30 Mart 2017

Şer Salgını

Şer; dinin ve örfün en hafif tabiriyle hoş karşılamadığı, en ileri ifadesiyle ise düşman bildiği fikir ve davranışları tarifte kullanılan ıstılahen meşhur olmakla birlikte halk arasında kullanımı bile tedavülde kalmayan bir tabirdir. En basit örneğiyle; insanların geçtiği bir yola ya da sokağa onları rahatsız edecek bir taşı atmak şerdir ve yine en büyük şer ya da şerrin başlangıcı ise insanın şeytanlaşması ve Kadir-i Mutlak olan Allah(cc)’i inkar ve O’na isyan etmesidir.

Mihenk, her konuda olduğu gibi temel hayat kuralı olan din ve onun kabul ettiği maruftur. Ancak hepimizin her konuda hakkı ve doğruyu kolayca tespit etmesi ve ona tabi olması her zaman mümkün olmuyor, olamıyor. Bu noktada ise devreye farkında olmadan desteklenen şer giriyor ve destekçisinden başlayarak zarar vererek büyüyor.

Ne yazık ki insanız ve olayların arka planını görme imkanımız yok, ateş ile suyu ayırt ettiğimiz gibi kolaylıkla hayır ve şerri ayırt edemiyoruz. Hayır sandığımızdan şer, şer sandığımızdan hayır ortaya çıkınca da şaşırıp kalıyoruz. Bu da fıtri bir sonuç olduğundan mazur görülebiliriz. Asıl mesele hayrı ve şerri net olarak gördüğümüz halde yanlış duruş ve davranışta bulunmak gibi bir hataya düşmememizdir.

Şüphesiz hayırların en hayırlısı şerlerin ortaya çıkarılması ve engellenmesidir; şerlerin en şerlisi de bir hayra mani olunmasıdır ki şerrin temeli de zaten hayra mani olmaktır.

Tarihimiz boyunca en büyük sıkıntı ve kargaşaları hep hayır diye sunulan ve kendisinden hayır sadır olacak diye beklenirken şerre hizmet eden birtakım itikadi, fikri ya da siyasi akımlardan çekmişiz. Zira temsil ettiğimiz ilahi ve haliyle üstün hayat düsturu sebebiyle karşı akımların bize set olma şansı olmadığından ancak bizden yani içimizden birtakım sapkınlıklarla mahvımızın yolu açılmıştır.

Dönem dönem birileri neredeyse birbiriyle aynı konularda ve benzer yaklaşımlarla ortalığı bulandırmış ve cana, mala ve nesillere mal olan faturalar bırakıp silinip gitmişler. Ne gariptir ki, gidenlerin ardından biraz farklı süsler ve malzemelerle benzer sapmalar yien yaşanmış, yine yıpranmış ve yine badireler atlatarak kıyamete kadar sürecek yolculuğumuz devam etmiş...

Bugün birçoğumuzun ilk duyduğumuzda şaşırdığımız ve belki de ‘acaba’ diye doğru olma ihtimaline bile kapıldığımız fikir ve akımlar aslında ‘iyi’ birer kopyadan ibaret gibi tekrarlanıp duran birer fitne sarmalı olabiliyorlar.

Mesela İmam Buhari’nin nadir eserlerinden Halku Ef’ali’l-İbad’ında reddiye yazdığı fikirlerin başında Kelamullah olan Kur’an’ın yaratılmış olduğu iddiası, kulların fiillerini önceden Allah’ın bilemeyeceği ve kader hakkındaki sapkınlıklar bugün de karşımızda çıkmaya devam ediyor.

Bizim kitabi tartışmalar sandığımız bu temelde itikadi ama pratikte siyasi malzeme olan sapkınlıklar tarihimizin geriye dönüm noktalarını oluşturan ağır darbeleri temsil ediyor. Nasıl ki geçmişin Haşhaşileri ile bugünün Fetösü birbirine benziyorsa; dünün Haricileri ile bugünün Daişi de birbirine öyle benziyor.

Mevzu din olunca sapkınlığın temel kullanım argümanlarından biri doğal olarak din dışına atmak oluyor. Yani ıstılahi tabiri ile tekfir ve ardından gelen kanını ve canını helal sayma rahatlığı!

Ne hikmetse bahsettiğimiz azgın ve sapkın grupların tamamı en doğru din anlayışına kendilerinin sahip olduğunu yüksek sesle ilan ederlerken, kendileri dışındakileri genelde tekfir ederek ya da sıkışınca en azından sapık ilan ederek dinen ezmeye ve yok saymaya çalışıyorlar.

Bu sapkınlığın ilk örneğinde görülen Harici mantığın sahabe tekfirinde bile mahsur görmediğini düşünürsek; nasıl kontrolsüz, kuralsız ve sınırsız bir kitle ile karşı karşıya olduğumuzu anlamamız kolaylaşır. Öyle ya; dini kendilerinden aldığımız, öğrendiğimiz ve önder bildiğimiz sahabeyi dinden ihraç edebilen için başka kimin bir değeri kalır ki? Bunun son örneği olan Daiş’te gördüğümüz de geçmiş haricilerinin güncellenmiş ve çağdaş imkanlarla donatılmış halidir.

Yine şaşırtıcı bir benzerlikle, Haşhaşi hareketinde gördüğümüz siyasi ihanetlerin ve devletlerin idaresine sızılarak ve nihayetinde bir talimatla işine gelmeyenleri yok edebilen bir yapı olarak karşılaştığımız Fetö’nün de güncellenmiş bir versiyon olduğunu söylemek zor olmayacaktır.

Devirleri ve coğrafyaları farklı da olsa bütün bu grupların ortak sapma noktası; dini en doğru onların anladığı ve en iyi dini hizmeti de onların yaptığı şeklinde özetlenebilir. Mensuplarının derin bir hipnozla inandığı bu vahim hata, yapılan ve yapılacak herşeye kılıf olabilmektedir.

Ancak bu hareketler dinin temel hedeflerine hizmet bir yana, en büyük zararı yine İslam’a ve müslümanlara veriyorlar. Sebep oldukları dünyalık kayıpların yanısıra ahiretini mahvettikleri kitleler yine bizim nesillerimizden eksiliyor. Oysa, ne herkesi hatta yahudi ve hristiyanları bile cennetlik sayarak aldatan Fetö, ne de herkesi hatta müslümanları bile cehennemlik sayarak aldatan Daiş, İslam’ın sahih yolunu temsil etmiyorlar.


Ve kaderin bir garip tecellisi olarak, kendileriyle hakkıyla mücadele edilmeyen şer yuvalarının bela ve musibetleri hepimize bulaşıyor ve hepimizin dünyasına da ahiretine de zarar veriyor.

22 Mart 2017

Halku Ef’ali’l İbad – Kulların Fiillerinin Yaratılışı

İmam Buhari olarak meşhur olan hadis alimimizin eseridir. İslam akaidinin müdafası da denilebilecek olan eser Yusuf Özbek tarafından İlahi Kelamın Müdafaası ismiyle tercüme edilmiş 1992 yılında İstanbul’da İz Yayıncılık tarafından basılmıştır.

Kısaca İmam Buhari’nin hayatı:
İsmi Muhammed bin İsmail bin İbrahim bin el-Muğire el-Cu’fi el-Buhari, Ebu Abdullah’tır. H. 194 / M. 810 yılında Buhara’da dünyaya gelmiş ve H. 256 / M. 870 senesinin Ramazan Bayram gecesi Semerkand’ta vefat etmiştir. İslam tarihinin en meşhur muhaddislerinden biridir. Onun el-Cami’us-Sahih’i, Kur’an’dan sonra müslümanlar için en güvenilir eser olma hüviyetine sahip olup sünnetin en güvenilir kaynağıdır. Bunun yanısıra günümüze kadar ulaşan bir çok eseri mevcuttur. Onlardan biri olan Halku Ef’ali’l İbad eserinin tercümesinin bir özetini bu derlemede bulacaksınız.

Halku Ef’ali’l İbad ve’r-Reddu ale’l-Cehmiyye
Bu kitap bir dönem pek revaçta olan Allah Kelamı Kur’an’ın mahluk olduğu iddialarını reddetmek temelli bir eserdir. Bu konularda sapkınlığıyla meşhur Cehmiyye’ye reddiye olarak yazılmıştır. Günümüzde de benzer sapkın fikirlerin müdafiileri mevcut olup sık sık gündeme gelmektedirler.

Bu eserde işlenen konuları ana başlıklar olarak sıralayacak olursak:
1.       Allah(cc)’in kelam sıfatının isbatı.
2.       Kaderin ve Allah(cc)’in ilminin isbatı.
3.       Kulların fiillerinin yaratılmış olduklarının isbatı.
Bu kitabında Buhari, bu konulardaki şüpheleri zikrettikten sonra Kitab ve Sünnet ile alimlerin sözlerinden o konularda rivayet edilen açık delilleri gözler önüne sermektedir. Eserde zikredilen hadislerin tam senedlerini özete almayarak kısaltmaya çalışacağız, bazı yakın metinlere sahip hadisleri ve dipnotları almasakta en kısa zamanda tüm tercümeyi arapça metniyle birlikte pdf formatında yayınlamaya çalışacağız.

1.       CÜZ
İlim Ehlinin Allah(cc)’in Kelamını Değiştirmek İsteyen Dinsizler Hakkında Söyledikleri
1.       Süfyan bin Uyeyne dedi ki: 70 senedir kendilerine ulaştığımız şeyhlerimiz, ‘Kur’an Allah’ın kelamıdır ve mahluk(yaratılmış) değildir’ demişlerdir.
2.       Süfyan es-Evri’yi şöyle söylerken iişittim: Bana Hammad bin Süleyman dedi ki; ‘müşrik Ebu Fulan’a onun dininden beri olduğumu ulaştır, o Kur’an mahluktur demekte.
3.       Halid bin Abdillah el-Kasri’nin bir Kurban Bayramı günü Vasıt’ta hutbesine şahit oldum. Şöyle diyordu: ‘Hadi dönünüz, kurban kesiniz, Allah kurbanlarınızı kabul etsin ben ise el-Ca’d bin Dirhem’i kurban edeceğim. O, Allah’ın İbrahim’i dost edinmediğini, Musa’ya da hitab etmediğini iddia etti. Allah, onun söylediklerinden alidir, müünezzehtir.’ Daha sonra minbderden aşağıya indi ve onu kurban etti. (el-Ca’d bin Dirhem bu fikri ilk ortaya atan kişidir, Halife 2. Mervan’ın mürebbisi ve kaynıdır.)
4.       Vehb bin Cerir şöyle demiştir: Cehmiyye zındıktırlar zira onlar Allah’ın Arş’a istiva etmediğini ileri sürüyorlar.
5.       Yezid bin Harun, kendisinden başka ilahın bulunmadığı Allah’a yemin ederek dedi ki: Kur’an’ın mahluk olduğunu söyleyen zındıktır. Bunu söyleyen tevbeye çağrılır, tevbe eder, aksi halde katledilir.
6.       Abdullah bin Mübarek’e, ‘Rabbimizi nasıl tanıyabiliriz?’ diye sorulunca; ‘Göklerinin fevkinde Arş’ının üzerinde’ cevabını verdi.
7.       Ali bin Abdillah dedi ki; Kur’an Allah’ın sözüdür, onun mahluk olduğunu söyleyen kafirdir, arkasında da namaz kılınmaz.
8.       Ebu Zer(ra) dedi ki: Rasulullah(sas) buyurdu; ‘Allah (avc) buyurdu ki, benim bağışlamam da kelamdır, azabım da kelamdır. Bir şeyi dilediğim zaman, ona ol derim o da oluverir.’
9.       Habbab bin Eret(ra) dedi ki, ‘gücünün yettiğince Allah’a yaklaş, sen O’na O’nun kelamından daha sevimli birşeyle yaklaşamazsın’.
10.   Ebu Abdurrahman es-Sülemi diyor ki, ‘Kur’an’ın diğer sözleri üstünlüğü Rabb’in diğer yaratıklara üstünlüğü gibidir’.
11.   Ebu Zerr(ra); ‘Ey Allah’ın Rasulü peygamberlerin ilki kimdir? Dedim, buyurdu ki: ‘ Adem’. Dedim ki, ‘O Nebi mi idi?’, buyurdu ki: ‘Evet, kendisine hitab olunmuş biir peygamber idi’.

12.   Cabir bin Abdullah(ra) dedi ki, Nebi(sas) buyurdu ki: ‘Babanın karşılaştığı şeyi sana müjdeleyeyim mi? Allah(cc) babana perdesiz olarak hitab etti ve ona ‘Kulum dile benden’ buyurdu. O da dedi ki, ‘Ya Raba, beni dünyaya geri gönder de senin için bir daha öldürüleyim.’ Allah: ‘Onların geri dönmeyecekleri hususunda karar verdim’ buyurunca o, ‘o halde insanlara halimizi ulaştır, Ya Rabb’ dedi. Bunun üzerine Allah(cc) şu ayeti inzal buyurdu: ‘Allah yolunda öldürülenleri ölüler saymayın bilakis onlar diridirler, Rabb’lerinin yanında rızıklandırılırlar.’ (Ali İmran 169) (Cabid’in babası Abdullah bin Amr, Uhud şehidlerindendir.)

Kulların Fiileri
1.       Huzeyfe, Nebi(sas)’in şöyle buyurduğunu söyledi: ‘Muhakkak ki Allah, her sanatçıyı ve sanatını yaratır.’ Şu ayeti de zikretmek gerekir: ‘Ve Allah sizleri ve yaptıklarınızı dayaaratmıştır.’ (Saffat 96)
2.       İbn-i Abbas(ra) dedi ki: ‘ Acizlik ve beceriklilik (her ikisi de) kaderdendir.’
3.       İbn Abbas(ra); ‘herşey kaderledir hatta elini yanağına koyman bile’ demiştir.
4.       Ebu Hureyre(ra) anlatıyor: Kureyş müşrikleri, Nebi(sas)’e gelerek kader konusunda tartışmaya girdiler, bunun üzerine Allah: ‘Her şeyi bir kader ile yarattık’ (Kamer 99) ayetini indirdi.
5.       Bir çok sahabeden rivayet edildi ki; Nebi(sas) ‘Amellerin en faziletlisi hangisidir?’ diye soruldu. Buyurdu ki, ‘Allah’a iman, Rasulünü tasdik ve O’nun yolunda cihaddır.’
6.       Ebu Hureyre(ra)’den şöyle işittim, Nebi(sas) buyurdu ki; ‘Müezzine sesini uzattığı süre zarfında mağfiret olunur.’
7.       Ömer bin Abilaziz: ‘Yumuşak ezan oku, aksi takdirde yanımızdan uzaklaş’ demiştir.



Hicreten Sonrea Araplaşma

1.       Said Bin Cübeyr(ra) İbn Abbas(ra)’dan mushafların satışı hususunda şöyle dediğini nakletti: ‘Bunlar sadece el ürünlerini satan musavvirlerdir.’
2.       Ali bin Ebi Talib(ra)’den şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur: ‘İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki,İslam’dan geriye ancak ismi, Kur’an’dan da ancak resmi kalacaktır.’
3.       Buhari dedi ki: Nebi(sas)’e ‘Hangi insanların kıraatı en güzeldir?’ diye sorulunca; ‘Dinlediğinde onun Allah(cc)’den korktuğunu anladığın kişi’ cevabını verdi.
4.       Muaz bin Cebel, ‘Ey Allah’ın Rasulü söylediklerimizden sorumlu muyuz, yaptıklarımız yazılıyor mu?’ diye sorunca, O(sas) ‘Nası burunları üzerinde cehenneme sürükleten, faydasız boş sözlerinden başkası mıdır?’ buyurdu.
5.       Risalet Allah’tandır, Rasule tebliğ etmek, bize de O’na teslim olmak düşer. Zuhri


1.       CÜZ

1.       Nebi(sas) şöyle buyurdu: Allah, ilmi insanların gönüllerinden çekip çıkarmakla kaldırmaz lakin ilmi alimleri kabzetmekle kaldıracaktır. Hatta yeryüzünde tek bir alim bile kalmayacak ve insanlar cahil reisler edinecekler. Bunlara soru sorulacak, onlar da bilgisizce fetva verecekler, hem kendileri sapacak hem de başkalarını saptıracaklar.
2.       Abdullah bin Mesud(ra) altınla süslenmiş bir Kur’an görünce; ‘Hakikatte mushafın en iyi süslenmesi onun okunmasıdır’ dedi.
3.       Ubade dedi ki; Rasulullah(sas)’den işitipte hakkınızda hayır olduğunu gördüğüm hiç bir hadisi biri dışında size bildirmeden bırakmadım, o hadiste şudur: Rasulullah(sas)’i şöyle buyururken işittim: ‘Sizden burada bulunan bulunmayan ulaştırsın, kim Allah’tan başka ilah olmadığına ve O’nun tek ve şeriki olmadığına şehadet ederek ölürse cennet ona vacip olur.’
4.       İbn Abbas(ra) şöyle dedi: Ey müslümanlar topluluğu, Allah, Peygamberinize tahrif ve değişimden uzak, okumakta olduğunuz kitapların Allah’a zaman bakımından en yakını ve başka şeyler karışmamış olan Kitab varken, nasıl oluyor da ehli kitaba birşey soruyorsunuz? Halbuki Allah, ehli kitabın Allah’ın kitabını değiştirmiş, tağyir edip ve onların bu kitapları kendi elleri ile yazmış olduklarını, ayrıca az bir ücret karşılığı birşe satın almak için ‘bu Allah’ın katındandır’ dediklerini sizlere bildirmiştir. Yahutta size gelmiş olan ilim onlara soru sormaktan nehyetmiyor mu? Hayır vallahi, biz onlardan hiç birisinin sizin üzerinize nazil olan bir husustan sual ettiklerini görmüyoruz.

Nebi(sas)’in Rabbinden(cc) Zikredip Rivayet Ettikleri Hakkında Bab
1.       Ebu Hureyre’den rivayet edildi, o da Nebi(sas)’den o da Rabb’inden(cc) şöyle rivayet ediyor: ‘Bana bir karış yaklaşana ben bir arşın yaklaşırım, bana bir arşın yaklaşana bir kulaç yaklaşırım.’
2.       Ebu Hureyre(ra) dedi ki; Nebi(sas)’den işittim, dedi ki: ‘Allah(cc) şöyle buyurdu; Ben beni zikrettikçe ve benim için dudaklarını hareket ettirdikçe kulumla beraberim.’

Nebi’(sas)’in Allah(cc)’dan Gayrı Kimsenin Sözleri ile İstiazede Bulunmadığı Hakkında Bab

1.       Nuaym bin Hammad dedi ki: ‘Mahluka sığınılmaz, ne kulların ne cinlerinne insanların ne de meleklerin sözleri ile sığınılır.’
2.       Abdullah bin Mes’ud(ra) dedi ki; ‘Ey Allah’ın Rasulü, hangi günah daha büyüktür?’ diye sordum. Buyurdu ki; ‘Seni yaratmış olduğu halde Allah’a ortak koşmandır.’ ‘Sonra hangisi’ dedim. Buyurdu ki; ‘Yiyecek korkusuyla çocuğunu öldürmendir.’ ‘Sonra hangisi’ dedim. Buyurdu ki; ‘Komşunun karısı ile zina etmendir.’ Ve Allah(cc), Nebi(sas)’in kavlini tasdik için , ‘Onlar Allah ile beraber bir başka ilaha tapmazlar’ (Furkan 68) ayetini indirdi.

3.       Abdullah bin Ömer dedi ki: ‘İbadetlerden ilk eksilecek olan gece teheccüdü ve onda kıraatin yüksek sesle yapılmasıdır.’

16 Mart 2017

Avrupa Rüyasının Sonu

Yüzyıllık bir uykunun sonundayız, uyanınca rüyalar da bitecek fakat uyanmamak için direniyoruz. Biraz okula gitmek istemediği ama mecbur olduğu için zorla uyandırılan, ödevlerini bitirmemiş, uykusunu alamamış, mahmur gözlerini açmamak için direnen, mızmız ve haylaz bir talebe gibiyiz. Gözlerimizi tam olarak açtığımızda bize uykuyu sevdiren o güzel rüyanın da sona ereceğini bal gibi biliyoruz.

Uyumak, dünyaya yenilmektir; batıya teslim olmak, kontrolünü kaybetmek, sorumluluklardan kaçmak ve en önemlisi rüyalarla avunmaktır. Sadık olmayan ve gerçekleşme ihtimali de bulunmayan rüyalar...

Uyumak; Avrupa Birliği’ne, Birleşmiş Milletler’e ve Nato’ya inanmaktır.

Uyumak; tek dişi kalmış bir canavara aşık olmaktır.

Uyumak; batılı ve batıl rüyalar görmektir.

Uyumak; insan olmanın ve kul olmanın gereklerini yerine getirmemektir.

Uyumak; zulme gözünü kapatmak, mazlumları duymamak, coğrafyamızda patlayan bombaları ninni olarak algılamaktır.

Uyumak; bilinçsiz hareketler yapmak, anlaşılmaz sözler mırıldanmak ve sağa mı sola mı döndüğünden bile haberdar olmamaktır.

Şimdi tıpkı Amerikan rüyasından uyandırılmamız gibi bir kere daha uyandırılıyoruz. Amerikan rüyasından uyanmak, işgaller ve ardından verdiğimiz milyonlarca cana, yıkılan ülkelerimize, yok edilen nesillerimize ve yağmalanan zenginliklerimize mal oldu.

Aklı selim sahibi olanlarımız, bu rüyaları hiç görmeyenlerimiz için sorun yok, onlar zaten uyanıktılar ve hala uyanıklar. Ama halklarımızın büyük çoğunluğunun batının süslenmiş vahşi cazibesine kapıldığı gerçeğini gözardı edemeyiz.

Uyumakta ısrar etmenin faydası yok, zira bu döşek batılının ve onlar artık ayaklarımızdan çekiştirerek hatta gerekirse sürüyerek bizi uyandıracaklar ki bundan dolayı belki de gelecek nesillerimiz çokça Allah’a hamdedecekler, kimbilir...

Batının geldiği noktayı sadece idarecilerinin politik hevesleri ya da geçici birtakım gelişmeler zannetmek vahim bir hata olur. Avrupalı halklar zannettiğimiz kadar gelişmiş ya da medeni değillerdir. Çok uzun zaman aralarında yaşadıktan sonra söyleyebileceğim şey şudur ki, eğer devletlerinin onlara vereceği cezalardan korkmasalar hiç bir kurala ya da ahlaki norma uymazlar. Avrupa, uzun yıllar mezhep savaşlarıyla sarsılmış ve dinden biraz da kiliselerin sömürü ve tecavüzleri sebebiyle tiksinmiş bir kitledir. Büyük çoğunluğu için tek değer yargısı paradır. Örneğin bir Hollandalı işçi için en önemli gerçek haftasonu evine bir kasa bira ile gidip gidemeyeceğidir. O bira kasası için çalışır, oy verir ya da vermez ama o kasa varsa sorun yoktur.

Akademik çevreleri tekdüze bir çizgide yalpalamadan ilerlemeyi marifet sayarlar. Yıllar önce Polonya’dan İngiltere’ye kadar bir geniş çerçevede ‘faizsiz ekonomi’ modelini tartışırlarken hasbelkader İslam’ın yeryüzünde tek faizsiz sistem emreden ekonomik model olması hasebiyle bu ‘fikri’ temsilen bir dizi programa katılmıştım. Hemen hepsi İslam’ın modelinin ideal olduğunda birleşmiş ama bunu yüksek sesle dillendirmeye cesaret bile edememişlerdi.

Avrupalı politikacılar lider değillerdir; bizim anladığımız manada bir liderlik herhalde Hitler’le birlikte son bulmuştur. Dün hiç adını duymadığınız biri, yarın bir ülkeyi yönetir, iyi de becerir mesela, ama bir bakmışsınız bir başkası onun yerini almış gidenin esamesi okunmuyor. Bunu en basit anlatan şey ise yürüyen bir sistemlerinin olmasıdır. Tren gibi sabit bir hat üstünde ilerleyen, arada sadece dur-kalk yapması gereken bir yolculuktadır Avrupa politikası, bu yüzden de kimin ön koltukta oturduğu çok önemli değildir.

Tabii ki onlarda da arada sorunlar çıkmıyor değil. Yine Hollanda’da 2002 yılı seçimleri arifesinde yaşananlar bunun güzel bir örneği idi. Aşırı sağcı, monarşi ve Avrupa Birliği karşıtı bir politikacı olan Pim Fortuyn seçimlere mutlak galibiyet ihtimaliyle giriyordu. Tüm anketlere göre 9 gün sonra ülkenin kaderi değişecek hatta AB’nin temeline dinamit konulacaktı. Tam o gün yani seçimlere 9 gün kala, Pim Fortuyn devlet radyosundaki röportajından çıktı ve henüz bahçedeyken bir Hollandalı tarafından vurularak öldürüldü. Katil komşularının anlattığına göre çok iyiliksever, sempatik ve kimseye zararı olmayan kendi halinde bir adamdı. Şimdilerse cezası bitti ve özgür hatta. Ama Pim yok edildi ve ülke hatta AB kurtarıldı.

Son seçimlerde yine o günlerdekine benzer bir manzara vardı ama aynı senaryoyu uygulamak uygunsuz olacağından yeni bir malzeme bulundu. Türkiye ile kriz sağ seçmenin gönlünü okşamak için bulunmaz bir fırsattı. Bakanlara yapılan muameleler ve üstüne Fas asıllı belediye başkanının seçimlerden bir kaç gün önce, bakan Kaya’nın etrafındaki 12 korumanın ne tür silahlar taşıdıklarını bilmediklerinden, ellerini bellerine atmaları durumunda tamamının öldürülmesi izninin/talimatının verildiğini açıklaması çok ‘yerinde’ bir hamleydi. Çevresindeki 12 koruma öldürülürken bakanın ne olacağını sorgulamaya gerek yoktu. Uluslararası hukuk dediğiniz nedir ki? Adamlar 9 gün sonra ülkeye başbakan olacak birini temizlemişken hemde!

Neyse ki ucuz atlatıldı ve kimse ölmedi o gece.

Artık bu Avrupa’nın bize uyanın diye salladığı son tekmeden sonra hala ve ısrarla bir Avrupalı değerlere inanarak uyumaya devam etmek isteyenlere iyi uykular dilemekten başka elden gelen birşey yok.

Biraz akıl ve biraz hamiyyet duygusu sahibi herkes ülkesine ve bu topraklara nasıl bir yön verilmesi gerektiğini idrak edecektir.


Kalkmak düşmeden önceki haline geri dönmektir, uyanmak sadece gözlerini açmak değil yatağından fırlamaktır.

11 Mart 2017

Bir Batı Masalı: Demokrasi

Akvaryum balıklarına denizi anlatmak zordur ya da nehirleri; batının demokrasi ya da insan hakları dediği şeylerin ne kadar sığ ve ne kadar kendi menfaat ve düzenlerine dayalı birer maske olduğunu, batı usulü demokrasinin aslında bir masal olduğunu ve sadece dünya halklarını uyutmak için dillendirildiğini anlatmak daha da zordur. Ne ki Allah(cc), insanoğluna rahmetiyle muamele edince idrak etmek isteyenler için her konuda apaçık ayetleri gözler önüne seriyor.

Geçtiğimiz çeyrek asır boyunca özellikle İslam coğrafyasında batı usulü demokrasinin nelere mal olduğu ve ne anlam ifade ettiği bir çok hadise ile defaatle zihinlerimizde yankılandı. Demokrasi artık bizim topraklarımızda bir tür işgal metodu olarak yerini aldı. Kabul etmek istemeyenler ya da batılıların bile artık inanmadığı bu masalla uyumaya devam etmek isteyenler için güncellenen hadiseler kafalara vura vura bu gerçeği anlatmaya devam ediyor.

Kendi özelimizde baktığımızda henüz batı demokrasisini bir Afgan ya da Iraklı kadar idrak etmemiş olmamız normaldir. Onlar artık hakka’l yakin derecesinde biliyorlar bu demokrasi denen şeyi, biz ise henüz idrak edemediğimizden olsa gerek hala masal dinlemek istiyoruz, illa bir askeri işgal ya da katliamla bunu öğrenmek zorunda kalmamak için artık zihin lüksümüzü bozmamız gerekiyor.

Muhatap olduğumuz devrimlere ve darbelere rağmen hala demokrasiden medet umma noktasında olmamız pek anlaşılır bir durum olmasa da her konuda bir tevilimiz olduğundan maceramız devam ediyor.

Demokrasi sadece bizim toplumlarımızda değil aslında bizim olduğumuz her yerde bazı sıkıntılara yol açıyor. Ya da sistem bizim bulunduğumuz bünyelerde çaışmıyor, ne hikmetse!

Basit bir kaç örnekle anlatmaya çalışayım:

Mesela Avrupa’nın herhangi bir yerinde bir müslümana saldırmak normal bir davranış şekli iken bir yahudiye saldırmak teröristliktir. Biraz daha özelleştirelim; bir imamın bir cami kürsüsünden cemaatine gayri ahlaki sapkınlıkları yeren bir konuşma yapması, suç kabul edilerek sürgünle cezalandırılabilirken; aynı caminin yıkılması ve içindeki müslümanların sürgün edilmesi gerektiğini savunan bir politikacı ya da herhangi bir vatandaş derhal fikir özgürlüğü kapsamında korunmaya alınabilir.

Cami yakmak ve imam dövmek gibi eylemler, Avrupa demokratik standartlarına göre temel insan haklarından ve ifade özgürlüğünün en önemli göstergelerinden biridir. Bir Avrupalı komşusu ve üstelik kendi ülkesinin de vatandaşı olsa da bir müslümana saldıramıyor, dövemiyor daha da vahimi hakaret edip deşarj olamıyorsa demokrasi ve insan hakları büyük yara almış oluyor!

Tabii ki devletler bazında dünyanın değişik yerlerinde geçmişte ve günümüzde mevcut imkanlarının elverdiği her türden silah ve imha metodlarını kullanarak insanlığı kendilerine boyun eğdirmenin savaşını veren bu ülkelerin vatandaşlarına bu kadarcık bir özgürlüğü(!) sağlayamamasının nasıl bir vehamet olduğunu ancak batının demokrasi havarileri anlayabilirler.

Uluslararası ilişkiler ya da anlaşmalar bakımından ise durum tam da demokrasi masalının senaryosuna göre düzenlemekte ve uygulanmaktadır. Başka Birleşmiş Milletler olmak üzere batılıların önderlik ve tehakkümündeki tüm kuruluşlarda temel amaç batı menfaatlerini korumak olunca dünyanın geri kalanının, özellikle de onlar için tehlikelerin en korkuncu olan müslümanların temel hakları ve ödevleri batıya ve menfaatlerine hizmet etmek olarak algılanıyor ve bunun dışına çıkmak gayet doğal olarak insan haklarına ve fikir özgürlüğüne de muhalefet olarak görülüyor.

Buna da en güzel örneği yine son haftalarda Avrupa’da Türkiye gibi ‘dost ve müttefik’ bir ülkenin bakanlarına uygulanan ambargolarla görmüş olduk. Olay o kadar komik boyutlara taşındı ki, standart bir Nato müttefiği ülke bakanına uygulanan protokol terkedilmekle kalınmadı en son Hollanda’da alınan bir kararla vip misafir muamelesi bile yapılmaması, koruma ve eskort polislerin verilmemesine kadar vardı iş. Dahası bakanının program yapacağı elçilik binasına müdahale etmeleri mümkün olmadığından daha da bayağılaşarak elçilik kaldırımlarında insanların beklemelerini, korna çalmalarını ve bayrak sallamalarını yasakladılar.

Geçmiş yıllarda yine AB ve monarşi karşıtı Hollandalı bir aykırı siyasetçi Pim Fortuyn’ın devlet radyosu bahçesinde kendi halinde bir Hollandalı tarafından vurularak öldürülmesi hatırlandığında Avrupa derin devletlerinin kırmızı çizgileri görülecektir. Bugün benzer bir eylemi tekrar etmeleri beklenmeyeceğinden Türkiye onlar için bir tür can simidi oldu ve kullandılar. Çarşamba günü yapılacak seçimlere kadar daha ne tür bir çılgınlık yapabilirler tahmin bile edemiyorum. Gerçi iktidar partisi son saçmalıklarından sonra oylarını belirgin düzeyde artırdı ve birinci parti konumuna yükseldi bile...

Kendi iç kamuoylarına seçimler sebebiyle mesaj vermek gibi özel bir amacı da olsa, yapılanlar batılıların gerektiğinde anlaşma ya da ilişkileri nasıl menfaatleri uğruna rafa kaldırabileceklerine gayet orjinal bir örnek oldu. Umarım bizim hariciyemiz ve diğer politika tayin edenlerimiz de bu ikiyüzlülüğü ve demokrasi masalını duyuyor ve görüyorlardır.

Batı, kendince doğru ve güzel gördüğü herşeyi, yalnız ve sadece kendi ülke ve halkı için uygun ve layık görüyor. Bu basit gerçeği artık gizlemeye bile ihtiyaç duymuyorlarsa bu günümüz insanlığına Allah(cc)’in bir rahmetidir. Batılıların ve batılın gözlerimizin önüne açıkça çıkarılmasından büyük nimet mi gerek? Hakikate ulaşmak için daha güzel bir işaret mi lazım?


‘Birbirinizi çekememezlik gibi kötü huylara kapılmayınız. Öfke ve hıncınızı birbirinizden çıkarmaya kalkmayınız. Birbirinizin ayıplarını araştırmayınız. Başkalarının konuştuklarına kulak kesilmeyiniz… Ey Allah’ın kulları, kardeş olunuz!’ (Müslim)

20 Şubat 2017

Bir oturma eylemi: İslamcılık

İnsan fikriyatının temel gelişim kaynağı vahiy olmakla birlikte, vahiyden beslenen ve peygamberlerin sünnetleriyle büyüyen hayat tarzının veya dinin karşısına kadim bir gerçeklik olarak çıkan şeytani fikir ve pratikler, bir bakıma bilinçli refleksler denebilecek, biraz da zaruri savunma mekanizmalarının gelişmesine sebep olmuşlardır. Vahyin kaynağı ilahi olsa da muhatabı insandır ve fiiliyatta insanın gayet beşeri davranışlarla vahyi yaşaması ve savunması; fıtratından gelen ve kabul edilebilir sınırlar içinde kaldığı müddetçe de dinen sakınca görülmeyen bir durumdur.

İslam’ın dünyaya ilk yayıldığı dönemlerde, fethedilen yeni coğrafya ve toplumların sahip oldukları doğru ve yanlışlarıyla birlikte İslam toplumunun içine karışmaları da kaçınılmaz bir sonuçtu. İslam, insanlara sahip olduğu mutlak hakikat ve üstün hayat nizamıyla sunduğu adalet kadar, sağladığı emin ortamlar vesilesiyle de yaklaşmış ve kabul görmüştür.

Her yeni düşünce ve ideolojik akımın İslam’ın temel esaslarına riayetle irdelenmesi ve gerekli reddiyelerin hazırlanması kültür tarihimizin önemli bir yerini oluşturuyor. Bunlardan bir kısmı gerekli ıslah çalışmaları yapılarak sindirilmiş yani günün şartlarına göre toplum hayatı için gerekli görülerek kullanımına yol açılmışsa da bir kısmı da kesin olarak reddedilmiş ve yasaklanmıştır. Bu yargılara genel duruma bakarak biraz da kabaca detaylara inmeden varıyoruz. Aksi halde dönem dönem elbette istisnalar olmuş, doğru ve yanlışlar yapılagelmiştir.

Son yüzyıllara gelindiğinde, hele de Osmanlı’nın devlet olarak tarih sahnesinden çekilmesiyle oluşan ‘kara delik’ islam’ın kültürel toplumunu yutarak yerine batıdan gelen sellerin üstünde biriken çer-çöp yığınlarıyla oluşan bir garabet bıraktı. Fikir dünyamızın yüzyıllar boyu içine aldığı ve sürekli sindirmeye çalışmaktan yaşadığı bünyesel yorgunluk üstüne bir de iç ve dış hastalık ve darbeler eklenince karşımıza başlangıcı ve sonu tanımlanamayan metamorfoz geçirmiş yeni bir toplum çıktı.

Bu geçiş sürecinde ara ara, bünyede sağlam kalan hücreler savunma maksatlı refleks ve seğirmeler türü tepkiler vermeye devam etti. Tüm müdahale ve zehirli aşılamalara rağmen derinlerde bir yerde ‘imanın güneş yüzlü çocuğu’ hayatta kalmayı başardı.

Ne gariptir ki İslam’ın ‘elit tabaka’ ‘ entel kesim’ gibi bir yaklaşıma hiç izni olmadığı halde İslam toplumlarında böyle bir kesim türedi. Bunlar halkın planlı ve maksatlı olarak cahil bırakılmalarının sonucu, belki de yine zaruretten ortaya çıkan bir tür savunma güçleri oldular. Ancak giyindikleri elit ve entel kisvenin İslam ıstılahında karşılığı olmayınca, mücadele ettikleri akımlara benzemekte bir sakınca görmediler.

Önce görüntü ve konuşmaları değişti, sonra artık ortada olmayan ve batıl fikirleri sindiren İslam toplumunun yokluğunun getirdiği -aslında ihtiyaç olmaması gerekirken mahkum oldukları- sahipsizlik sebebiyle bu defa sindirilmeye başlandılar. Öyle bir noktaya gelindi ki artık onların makbul olup olmadıklarının ölçüsü İslam değil mücadele etmekle yükümlü oldukları batıl oldu.

İşte bu noktada karşımıza İslamcılık çıktı. Tabiri caizse; her yanından batılın mide suyu akan, sindirilmiş ve bastırılmış fikirlerin yılmaz savunucusu, ekranların vazgeçilmez unsurları, köşelerin susturulmaz kalemleri, kitapların verimli yazarları, söyleşilerin değişmez elemanları, belediyelerin kadrosuz müdürleri, islamcılar, islamcılarımız...

Usul ve üslubu batılı, kılık ve kıyafeti batılı, sesi ve kelimeleri batılı, bakışı ve görüşü batılı, duruşu ve yürüyüşü batılı ama hepsinden önemlisi batılı bir oturma eylemi oluşu ile islamcılık ve islamcılar.

Evet artık ağır bir şekilde eleştirilmeyi ve reddedilmeyi hak eden bir islamcı elitimiz var. Zira bunca yıldır elimizde kalan içi boş bir islamcılık var bir de bu işten ekmek yemiş bu elitlerimiz ki yedikleri helal olsun, dünya belki de böyle bir yerdir ve onlar haklıdırlar, ne diyelim?

İslam, fikir üretilmek için vahyedilmiş bir din değil hayat usulü tayin eden ve bir fıkıhla yaşanan biir hayat düzenidir. Birilerine reddiye yazmak ve batılı ortaya koymak elbette bir gerekliliktir ancak herşey bundan ibaret değildir ve olamaz. Hele oturduğu yerden birşeyler söylemekten başka bir eylem türü olmayan biraz siyasi biraz da dini bir akım olunca konumuz, buna verilecek en uygun ad herhalde ‘bir oturma eylemi türü olarak islamcılık’ olacaktır.

İslam’ın anlaşılması için; girift cümlelere, edebi yaklaşımlara, süslü ekran yüzlerine değil aksine hakikati bilen, yaşayan ve bunu hali ve diliyle aktaran alim ve fazıl önderlere ihtiyaç vardır. Batılı taklitten ve onlara benzemekten gocunmayan bir örneklik bizden uzaktır, uzak olmalıdır.

Müslümanlık, tam ve kamil olarak İslam üzere yaşamak için tüm imkan ve gayreti ile çaba sarfetmektir. Kesin delillerle sabit bir imanı ve kendine özgü bir  fikir dünyası olan, sahih ve sağlam bir düşünce yapısı ile salih bir amel pratiğine sahip olan insandır müslüman.


Yine de haklarını heba etmemek ve hesap gününde mesul olmamak namına, yaptıkları şeyin İslam ve müslümanlara faydası olması için dua etmemiz gerekiyor. Şüphesiz kalpleri bilen ve niyetlere vakıf olan Allah(cc)’tır. Ve her birimiz her şeyimizden hesaba çekileceğiz!

09 Şubat 2017

İdeal Devlet Ütopyası

Hepimiz yaratılışımızdan gelen bir emniyet arama ve huzur arzusu ile kıvranıp duruyoruz. Yaşadığımız toplumlardaki sorunlar, şehirlerimizdeki dertler hatta trafik gibi meseleler, devletlerimizin politikaları, idareci ve görevlilerin istismar yahut hataları, muhatap olduğumuz hukuksuzluklar, içimize sinmeyen uygulamalar, enerji kesintileri ve hiç unutulmaması gereken internet sorunları gibi güncel ve sürekli güncellenen meselelerden öyle ya da böyle rahatsız oluyor ve hep daha iyisini, daha sorunsuzunu, daha çok işimize geleni, daha çok huzur üreteni, dah açok güven vereni, daha çok emniyet sağlayanı istiyoruz.

Bütün beklenti ve ihtiyaçlarımızı karşılamayı umduğumuz bir sosyal çevremiz var ve birçoğumuz bundan da şikayetçi ama değiştirme imkanı bulamadığı için katlanmaya devam ediyor. Herşeyin üstünde ise devlet kelimesiyle ifade ettiğimiz ve içine belediye hizmetlerinden uluslararası ilişkilere kadar herşeyi sığdırdığımız ve zirveden sokağa hemen hiç birimizin tam olarak memnun olmadığı bir düzen var.

İnsanoğlunun hayatını düzenleyen prensipler, temelde mutlaka onları yaratan ve ihtiyaçlarını da zaaflarını da en iyi bilen Allah(cc)’in sınırlarına (hududullah) uygun olmak zorundadır. Bu sınırlar çiğnendiği ölçüde insanlar mutsuz ve memnuniyetsiz olurlar. İşin bu boyutu apayrı bir mecraya uzandığı için sadece hatırlatma yetinip konumuza devam edelim.

Mükemmel sosyal hayat düzeni ya da devlet arayışının günümüzde samimiyetle savunucusu olarak takdim edilen bir çok kişi ya da kuruluşun hatta bizzat devletin aslında bir hayali tablo çizip onu pazarladıklarını düşünüyorum.

Batı dünyasının bu konuda da hemen diğer her konuda olduğu gibi insanları avuttuğu ortada. İdeal devlet olarak bize sunulan ve tamamı batıda olan devletlerin aslında içlerinde ne kadar büyük ve ağır sapmalar, bastırılmış kinler barındırdığı en küçük dürtülerle ortaya dökülen vahşetler yahut fıtrat dışı muamelerle kendini gösteriyor.

Bunlara örnek vermek biraz gereksiz geliyor, zira azıcık batı gündemini takip edenler sık sık tekrarlanan bu gibi olayları duymaktan tiksinmişlerdir bile... Asıl mesele ise onların bu bastırdıkları düşmanlık ve kini fırsat bulduklarında fütursuzca bizim coğrafyamızda da sergilemeleridir.

Sundukları ya da va’d ettikleri şey yeryüzünde pratiği olmayan, olanların da içi boş birer yalandan ibaret olduğu herkesçe görülemeyen bir ideal devlet ütopyası. Bunu bazan krallar bazan seçimiş idareciler eliyle gerçekleştirmeyi teklif ediyorlar. Nasıl olsa asla gerçek olmayacağından emin oldukları halde halkları avutmak ve asıl hesaplarını görmek için her türlü propağanda yalanını sınırsız kullanıyorlar.

Batı dünyasının ideal devlet hayalini en pratik uyguladığı topraklar aslında Amerika kıtasının kuzeyidir yani bugünkü Birleşik Devletler ve Kanada coğrafyası. 200 yıldır devam eden iç karışıklıklar ve kapalı toplum uygulaması bir yana arada yaşanan küçük çaplı katliamlar ve patlayan ırkçılık bu toplum modelinin hayal olduğunu anlatıyor. Buna rağmen ellerindeki medya gücüyle dünyaya hem de kelime olarak tam da rüyayı kullanarak bir hedef toplum, ideal toplum örneği olduklarını empoze etmeye devam ediyorlar. Ezilen, horlanan ve fakir bırakılan dünya halkları da filmleri ve ekranları yutkunarak seyredip bu hayalin rüyasını bile görmeyi mutluluk olarak algılıyorlar.

Sundukları özgürlük ütopyasının içinin boş olduğunu anlamak için batıda yaşayan müslümanların karşılaştıkları kötü muamele ve fikir sınırlamaları yeterli aslında; onlar herşeyi yalnız kendi seçkinleri ve seçtikleri için istiyorlar. Onların beğenmediği bir fikrin özgürlüğü de olamıyor, ifadesi de...

İnsan hakları ve düşünce özgürlüğü batının uydurduğu yalanların en büyüklerinden olarak söylenmeye devam ediyor. Bu ütopik yalana kananlar ise kendi ülkelerinde herkesin bu yalana kendileri gibi inanmasını istemek gibi tuhaf bir amacın peşine takılıp kavgasını veriyorlar.

Devlet dediğimiz şey toplumun özeti ve küçük bir aynadan görünen ters yansımasıdır. İdeali ve hatasızı yoktur ve olmayacaktır. Olmuş olanı vardır elbette ama idarecisi bir peygamber olunca yaşanmış ve bitmişlerdir. Davud(a) ve Süleyman(a) peygamberlerin devletleri gibi cihana, Muhammed(sas)’in devleti gibi bir coğrafyaya düşen rahmet yağmurları olmuştur; Muhammed(sas)’in örnek saadet asrı ise kıyamete kadar görülebilecek, sunulabilecek, hedeflenebilecek yegane ideal devlet yapısını sunmuş ve önümüze koymuştur.

Gerçek ideal devlet ya da toplum anlayışında fikir özgürlüğü dediğimiz şey yoktur; marufu tavsiye münkeri nehyetmek vardır.

Hiç kimsenin özgürlük adına; şerri, melaneti, fuhşu ve rezaleti savunma, ifade etme ve insanları buna davet etme, reklamını yapma gibi bir özgürlüğü olamaz! Özgürlük hayra davet ve maruf olanı yani helal ve temiz olanı, yani güzel ve faydalı olanı, yani fıtrata ve hududullaha uygun olanı ifade etmek, savunmak ve yaşamaktır.


İdeal bir toplumda insan hakları değil kul hakkı esas alınır ve olay çözülür. Kul hakkı meselesinin nasıl devasa bir toplumsal çare olduğu konusu çok daha geniş anlatılması gereken ve mutlaka her birimizin hassasiyetle bilmesi ve uyması gereken bir konu olduğunu söylemekle iktifa edelim. Farkında olmamız gereken dev gerçek şudur; sadece kul hakkı konusunu topluma hakim kılmak bile tek başına zulmü ve adaletsizliği yok edebilecek etkendir.

06 Şubat 2017

Geçmişle Hesaplaşma Hastalığı

Yakın ve uzak unsurlarıyla insanlık tarihi genel olarak ortak geçmişimizdir. Biz müslümanlar Adem(as) ile başlayan bir insanlık tarihine inanır ve bu hatıraları temelde vahiy esaslı bilgilerle ve elbette insanların keşifleriyle tanır, bilir ve ibret alırız.

Aslını ve neslini merak etmek gayet insani bir his olsa da vahiyden koparılması bir yana, vahyin temel bilgilerini inkar ve reddetmek için bir geçmiş düzenleme ameliyesine girişmek insanı kendisine ve insan nesline hiç bir fayda sağlama ihtimali olmayan boş işlere dahası neslini maymunlaştırmasına kadar gidebilir. Allah(cc) bize neslimizin Adem(as)’dan olduğunu bildirmiş biz de buna iman etmişizdir. O’nun yaratılış süreci de Kur’an’da aktarıldığına göre bu konuda bir sorunumuz yoktur ve olmamalıdır. Varsa aklımız vahiyle tatmin olmamış, kalbimiz kendine başka yollar aramaya başlamış demektir.

O günden bu yana gelen ve giden insan neslinin yaşantı ve tecrübeleri bizim için değerli birer hatıra ve ibret vesikalarıdır. Gerek müslim gerekse gayri müslim, insan neslinden her bir ferdin elde ettiği bilgi, beceri ya da keşif bizim için değerlidir ve ihtiyaçlarımızı gidermemiz için Allah(cc)’ın verdiği nimetlerdendir. İnsanlar arasındaki bu bilgi ve keşif aktarmını İslam gayet doğal karşılar ve hikmeti elde etmemiz için bizi teşvik eder.

Kur’an bize geçmişte yaşayan insanlarla ilgili pek çok kıssa aktarır. Bundan Rahmani maksadın ne olduğu yine bizzat Kur’an ile yahut hadis ile bazan da alimlerin görüşleri ile anlaşılır ve bu anlayışta devirler ve coğrafyalarla değişerek ve gelişerek devam eder. Bu devamlılık Kur’an’ın kıyamete kadar hüküm ve hikmet kaynağı olarak hayatımızın içinde bizimle yaşayan bir kitap olmasındandır.

Tarihimizin aktarımlarına elbette nesillerimizin sevapları kadar günahları da dahildir. Hataları bilmeden onlardan sakınmak mümkün olmayacağından, bu nakil herhangi bir sakınca barındırmaz ve geçmişi küçümsemek yahut hakaret için değil ibret almak ve korunmak için yapılır. İbret alma sınırı aşılır ve dinin temellerini kendilerinden aldığımız sahabe ve ulemayı aşağılama ve güvensizlik inşasına dönüşürse; bu artık saf ve samimi bir niyetle yapılan tarihi bir aktarım değil fitne ve fesat çıkarmak hatta Allah’ın dinini zayıf düşürmek ve halkın çoğunluğunu oluşturan avamın kalbindeki imanı zayıflatmak gibi tehlikeli işlere yol açmak olur.

Şüphesiz biz peygamberlerden başkasının hatadan beri olmadığına inanır ve onları öylece sever, öylece tabii oluruz. Allah(cc), bizim hatasız kullardan dini öğrenmemizi murad etseydi peygamberlerine meleklerden oluşan bir sahabe ordusu ile destek verir ve bize onlara tabi olmamızı emrederdi, ne kadar mümkün olurdu orası ayrı bir soru.

Yakın islam tarihi olarak isimlendirebileceğimiz ve kayıtlara geçmiş, son peygamber Muhammed(sas) ve ashabının gerek hayat hikayeleri gerekse bu dini öğrenme, yaşama ve tebliğ yani aktarma yolları da ehli tarafından tespit edilmiş ve kullanıldıkları ilim alanlarına göre tasnif edilerek isimlendirilmişlerdir. Sahabenin aralarındaki ihtilaflar da aynı şekilde tarihimize mal olmuş olaylardır. Bu hadiselerden ibret almak ve ilmi sahalarda kullanmaktan başka maksatlarla bunları diline dolamak samimiyetten değildir.

Zira sahabe bizim kendilerinden dinimizi aldığımız, kitabımızı öğrendiğimiz, peygamberimizi tanıdığımız ve din yolumuzun yıldızları bildiğimiz insanlardırlar. Onları herhangi bir tarihi hadiseyi değerlendirir gibi rahat ve saygısızca değerlendirmemiz sözkonusu olamaz. Hatalarını bize nakleden bir çok alimin yaptığı gibi isimlerini bile zikretmeden aktarırız ki aynı zattan bir hadis naklettiğimizde insanların gönülleri bulanmasın. Şahsi ya da siyasi hayatında bir sahabenin hata etmesi onun sahabe olduğu gerçeğini ve ondan bize hayat veren hakikatleri öğrendiğimiz gerçeğini değiştirmez.

Zamanın umarsız ve saygısız nesillerinin geçmişleriyle hesaplaşma hastalıkları bize uzaktır. Biz geçmişimizle de geleceğimizle de ancak ve sadece ahirette Huzur-u İlahi’de hesaplaşmaya iman edenleriz ki o hesabı görecek olan da biz değil Alemlerin Rabb’i olan Allah(cc)’tır.

Bunlar geçmiş bir ümmettir. Onların kazandıkları kendilerine sizin kazandıklarınız ise sizedir. Siz onların yaptıklarından sorumlu tutulmayacaksınız. (Bakara 134)

Dikkat ederseniz kendileri herhangi bir başarı ya da gözle görülür bir gelişme kat etmekten aciz kalan, geçmişin başarılarıyla övünmek işlerine gelmeyenler, genellikle bu hataları dillerine dolayarak nefislerini tatmin yolunu seçiyorlar. Bizden önceki nesillerin hayırlı ve güzel işleri ile iftihar etmek ve onlara imrenerek bu yolda onları taklit etmeyi ve onların yollarını izlemeyi arzulamak hayırlı ve salih amellerin yolunu açacak bir bakış açısıdır.

Bunun tam aksine, geçmişte işlenilen hataları, çıkarılan fitneleri ve kaybedilen güzel hasletleri öne çıkarmak, yeni nesillere o kadim medeniyet çizgisini kopartarak ve adeta yok sayarak silik ve kuşkulu, karanlık ve meçhul bir geçmiş sunmak ve bunu da güya daha temiz ve daha saf bir din anlayışı ortaya koymak adına yapmak naklen ahlaksızlık, aklen imkansızlık içeren bir gafletin daha da ötesi ve kötüsü bir hıyanetin işaretidir.

Tarihin ilk gününden yola çıkan ve kıyamete kadar yürümeye devam edecek olan insan neslinin en güzel mensupları olarak müslümanlar bir bedenin azaları gibidirler; bir kısmı olmazsa olmaz iken bir kısmı dökülen tüy, kırılan tırnak kadar bile değer ifade etmeyebilir ve fakat tamamı İslam’ın neslidirler ve onlardan bazılarını hele de kalp gibi değerli olanları, el ayak gibi vazgeçilmez olanları iptal etmek, bu şahs-ı maneviyi sakat bırakmak belki de katletmek maksadına hizmet eder.

Bu büyük ve mukaddes neslin yolculuğu kıyamete kadar devam edecektir, mesele fert olarak her birimizin bu bedenin neresinde yer almaya niyetimizin olduğu ve takdirin bizi nereye yerleştireceği gerçeğidir. Kendimize layık gördüğümüzle hak ettiğimizin aynı olması için gayret bize düşer.


Netice olarak, bize Kitap ve Sünnet ile nakledilen hayırlı işler arasında "geçmişimizle hesaplaşmak" gibi tuhaf bir yeni çağ hastalığı yoktur. Sahabe arasındaki ihtilaflar sebebiyle kalplerimiz birine meyledebilir ancak bunu diline dolayıp ileri-geri konuşmak salih amel değildir.

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...