İslam tarihini
genellikle çok severiz; masalsı kahramanlıklar ve destansı hikayelerle
aktarılagelen çoğu zaman gıpta ettiğimiz yiğitliklerin ve akıllarımızın
almadığı, kalplerimizin kaldıramadığı fedakarlıkların kıssalarını okumak, dinlemek
ve hissetmek ruhumuza destek, yüreğimize fetanet ve benliğimize şuur verir.
Elbette herşeyin
kaynağı yine Rasulullah(sas) ve sahabesidir. Bedir’den Uhud’a, Hendek’ten
Hayber’e her savaşı an be an yaşar gibi bilir ve acılarını da sevinçlerini de
birebir hissederiz. Kendimize aklımız ve gönlümüz nisbetince dersler çıkarır,
bilincimize notlar düşeriz.
Katılamadığımız
muharebeler için Bedir savaşı boyunca secdeden alnını kaldırmadan duaya devam
eden bir Nebi(sas) hemen aklımıza gelir ve dilimizi de kalbimizi de
müslümanların saflarına raptederiz. Ortalık karışıp her yandan düşman okları Nebiyyi
Muhterem(sas)’e doğru yağmaya başladığında en yakınında olanlarımız, ayakları
en sabit kalanlarımız ellerini kılıçlara, başlarını oklara siper ediyorlarsa
bunları Uhud’da sahabeden öğrenmişlerdir.
Sahabe,
Rasulullah(sas)’i çok severlerdi; şahsını da davetini de birbirinden ayırmadan
hatta ayırmayı hiç düşünmeden severlerdi. Ona atılan bir okun yalnız
Abdullah’ın oğlu Muhammed(sas)’i değil Allah(cc)’ın Rasulü(sas)’nü vuracağını
düşünmeden bilirlerdi ve o sebeptendir ki düşünmeden başlarını uzatırlardı
kalkan yerine...
Özellikle düşünce
kelimesini tekrar tekrar kullanıyorum zira devrimizde ‘düşünerek’ bırakın O’na
atılan okları durdurmayı, kendi elleriyle risalet ve siretinin en net ve kısa
ifadesi olan sünnetini rafa kaldırmaya, katletmeye ve yok etmeye çalışan ama
kendilerini İslam’a dahası uydurma olana değil gerçek dine izafe eden bir zümre
var, aslında hep varlardı da günümüz umumi cehalet dünyasında sesleri daha
doğrusu gürültüleri daha çok çıkıyor.
Bunların en çok
kullandıkları sloganları, ‘bize Kur’an yeter, haşa Allah’ın kitabında eksiklik
yoktur’ gibi ilk duyulduğunda bir an
‘neden olmasın, belki de haklıdırlar’ intibası uyandıran başlıbaşına birer
felaket olan hezeyanlardır. Elbette bize de Kur’an yeter ve elbette o Kur’an
bize emrettiği gibi bizler Rasulullah(sas)’in sünnetine ittibayı da bizzat
Kur’an’ın yeterliliğinin gereği ve sonucu olarak biliriz. Sünnetin Kur’an’ın
teşrisinin bir parçası olması ve onu uymanın nasıl da dinin temeli olduğu
hususunda Allah’tan kendilerine rahmet dilediğimiz salih geçmişlerimiz ve halen
hayat süren ulemamız yeterince söz ettiler.
Ne yazık ki
günümüzün en yaygın hastalığı olan cehaletine rağmen din konusunda konuşmak ve
hatta hüküm vermekten çekinmemek gibi illete bulaşanlara sık sık rastlıyoruz.
Özellikle yeni nesil ‘akıllı’ müslümanlar her nasılsa bazı hadisleri akıllarına
bazılarını da Kur’an’a ters buluyorlar. Uydurma hadislerin varlığını ve onlarda
bu gibi tenakuzların olmasının normal olacağını not ettikten sonra, hakkında
hadis alimlerinin gerekeni söylemediği hadis kaldığını düşünmek saflıktan öte
birşey olur. Yani mevcut tüm hadisler, günümüzün deyimiyle uzmanları tarafından
yüzyıllardır çeşitli defalar irdelenmiş ve incelenmiş olup tamamı da basılı
eserler olarak kayıtlara geçmiştirler.
Eline aldığı bir
kuru dala bakarak ormanı yakmak gerektiği hükmüne varan akıllılar için o
ormanların hayatiyetinde yerlerdeki kuru dalların bile ne kadar değerli
olduğunu anlatacak orman mühendislerine sabırlar ve başarılar diliyorum. Yeşil
bir dünyanın insanlık hayatı için değerini onlara anlatacak çevreciler de
bulmak gerek!
Din yolunda
dengeyi sağlayan değer, veri ya da mihenk, adına ne denirse densin anlama ve
yaşamada temel ölçü sünnettir, onu kaybeden dengesini kaybedip dinini tahrif
ediyor. Bizden önceki milletlerden dinlerini tahrif edenlerin ellerinde bir
sünnet olmayışını unutmamak ve yabana atmamak gerekiyor. Rahiplerin ve
hahamların kendilerince uydurdukları ve keyifleriyle ceplerine uygun gelen
şeyleri din diye lanse etmekten çekinmemelerinin halk nezdinde kabul görmesinin
ana nedeni cehalettir ki o cahillik okuma-yazma bilip bilmemekle değil
peygamberlerinin sünnetlerini bilmemeleriyle ilgilidir.
İslam dünyasında
dini tahrip etmek için gayret edenlerin başarısız olmalarındaki toplumsal temel
de sünnettir. İslam toplumları 14 asır boyunca zaman zaman herşeylerini
kaybetmişler; topraklarını, mallarını, canlarını ve evlatlarını feda etmişler
ama Muhammed(sas)’in sünnetini asla avuçlarından bırakmamışlardır. İşin bütün
sırrı Allah(cc)’in sevgisini Rasulullah(sas)’e ittibaya mebni kılmasıdır.
De ki: "Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun
ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayıcı, çok
merhamet edicidir."
Ali İmran 31
Bu ümmet için
dünya hayatının nihai gayesi ve hedefi Allah(cc)’in sevdiği yani razı olduğu
olduğu bir kul olmaktan ibarettir.
Bu sünnetsiz din
fikrinin en meşhur savunucuları genellikle temel İslami usul ilimlerinden
mahrum bırakılmış kitleleri peşlerine takmakta ve onlara zaten reddedilmiş
birtakım hadisleri göstererek hatta bazan aslında olmadığı halde sahih
kaynaklarda zikredildiğini söyledikleri saçma sözleri hadis diye ortaya atarak
insanların sünnetin dindeki yerini reddetmelerini ve hadislerini
küçümsemelerini sağlamak istiyorlar. Salih bir alim karşısında konuyu dile
getirip münazara etmeye bile cesaretleri yoktur. Bu zeminde meal okuyarak dini
öğrenmeye çalışan samimi gençleri saptırmak onlar için en kolay yol olmaktadır.
Topyekun bir
İslami bakış ve duruş örneği olarak Rasulullah(sas) insanların hayatından
çıkarıldığında bu sünnetsiz hocalar kolaylıkla kendilerini en değerli varlıklar
olarak kabul ettirebilmektedirler. Nebiyyi Muhterem(sas) için rahatlıkla ‘o da
sıradan bir insandı, bizden ne farkı var’ gibi bırakın ümmeti olmayı talebesi
olduğu bir hocaya söylemeye utandığı cümleleri O’nun için kullanmaktan haya
etmemektedirler. Bunların hocalarına itiraz etmek büyük bir cürümken
peygamberlerine küfreden hatta karikatürize edenlere laf edenlere bile kızar,
onların hayallerindeki ne idüğü belirsiz dine zarar verildiğini iddia ederler.
Bir de bu
hocaların, hadis kaynaklarının temel kitaplarında mevcut hadislerin sadece yüzde
5’inin senedi bir şekilde Nebi(sas)’e ulaşan ama geriye kalan yüzde 95 için
masum olduklarına inandıkları imamları kafi gören şia için bu konuda bir
eleştiri görmek neredeyse imkansız gibidir ya da dillerinin ucuyla bir cümle
ile bazan onlara da dokunur sonra büyük bir iştahla Ehli Sünnet’e saldırmaya
devam ederler.
Daha çok
söylenmesi gereken şeyin olduğunun farkındayım ama bu seferlik sözün sonunda
şununla iktifa edelim:
İslam’ın sahih ve
makbul, tek ve yegane yolu, sünnete dayanan ve müslümanların cemaat olmalarını
esas alan Ehli Sünnet ve’l Cemaat’tir. Onun bir alternatifi yoktur, eşdeğeri
yoktur, muadili yoktur, terazinin diğer kefesine konulabilecek başka bir mezhep
ya da yol yoktur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder