30 Kasım 2016

Tedbir ve Tevekkül de Kaderdir

Dünya, hayatın ve ölümün içiçe deveran ettiği bir imtihan yurdu ve bizler bu yurdun sahipleri değil misafirleriyiz. Geldik ve gidiyoruz. Bazılarımızın gidişleri vicdanları sızlatan facialarla, bazılarımızınki yürekleri yakan katliamlarla oluyor. Sebepler dünyasındayız ve bu sebepler bizim imtihanımızın gereği olarak cereyan eden olayların tamamının ortak adıdır.

Genel sapma noktası yaşanan felakete 'kader' denilmesi üzerinden inşa edildi. Bu bakışa sahip olanlar bir hadiseye kaderin tecellisi olarak bakılmasının olayın suçlu ya da sorumlularının masum sayılacağı savı üzerinden hareketle tevekkülü bile yanlış anlama ile itham edip kınar hale geldiler.

Oysa İslam, bir ceza hukuku va'z ederek zaten kaderin tecellisi olan kazalarda vesile olarak görülen suçlu şahsın cezalandırılmasını kanun kılarak bunun tevekküle ters olmadığını bize göstermiştir. Yani İslam bir katilin kısasına hükmetmekle maktulün kader olan ecelini reddetmeden mes'ul olana ceza verilmesini emretmiştir. Maktulün ecelinin gelmiş olması katilin suçunu hafifletmediği gibi masum sayılmasına asla sebep olarak görülemez. Aksi halde bu sapkın  bir itikad olan cebriyyenin yoluna sapmak olur.

Kasıt, ihmal, kaza her ne ise bunların Allah'ın kanununda bir karşılığı, cezası vardır; 'kader' ihmalleri ya da cinayetleri örtmez! Örtmek için bahane olarak kullanılamaz.

Kendi hata veya ihmallerine Allah'ın dininden 'kılıf' bulmak ikinci ve belki de daha büyük bir cinayet olur, buna izin vermemek gerekiyor.

Maktülün ecelinin katil elinden olması kaderdir ve yine katilden hesap sormak Kadir-i Mutlak'ın takdiridir, vazgeçilemez.

'Hiçbir nefis belirlenmiş bir ecelle Allah'ın izni olmadan ölmez...' Ali İmran 145

Kaderden gelene tevekkülle sabretmeyi tedbirde kusuru olanlara hesap sormamak zannetmek hatadır, adaletle merhamet birlikte uygulanabilir. Merhametsiz adalet ya da adaletsiz merhamet olmaz, adalet merhamettir öyle görünmese de... Kısasen bir katilin öldürülmesi yeni bir can almaktır ama tam da adalet budur.

Birilerinin tedbirde aksaklık yapması olayın kaderin kazası olmasını değiştirmez; tedbir ve tevekkül kadere tabidir. Tedbirde eksiği olana kızalım hatta cinayetse kısas edelim ama sakın olan için "kader değildir" demeyelim. Olaya cinayet diyebilirsiniz, ihmal hatta kasıt var da diyebilirsiniz ama "kader değil" derseniz bu imansızlığın alameti olur.

Kin ve garezden tedbir, tevekkül ve mukadderatı unutanlara da dua edelim; öfkeden ölmek başka bir sebeple ölmekten kötüdür zira. Sorumlulardan sorulacak hesabın vebali güç ve iktidar sahiplerinin boynundadır ama biz bu vesileyle takdiri ilahiye/kadere isyanı engelleyelim en azından.

Allah, Aladağ yangın faciasında hayatını kaybedenlere rahmet eylesin, ızdırap ile sona eren hayatlarından daha güzel bir hayatla onları cennetinde mükafatlandırsın ve asıl ateşin düşerek yaktığı yer olan yakınlarının yüreklerine ferahlık versin.

'Onlar başlarına bir musibet geldiğinde: 'Şüphesiz biz Allah'a aidiz ve O'na döneceğiz' derler.' Bakara 156

Bu gibi olaylar yaşandığında hele de İslami bir cemaate izafe edilen bir yerde vuku bulduğunda histerik nöbetler geçirerek İslam’a ve müslümanlara ait herşeyi diline dolayarak saldırıya geçen güruh için ise yapılacak birşey yoktur. Onlara anlatarak bir şeyi idrak etmelerini sağlamak pek mümkün olmaz. Bunun yerine sukunetle akl-ı selim sahibi ancak belki olayın hararetiyle belki cehaletle ileri-geri konuşanlara birşeyler anlatmaya çalışmak daha hayırlı olacaktır.

Adaleti ikame etmeden dünyamız da dünya işlerimiz de düzelmeyecektir...


29 Kasım 2016

Kendimizi kurtaralım

Dünya hayatı sabahlar ve akşamlar yurdudur; aydınlık ve karanlıklar, gündüz ve geceler, galibiyet ve mağlubiyetler, hayat ve ölümler, tokluk ve açlıklar, mazlum ve zalimler, mü’min ve kafirler, barış ve savaşlar...

Size bir yara dokunduysa karşı topluluğa da benzer bir yara dokundu. Allah'ın gerçekten iman etmiş olanları ortaya çıkarması ve aranızdan şehidler edinmesi için bu günleri böyle aranızda döndürürüz. Allah zalimleri sevmez. (Ali İmran 140)

Bu günler aramızda döner durur ve nihayetinde dünya hayatı son bulur ve adalet mutlak ve şaşmaz bir şekilde icra olunur ki o gün ‘din günü’dür.

Öyleyse ne sevinçlerimizde haddi aşmamalı ne de hüzünlerimizde kendimizi kaybetmemeliyiz. Sevinilecek işlerde elbette memnun oluruz ancak haddi aşmamak demek o başarı ya da galibiyetin sebeplerinin tahakkuk ettiği ve Kadir-i Mutlak olan tarafından bahşedildiğini unutmamaktır. Kayıp ve hüzünlerde haddi aşmak ise yine o takdiri gözardı ederek, umutsuzluğa ve çekişmeye meyletmektir. Her iki halde de başa gelenin kaderin neticesi olduğunu kalbimizden çıkarmadan hata ve eksiklerimiz için fert fert tevbe ve istiğfar etmek ise üzerimize vaciptir.

Sahabe kader mevzuunda konuşmayı ve soruşturmayı hiç hoş görmediler. Onlara biri bu konularda yanlış bir söz ya da tavırla geldiğinde ise genel olarak benzer manada nasihatlerde bulundular. Bunlardan İbn-i Abbas(ra)’dan gelen şu rivayeti buraya almakla yetinelim:

Kadere iman; başına gelen bir musibetin gelmemesinin, başına gelmemiş olan bir musibetin de gelmesinin mümkün olmadığını bilmektir.

Biz çoklukla değil ancak Allah(cc)'a ve Rasul(sas)'üne itaat ile başarı elde eden aksi halde ise rüzgarını kaybeden bir ümmetiz. Sahip olduğumuz güç, silahlar ve kalabalık ordular değil taat ve takvadır. Bizi yenen düşmanlarımız değil, isyan ve hatalarımızdır. Mü’minlerin Emiri Hattab oğlu Ömer(ra)’in İslam ordularına nasihatlerini içeren hutbe ve mektuplarında sık sık vurguladığı budur. Allah(cc)’ı zikri artırmak ve günahlardan sakınmak savaşa giden orduların en çok duydukları uyarı olmuştur...

Herhangi bir başarısızlık, kayıp ya da yenilgi durumunda konuya dahli olan her müslümanın başkasını bırakıp kendi hesabına tevbesi gerekir. Zira başkalarının hatalarıyla meşgul olmak -ki mutlaka vardır-ancak fitne, kargaşa ve iç çekişmelere sebep olacak ve daha da zayıflamayı getirecektir.

Oysa cephelerin en ön safında duranlar kadar en arkada evinde yumuşak minderinde safa sürenler de bu ümmetin parçalarıdırlar. Ehlinin nasihat etmesi elbette vaciptir ancak ehil olmayanların söyledikleri nasihat değil ancak dil uzatmak olur ki insanoğlu nefis taşımaktadır, Allah(cc) muhafaza eylesin, kalpleri kaydıran nefsin ve şeytanın iğvasıdır.

Herkes tevbesini yönelttiği ve halini itiraf ettiği makamdan yardım istemelidir, şikayeti olan da yine o makama iletmelidir. Hele canını ve malını vakfedip ortaya atılan yiğit ve yürekli müslümanların bu büyük fedakarlığa zerre zarar getirmemek adına, insanlarla uğraşmamaları ve yalnız Allah(cc) için çıkılan bir yola nefsani bir gölge düşmemesi için azami gayret etmelidirler. Onlar en büyük ödülün avcılarıdırlar ve küçük işlerden mustağni olmaları hem onların hem ümmetin hayrınadır.

Ey Allah(cc)’ın kulları, birbirinize öfkelenmeyin, hele kin hiç gütmeyin! Hepimiz nihayetinde kendi nefislerimizi ve ehlimizi yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem ateşinden korumaktan (Tahrim 6) başka bir gayeyle yaşamıyoruz.  Ve bundan başka bir hal üzerinde ölmekte istemeyiz.

Salih ameller eden kendi lehine etmeyen de aleyhine bir iş yapmış olur. Hiç kimse bir başkasının vebalini yüklenemez!

Bir garibin yardım çağrısına koşanlar da, mustaz’af erkek, kadın ve çocuklar için savaşanlar da mutlaka esas gaye olarak Allah(cc)’in rızasını kalplerine yerleştirmek zorundadırlar. Aksi halde mükafatları dünyada duyacakları bir teşekkürden ibaret olur da ahirette nasiplerini kaybederler.

Bu sebeple hümanistlikle İslam arasında Allah(cc)’a iman ve rızasını aramak gibi dev bir fark vardır.
Şüphesiz Allah(cc)’ın boynumuza yüklediği iman kardeşliğinden kaynaklanan birtakım sorumluluklarımız vardır. Hele müslümanların rüzgarlarının kesildiği devirlerde sıkça rastlanan işgal ve işkence günlerinde bu sorumluluklar artarak devam eder. Moğol istilasını da görmüş ve atlatmış bir ümmet olarak ulemamız elbette bu gibi zamanlarda ne ile yükümlü olduğumuzu bizlere gayet net bir dille anlatmışlardır.

İbn-i Abidin merhumun Redd’ul Muhtar adıyla meşhur son devirlerin en kapsamlı ve makbul Hanefi fıkıh kitabı olan eserinde Bahr sahibinden ve Damad’dan naklettiği aynı metindeki hadise dayanan ve hadisteki  vaciptir ibaresinin farz-ı ameli (amel edilmesi farz olan) olarak anlaşılması gerektiğini söylediği şu fetva söze gerek bırakmıyor:

‘Dünyanın en doğusunda esir alınan mü’mine bir kadını kafirler henüz kalelerine ulaştırmadan önce dünyanın en batısındaki müslümanlar tarafından kuvvetle kurtarılması veya bütün müslümanların mallarını vermeye de mal olsa fidya verilip o kadının düşmandan alınması vaciptir.’

Esir bir kadın için kuvvet kullanmak yani savaş açmak ya da hepimizin tüm malvalığına mal olsa da fidye verip kurtarmak diyor, kulağımıza nasıl geliyor bu? Kalplerimiz nasıl titremesin? Edebi cümlelere hiç gerek yok! Bu Allah(cc)’ın bu ümmetin boynuna taktığı bir şeref nişanesidir... Bir can için savaş, biri kadın için savaş ya da tüm malını feda et ama onu kurtar!

Bu herbirimizin teker teker sorumlu olduğumuz, mükellef bulunduğumuz bir fetvadır. Zira bugün sayısı belirsiz mü’mine kadın esirdir ve bir kurtarıcı, yardımcı beklemektedir!

İşte biz buna kendi nefislerimizi kurtarmak için mecburuz. Mağdur ve mazlum müslümanlar sebebiyle sırtımıza yüklenen vebalden kurtulmak ve cehennem ateşinden beri olabilmek için buna mecburuz.

Kendimizi kurtaralım diyorum yani kardeşlerimizi kurtaralım yoksa onların değil bizim halimiz harap olur!

Ey iman edenler! Bir toplulukla karşı karşıya geldiğiniz zaman kararlılık gösterin ve Allah'ı çokça anın ki başarıya erişesiniz.

Allah'a ve Peygamber'ine itaat edin ve çekişmeye girmeyin. Yoksa gücünüz, devletiniz gider. Sabredin. Allah sabredenlerle beraberdir. (Enfal 45-46)

24 Kasım 2016

Yukarıdan Bakmak

Aynı şey hakkında farklı kanaatlere sahip olmamıza sebep olan pek çok etken vardır. Bildiklerimiz, tecrübe ettiklerimiz verıtabanımızın en değerli yerindedir elbette ama alttan alta bizi yönlendiren korkularımız ve farkında olmadığımız hedeflerimiz bile bizi peşinden sürükleyebilir. Mesela kalbimizin derinlerinde kök salmış sağlam bir Allah ve ahiret gününe iman farkında olmadan birçok konuda doğru kararlar vermemizi sağlayabilir.

Bir de baktığımız açı ya da durduğumuz noktadan gördüklerimiz vardır ki, doğru yerde durmaz ve doğru açıdan bakmazsak herşeyi altüst edebiliriz.

Bu konuda kendi açımdan en verimli dersi Hacc esnasında Mescid-i Haram’ın en üst katından tavaf edenleri seyrederken aldığımı eklemeliyim. Manzara kısaca şöyledir; kim olduklarını bilemeyeceğimiz gib niyetleri hakkında da en ufak bir kanaat sahibi olmadığımız, cisimleri, dilleri, güçleri, sesleri velhasıl herşeyleri farklı binlerce insanın oluşturduğu kusursuz bir ahenkle dönen, muhteşem halkalarla Kabe’yi saran ve anlaşılmaz ama içinizi huzura kavuşturan bir ses çıkaran, adına tavaf dediğimiz ibadeti yerine getiren devasa bir topluluk...

Bu ibadeti seyretmenin de ibadet olduğunu o an idrak ediyorsunuz!

Her seyreden kendi nasibince; aklı, ilmi, idraki ve kısmeti ne kadarsa bu manzaradan kendince o kadar dersler çıkarıyor. Biri orada müslümanların gayet düzenli ibadet ettiğini görebilirken bir başkası o tavafların oluşturduğu girdaba kapılıp gökyüzüne tırmanabiliyor...

Oysa aralarına girdiğinizde bu yukarıdan gördüklerinizin çoğu kayboluveriyor. İtişenler, kızanlar, bağıranlar hatta dünyalık sohbetler vs.

Şunu anlıyorum ki, bizim nerede, ne maksatla ve nasıl bulunduğumuzdan çok, o büyük tablonun neresinde, hangi renkte ve hangi desende bir değerimiz olduğu önemlidir. O yüzdendir ki Hacc sırasında Arafat’tan inerken günahlarının affedildiğinden şüphe etmekten daha büyük bir günah yoktur...  Arafat’ın Rabb’i, o muhteşem esere dahil olan herkesi affetmiştir ve bunu da müjdecimiz vasıtasıyla bize bildirmiştir. Bitti!

İnsanlığın yeryüzünde birlikte icra ettiği en büyük ibadetin hacc olması hasebiyle oradan örnek verdim, tabii ki her birimiz kendi içinde bulunduğumuz olaylara ve ibadetlere yukarıdan bakmayı deneyebiliriz. Cemaatle kılınan bir namaza, herkesin oruçlu olduğu bir şehre yukarıdan bakıldığında ne göreceğimiz bize dünya ve ahiret hakkında bambaşka bir ufuk açacaktır.

Sokaklara ve şehirlere ya da büyük kalabalıkların toplandığı stadyumlara yukarıdan biraz bakıp tefekkür etmek bir çok değerli sandığımız şeyi küçültecek ve farkında olmadığımız bir başka şeyin gerçek değerini ortaya çıkaracaktır.

Savaşlara ve ölümlere de yukarıdan bakmayı denememiz gerekiyor. Tabi bakışlarımızı Kur’an ve sünnetin çizdiği ufuklara ayarlayarak! Yoksa yukarıdan bakayım derken tepeden bakıp helakımıza sebep olacak bir kibre ya da bakışa kapılmamız işten bile değildir.

Eğer ahirette mutlak adalet sahibi olan Allah’ın haklarını zerresine varıncaya kadar alacaklarını bilmeseydik mazlumların ızdırabından dünya başımıza yıkılırdı.

Eğer şehidlerin makamını bilmeseydik, kazandığımız her şehid bizim için büyük bir kayıp olurdu.
Eğer dünyanın değerinin Allah katında bir sineğin kanadı kadar bile olmadığını bilmeseydik, dünyanın saltanatını süren zalimlerin hali bize kahır olurdu.

Eğer gerçek ve sonsuz hayatın ahirette olacağına inanmasaydık, bu hayatın sona erme korkusu bizi yer bitirirdi.

Eğer cennet gibi bir mükafatın olduğunu bilmeseydik, imtihan ve ibadetlere güç yetiremez, dayanamazdık.

Eğer cehennem gibi bir korkumuz olmasaydı, günahlardan ve sapkınlıktan bu kadar kolay uzak kalamazdık.


Bildiklerimiz ve inandıklarımız bakış açılarımızı ve bakış yüksekliğimizi tayin ediyor; hayata ve hayatın sonrasına çukurun dibinden bakmakta mümkün, yüce dağların sarp tepelerinden de... Tercih bizim.

20 Kasım 2016

Başkasının Ölümü

Hakkında konuştuğumuz ölümler başkalarının çünkü kendi ölümümüz hakkında konuşma imkan ve ihtimalimiz olmayacak, en azından bu dünyada!..

Henüz akıllarımızı kaybetmediysek gördüğümüz ceset görüntüleriyle onlar başkalarınındır; o çocuklar bizim olsaydılar ya da kardeşlerimizin çocukları nasıl kalabilirdik böyle yere kök salmış odunlar gibi!

Parçalanmış irili ufaklı bedenler, enkaz altlarından çıkarılan kimsesiz kalmış ya da kimselerini enkazlarda bırakmış bebeler sıradanlaştıysa dünyanın gözünde, insanlığın yok olması için kıyametin beklenmesine gerek kalıyor mudur?

Başkasının ölümüdür bize bu kadar kolay gelen, bizim olsaydılar böyle seyirci kalamazdık!

Kendimizi çok yıpratmamak için hemen savunma mekanizmalarımızı çalıştırıp okun ucunu zalimlere çevirelim.
Nasıl bu kadar acımasız olabiliyorlar? Her biri bir anne-babadan dogma ve belki de bir çoğu anne veya baba olan bu yaratıklar hangi sebeplerle bu kadar kararmış bir kalbe sahip olabiliyorlar? Biz seyrediyoruz da seyretmeye de dayanamıyorken bunlar bu katliamları nasıl bu kadar rahatlıkla işliyorlar?

Bir eski müşriğin ağzından şöyle bir cümle hatırlıyorum:

‘Rahman ve Rahim olan bir Allah(cc)’a inansaydık ne diye sizinle savaşalım?’

Merhameti kaybetmişler demek ki! En çokta merhameti kaybetmişler…

Manzara artık sıradan bir savaşı çoktan aştı, birilerinin mırın-kırın yok yahudiler yok ermeniler için ağızlarını çalkaladıkları soykırım hikayelerinin bile yanında zayıf kaldığı bir facia yaşanıyor.

Suriye’nin; Halep’in, İdlib’in, Şam’ın, Humus’un ağıdını yazacak birileri de bir gün çıkar elbet amma meclisinde ağıt okunmaya değer bir ‘sultan’ var mıdır? Suriye’nin Ebu’l Vefa’sı kimdir merak ediyorum, yazılacak şiiri de, huzurunda okunacak hükümdarı da çok merak ediyorum…

Yetiş diye bağırılacak bir Mu’tasım’ın olmayışı da yüreğimize dert olsun!

Çok azımız havada uçuşan mermi seslerini duymuştur, daha azımız bir roket ya da top mermisini dinlemiştir, çok daha azımız bir savaş uçağının göğü yırtan gürültüsünü yaşamıştır ve hemen hiç birimiz bir varil dolusu patlayıcının yani o meşhur varil bombalarının havayı yararken çıkardığı sesi duymamıştır… Oysa bunlar Şam beldesinin günübirlik yaşadığı katliamların arka fonunda hep çalan bir korku filminin müziği gibi tekrarlanıyor, tekrarlanıyor, tekrarlanıyor…

Bir çocuk birazcık büyükçe, büyük dediysem en fazla 12 yaşlarında, kucağında kanlı bir çocuk cesedi taşıyor, ya kardeşi ya komşusu ya da hiç birşeyi ama 2-3 yaşlarında bir çocuk cesedi…

Önce merhameti unuttular, sonra en çok merhameti öldürdüler, sonra en çoktan daha fazla Rahman’ın kullarını katlettiler!

Onlar Rahman ve Rahim bir Allah’a inanmadılar ve kalplerinden merhamet kazındı, dibi tutmuş bir tencerenin kazınması gibi, fıtratlarındaki insanlık kazındı. Geriye taştan daha katı, kayvandan daha aşağı bir yaratık kaldı. Onlar kendilerine insan dedilerse de insan olamadılar, insan kalamadılar…

Topraklarımıza kin ve intikam ekiyorlar; çocuklarımızın etleri, yaşlılarımızın kanlarıyla besliyorlar intikamı, kadınlarımızın mukaddesatının yeryüzünde karşılığı olabilecek bir kelimeyi ise henüz bilmiyorum…

Biz Rahman ve Rahim olan bir Allah’a inanıyoruz; Muntaqim olan Allah’a da inanıyoruz, Sabur olana da, Aziz olana da… Biz Allah’ın adaletinden asla şüphe etmiyoruz, o kullarına zulmetmez ve kullarının hakkını bırakmaz kimsede, değil mi ki boynuzsuz koçun hakkını da boynuzlu da bırakmayacak olan O’dur! Allah Adildir!

Allah, haksız yere dökülen her bir damla kanın hesabını zalimlerden mutlaka ama mutlaka soracak, her çocuğun hesabı ayrı ayrı verilecek, her kadının, her yaşlının, her mazlumun hesabı illa ki sorulacak.

Bütün mesele bizim kendi hesabımız; biz neredeydik, ne yapmalıydık, ne yapmamalıydık, nedir farkımız, nasıldır kardeşliğimiz?

Başkasının ölümünü, ölümlerini konuşuyoruz ama kendi hesabımızı vereceğiz!

17 Kasım 2016

Herşeyin başlangıcı olan birşey

İnsanlık tarihinin de bilinen en eski verileri aslında hemen her bilgi gibi vahye dayanıyor. İlk insan olarak yaratılan Adem(as)’ı Allah(cc)’in halife kılmasını haber veren ayetler mücadelenin de başlangıcını anlatıyor. (Bakara 30 ve devamı) Yeryüzüne tayin edilen halife ve onun getireceği ve uygulayacağı nizama karşı çıkacakların ve engel olacakların mücadelesi bir başka deyişle; kan döküp fesat çıkaracak olanlarla adaleti ikame edip ıslah edecek olanların kavgası!

Önce bilgi ya da ilim konusunda bir hakikati daha açık bir dille ifade etmeye çalışayım, sonra da fesat ile ıslah hareketlerinin kaçınılmaz karşılaşmalarını ve neticelerini irdeleyelim.

Var olan herşeyin varlığını zatına borçlu olduğu Zat-ı zü’l-Celal, yarattıklarının ihtiyaçlarını tüm yönleriyle en kamil şekilde bilen ve veren olduğundan hayatiyetimizin devam ettiği süre içinde elde edeceğimiz her bilgi ya da ulaşacağımız her gelişme, yapacağımız her keşif, ortaya koyabileceğimiz her hakikat O(cc)’nun bildirdiklerinden ve bilmemize ya da bulmamıza izin verdiklerinden ibarettir. Bu bir sır değil bir tek ayetin bir kısa cümlesinin ortaya koyduğu gerçektir:

‘Ve Allah(cc) Adem(as)’a herşeyin ismini öğretti...’ (Bakara 31)

Sonra olanlar malum; birbirimize düşmanlar olarak yeryüzüne indirildik ve düşmanlığın doğal sonucu olarak savaşlar ve kan dökmeler de bizimle indi yeryüzüne ve yeryüzü fesada uğradı. Allah(cc) rahmetinin nişanesi ve adaletin ikamesi için rasuller ve nebilerle fesadı ve zulmü engelleyecek ve adaleti ikame edecek kulları eliyle yeryüzünü ıslah etti.

Dünya var olduğundan beri değişmeyen en büyük gerçek bu kavgadır ki genel ıstılahımızda ‘hak-batıl mücadelesi’ olarak isimlendirip anlaşılmasını formüle ettiğimiz, aslında hepimizin bildiği ve yaşadığı ama çokça gafil olduğumuz bir durumdur.

Kabul edelim; yeryüzünde savaşlar ve kan dökmeler, zulümler ve ızdıraplar hiç bitmeyecek olduğu gibi, bu fesada karşı adaletin savaşını verecek olanlar da hiç eksik olmayacak... Dünyada herkesin barış içinde yaşaşayacağı ve savaşların bittiği bir dönem hiç olmadı, olmayacak, olamayacak! Çünkü bunun olabilmesi için ya hakkın ya da batılın tamamen yok edilmesi gerekiyor ki bu da insanlığın dünyadaki varlığının da son bulması ile ancak mümkün olabilecektir.

İnsanlığa cicili-bicili bir dünya hayalleri sunan ve bu hayali huzur dünyasını kurmak için hizmet ettiklerini iddia edenlerin en büyük ifsatçılar olduklarını yaşayarak öğrendik. Dünyada bir cennet kurmak hayali yeni değil, ancak cennetin ahirette olabileceği hakikati de yeni değildir. Batıl dünyada bir cennet vadedendir! Zira hakkın temel inancı, dünyanın bir imtihan yeri olduğu ve cennetin ancak ahirette bir nimet ve rahmet olarak verileceğidir.

Yaşanılan görece sakin zamanları ve mekanları dünyanın keyfine dalmak ve ahireti unutmak için bir bahane kılmamak zorundayız. Ki biz ‘yeryüzünde fitne kalmayıncaya kadar’ (Bakara 193) yani zulüm engellenene ve yok edilene kadar ve ‘din yalnız Allah(cc)’ın oluncaya kadar ‘ (Bakara 193) yani hak hakim olana ve adalet tesis edilinceye kadar savaşmakla emrolunuyoruz.

Bu yüzdendir, dünyanın herhangi bir köşesinde uygulanan zulme karşı olmak zorunda oluşumuz ve bu yüzdendir dünya kurulalı beri yaşadığımız toprakların hep savaşlarla ve büyük kargaşalarla dopdolu oluşu... Ve batınınsa tüm bu kan ve gözyaşı üzerine bir dünya inşa etmekte ve o iğrenç dünyada sömürü zenginliğiyle saltanat sürmekte oluşu!

Şimdi batı, bizim etlerimiz ve kemiklerimizle temellerini attığı, damarlarında bizim zenginliklerimiz dolaşan refahını gözümüze sokarak bir medeniyet iddiası ortaya atıyor. Oysa medeniyet dünya rahatlığına sahip olmak değil adaleti insanlar ve diğer canlılar için ayakta tutmakla mümkün olan bir şeydir. Bize tepeden bakmakta kullandıkları yükseltiler incelendiğinde içlerinin zulümle dolu olduğu ve kendilerine ait olmayan birtakım değerleri sadece gözleri yanıltmak ve menfaatlerini temin etmek için kullandıkları ortaya çıkıveriyor.

Bu sebepledir ki batıl ya da batı ayakta kalmak için can almaya devam edecektir. Ediyor da!

Bizim için çağdaş medeniyetler seviyesi diye bir imrenilecek gerçeklik yoktur, o dedikleri çağdaş bir boyama ve büyük bir medyumluk marifetinden ibarettir.

Gafletimizin en büyüğü, onların saltanatını büyük zannetmek olur. Batı ya da batıl asla herşeye gücü yeten değildir ve olamayacak! Biz yerlerin ve göklerin rabbi olarak Allah(cc)’tan başka bir varlık ya da kudret tanımıyoruz.

Yapmamız gereken ilk ve en önemli şey, sahip olduğumuz hakikatin büyüklük ve yüceliğini idrak etmek ve bununla onların karşısına dikilmektir. Bu küçük cümleyle ifade ettiğim şeyin hayatın tüm alanlarını kapsayan, kaynaklığı bakımından insanüstü, pratikliği bakımından insan için en ideal ve uygulanabilir hayat nizamının anlaşılması, yaşanması ve insanlığa sunulması olduğunu ve işte asıl ve gerçek medeniyetin bu vahye dayalı olarak kurulabildiğini ve bunun yeniden kurulabileceğini bilmenin adının müslümanlık olduğunu hatırlayalım.

Anlatmaya çalıştığımı şeyi ve çok daha fazlasını şu kısacık hadis ifade ediyor:


‘İslam üstündür, ona üstünlük kurulamaz!’

13 Kasım 2016

Emniyet ve Adalet

Allah(cc)’ın adıyla; Rahman ve Rahim’dir ki yarattıklarının yeryüzünde çıkardığı ve çıkaracağı fesadın ve döktüğü ve dökeceği kanlara, işleyeceği zulümlere rağmen rahmetiyle dünyanın devranını devam ettirendir. Kalemi yaratan ve onunla yazı yazmayı belleten(Alak 3) Allah, emanetinin taşıyıcıları olarak zalim ve cahil oluşumuza rağmen ahirimizde rahmetiyle muamele etmesini umduğumuzdur ki O’ndan umudunu kesenin başka bir yardımcısı olmadığı gibi herhangi bir nasibi de yoktur... (Yusuf 87)

Salat ve selam; hidayet rehberimiz, dünyada ve ahirette peşinden gitmekten gayrı hedefimiz olmayan, sünnet ve şefaat sahibi Muhammed(sas)’e, ashabına ve kıyamete kadar onların yolu üzere yürümeye iman ile azmeden salih mü’minlerin üzerine olsun.

İlk olması hasebiyle söze hamdele ve salvele ile başlamayı ve bu bereket ile devam etmeyi umut ediyorum. Şüphesiz bütün sözler ve yazılar, tıpkı namazlar ve diğer ibadetler gibi tıpkı hayatımız ve ölümümüz gibi alemlerin rabbı Allah(cc) içindir. (En’am 162)

Orada onların duaları: 'Ey Allah'ım! Senin şanın pek yücedir!' demektir. Aralarındaki dilekleri de 'selâm'dır. Dualarının sonu ise: 'Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun' (sözü)dür. (Yunus 10)

Yeryüzünün en karmaşık devresinde değiliz, zulümler ve ölümlerin de zirve yaptığı çok zamanlar geldi ve geçti. Bizden öncekiler arasında hemen her konuda bizi hayrette bırakacak hadiseler yaşandı ve dünyanın düzeni devam etti ve yıldızlar semada asılı kandiller gibi alemi süslediler. Ne hendeklere doldurulup yakılan halklar ne de aralarındaki henüz süt çağındayken ateşlere atılan bebekler bitmedi, dünya durdukça da bitmeyecek! Demir taraklarla etleri bedenlerinden taranarak ayrılanlar ve testerelerle başları kesilenler de Allah(cc)’ın kullarıydılar.

Allah(cc), aramızdan şehitler edinmeyi murad ettiğinde (Ali İmran 140) bu günleri insanlar arasında dolaştırıp duracak ve bizden öncekilerin başına gelenler bizim de başımıza gelecek ki cennet yolları açılsın... (Bakara 214)

Dünyanın sevinçleri de acıları da geçicidir ve asıl mutluluk yurdu ancak ve sadece ahirette elde edilebileceğine olan imanımız bizim başkalarından en büyük farkımızdır.

Ve fakat biz de insanız, zaaflarımızın en büyüğü hayatımızdır. Onu devam ettirmek ve kendimize göre güzelleştirmek bizi insan yapan yanımız olarak ölünceye kadar çıkmayacak bir huyumuzdur. Hatta bir kaç dakika sonra üzerine yağacak bomba ve mermilerle son nefesini vermeyi bekleyen herhangi bir savaşçı da yattığı siperin rahatlığını azami ölçüde sağlamaya gayret edecektir.

Kendimizi ve hayatımızı emniyet altına almamızla da bitmeyen sorunlarımızın ikincisi ise sevdiklerimizin korunması ve kollanması için elimizden geleni yapma gayreti göstermektir.

Dünyada var oluşumuzdan bugüne tüm imar faaliyetlerimiz ve gelişmelerimiz aslında kendimizi ve sevdiklerimizi emniyete alma hedefine matuftur. Ferdi olarak bunu temin etmemizin fıtri olarak en tabii gereği içinde bulunduğumuz toplumun adalet temelleri üzerine bina edilmiş bir sosyal düzen ile idare ediliyor olması geliyor.

Adaletin tesis edilemediği toplumlarda kimse emniyet içinde olamayacaktır. Yaratılışımız gereği taşımakla yükümlü olduğumuz heveslerimiz ve dizginlediğimiz ihtiraslarımız fesadın ve haksızlıkların kaynağı olsalar da vazgeçilmez insani vasıflarımızdır. Hepimiz insanlar olarak yaratıldık ve o hal üzre can vereceğiz, içimizden kimse yaşarken bu halden çıkamayacak yani hiçbirimiz melek olamayacağız.

Herşeye rağmen, hayatta kaldığımız sürece topraklarımızın bir gün emniyet ve adalet yurdu olacağından umudumuzu kesmeyeceğiz! Yağmurlar toprağı sulamaya devam ettikçe her yeşerek tohum, bizim için dünyaya bir müjde ahirete ise bir iman tazeleme vesiledir.

Umut dediysem öylesine değil; biz kıyamete kadar devam edecek bir dinin ahirette de yüzü gülenlerinden olmayı kasdediyoruz, biz kazanacağız, başka bir ihtimal yok, olmayacakta! (Mu’minun 1) İmanımız umudumuzdur bizim, onu kaybetmedikçe hiçbir kavgayı kaybetmeyeceğiz!

Tarih şahit; biz yaptık onlar yıktı, dünya yıkılana kadar da öyle devam edecek, bu fani alem nihayete erdiğinde sevinen biz olacağız... Şehirlerimizi yerle yeksan edecekler, nesillerimizi ekin gibi biçecekler ama biz öldürmekle bitmeyeceğiz, çünkü şehidlerin ölmediğine iman ediyoruz; nefes almayan, kalbi atmayan, yürümeyen, konuşmayan, bedeninde hiçbir bildiğimiz hayat emaresi kalmayan adamların yaşadığına iman ediyoruz biz! Dahası rızıklandırılmaya devam ettiklerine de iman ediyoruz! (Ali İmran 169)

"Bu günler insanlar arasında dönüp duracak" yazgısı mutlaktır, değiştirmeye ne Amerika ne Rusya ne İran ne Çin ne de Avrupa güç yetiremeyecek, devran bir gün mutlaka bizim olacak...

Onların bitirdik sandığı devirlerde dünyanın hiç beklemedikleri köşelerinden yine biz çıkacağız ve yeneceğiz onları, kaçamayacaklar sondan! Onlara rahat yüzü vermeyeceğiz, batılın ve zalimlerin kabuslarında bizim adlarımız dolaşacak, en mutlu hayallari bizsiz bir dünya olanların dünyasını karartacağız!

Onlara ve bize karşı savaşmayan tüm insanlara yalnız adalet vadediyoruz...

Hiç objektif olamayacağız ve hiç tarafsız değiliz ve olmaya da niyetimiz yok! Hadise ve insanları dinimiz mihengiyle tartarız ve mutlaka iman edenlerden yana olmak durumundayız.

Bu satırların bundan sonra burada yazacaklarım için bir teminat kabul edilmesini istirham ediyorum. İslam’ın ve müslümanların menfaat ve hukukunu müdafa etmekten ve her konuyu onların lehine yormak maksadındayım. Her vesile ile dinimi muhafaza ve ilana dair gayret etme hedefindeyim.


Allah(cc)’tan her birimiz için yüreklerimizde taşıdığımız maksada ulaşmayı nasip etmesini diliyorum.

Timeturk.com için yazdığım ilk yazıdır.

10 Kasım 2016

Fil Vakası

İnsanlık tarihi bir çok olaya sahne olmuş olsa da bazıları bizim için daha özeldir. Bu özel olaylardan bir tanesi de meşhur ‘Fil Vakası’ olarak kayıtlara geçen, Yemen kralı Ebrehe’nin Kabe’yi yıkma maksadıyla fillerle desteklenen ordusuyla düzenlediği sefer ve sonunda aleme ibret olacak bir hezimetle yenilip ezilmesidir.

Bu olayın Mekke’de cereyan etmiş olması, merkezinde Kabe olması ve alemlere rahmet Abdullah oğlu Muhammed(sas)’in doğumundan 2 ay gibi kısa bir süre önce gerçekleşmiş olması ve tabi bütün bunların üstünde hadisenin  ayetlerle bize bizzat tarihin de Rabb’i olan Allah tarafından bildirilmiş olması çok özeldir.

Rabbinin Fil sahiplerine ne yaptığını görmedin mi?
Onların planlarını boşa çıkarmadı mı?
Üzerlerine sürü sürü kuşları gönderdi.
Onların üzerlerine pişirilmiş balçıktan taşlar atıyorlardı.
Sonuçta onları yenik ekin yaprağı gibi yaptı. (Fil Suresi 1-5)

Şüphesiz bu olay Rahmani bir müdahale ve olağanüstü bir olaydı. Dönemin şartları içinde değerlendirildiğinde Allah, evini muhafaza etmek üzere insanlardan bir sebep ve vesile kalmadığında kuşlardan bir ordu göndererek düşmanlarını hezimete uğratmıştı.

Göklerin ve yerin askerleri Allah'ındır. Allah güçlüdür, hikmet sahibidir. (Fetih 7)

İşte bu orduları celbeden Fil Vakası öncesinde Rasulullah(sas)’in dedesi Abdulmuttalib’in şu şiiri tarihe müstesna bir not olarak düşüldü:

Allahım, kul devesini korur, Sen de develerini koru!
Haç ehline ve haça tapanlara karşı bugün Sen kendi ehline yardım et.

Bütün bunların hatırlanmasına ve sizlere hatırlatılmasına vesile olan ise güncel bir Fil Vakası’nın yaşanabilme ihtimaline yol açabilecek olan Abd’de seçimleri bir filin kazanmasıdır. Sembolleri eşek olan demokratlar dünyanın geri kalanını yıllardır çifteleriyle kan-revan içinde bıraktılar. Bir yandan zulüm ve katliamları işlerken ya da işlenmesini desteklerken bir yandan da bir eşek sempatikliğini taklit ederek bazılarını aldatmayı başardılar. Sonunda dünya kendi kurguladıkları ‘kırmızı çizgi’ ve ‘insan hakları’ gibi masallarla uyumaz hale gelince yani çocuklar, kadınlar ve masum erkekler türlü şekillerde can verdikçe, çizdikleri manzara asgari insani özelliklere sahip insanlar tarafından bile katlanılamaz bulununca eşeklerini kenara çektiler.

Şimdi sahnede fil var!

Abd batıldır ve varlığını şeytana satmış bir fil ordusudur!

Fil tepinecek ve çimenler ezilecek ama yeryüzünde hep bir yerler yeşil kalmaya devam edecek!
Kaderleri yazan Allah; elbette alemlerin Rabb’i ve elbette mustaz’afların Rabb’i ve elbette O’nun da bir planı var ve elbette gerçekleşecek olan ve elbette planların en güzeli olan Allah’ın planıdır...

Bize düşen tüm imkan ve kuvvetlerimizle Allah’ın mukaddes kıldıklarını muhafaza ve müdafaa etmek için gayret etmekten ibarettir. Nihayetinde biz sebepler dairesine tüm varlığımızla daldığımızda sonuçları değiştirmeye kudreti tek yetecek olan Allah muhakkak rahmet ve sekinetle mü’minlere destek olacak ve onları yeryüzüne yerleştirecektir.

Biz ise istiyorduk ki, o yerde güçsüz düşürülenlere lütufta bulunalım, onları önderler yapalım, onlara (ötekilerin) yerini aldıralım. (Kasas 5)

Karşımızdakilerin isimleri ve cisimleri değil aslolan nitelikleridir. Bu da onların yeryüzünde şeytanın askerleri olmaları ve Allah’ın düşmanları olmalarından ibarettir. Diğer tüm detaylar bu ana çizginin değişmesini gerektirmez.  Hak ve batıl hep karşı karşıya duracak ve haliyle mücadele de kıyamete kadar devam edecektir. Hakkın zayıf düşmesi onu terketmeyi gerektirmediği gibi batılın birtakım renk değiştirmeleri de onu doğru kılamaz!


Tarih; Afganistan'dan Endülüs'e, Kırım'dan Yemen'e bizim yaptıklarımızla onların yıktıklarının hikayesidir... Yaşananların özeti de budur!

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...