursuzca etrafına darbeler savuran bir kurbanı andırmaktadır.

Hilafetimizi imha ettiler, devletimizi yer ile yeksan ettiler, kültür ve medeniyetimizi yasaklayıp arada kuru kütüklerden yeşeren filizler gibi baş gösterenleri kopardılar, ortaya çıkanları ezdiler şimdi bizden 'kibarlık' bekliyorlar öyle mi?

Hayır, onlar da biliyor ki asıl biziz, onlar teferruat! Biliyorlar ki tarihi tevhidin nebileri ve onların tabiileri yazdı ve yine yazacak.. O yüzdendir ki bütün savaşları ve hırsları bize matuf. Bir yokediverseler rahatlayacaklar ama olmuyor, olamıyor!

Hayır emperyalistlerin yüzsüzlüğüne değil aramızdan çıkardığımız suçluluk psikozuna tutulmuş ezik söz sahiplerine kızıyorum. Can verirken bile bizden kibar olmamızı bekleyenler düşmanlarımız değil oysa! Kendilerine uzanan ya da er-geç uzanacak elleri koparmak için, kurşunları durdurmak için hamle yapanlara kızan bu aramızda dolaşan tuhaf arkadaşlarımıza...

Kardeşini kavgada gören önce kardeşini savunur korumaya alır sonra kim haklı-haksız onu araştırır, aksini yapanda bir tuhaflık vardır. Önce kardeşine küfretmeye başlayan ve adaleti kendi kardeşine bile çok gören bir zümre var ve onlar herkesten önce gırtlağımızı sıkıyor ve ayaklarımıza çelmeler takıyorlar. Bunların kardeşlik hukukundan ne anladığını merak etmiyor değilim.

Ceberrutların tüm güçleriyle üzerlerine saldırdığı insanlardan talan edilen topraklarını unutmaları, namuslarını sineye çekmeleri, kanlarını yutmaları ve hepsinden öte dinlerini yıkmaları mı isteniyor? Rahat koltuklarından herşeyi tarumar edilen kardeşlerini düşmanlarının diliyle eleştiren için -başka bir kelime kullanamadığımdan- en kibar kelime "ahmaklık"tır.

Yurtları işgal edilmiş, maddi ve manevi tüm değerleri ayaklar altına alınmış bir halktan 'itidal' beklemek hangi hayal dünyasının ürünüdür? Hayal dünyası da çok kibar oldu aslında... Hangi zilletin ve aşağılanmışlığın alametidir demeliydim belki de.

... izzet, Allahın ve Resulünün ve mü'minlerindir ve lakin Münafıklar bilmezler. (Munafikun 8)

07 Nisan 2014

Adil kralın ülkesine gidin!

Nasıl bir devre layıkmışız meğer;

ulemamızın acziyeti ve İslam'ın evlatlarının cehaleti ayyuka çıktı,

mücadele yolunu tutanlar en çok oturanların hakaretini duydu,

boyun eğmeyi tedbir ya da taktik olarak sindirenler onurlu başkaldırının haysiyetini anlamaktan bile aciz kaldılar,

anında haberdar olduğumuz zulümlerin gölgesi hayatlarımızı kararttı,

seyretmekten gözlerimizin utandığı işkenceler artık kalplerimizi kanatmaz oldu,

dünya zulmün yurdu, mü'minlerin zindanı tarifi vücut buldu yine,

geriye kuru gönüllerin harekete geçiremediği bedenler olarak kalakaldık...

***

Firavun, Ramses'in namı idi, Necaşi ise Eshame'nin, adları unutuldu ama namların biri zulmün diğeri adaletin temsili olarak geçti tarihe. Artık tüm zalimler bir bakıma bir Firavun ve tüm mazlumların sahipleri de bir bakıma Necaşi oldular.

Şimdi artık her yerde karşımıza bir Firavun çıkabiliyorken Necaşi'lerin yokluğundandır bunca ızdırap kimbilir..

Yurduna hicret edilmeye layık adil kralların ülkeleri nerededirler? Nerede mülkünü adaletle ayakta tutanlar?

Nasıl bir devirde geldik ki dünyaya, hicret edilecek bir Habeş yurdu bile kalmadı bize...

***

Bir yandan Esad bombalıyor diğer yandan İsrail, üstüne Amerika dronelerle sos döküyor ama ne hikmetse karşı duranlar terörist oluyor.

Bize "terörist" olmaktan başka yol bırakmadınız!..

25 Mart 2014

Siret'ten günümüze siyasi fetva çıkarmak

Mekke'nin ileri gelen müşriklerinden bir grup (Velid b. Mugîre, Âs b.Vâil, Esved b. Muttalib, Esved b. Abdi Yağus, Haris b. Hanzale(Razi)) bir defasında Allah'ın Rasulü'ne gelerek şöyle dediler:

"Eğer bizim sana iman etmemizi istiyorsan, bize; içinde Lât'a, Uzzâ'ya, Menât'a tapmayı bırakmak ve ilahlarımızı yermek gibi, hoşumuza gitmeyen, bizi kızdırıyor olan; öldükten sonra dirilmek, âhiret mükâfat ve cezası, gibi imkânsız saydığımız şeyler bulunmayan başka bir kitap getir!

Eğer Allah sana öyle bir Kur'ân indirmezse, sen kendinden uydur! Yahut, şu elinde bulunandakinin tehdit âyetlerini tebşir âyetine, tebşir âyetini tehdit âyetine, haramı helale, helali harama çevir! Azab âyeti yerine rahmet âyetini koy! İlahları ve onlara tapmayı yeren âyetleri onun içinden çıkar! Sana inanalım, sana tâbi olalım!" dediler. (Hazin, Zemahşeri, Beyzavi, Razi ve Taberi)

Birgün, Kureyş kabilesi ileri gelenlerinden Utbe bin Rebîa, bir grup müşrike; "Ey Kureyşliler! Muhammed'in yanına gidip konuşsam ve kendisine bazı tekliflerde bulunsam, nasıl olur? Umulur ki, o bu tekliflerden bazılarını kabul eder, biz de arzusunu yerine getiririz. Böylece kendisi de belki bize karşı yaptıklarından vazgeçer" diye teklif etti.

Topluluk tarafından teklif kabul edildi.  Bunun üzerine Utbe, o sırada yalnız başına Mescid-i Haram'da bulunan Rasulullah'ın yanına vardı ve sözüne şöyle başladı:

"Ey kardeşimin oğlu! Biliyorsun ki, sen aramızda şeref ve soy üstünlüğü bakımından bizden daha hayırlısın ve ilerisin. Ancak sen kavminin başına büyük bir iş açtın. Bu işle onların birliğini dağıttın, akılsız olduklarını söyledin. Tanrılarını ve dinlerini kötüledin. Onların gelmiş geçmiş baba ve atalarını kâfir saydın."Şayet beni dinleyecek olursan, sana bazı tekliflerim olacak. Bunlar üzerinde düşünüp taşınmanı istiyorum. Belki bazılarını kabul edersin!"

Resûl-i Ekrem; "Söyle ey Velid'in babası! Seni dinliyorum" deyince, Utbe tekliflerini sıralamaya başladı:

"Sen ortaya attığın bu mesele ile şayet mal ve servet elde etmek gayesinde isen, mallarımızdan sana hisse ayıralım, hepimizin en zengini olasın. Eğer, bir şeref peşinde isen, seni kendimize reis yapalım. Yok eğer bu sana gelen, görüp de üzerinden atmaya kuvvetin yetmeyen bir evhâm, cinlerden, perilerden gelme bir hastalık ve sihir ise, doktor getirtelim, seni tedâvi ettirelim. Seni kurtarıncaya kadar mal ve servetimizi harcamaktan geri durmayalım."

Utbe tekliflerini yapmış ve susmuştu. Konuşma sırası Resûl-i Ekrem'e gelmişti. Utbe'ye; "Ey Velid'in babası, söyleyeceklerin bitti mi?" diye sordu. Utbe'den, "Evet" cevabı gelince, Resûl-i Ekrem; "O halde, şimdi sen beni dinle" dedi ve besmele çekerek Fussilet Sûresinin 1-36 arasındaki âyetleri okumaya başladı:

"Hâ mim. Bu kitap, bilen bir topluluk için Allah'ın rahmetiyle müjdeleyici ve O'nun azâbından sakındırıcı olmak üzere, âyetleri açıklanıp ayırd edilmiş arapça bir Kur'ân olarak Rahmân ve Rahîm olan Allah tarafından indirilmiştir. Fakat onların çoğu yüz çevirdiler; artık hakka kulak vermezler..."

Sûreyi secde âyetine kadar okuyup secde eden Peygamber Efendimiz, Utbe'ye döndü ve, "Ey Velid'in babası, okuduklarımı dinledin! Artık gerisini sen düşün!" dedi.

Kur'ân, Utbe'nin çehresini birden değiştirmişti. Öyle ki, bunu Kureyşliler fark ettiler. Birbirlerine söylendiler:

"Vallahi, Ebu Velid, çehresi değişmiş olarak dönüyor!" Yanlarına gelince, "Ne getirdin, anlat bakalım?" diye sordular.

Utbe, "Vallahi, ben, ömrümde benzerini hiç işitmediğim bir kelâm işittim. Yemin ederim ki, o ne şiirdir, ne sihirdir, ne de kehânettir!" dedikten sonra sözlerine şöyle devam etti:

"Ey Kureyş topluluğu! Beni dinleyin de, hatırım için bu işin peşini bırakın, bu adamdan vazgeçin! Ondan uzak durun, ona dokunmayın!
Yemin ederim ki, benim ondan dinlediğim söz, büyük bir haberdir. Siz onu, sizin dışınıza kalan Arap tâifelerine bırakırsanız daha iyi etmiş olursunuz. Onlar, ona engel olurlar. Eğer o, Araplara üstün gelirse, onun hâkimiyeti sizin hâkimiyetiniz, onun şerefi sizin şerefiniz demektir. Onun sayesinde insanların en mes'ud ve bahtiyarı olursunuz."

Utbe'nin konuşması, Kureyşlilerin hiç de hoşuna gitmedi, tepki göstererek, "Ey Velid'in babası, o, seni dili ile büyülemiş" dediler.

Sözlerinin dinlenmediğini gören Utbe ise, "O halde, istediğinizi yapın!" diyerek yanlarından uzaklaştı. (İbni Hişam, Taberi)

Sirette bu olay farklı şekillerde rivayet edilmekle birlikte Mekke şehir devletinin kurumsal yapısı da birçok siyer kitabında incelenmiştir.

Ortak kanaat şudur ki Mekke'de bugün sandığımız şekilde bir yönetim yoktu. Reislik makamı ise Abdulmuttalib ve Ebu Talib gibi Rasulullah'ın muhafızlarının elinde olduğu zamanlarda bile kimsenin zulmüne engel olamayacak kadar etkisiz bir sembolik durumdu.
Mekke'nin meşhur Dar'un Nedve'si bugünkü anlamda bir şura ya da meclis değil sadece kabile temsilcilerinin gerektiğinde bir araya geldiği ve yine sadece katılımcılarını bağlayan kararların alındığı sabit olmayan ve mutlak sayılmayan kararların alındığı geçici toplantıların yapıldığı Kabe yanında oluşturulan köşenin adı idi.

Sanılanın aksine Mekke'de müslümanlara uygulanan işkenceler bir yönetim kararı değil kişiseldiler. Tek ortak karar meşhur ambargo uygulamasıdır ki o da malum Kabe'ye asılan bir anlaşma ile uygulamaya konulmuş ve herşeye rağmen buna katılmayıp Şi'bi Ebi Talib'e yiyecek yollayan müşrikler de olmuştur.

Bu tekliften ve durumdan yola çıkarak bugüne fetva vermek ayrı bir konu ancak vakıayı doğru anlamak daha önemlidir.

Teklifin detayında teklif edilen reislik makamının Ebu Talib gibi hiçbir konuda müşriklerin dinlemeyeceği sembolik ve kelimenin tam manasıyla sadece 'şan ve şöhret' maksatlı olduğu ortadadır.

Hüküm vermekten bahsetmiyorum, sadece doğru bilgilerle doğru değerlendirmeler yapmamız gerektiğimi anlatmaya çalışıyorum. Oy vermek yahut gayri islami yönetimlerde görev almak konusunda delil olarak bu hadisenin kullanılması doğru değildir. Bu sebeple bu konuda hele de küfür ve şirk gibi büyük fetvalar vermek için çok daha net delillere ihtiyaç olduğu açıktır.


Ayrıca eğer Mekke ile günümüz arasında bir paralellik kurmamız gerekiyorsa bunu sadece müşrik yönetim açısından değil kendi açımızdan da kurmamız gerekir ki bunun fıkhi boyutu ayrı bir olay olur. Fikirlerimize uygun deliller bulmak mümkündür her zaman ancak asıl maksad hakkı tespit olmalıdır.

Dikkat etmemiz gereken bir noktada yaşadığımız topluma Mekke gibi bir şirk toplumu hükmü vererek kenara çekilmemizin mümkün olmadığıdır. Buna kanaat eden ulema ve avam tüm müslümanların bir şirk toplumunda yaşamanın sonuçlarına ve gereklerine göre amel etmelidirler. Aksi halde sadece başkaları için hüküm vermelerinin bir değeri olmayacaktır.

Bazı hızlı müslümanların sabah-akşam sürekli birilerinin şirke bulaştığını ve birilerinin de küfre düştüğünü ilan etmekle meşgul olmaları kendilerine, İslam'a ve İslami davete herhangi bir katkı sağlamadığı gibi aksine hem bu tür konularla meşgul olanların sahih ve salih amellerden uzaklaşmasına hem de garip durumdaki ümmetin onların katkılarından mahrum kalmasına sebep olmaktadır.

Kendileri için cihadı, diğer müslümanların durumları ile ilgili fetvalar vermek ve bir araya geldikleri her ortamda hatta sohbet ve derslerinde bile sürekli bir kadı gibi küfür fetvaları dağıtarak kendilerini en sahih iman ehli ilan etmeyi bir vazife bilen islami grup ve şahısların bu şekilde nefislerini temize çıkarıp tatmin ettiklerini düşünüyorum. Böylelikle tek sahih hareket olarak kalan bu küçük islami cemaatlerin hep öyle kalmaya, cihaddan ve ümmetten kopuk kendi dar çevrelerinde kendi hikayeleriyle süsledikleri bir ütopyada yaşamaya devam ettiklerini görüyoruz. Bu durumda her türlü vahdet çağrısına, 'gelin bize tabi olun' cevabı verilmekte; cihad ise kıymetli davet elemanlarının kaybı olarak görülmeye başlanmaktadır.

Her nasıl oluyorsa herbiri vazgeçilmez ve kaybedilmeleri ümmetin ve dinin helakına yol açacak kadar değerli bu alimlerin kurduğu dev(!) cemaatler, tüm büyük ve eşsiz faaliyetlerine rağmen ana hedefleri olan islam devletine dair bir arpa boyu dahi yol katedememektedirler. Elbetteki sonuç Allah'tandır, ancak o kadar kendi metod ve cemaatlerinden emindirler ki ister-istemez akla neden o halde yıllardır en küçük bir gelişme ya da ilerleme olmadı sorusu gelmektedir.

Tabii ki bu lider alimler kesinlikle cihada katılmamaları gereken ve nedense ya bundan bir mazeretle muaf görülen ya da dava için cephe gerisinde çok daha önemli -her ne ise- işlerle meşgul olmaları gereken kişilerdirler. Kendileri cihad meydanlarına bizzat katılan ve büyük bir kısmı şehid olan sahabe, tabiin ve ulemadan daha önemlidirler! Ve bunların peşine takılan samimi müslümanlar bir türlü bu zatlara ne zaman cihada izin verilen ayetlere gelineceğini, hangi cephenin gerçekten cihad olduğunu ve kendilerinin neden cephede olmadıklarını bir türlü soramamaktadırlar. Aylar ve hatta yıllar boyu küfür, şirk ve cihad işleyen bu yapılar teorik birer akademi olabilirler ancak İslam teori dini olduğundan ziyade pratik dinidir ve 'söyledikleri ile amel etmek' müslümanların şiarıdır.

Allah hepimizi ıslah etsin..

18 Şubat 2014

Tedbir, Tevekkül ve Teslimiyet

'Devemi serbest bırakıp Allah’a tevekkül etsem olur mu?' diye soran bir sahabiye Allah Rasulü(sav); 'Deveni önce bağla, sonra Allah’a tevekkül et' buyurmuşlardır. (Tirmizi)

Deveyi bağlamak tedbir, sonrasında tevekkül ise imanın gereğidir. Tedbir aldıktan sonra hala kuşku ve tereddütlerle vesveselerin yönlendirmelerine kalbi açmak ise korku ve şüphelerin davetiyesidir.

Sebepler dünyasında yaşadığımız süre boyunca hemen her olay insanların beyinlerini zorlamaya devam edecek. Kazalar, zulümler ve benzeri insan fıtratının kabullenmekte zorlandığı hadiseler, büyük yıkımlar ve felaketler kader konusunda hep insanların zihinlerinde bir soru işaretleri bırakmaya devam edecek.

İnsanları olayların hakimi gören ve birtakım tedbirlerle neredeyse ölümün bile önlenebileceğini düşünecek kadar hadiselere hükmetme meraklısı ama aslında Kur'an-ın tarifi ile 'hevasını ilah edinen' bir yaklaşım var. Bu duruş sahipleri her zaman bu kadar açık ve net ortaya koyamazlar düşüncelerini ve bazı basit kaypak cümlelerle kaçamak yollardan maksatlarına ulaşırlar. Misalen; 'tedbir alınsaydı ölmezdi', 'ihmal öldürdü', 'hayata tutundu', 'kanserle yaptığı savaşı kazandı', 'hastalığı yendi', 'ölüme yenik düştü' ve uzayıp giden cümleler..

 

Sebepleri ifade etmek elbette sebeplerin Rabb'ini unutmadan da mümkündür.

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...