05 Ocak 2017

Satranç hakkında fetvalar

İslam kişinin hayatını Allah rızasına uygun amellerle donatmasını ve mümkün olduğu kadar tüm vaktini hayırlı işlerle geçirmesini ister ve bunu tavsiye eder. Vaktin değerini ve ömrün nerede nasıl geçirildiğinin hesabını düşündürerek müslümanları hayra ve salih amele teşvik eder. Esasen ciddi bir müslümanın boş vakti de olmaz, oyun ve eğlenceyle geçirecek vakti de... Ancak nihayetinde müslümanlar da insandırlar ve boş işlere meyledebilirler.

İslam fıkhı müslümanları günahlardan özellikle de haramlardan korumak ve sakındırmak için verilmiş fetvalarla şekillenmiştir. Zira bir kere bir harama meyledildi mi durmak ve vazgeçmek her zaman mümkün olmayabilir.
Büyük günahlar arasında bulunan kumar da adeta bir şer nehri gibi akar ve fıkhımız bu nehrin suyuna meyledenleri uyarmak ve şerden muhafaza etmek için sed gibi fetvalarla münkerden nehyetmek ve maruf ile emretmek gibi önemli bir vazife görür.

Hakkında kesin nas yani ayet ya da hadis bulunmayan konular hakkında verilen fetvalardaki muhtemel ayrılıkların sebebi devirlere ve coğrafyalara göre değişebilir. Bir yerde bir dönem şiddetle yasaklanan birşey daha sonra başka bir belde de serbest bırakılabilir. Değerli alimlerimizin fetvalarında bu gibi farklılıkları ve zamana ve zemine göre değişiklikleri sık sık görebiliriz.

İslam hayatın içinde ve her alanında hükmeden, zamanlar ve coğrafyalar üstü bir sistem kurmuş ve her problemin nasıl çözülebileceğini de bu sistem içinde kalmak kaydıyla yol olarak tayin etmiştir. İşte müctehid imamlaar bu sistemi işleten ve Allah(cc)’ın nizamı doğrultusunda hayatımıza İslam üzere yön veren muhterem pusulalardır.

Bu girişten sonra satranç konusuna geçelim:

Satranç, yukarıda bahsettiğimiz gibi hakkında kesin nas olmayan bir konudur. Yani ayet ya da hadislerle yasaklanmayan bir oyundur. Ancak bu konuda da bazı hadis olduğu iddia edilen sözler nakledilmişse de hadis hafızlarından bu konuda hasen ya da sahih herhangi bir rivayet yoktur.

İmam Ebu Hanife, İmam Malik ve İmam Ahmed’e (rahmetullahi aleyhim) ulaşan ve onların satranç hakkında haram fetvası vermelerine delil olan hadis hakkında münker cerhi yapılmıştır. Bu rivayetin isnadında Hayye isimli bir şahıs vardır ve mechul biridir, isnadı kesiktir. Bu sebeple hadise münkerdir denilir ve onunla fetva verilmez. (Berika, C. 5, s. 189)

Bu sebepledir ki İmam Şafii ve İmam Ebu Yusuf bu oyunun mübah olduğuna fetva vermişlerdir. (İbn-i Abidin, Reddu’l Muhtar, c. 12, s. 521)

Yine aynı ulema satrançla birlikte haram olmasına sebep olacak bir başka etken olmamasını şart koşmuşlardır.  Şafii, zekanın geliştirilmesi ve anlayışın berraklığı için mübah olur. Kumar kasdıyla oynanırsa mübah olmaz, fuhuş ile konuşmamak (yani küfürlü konuşmamak), namaz vaktini ve cemaatş kaçırmamak şartıyla bir de arasıra oynanırsa mübah olur demiştir.

Yine aynı şekilde Hanefi mezhebi uleması da farklı görüşler beyan etmişlerdir. İbn-i Abidin, mübah olmadığı görüşünü tercih etmektedir. Ancak haram olmadığını, haram olabilmesi için Şafii’nin zikrettiklerine benzer durumların ortaya çıkmasını şart koşmuşlardır.

Reddu’l Muhtar’ın metni Dürrü’l Muhtar’da bu şartlardan olarak şunlar sayılır: Kumara vasıta edilmesi, namazı terketmeye götürmesi, çok yemine sebep olması ve yol üzerinde aleni oynanması veya oynarken dinen yasak olan ifadelerin kullanıması. Bunlardan birisi ortaya çıktığında satranç yasaklanır. (İbn-i Abidin, c.12, s. 517) Bunlara altıncı bir şart daha eklenerek, alışkanlık haline getirilmesi de yasaklanma sebebi sayılmıştır. (İbn-i Abidin, c.12, s. 521)

Vehbaniye şerhinde nakledildiğine göre bu şartlardan birini taşıyan bir kişinin adaleti sakıt olur yani mahkemelerde kadı onların şahitliklerini kabul etmez.

Bu nakillerden sonra satranç hakkında şiddetli fetvalar ve sözler söylemeden önce düşünmekte fayda var, zira konu bir oyun hakkında konuşmaktan çıkıp İslam’ın fıkıh usulü hakkında insanların tereddütlerine sebep olmaktadır.  Nasihat ederek insanları hayra yönlendirmek ve boş işlerden uzak tutmak elbette hayırlı bir iştir ancak bunu yaparken hakkında ihtilaf olan bir konuyu ele alıp bununla insanları domuz kanına ellerini bulamakla suşlamak ve gereğinden fazla şiddetli mesaj vermek maksattaki hikmeti yok edebilmektedir.
Yine rivayet edilen ve bu konuya delil olarak sunulan bir başka hadis; ‘satranç oynayan kimse melundur’ hakkında Aliyyu’l Kari, Nevevi’den naklen sahih değildir, bilakis yalandır der ve bu konuda herhangi bir merfu hadis sabit olmamıştır diye ekler.

İbn-i Hacer’in şu ifadeleri de dikkate değer: ‘Sahabenin büyüklerinden bazı kimseler satranç oynadığı gibi, tabiin ve ondan sonra gelenlerden sayısız kimseler satrancı oynamışlardır. Hatta Said b. el-Müseyyeb de arasıra satranç oynuyordu.’ (İbn-i Hacer, Tuhfe) (Berika, c.5, s. 189)

İbn Abbas, Ebû Hureyre, İbn Sirin, Hişam b. Urve, Said b. el-Müseyyeb ve Said b. Cübeyr(radiyellahu anhum) gibi sahabe ve tabiin satrancı mübah görmüşlerdir. (Yusuf el-Kardavi, el-Helâl vel-Haram fil-İslâm, s. 217)

Netice olarak şunu söylemek gerekir ki, satranç hakkında verilen fetvaların temel nedeni oyunun kumara alet edilmesidir ve bundan hali olarak oynandığında da mübah diyenler azınlıkta kalmakta ancak mekruh fetvası daha çok tercih edilmektedir. Elbette fetvaların delil vehikmetlerini en iyi fetvayı verenler bilir.


Günümüzde bu oyunun kumar için oynanmadığı aşikardır, müslümanlar arasında yaygın olduğunu söylemekte çok zordur. Bu halde itidalle söz söylemek ve müslümanları güzel nasihatlerle hayra teşvik edip şerlerden uzak durmalarını tenbih etmek en güzel yoldur.

03 Ocak 2017

Temel Hedef

Kainattaki herşey bir hedefe ya da bir amaca hizmet etmek üzere yaratılmış olup bunların arasından kendi kararıyla yol tayin etme hakkı sadece insana verilmiştir. Bu hakkın verilmiş olmasının hikmeti de imtihan edilmesi ve sonrasında bir mükafat kazanacak olmasıdır. İrade verilmeyenler imtihana da tabi değillerdir zira.

‘Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etmeleri için yarattım.’ Zariyat 56

Biz bu temel yaratılış nedenine iman edenlere müslüman diyoruz. İman etmek bu bilginin doğru olduğundan kesin olarak emin olmak demektir. Bu konuda şüphe duymak bile iman dairesinin dışına çıkmaya kafidir. Ki akıl sahibi her insan da kabul eder ki; hakkında acabalarımız olan ve şüpheler taşıdığımız herhangi bir bilgiye iman ettiğimizi söylememiz hem kendimize hem de bahis mevzu olan bilgiye hakarettir.

Bu temel bilgi ve yaratılış hedefini kabullenmenin doğal sonucu olarak hayatımızın her alanındaki her işimizi hatta her fikrimizi bu hedefe uygun hale getirmemiz de mecburi bir hal olur. Aksi halde kullanım dışı kalan herhangi bir malzemeden farkımız olmayacaktır. Yazmak için üretilen bir kalem o işi yapamaz hale gelince varacağı yer en iyi ihtimalle bir soba alevi ya da bir çöplik olur.

Hepimiz her işimizi derken kelimelerin kapsadığı alanın büyüklüğünü umarım gözden kaçırmayız. 

Konuştuklarımız, yazdıklarımız, yaşadıklarımızın tamamı ve münasebetlerimiz hatta kavgalarımız ve hatta savaşlarımız bu temel hedefin dışında değildir. Kulluk dediğimiz ve ıstılahi olarak bu şekilde kullandığımız kelimenin tam türkçe karşılığı köleliktir. Sahibinin emir ve izni ile hayat süren ve ancak ona bağımlı olan ve sadece ondan emir alan ve yalnızca onun verdikleri ile hayatını devam ettiren bir köle...

Bu temel hem kendimizi hem de hakkında kanaat edinmek istediğimiz kişi ya da toplumları değerlendirmede de en büyük ve etkin mihenk taşımızdır. İşlerimiz ve meşguliyetlerimiz bu gayeye uygunluk ya da uygunsuzluk değerlendirmesine tabi tutulup temizlendiğinde varlık hedefimize ulaşmış olacağız. Arının bal yapması kulluktur, ineğin süt; insanınsa bütün bunların üstünde bu nimetlerin hizmetine verildiği varlık olarak şükrünü eda etmek için Allah’a boyun eğmesidir kulluk!

İslam bu temel gayenin adıdır. İslam olmak kul olmaktır.

Günlük hayatımızda karşılaştığımız bir çok hadisede, çok farklı maksatlarla bilgi kirliliği bombardımanına tutulduğumuz günümüzde sahip çıkacağımız kişi ya da olayları belirlerken elimizde bu ölçü olacaktır. Sözkonusu kişi ya da olay kulluk sınırları içinde midir yoksa başka bir gayeye mi hizmet etmektedir.
Tarihi de günümüzü de doğru okumanın yolu budur.

Pek çok örneği olduğu halde kabul olunmuş duası sebebiyle şu tarihi hadisedeki niyet ve gayeye bakalım.
Sultan I. Murad, 8 Ağustos 1389’da Kosova ovasına girdiğinde ortalığı toza dumana katan bir fırtına ile karşılaşmıştı. Murad Han, 27 yıllık saltanatı boyunca girdiği 47. savaşındaydı ve şu duayı yaptı:

‘Ya Rab! Bu fırtına, şu aciz Murad kulunun günahları sebebiyle çıktıysa, onun yüzünden masum askerlerimi cezalandırma! Allâh’ım! Onlar ki buraya kadar sadece Sen’in adını yüceltmek ve İslam’ı tebliğ etmek için geldiler!
İlahi! Bunca kerre beni zaferden mahrum etmedin. Daima duamı kabul buyurdun. Yine Sana iltica ediyorum, duamı kabul eyle! Bir yağmur nasib eyle! Bu toz bulutu kalksın. Kafirin askerini aşikar görüp, yüz yüze cenk edelim!
Ya İlahi! Mülk de, bu kul da Sen’indir. Ben aciz bir kulum. Benim niyetimi ve esrarımı en iyi Sen bilirsin. Mal ve mülk maksadım değildir. Yalnız Sen’in rızanı isterim.
Ya İlahi! Bu mü’min askerleri küffar elinde mağlub edip helak eyleme! Onlara öyle bir zafer lutfet ki, bütün müslümanlar bayram eylesin! Dilersen o bayram gününün kurbanı da şu Murad kulun olsun!
Ya İlahî! Bunca müslüman askerin helakine beni sebep kılma! Bunlara yardım eyle ve zafer bahşeyle! Bunlar için ben canımı kurban ederim; yeter ki Sen beni şehidler zümresine kabul eyle!.. İslam askerleri için ruhumu teslime razıyım... Beni gazi kıldın. Sonunda lutfen ve keremen şehidlik de nasib eyle!.. Amin!’

Bu duadan sonra Sultan, Kur’an okumaya başladı. Çok geçmeden Kosova meydanı üzerine sağnak halinde yağmur boşaldı. Fırtına durdu ve toz bulutları dağıldı. Düşmana hücum edildi. Sekiz saat süren savaş Osmanlı ordusunun kesin zaferiyle sonuçlandı.

Murad Han, savaş meydanında bulunan yaralı ve şehidlerin arasında dolaşıyordu ki, ölüler arasından yaralı bir Sırp askeri kalkarak:

‘Beni bırakınız; padişahın elini öpüp müslüman olacağım!’ dedi. Yaralı taklidi yapan Sırp, padişahın elini öper gibi yaptı ve koltuğunun altında sakladığı hançerini göğsüne sapladı. Orada şehadet şerbetini içen Murad Han’ın duası da kabul olunmuş oldu.

Başlıbaşına bir ibret vesikası olan bu dua ve sonrasında düşman askerinin sultana yaklaşabilmek için kullandığı argüman ve nihayetinde şehadet; bir tek kişi müslüman olacak umudu temel hedefin şaşmadığını gösteriyor.

Şimdi etrafımızda Allah’ın dinine hizmet için çalıştığını söyleyen bir çok şeşit insan ve gruplar var. Herbiri başka başka şeyler yapıyorlar. Birileri gayri müslimlere yaranmayı marifet sayarken bir başkaları imkan buldukları her yerde bombalar patlatıyorlar. Oysa nihai maksadımız ne idi; Allah’a kulluk etmek ve insanlara da bu yolu göstermek ve onları buna davet etmek, eğer elimizden geliyorsa elimizle, dilimizden geliyorsa dilimizle, hiç bir imkanımız yoksa duruş ve yaşayışımızla davet etmek, temsil etmek...

İslam’ın savaşı emretmekteki temel gayesi de aynıdır; kulluk etmek ve kulluk etmek isteyenlerin önündeki engelleri kaldırmak! İnsanlarla İslam’ın arasındaki engelleri kaldırmak gayesiyle yapılan savaşa cihad denilir. İslam’ın davetinin insanlara ulaşmasına engel olanların yıkılması kulluğun gereğidir. İslam’ın davetine muhatap olanların yok edilmesinde bir ibadet ya da kulluk yoktur. Bu sebeple İslam’ın savaş hukuku çok hassas ve mustesna bir bakış açısı sergiler.


De ki: 'Benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah içindir.' En’am 162

28 Aralık 2016

Sünnet Müdafası

İslam tarihini genellikle çok severiz; masalsı kahramanlıklar ve destansı hikayelerle aktarılagelen çoğu zaman gıpta ettiğimiz yiğitliklerin ve akıllarımızın almadığı, kalplerimizin kaldıramadığı fedakarlıkların kıssalarını okumak, dinlemek ve hissetmek ruhumuza destek, yüreğimize fetanet ve benliğimize şuur verir.

Elbette herşeyin kaynağı yine Rasulullah(sas) ve sahabesidir. Bedir’den Uhud’a, Hendek’ten Hayber’e her savaşı an be an yaşar gibi bilir ve acılarını da sevinçlerini de birebir hissederiz. Kendimize aklımız ve gönlümüz nisbetince dersler çıkarır, bilincimize notlar düşeriz.

Katılamadığımız muharebeler için Bedir savaşı boyunca secdeden alnını kaldırmadan duaya devam eden bir Nebi(sas) hemen aklımıza gelir ve dilimizi de kalbimizi de müslümanların saflarına raptederiz. Ortalık karışıp her yandan düşman okları Nebiyyi Muhterem(sas)’e doğru yağmaya başladığında en yakınında olanlarımız, ayakları en sabit kalanlarımız ellerini kılıçlara, başlarını oklara siper ediyorlarsa bunları Uhud’da sahabeden öğrenmişlerdir.

Sahabe, Rasulullah(sas)’i çok severlerdi; şahsını da davetini de birbirinden ayırmadan hatta ayırmayı hiç düşünmeden severlerdi. Ona atılan bir okun yalnız Abdullah’ın oğlu Muhammed(sas)’i değil Allah(cc)’ın Rasulü(sas)’nü vuracağını düşünmeden bilirlerdi ve o sebeptendir ki düşünmeden başlarını uzatırlardı kalkan yerine...

Özellikle düşünce kelimesini tekrar tekrar kullanıyorum zira devrimizde ‘düşünerek’ bırakın O’na atılan okları durdurmayı, kendi elleriyle risalet ve siretinin en net ve kısa ifadesi olan sünnetini rafa kaldırmaya, katletmeye ve yok etmeye çalışan ama kendilerini İslam’a dahası uydurma olana değil gerçek dine izafe eden bir zümre var, aslında hep varlardı da günümüz umumi cehalet dünyasında sesleri daha doğrusu gürültüleri daha çok çıkıyor.

Bunların en çok kullandıkları sloganları, ‘bize Kur’an yeter, haşa Allah’ın kitabında eksiklik yoktur’  gibi ilk duyulduğunda bir an ‘neden olmasın, belki de haklıdırlar’ intibası uyandıran başlıbaşına birer felaket olan hezeyanlardır. Elbette bize de Kur’an yeter ve elbette o Kur’an bize emrettiği gibi bizler Rasulullah(sas)’in sünnetine ittibayı da bizzat Kur’an’ın yeterliliğinin gereği ve sonucu olarak biliriz. Sünnetin Kur’an’ın teşrisinin bir parçası olması ve onu uymanın nasıl da dinin temeli olduğu hususunda Allah’tan kendilerine rahmet dilediğimiz salih geçmişlerimiz ve halen hayat süren ulemamız yeterince söz ettiler.

Ne yazık ki günümüzün en yaygın hastalığı olan cehaletine rağmen din konusunda konuşmak ve hatta hüküm vermekten çekinmemek gibi illete bulaşanlara sık sık rastlıyoruz. Özellikle yeni nesil ‘akıllı’ müslümanlar her nasılsa bazı hadisleri akıllarına bazılarını da Kur’an’a ters buluyorlar. Uydurma hadislerin varlığını ve onlarda bu gibi tenakuzların olmasının normal olacağını not ettikten sonra, hakkında hadis alimlerinin gerekeni söylemediği hadis kaldığını düşünmek saflıktan öte birşey olur. Yani mevcut tüm hadisler, günümüzün deyimiyle uzmanları tarafından yüzyıllardır çeşitli defalar irdelenmiş ve incelenmiş olup tamamı da basılı eserler olarak kayıtlara geçmiştirler.

Eline aldığı bir kuru dala bakarak ormanı yakmak gerektiği hükmüne varan akıllılar için o ormanların hayatiyetinde yerlerdeki kuru dalların bile ne kadar değerli olduğunu anlatacak orman mühendislerine sabırlar ve başarılar diliyorum. Yeşil bir dünyanın insanlık hayatı için değerini onlara anlatacak çevreciler de bulmak gerek!

Din yolunda dengeyi sağlayan değer, veri ya da mihenk, adına ne denirse densin anlama ve yaşamada temel ölçü sünnettir, onu kaybeden dengesini kaybedip dinini tahrif ediyor. Bizden önceki milletlerden dinlerini tahrif edenlerin ellerinde bir sünnet olmayışını unutmamak ve yabana atmamak gerekiyor. Rahiplerin ve hahamların kendilerince uydurdukları ve keyifleriyle ceplerine uygun gelen şeyleri din diye lanse etmekten çekinmemelerinin halk nezdinde kabul görmesinin ana nedeni cehalettir ki o cahillik okuma-yazma bilip bilmemekle değil peygamberlerinin sünnetlerini bilmemeleriyle ilgilidir.

İslam dünyasında dini tahrip etmek için gayret edenlerin başarısız olmalarındaki toplumsal temel de sünnettir. İslam toplumları 14 asır boyunca zaman zaman herşeylerini kaybetmişler; topraklarını, mallarını, canlarını ve evlatlarını feda etmişler ama Muhammed(sas)’in sünnetini asla avuçlarından bırakmamışlardır. İşin bütün sırrı Allah(cc)’in sevgisini Rasulullah(sas)’e ittibaya mebni kılmasıdır.

De ki: "Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir." Ali İmran 31

Bu ümmet için dünya hayatının nihai gayesi ve hedefi Allah(cc)’in sevdiği yani razı olduğu olduğu bir kul olmaktan ibarettir.

Bu sünnetsiz din fikrinin en meşhur savunucuları genellikle temel İslami usul ilimlerinden mahrum bırakılmış kitleleri peşlerine takmakta ve onlara zaten reddedilmiş birtakım hadisleri göstererek hatta bazan aslında olmadığı halde sahih kaynaklarda zikredildiğini söyledikleri saçma sözleri hadis diye ortaya atarak insanların sünnetin dindeki yerini reddetmelerini ve hadislerini küçümsemelerini sağlamak istiyorlar. Salih bir alim karşısında konuyu dile getirip münazara etmeye bile cesaretleri yoktur. Bu zeminde meal okuyarak dini öğrenmeye çalışan samimi gençleri saptırmak onlar için en kolay yol olmaktadır.

Topyekun bir İslami bakış ve duruş örneği olarak Rasulullah(sas) insanların hayatından çıkarıldığında bu sünnetsiz hocalar kolaylıkla kendilerini en değerli varlıklar olarak kabul ettirebilmektedirler. Nebiyyi Muhterem(sas) için rahatlıkla ‘o da sıradan bir insandı, bizden ne farkı var’ gibi bırakın ümmeti olmayı talebesi olduğu bir hocaya söylemeye utandığı cümleleri O’nun için kullanmaktan haya etmemektedirler. Bunların hocalarına itiraz etmek büyük bir cürümken peygamberlerine küfreden hatta karikatürize edenlere laf edenlere bile kızar, onların hayallerindeki ne idüğü belirsiz dine zarar verildiğini iddia ederler.

Bir de bu hocaların, hadis kaynaklarının temel kitaplarında mevcut hadislerin sadece yüzde 5’inin senedi bir şekilde Nebi(sas)’e ulaşan ama geriye kalan yüzde 95 için masum olduklarına inandıkları imamları kafi gören şia için bu konuda bir eleştiri görmek neredeyse imkansız gibidir ya da dillerinin ucuyla bir cümle ile bazan onlara da dokunur sonra büyük bir iştahla Ehli Sünnet’e saldırmaya devam ederler.

Daha çok söylenmesi gereken şeyin olduğunun farkındayım ama bu seferlik sözün sonunda şununla iktifa edelim:


İslam’ın sahih ve makbul, tek ve yegane yolu, sünnete dayanan ve müslümanların cemaat olmalarını esas alan Ehli Sünnet ve’l Cemaat’tir. Onun bir alternatifi yoktur, eşdeğeri yoktur, muadili yoktur, terazinin diğer kefesine konulabilecek başka bir mezhep ya da yol yoktur. 

20 Aralık 2016

Dost ve Düşman

Gündelik olaylar ve hatta dünyanın neredeyse tamamını ilgilendiren büyük hadiseler biz müslümanlar için nihayetinde bu aleme ait ve burada kalacak, ahiretle mukayese bile edilemeyecek derecede küçük ve basit işlerdir. Bizce bu dünyanın en mühim işi Allah(cc)’ın emri gereğince ve rızası mucibince yaşayıp bu hayatı tamamlamaktan ibarettir. Bunun nerede ve hangi şartlar altında olacağını elbette biz de insanlar olarak bilmek ve hatta kolaylaştırmak isteriz ancak kader bizim idaremizde olmadığı gibi düşmanlarımızın da kontrolünde değildir.

Alemlerin Rabb’inin Allah(cc) olduğunu iman etmenin, her durumda hamde götüren ve küfür ile dalalet istisnasıyla herşeye hamdettiren bir huzur kaynağı olması en büyük avantajımızdır. Baksanıza herşeyini kaybetmiş ufacık bir Suriyeli çocuk, hepimize hamd ile ders vermektedir!

Bu hengameli dünyada hele de bugünler gibi herşeyin biraz daha karmaşık olduğu zamanlarda dostumuzu ve düşmanımızı tanımamız ve onlarla Allah(cc)’ın koyduğu ölçülerle münasebet kurmamız gerekir. Bu ıstılahımızda ‘el-vera ve’l bera’ olarak tabir edilen akidevi bir husustur. Bu sebeple dostluk ve düşmanlığımızı öncelikle inancımız belirler. Biz mü’min bildiklerimizi dost bilir ve güveniriz. Aynı şekilde gayri müslimleri düşman biliriz ve dost olmayız, güvenmeyiz. Bu kısaca ifade ettiğim bakış açısı elbette İslam hukukunda detaylandırılmış ve mü’min bildiklerimizin nasıl dostluğumuzu kaybedeceği ve gayri müslimlere hangi şartlarda ne şekilde güvenebileceğimiz anlatılmıştır.

Günümüzde müslümanların dünya genelinde duruş ve davranışlarını belirleyecek bir tek otoriteden yoksun olmaları diğer tabirle umumi idareyi yürüten bir halifenin olmayışı ve müslümanların çoğunlukla İslami esaslara dayanmayan devletlerin vatandaşları olarak yaşamaları dost ve düşman tayininde de zorluklara hatta sapkınlıklara yol açıyor.

Yaşadığımız coğrafyadan ve toplumdan bağımsız olmamız elbette düşünülemez ancak akidemiz bizim her türlü bağdan üstün ve değerli olmasıyla hayatımızın her anına ve fikir dünyamızın her ayrıntısına hükmeder.
Devletlerin politikaları veya anlaşmaları bizim kalplerimize hükmedemez! Seküler devletlerin vatandaşları olarak kalplerimizi, resmi anlaşmalar yahut düşmanlıklarla değil Allah(cc)’in sevilmesini istediklerini severek, düşman olarak tayin ettiklerinden de yüz çevirerek temizlemek durumundayız. Zira devletler dün düşman göründüklerine bugün dost olabilir ve yine menfaatleri icabınca yarın tekrar düşman olabilirler.

Bizim dostluk ve düşmanlık kriterlerimiz ise bellidir ve akidevi ilkelere dayanır. Maslahat ve menfaatler gereği yapılan anlaşmalar ise ancak resmi kurumları bağlar, biz Allah(cc) için sever ve yine O’nun için buğzederiz.
Ehli Sünnet nazarında insanlar dostluk ve düşmanlık bakımından üç sınıftır.

1.       Sevilecek olanlar: Allah(cc)’a ve Rasulüne(sas) iman ile salih amelleri ihlasla yerine getirenler. Allah(cc) için seven, Allah(cc) için buğzeden ve kim olursa olsun Rasulullah(sas)’ın sözünü herkesin sözünden önce ve üstün kabul edenler.

2.       Bazan sevilen bazan buğzedilenler: Müslüman oldukları halde salih amellerle haram ve fıskı karıştıranlardır. Bunların imanları sebebiyle günahlarına buğzedilir ve düşmanlık gösterilirken salih amelleri sebebiyle de dostluk gösterilir.

3.       Her bakımdan buğzedilenler: Allah(cc)’ı , meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkar ile kafir olan, kadere iman etmeyenlerdir.

Bunların yanısıra bir başka zümre vardır ki onlara ulemamız bid’atçiler diyerek ayrıca sınıflandırmış ve onların hukukunu ayrıca anlatmışlardır. Zira onlardan bazıları küfür olan bid’atler işlerken bazıları da mekruh olanları işlerler. Hükümleri de buna göredir.

Mesela dünyadan el çekerek sürekli oruçlu olarak evlenmeyi de terkedenlerin hali günahkarlıktır ancak küfre sebep olmaz. Veya Cuma hutbelerinde devrin sultanının ismini anmak gibi mekruh sayılan bid’atleri işleyenler bu sebeple müslümanların dostluğunu kaybetmezler.

Ancak vahiyle sabit bazı hakikatlerin zıddına itikat sahibi olan bid’atçiler bu sebeple küfre düştüklerinden onlardan yukarıda sayılan 3. sınıf gibi uzak durmak ve dostluk değil düşmanlık beklemek ve göstermek vacip olur. Buna en güzel örnek ise ayetlerle iftira olduğu kesin olduğu halde Aişe(r.anha) annemize zina iftirası atan bid’atçilerdir ki bunlara şiiler diyoruz.

Bunlar Ebu Bekir(ra) ve Ömer(ra)’ın imametlerini kabul etmedikleri için ‘rafizi’ olarakta isimlendirilirler. En rezil bid’atleri sahabeyi sevmemeleri ve onlara hakaret ve küfür etmeyi marifet bilmeleridir. Ali(ra), Ammar(ra), Mikdad(ra) ve Selman(ra) dışındaki sahabeleri düşman bilirler. Oysa bu sayılan sahabeler ve Ehli Beyt onların yalanlarından ve bid’atlerinden uzaktırlar.

Bu rezil taife dostluk ve düşmanlık konusunu kendi bid’at akidelerine katarak salih, sıddik ve mucahid selefimiz olan ve yolumuzun önderleri ve örnekleri olarak bildiğimiz sahabeye düşmanlık etmeyenlerin bu dine dahil olamayacağına ve Ehli Beyt’e yakın olamayacağına inanırlar.

Onlar dostluk ve düşmanlıklarını kendi heva ve heveslerine, sapkın itikatlerine ve lanetlik hayallerine göre tayin ederler. Sahabeyi sevenleri düşman bilen bu zümreyi dost bilmek ya da dost olabileceklerine inanmak onların yine itikat bildikleri takiyyelerine kanmak olur. Değişik isim ve gruplarla temsil edildikleri halde biz onları bu düşmanlıklarından tanırız.

Onlar kalplerinde müslümanlara karşı sevgi duymaz ve fırsat bulduklarında İslam’ın ve müslümanların düşmanlarıyla işbirliği yaparak en aşağılık zulüm ve işkencelerle katledilmelerine hem yardımcı olur hem de bizzat bu katliamları işlerler. Bugün Suriye’de karşımıza çıkan Nusayri zümresi de tarih boyu ihanetlerinin sonucu Şam bölgesini ele geçirmelerine batılı müstekbirlerin göz yumduğu zalimlerdirler.

‘Ehli Sünnet ve Cemaat, Allah(cc)’ın Rasulü(sas)’nün ashabını(radiyellahu anhum ecmain) sevenlerdir. Sevmekte de aşırılığa gitmeyenlerdir. Hepsini sever ve hepsine dostluk gösterirler. Ehli Sünnet sahabeye buğzedene buğzeder, zira özellikle şeyhayni (Ebu Bekir ve Ömer) sevmenin dinin, imanın ve ihsanın gereği olduğunu bilirler. Yine onlara buğzetmenin ise küfür, nifak ve tuğyan olduğunu da bilirler.’ (İbni Kesir)


İslam’a ve müslümanlara ihanet ederek zulüm görmelerine yol açan ve bizzat zulmeden, akidesi bozuk, ameli bozuk, geçmişi bozuk bu bid’at ehli sapıklara buğzetmek imanın gereği salih bir ameldir. Allah(cc) kalplerimizi hidayettennn ayırmasın!

15 Aralık 2016

Mezhep Savaşı

Karşıt propağanda diye birşey vardır; düşmanlarına yaptırmak istediğin şeyi öyle bir desteklersin ki ‘bunu yapalım’ derler  ya da kendi yaptığın şeyi öyle kötüler, öyle güzel gizlersin ki düşmanlarına ‘bunu yapmayın’ diyebilecek kadar! İşte tam da bu duruma uygun bir örnek yaşıyoruz. Hem de yıllardır...

Eli kalem tutan ve ağzı laf yapan bazı ağır abiler hemen her konuyu dönüp dolaşıp mezhep savaşı korkusuna getiriyorlar. Bu korku sadece onlarda mı var yoksa bizde böyle bir korku oluşması için mi yaparlar sorusunu geçerek irdelemeye devam edelim. Bu kalem ve kelam erbabı özellikle ve mutlaka bir ‘İslam Birliği’ hayaline sahiptirler. Onların hayalindeki bu birlik ne hikmetse İran olmadan ya da diğer bir deyişle şia olmadan olamaz.

İslam Birliği’nin nasıl bir ütopya olduğunu anlamak için onların hayallerindeki birlik üyelerine, siyasi durumlarına ve islamla ilgilerine bakmak aslında yeterli olsa da bu onlara yetmez, illa da olsun diye bilye oynayan çocuk mızmızlığıyla bu hayale hepimizin inanmasını isterler.

Tarihin ve vicdanların şahitliği olası bir İslam birliğinde ne İran’ın ne de onun güdümündeki şiilerin olmadığını ve asla da olmayacağını çok net göstermektedir. Bunu basit bir kindarlıkla değil somut gerçeklerle ifade ettiğimden emin olmak için azıcık İslam tarihi bilmek kafidir. Bilmeyenler için araştırmaya başlangıç noktası bizzat İran tarihi olabilir. İran toprakları Emir’ul Mu’minun Ömer bin Hattab(ra) döneminde fethedildiğinden beri, müslüman olmalarına rağmen hep müslümanlarla savaşmış, savaşamayacak kadar ezildiği dönemlerde ise alttan alta kurduğu tuzaklar, oluşturduğu fesat yuvaları ve ektiği fitne tohumları ile İslam coğrafyasını mundar emperyal hayallerine ulaşmak için karıştırmaktan geri durmamışlardır.

Olayın tarihi boyutunu bir kenara bırakıp günümüze geldiğimizde karşımıza yine aynı emellere dayanan Safevi emperyal halleriyle İslam coğrafyasında fitne, fesat ve terör estiren bir İran ile karşı karşıyayız.

Afganistan işgal edildiğinde beklenebileceği ya da beklenemeyeceği gibi müslüman Afgan halkının yanında olması gerekirken işgalcilerle, hem de Rusya ve Abd farkı gözetmeksizin anlaşarak kendii şii yayılmacılığına alan açmaktan başka bir gayreti olmayan bir İran gördük.

Irak işgal edildiğinde yine aynı şekilde miting meydanlarında ‘Büyük Şeytan’ diye sloganlaştırdıkları güya Amerika düşmanlıklarının ne hikmetse büyük bir rahatlıkla desteğe dönüştüğüne şahit olduk. Önemli olan şii yayılmacılık planları için çalışmaktı, talan edilen ülkeler, çiğnenen mukaddesat ve kıyılan canlar hiç İran’ın gündeminde olmadı.

Filistin ve Yemen’de ektikleri fesat tohumları yeşeriyor ya da hayır kararıyor ve ümmetin garip coğrafyasında yaraya merhem olacak bir tek faaliyetleri olmazken, habire yangına odun taşıyor İran...

Suriye’ye gelindiğinde ise, coğrafi yakınlığı kullanarak gerek Irak’tan gerekse kendi topraklarından her türlü silah ve milis desteği ile Rusya’nın desteğini arkasına alarak, Amerika ile anlaşıp göz yummasını sağlayarak Şam topraklarına bir yılanın güvercin yuvasına çöreklendiği gibi çöktüler. Paralı şii milisleri mollalar galeyana getirdi ve verilen cihad fetvalarıyla bu topraklarda kan dökmeye başladılar. Gerek Irak ve gerekse Suriye’de savaşan onlarca şii örgüt var ve herbiri işledikleri cürümlerle tarihe geçecek kadar acılar yaşattılar. Irak’ta büyük oranda başardıkları demografik değişimi Suriye’de de uygulama noktasına adım adım gidiyorlar.

Son adım olarak Halep’i işgal ettiler ve halkına dünyanın en azılı katillerinin bile katlanamadığı işkence vezulümleri reva gördüler. Şehri yaktılar, yıktılar! Sağ kalan muhaliflerin ve yaralıların istemedikleri halde mecbur kaldıkları için terketmek istedikleri Halep’ten çıkmalarına bile izin vermemek için direndiler.

Bütün bu yaşananlar hepimizin gözleri önünde gerçekleşiyor. Buna rağmen hala bir mezhep savaşı korkusu yaşıyor musunuz? Bugün Yemen, Irak ve Suriye’de yaşanan nedir öyleyse? Tüm vahşilikleriyle küçücük bebeleri bile işkence ederek öldürenler mezhep savaşı yapmıyorsa nedir dertleri? Masal anlatmayı ya da dinlemeyi bırakalım! Ortada bir mezhepçilik ve mezhep savaşı var ve bunu başlatan da halen yürüten de İran ve onun güdümündeki şii çetelerdir.

Başta bahsettiğimiz abilerin İran’a laf söylemekten adeta kutsal bir varlığı sakınır gibi sakınmaları artık hiç bir anlam ifade etmiyor! Halep için ağlayıp sızlarken şii çetelerden ve onların ağa-babası İran’dan hiç bahsetmeden yazan ve konuşanların hem bu dine hem insanlık vicdanına ihanet ettiklerini söylemek abartı olmayacaktır. Katile katil diyemiyorsanız dile, yazamıyorsanız kaleme ne ihtiyacınız var; koparın, atın gitsin!

İslamlık ve insanlık onuru diye bir değere inanan hiç kimse savaş ahlakını bile tanımayan bu şii sürülere mazaret üretemez ve arkasındaki İran’ı savunamaz.

Hele de Suriye halkına ve onların direnişini destekleyenlere, 5 yıl öncesinde Esed rejiminin ve hamisi İran’ın bu kadar aşağılık katliamlar yapabileceğini düşünmemek gibi bir suçlamada bulunmak eğer samimi ise ahmaklığın zirvesi olur, değilse tek açıklaması ihanettir; bu dine ve bu ümmete ihanet!

İnsanlığın aklıyla ve vicdanıyla alay ederek hem çocuklarımızın kanları ve kadınlarımızın namusları üzerinde tepinip hem de temize çıkarılmak gerçekten şeytanın bile kuramayacağı bir desisedir. Buna alet olanlara veyl olsun, yazıklar olsun, eyvahlar olsun!..

10 Aralık 2016

Gemiler Yakmak İçindir!

Azatlı bir köle iken kumandanlığına getirildiği ordusunun gemilerini yaktığı günden beri Tarık bin Ziyad, yeryüzünde ‘gemileri yakmak’ diye bir deyim var ve yakılan gemiler kararlılığın, dirayetin ve kahramanlığın sembolü oldular.

Yakılan gemiler yalnız geri dönüşün imkanını yok etmedi, korkuların ve zaafların çürük tahtalarını da kül etti. Ateş, doğru yerde ve doğru hararetle kullanıldığında altını değersiz madenlerden ayırmak için tek yoldur.

Mesele gemiler ve ateş değildir aslında, kasdedilen bir fetihtir ve yanan gemiler onun kazanını kaynatır. Bunun için gerekli olan büyük bir kumandan ve sağlam bir ordudan da ziyade, uğrunda herşeyin yakılabileceği yani herşeyin göze alınabileceği bir davadır, bir davettir.

Her gemi bir şekilde yakılabilir de artık demirden yapılan bazı gemiler yakılamıyor, başı dara düşenler hemen başını sokacak bir gemi bulabiliyor.  Yakılmadan ardımızda bıraktığımız gemiler, ayaklarımıza bağlı demir kütleleriyle bizi aşağılara çekmeye devam ediyorlar!

Mavi Marmara da gemilerden bir gemi idi, onu diğerlerinden farklı kılan yanı 9 Aralık 1917’den sonra bu topraklardan mukaddes ve mübarek topraklara düzenlenen, silahsız da olsa ilk işgal delme gemisi olmasıydı...
Mavi Marmara ile Allah’ın ‘etrafını mübarek kıldığı’ (İsra 1) beldelere yapılan bu seferi yine Allah bereketli kıldı ve yalnız şehidlerimiz sebebiyle bizlerin değil hemen her müslümanın gönlüne bereket oldu.

Anadolu müslümanlarının ümmet ile kardeş olduğunu çok uzun zaman sonra herkes bir kez daha gördü, akan kanlarımız ve verilen canlarımızla bu kardeşlik perçinlendi.

Şahsi şahitliğimdir ki, hemen bir yıl sonraki Hacc mevsiminde Mina’da flamalarımızdan Türkiyeli olduğumuzu anlayan çadırlardaki hacıların yol kenarındaki korkuluklara dizilerek bildikleri herhalde en güzel türkçe tamlama ile bize ‘Mavi Marmara’ diye seslenmeleri o geminin ne olduğunu ve ne yaptığını kesin bir şekilde gösteriyordu.

Daha sonraki Filistin ziyaretimizde de sıkça karşımıza çıkan, bir tür parola gibi tekrarlanan Mavi Marmara kelimeleri sembolleşmiş ve layık olduğu bereketli yeri almıştı. Bundan sonra yapılması gereken bu hayırlı ve bereketli gemiye gölge düşürmemek ve belki de bu gemiyi yakmamaktı.

Mavi Marmara, Akdeniz’in sularına bir işgalci saldırısıyla yanarak batmayı hak etti!

Bizim açımızdan dava ve mesele işgale direnişin bir parçası olmaktan ibaretti ve oldu da...

Devletin bu gemiyi sahiplenmesi yahut içinde bulunan vatandaşlarının hukukunu korumak için fiili müdahalede bulunması o günlerde hemen herkesin hoşuna gitmişti. Yaralılar ambulans uçaklarla taşınmış, bir anda sivil bir gemi sırtında devlet gücünü hissetmişti. Ayırmakta hata ettiğimiz nokta ise bu hareketin resmi bir eylem olmadığı ve daha sonra sahip çıkılmasının da bu harekete resmiyet kazandırmayacağı, ileride bu desteğin çekilmesinin mümkün olduğu ve o durumda da Mavi Marmara’nın davasının başladığı gibi devam etmesi gerektiği gerçeği idi.

Daha net bir ifadeyle; Allah için yapılan işlerde ne resmi ne de gayri resmi birilerine sırt dayamak işin sırrına terstir ve neticede ihlasın zedelenmesi en büyük hayırlar için bile ateş gibidir, yakar ve kül eder herşeyi.
Yok eğer gerektiğinde, gerektiği kadar destek alınmış ve yola devam edilmişse o halde kimsenin kimseye kızmaya hakkı yoktur. Beklentileri düşük tutmak hayal kırıklıklarını önlemek için güzel bir formüldür, hele de yanımızdaki bir devlet ise...

Neticede Mavi Marmara gemisini devlet kendisi için yakmıştır, belki de o da kendince birtakım fetihler hedefliyordur ve elindeki yakılması en kolay olan gemiyi yakmıştır. Mavi Marmara’yı sivil toplum kuruluşlarımız yakmıştırlar; daha sonra düzenlenen seferlere katılmayarak yıllardır bir limanda zincirli tutarak hem de ve belki de kendilerince başka birtakım fetihler hedefliyorlardır. Kimsenin niyetini bilemiyoruz. Tek emin olduğumuz, ihlasla o gemide can veren ve kan dökenlerin ecirlerini Allah’ın zayi etmeyecek olduğudur.


Bu vesileyle limanlarımızdaki kendi gemilerimize bir göz atalım; hangi gemi Nuh(a)’undur ve bizi kurtarır bu tufanlardan ve günü geldiğinde hangilerini yakacağız, yakabileceğiz?

08 Aralık 2016

Halep Harap Olduktan Sonra

Çok değil 95 yıl önceydi, öyle anlatıyor görenler; devletimiz mağlup olmuş ve beldelerimiz işgal edilmeye başlanmıştı. Antepliler, Fransızlar gelmeden ellerindeki erzakları şehrin birçok evinin ve konağının altında bulunan mağaralara taşıdılar ama hayvanları ve kendileri için yapabilecekleri çok şey yoktu.

Çünkü Halep düşmüştü!

Musul düşmüştü!

Bunların ardından  önce Kilis sonra Antep’te düştü ve işgal edildi...

Oysa direniş çok sağlam başlamıştı. Sultan 2. Abdulhamid’in Teşkilat-ı Mahsusa’sından değerli bir eleman olan Özdemir Bey ve yine Osmanlı Zabiti Şahin Bey gibi komutanların ve şehrin neredeyse tüm halkının arkasında olduğu bir savaşın kaybedilmesi 11 ay sürmüştü.

Tarihçiler, Antep savunmasının düşmesiyle ilgili iki sebep sayarlar; birincisi dışarıdan hiçbir yardım ve desteğin gelmemiş olması sebebiyle içeride yiyecek ve cephanenin tükenmesi, ikincisi ise kural tanımaz ahlaksız ve zalim Fransız ordusunun havadan ve karadan hedef gözetmeksizin şehri bombalaması.

O günlerden anlatılan çok şey vardır da bir tanesi çok başkadır. Yiyeceklerin tükendiği ve şehirde açlığın kol gezdiği günlerde kanlarının son damlasına kadar direnmeye kararlı olan Cemiyet-i İslamiyye mensupları Bülbülzade Hacı Abdullah Efendi’nin onayıyla düşmana bir kaç gün daha fazla direnebilmek ve son mermilerini de atabilmek için yiyenlerin ancak 2-3 gün yaşabildiğini herkesin bildiği zehirli çalıların bademlerini ezip suyla ıslatarak yerler...

Nüfusun üçte biri can vermiş, şehirde isabet almamış bina kalmamış, ayakta kalıp mermi atabilecek son mücahid şehid olmuştur ve artık Antep düşmana teslim olacaktır ki açlıktan ayakta duran insan sayısı da çok azdır.

Bunlar size ve bize ne kadar tanıdık geliyor şimdi değil mi? Yukarıda Antep savunmasının düşüşü ile alakalı anlattığım satırlarda Antep yerine Halep yazın ya da Humus farketmez! Acımasız bir abluka, ahlaksız bir bombardıman, ve yardımsızlık, ve kimsesizlik!

O günlerde de belki herkesin ayrı bir derdi vardı, belki her şehrin ayrı bir düşmanı, ayrı bir ekonomik gerekçesi, anlaşmalar ve sair binbir türlü sebep ve mazaret üretmek mümkündü ki bugün de mümkündür.
Neticede bir şehir halkı vahşi bir katliama ancak bu kadar direnebiliyor ve değişmeyen asıl acı gerçek ise diğerlerinin ilgisizliği ya da umursamazlığı oluyor! Burada o diğerleri biz oluyoruz.

Şimdilerde pek çok yazar-çizer Halep yazıları yazıyor, dernekler ve kuruluşlar Halep’in ardından ağıtlar yakan açıklamalar yayınlıyorlar. Galiba tarihten bugüne değişen tek şey bu; eskiden hiç değilse bu kadar çok konuşanımız yoktu şimdi bolca var. O günlerde bir şehir düştüğünde düşman lehine sevinen hain sayılırdı bugün ise aramızda dolaşıp makbul adam yerine konuyorlar!

Halep harap olduktan sonra düzenlenecek eylemler ve toplanacak yardımlar en fazla mültecilerin karınlarının doymasına veya en fazla, boombardımanlarda tok midelerle öldürülmelerine olanak sağlayacak! Yapılmasın mı? Hayır elbette yapılsın çünkü Halep düştüyse sırada nerelerin olduğunu tarihten biliyoruz. Hiç değilse bir sonraki şehir için uyanık olmamızda hayır vardır.

Ama geç kaldık! Şimdi af ve mağfiret için tevbe vaktidir.

O meşhur tamlamanın içini doldurarak ‘yaptıklarımız ve yapmadıklarımız ile yapmamız gerekirken yapmadıklarımız ve yapmamamız gerekirken yaptıklarımız’ için hızlı bir tefekkür ve hızlı bir harekete ihtiyacımız var. Hızlı olmak zorundayız zira zaman hepimiz için daralıyor...

Artık ölüm korkusu ve dünya sevgisi olarak bizzat Rasulullah(sas)’in tarif ettiği çukurdan doğrulmak zorundayız. Ecelin; oturanlarla meydanlarda savaşanlar arasında, ancak ve sadece tayin edildiği vakit geldiğinde, tayin edilen kişiyi, tayin edilen yerde bulan bir kaçınılmaz ve değiştirilemez son olduğunu idrakle başlayabiliriz işe. Ve rızkın; hayatı boyunca hiç durmadan didinenler için de normal hayatını devam ettirip verilenle iktifa ederek hamdedenler için de tayin olunandan başkası ya da fazlasının ya da eksiğinin mümkün olmadığını kabul ederek devam edebiliriz.

Suyun üstünde sürüklenen saman çöpleri olmaktan kurtulmanın yolu, suyu tersine akıtmaktan geçiyor. Bu da ölüm korkusunu ve dünya sevgisini yenmekle mümkün zira onlarla kaybedildi.

Sevban(r.a) 'dan rivayet edildiğine göre Rasululla(sas) şöyle buyurdu:
‘Yakında milletler, yemek yiyenlerin çanaklarına davet ettikleri gibi, size karşı biribirlerini davet edecekler.’
Birisi: ‘Bu o gün bizim azlığımızdan dolayı mı olacak?’ dedi.
Rasulullah(sas), ‘Hayır, aksine siz o gün kalabalık, fakat selin önündeki çörçöp gibi zayıf olacaksınız. Allah düşmanlarınızın gönlünden sizden korkma hissini soyup alacak, sizin gönlünüze de vehn atacak.’ buyurdu.
Yine bir adam: ‘Vehn nedir ya Rasulullah?’ diye sorunca:
‘Vehn, dünyayı  sevmek ve ölümü kötü görmektir.’ buyurdu. ( Ebu Davud, Müsned)


Tarih nehrinin akışını ancak bu azgın gidişin önüne cesetleriyle barajlar kuranlar ve kanlarıyla suyu yükseltebilenler değiştirebiliyor.

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...