İnsan ne kadar etki edebilir zamana?
Kim geçen saniyelerden sadece ama sadece birini geri çevirebilir?
Hangi kral ya da imparator, kuruyan bir yaprağa ‘dur’ diyebilir dalında?
Güneşi benim Rabb’im doğudan getirirken, hangi firavunun gücü onu batıdan getirmeye yeter?
Azrail gırtlağına çöktüğü zaman, kimin silahı onu durdurabilir?
Hangi süper gücün, hangi süper lideri sivrisineğe karşı bir savunma sistemi geliştirebilir? Nemrud’dan daha acı bir son hepsini beklemiyor mu?
Bu soruları bildiğimiz herşeyi ekleyerek çoğaltalım, sonunda varacağımız nokta kainatın sahibi Allah(celle celaluh)’ın kudretini idraktir!
Ve bugün hepimizin yeniden ve yeniden hatırlamamız gereken dünyanın değişmez gerçeği de budur...
Birileri birşeyler yapar, birilerinin başlarına bir takım işler gelir... Acılar, gözyaşları, kan ve zulüm birbirine karışır... Silahın ve paranın gücünü elinde bulunduranlar hep kazanıyor görünür... Tıpkı bir zamanlar olduğu gibi. Ama gün gelir, devran döner; ömrü olanlar sonunu görür...
Herkes bir plan yapar, yeryüzünde ne kadar imansız ve vicdansız varsa o kadar envai çeşit zulüm ve haksızlık planı da var demektir. Bu planların sahiplerinin, Hakim-i Mutlak olan Allah(cc)’ın kudretinden bağımsız iş yapabilecekleri ihtimali asla olmadı ve olmayacaktır..
Bize dayanılmaz ve çekilmez ya da doyulmaz ve bıkılmaz gelen dünya aslında kainat içinde bizim sandığımız kadar büyük bir parça değildir. Ve aslında hayat, gerçek hayat olan ahiretle mukayese edildiğinde kısa kelimesinin bile yetersiz kalacağı kadar anlamsız derecede basit ve küçüktür. Öyle ya sınırsız ve sonsuz olanla süresi en fazla en iyi ihtimalle 80 yıl olan bir hayatın mukayesesini yaptığımızda ortaya çıkan dehşet fark ne kadar bellidir. Hele ki ne kadar zengin olursanız olun yiyebileceğiniz sadece midenizin kapasitesi kadar değil mi?
Kim ne kadar güce sahip olursa olsun, gözle görülemeyecek kadar küçük bakteriler karşısında zayıf değil midir? Buna rağmen insan neden acziyet ve zavallılığını örtmek için hem de kendi hemcinslerine büyüklük taslama hastalığından zevk alır? Öyle ya milyonların iki dudağından çıkacak sözlerine baktığı nice büyük adamlar da ihtiyaçlarını gidermek için iki büklüm helaya oturmaya mahkum değil midir?
Allah dilediğine dilediği gibi ders verir! Dilediğini yüceltir, dilediğini de yerin dibine batırır! Kimsenin ama kimsenin, asla ve kat’a düşen bir yaprağı durdurmaya gücü yoktur! Ve tıpkı bunun gibi kainatın planını yapan Malik’ul Mülk olan Allah(cc)’ın hiçbir planını o dilemezse kimse bilemez bile, bırakın ki engel olmaya kalkışsınlar!
(*)Onlar bir tuzak kurarlar, ben de bir tuzak kurarım. Kafirlere mühlet ver, onları biraz kendi hallerine bırak ruveyda. (Tarık 15-17)
20 Haziran 2017
13 Haziran 2017
Kur’an’ı anlamak
Kur’an’dan bir ayet ile söze başlamak ilk bakışta hep
güzeldir. Ya söyleyeceklerimizin kaynağıdır bu ayet ya da sözümüzü
denetlememizi sağlayan mihenk taşı! Sözlerimizi ayetlerle süslemek
cümlelerimizin kıymetini artırır, dinleyenlerin dikkatini çeker. Hatta tesirini
bile artırabilir...
Lakin kendi hikayemizin arasına sıkıştırdığımız ayetlerin
mutlak hakikat olduğunu unutmaya başladığımızda hem sözlerimiz zıvanadan çıkar,
hem de o ayet ya da ayetler bizim sözlerimizi desteklemek için kullandığımız
sıradan cümlelere dönüşür. Rabbi`nin sözünü kullanılır duruma düşüren kul ne
kadar acınacak durumdadır.
Konuşur, konuşuruz ve sonunda bak zaten Kur’an’da şöyle
buyurulur diyerek anlattıklarımızı Kitab-ı Kerim’e de tasdik ettiririz. Peki bu
iş bu kadar kolay mıdır? Yani kendi doğrularımızı Kitab’ın ayetleri ile
pazarlamak normal midir? Aynı ayetin değişik meşreplerden müslümanların
dillerinde birbirine kurşun misali ateşlendiği günümüzde herhalde bu konuyu
yazıyor olmak mı anormaldir? Yani bu Kur’an-ı dileyen dilediği gibi anlar ve
dilediği yerde dilediği gibi kullanabilir mi? Yahut yüzyılardır süregelen ve
bir ilim dalı olarak ortaya çıkan tefsir, bugünün müslümanı için ne ifade
etmektedir? Müfessir yani tefsir işini yapan kişi; hangi ilmi kariyere sahip
olmak zorundadır?
Hayatı boyunca hiçbir tefsiri baştan sona okuyamamış bir
kişinin, sadece bir ayetin mealini okuyarak, ayeti anladığını iddia etmesi
hatta daha da ileri giderek başkalarının yanlış anladığını varsayması ne ile
açıklanabilir. Dinin maksattan ziyade boş vakitlerin anlamlı bir şekilde
doldurulmasını sağlayan bir hobiye dönüşmesi büyük bir felaket değil midir?
Kimlerin Kur’an ve ayetleri hakkında konuşma yetkileri
olduğunu ayrıntıları ile anlatmak başlıbaşına bir ilim dalı (Tefsir Usulü)
olmuşken, bizim de aynı hataya düşerek bir yazıda bu konuyu altından girip
üstünden çıkabileceğimizi kimse beklemesin. Maksat zihinlerde sorular
oluşmasını sağlamak ve bu soruların kişileri merak ile öğrenmeye yöneltmesini
temin etmekten ibarettir.
Bu girişten sonra, hep birlikte şu ayeti okuyalım:
Ey iman edenler!
Kendinizi ve ailenizi bir ateşten koruyun ki onun yakıtı insanlar ve taşlardır.
Onun başında gayet katı, şiddetli, Allah'ın kendilerine buyurduğuna karşı
gelmeyen ve emredildikleri şeyi yapan melekler vardır. (Tahrim suresi –
ayet 6)
Şimdi buyrun bu ayetle ilgili söz söylemek isteyenlere
sorularımızı sıralayalım:
1.
Bu
ayetin sebeb-i nüzulu nedir? (Sebeb-i nüzul kelimesini anlamayan ya da
bu ayetin sebeb-i nüzulunu bilmeyenlerin konuşma hakkı kalmadı.)
2.
Ayetin ilk kelimesi olan ‘ey’ ne demektir? Neden
orjinal metinde ‘ya eyyu he’ olan bu tabir sadece ‘ey’ olarak tercüme
edilmiştir?
3.
Kelimelere devam edelim: ‘iman edenler’
kimlerdir; vasıfları, cinsiyetleri, yaşları başta olmak üzere kimler bu sınıfa
dahildirler? Kelime müzekkerdir, acaba müennesler bu hitaba muhatab değil
midir?
4.
Ayetin metninde ‘nefs’ olarak kullanılan ve
türcümede ‘kendinizi’ diye aktarılan nefs ne demektir? Bu kelimeden maksat
nadir?
5.
Yine ayetin orjinal metninde ‘ehl’ olarak geçen
ve çoğunlukla ailenizi diye tercüme edilen bu kelimenin manalarına neler ve
kimler dahildir.
6.
Nefs ve ehl kelimelerinin arasında bulunan ‘ve’
ne işe yarar?
7.
(Biraz hızlandıralım.) Yakıt, bizim bildiğimiz
manada mıdır? Cehennemin yakıtı bitince o da söner mi? Peki taşlar nasıl yanar?
8.
Melekleri biz latif ve kibar yaratıklar olarak
tanımıştık, bu katı ve şiddetli melekler de nasıl oluyor?
9.
Ve en başta soracağımız en önemli soru; nasıl
koruyacağız kendimizi ve ehlimizi? Ateş yakar, ondan korunmak mümkün müdür?
Cehennemi maşa ile kenara mı çekeceğiz? Yahut bir kova su alıp söndürecek
miyiz, bize sıra geldiğinde…
10.
Ve on numaralık soru: Bu ayeti, Rasul-u Ekrem
(s.a.v.) ve ashabı (r.anhum) nasıl anlamışlardır?
Bu sorular hiçbir ön hazırlık olmadan sadece ayetin mealine
bakıldığında hemen herkesin aklına gelebilecek sorular aslında. Vurgulamak
istediğimiz bu ve diğer bütün ayetleri okuyup da bu ayetler üzerinden ahkam
kesmeden önce birtakım ilimlerin tahsil edilmiş olmasının şart olduğudur.
Birtakım konularda herbirimizin farklı düşünme ve konuşma
haklarımız elbette ki vardır. Bu fikirlerimizi savunma hakkımız da doğal olarak
vardır. Ancak hiçbirimizin işimize gelen noktalarda, işimize gelen ayetleri,
işimize geldiği gibi anlayarak, işimize geldiği gibi anlatma selahiyetimiz
yoktur ve Kur’an indiğinden bu yana da hiçkimsenin olmamıştır zaten!
Efendiler, bu Kitab; Allah’ın kelamıdır, size ya da bize
hediye edilmiş bir boyama ya da masal kitabı değil! Bu Kitab’ı eğmek, bükmek
onu yakmaktan daha büyük bir vebaldir.
Kur’an’a hürmet, onu süslemek ya da süslü muhafazalarda
saklamakla olsaydı bütün mücellidler evliya olurdu herhalde.
Biz daha Kur’an’ın ilk suresinde hem de günde onlarca defa
okuduğumuz Fatiha suresinde, dalalete düşen Hristiyanlar’a ve ğadaba uğrayan
Yahudiler’e benzememeyi istemiyor muyuz? Nedir peki onların en önemli ortak
özellikleri? Kitablarını keyiflerine uydurmaları değil mi?
Öyleyse, bizim Kur’an hakkında konuşurken veya konuşanları
dinlerken ya da ayetleri sözlerimizin arasında okurken göstereceğimiz
hassasiyet; imanımızın ve ilmimizin göstergesi olacaktır. Biz kendi Kitab’ımıza
hakkıyla saygı gösterir ve hakkıyla anlamaya çalışırsak, O’na inanmayanların
tavırları da bambaşka olacaktır. Çocuklarımızın Kur’an okumayı öğrenmesine
gösterdiğimiz duyarlılığı, kendimiz için de bir adım öteye götürür ve anlama
noktasında gayret sarfedersek, emin olalım hem Kur’an’a bakışımız değişecek hem
de hayatımız.
Kur’an ayımız bereketlerle devam eylesin!
28 Mayıs 2017
Ramazan’ı İdrak Etmek
Bir hedef ya da
arzuya ulaşmaya idrak denilir, aynı zamanda bir maksadı tam olarak anlamaya da
idrak etmek diyoruz. Dini İslam’ın ibadetlerinin tamamının her yönüyle idrak
edilmesi yani hem zaman ve mekanı ile ibadete katılmak hem de gönül
derinliğinde bu ibadetlerin şuuruna ermek asıl gayedir ki bunun neticesi hem
dünyada bu ibadetlerden lezzet almayı hem de ahirette ecrinden faydalanmayı
lütuf olarak elde etmek için elzemdir.
Ramazan bu
anlamda belli bir zaman diliminde, belli bir başlangıç ve sonu olan, bazı
helallerin bile işlenmesi yasaklanan, kişiyi nefsi ve ailesi ile de toplumu ile
de yeniden yüzleştiren bir ibadet...
İbadetlerin
hikmetlerini ve dünyevi neticelerini araştırmak veya bunların illa da olmasını
beklemek gibi bir gaflete düşmek iman zaafiyetindendir. Kamil iman sahibi
hiçbir mü’min ibadetlerden mesela sağlık veya başka dünyalık beklentiler içinde
olmaz. Zira bilir ki; Alemlerin Rabbi olan Allah, bir ibadet va’z ettiyse bunda
bizim için mutlaka ama mutlaka uhrevi bir mükafat ve hak ettiğimizden daha
ziyade karşılık vardır. Bunun yanısıra dünyalık olarak beklentiler içinde
olmasakta O, bizim dünyamızı da layığımızdan fazlasıyla süslemekte ve ibadet ve
taatlerimiz vesilesiyle bize rahmet ve lütfundan bol bol vermektedir.
Namaz kılan
bedeninin spor ihtiyacını karşılamak için kılmayacağı veya kılarsa da bunun
Allah için olmayacağını bilir, oruç tutan da sıhhat bulmak için aç kalırsa
bunun karşılığında belki sıhhat bulur ancak ibadetini ne için yani neyi elde
etmek için yapmışsa onu elde ettiğinden ahirete bir nasibi kalmaz. ‘Ameller
niyetlere göredir’ hadisi bu manada bize yeterli uyarıyı yapıyor.
Aynı şekilde
fakirlerin halini anlamak için oruç tutmak gibi bir hikmet aramak normal bir
müslüman için gereksizdir, her vicdan sahibi insan yoksulluğun nasıl bir
musibet ve imtihan olduğunu bilir. Arzu ettiklerine ulaşamamak değildir
yoksulluk, tam aksine zaruri ihtiyaçlarını elde edememektir; oruç ise
yokluğundan değil var olduğu halde yalnız Allah rızası için kendini o
nimetlerden men etmektir. Eğer bu manada yoksulun halini idrak etmekten
bahsedeceksek o da aslında nefis terbiyesi olur ki bunun aç kalmak ya da boş
mide ile dolaşmakla ilgisi yoktur. Aksi halde yalnızca aç kalmak oruç için kafi
gelirdi ki susuzluk ve sair yasakların gereği olmazdı.
Kısacası oruç
tutmak için herhangi bir yan faydayı hedeflemeye ihtiyaç yoktur; Allah
emrettiği için oruç tutarız ve bu hikmet olarak kafidir, netice olarakta en
güzeli elde etmenin yoludur. Oruç ve Ramazan süresince bu ibadet vesilesiyle
birtakım lütuf ve bereketlere muhatap
olursak hamd eder, seviniriz. Yine zekat için mübarek Ramazan ayının seçilmiş
olması yanında sadakalar ve infakların artması ve fıtr sadakası gibi
vecibelerin de bu ayda icra edilmesi şüphesiz hayrın ve bereketin sebepleri
olmalarını umduğumuz salih amellerdir. Allah, va’dini yerine getirmekte en
sadık olandır ve O verenlere artırmayı, kat kat karşılık vermeyi va’d etmiştir.
Ramazan’ın oruç
ve sadakalarla, zekatlarla ve fitrelerle süslenen maddi yüzünün üstünde ve
bereketlerin kaynağı olarak kıyamete kadar kafi gelecek olan kur’an-ı Kerim’in
de ikram edildiği ay olması sebebiyle bu ayda Kur’an-a her zamankinden daha
fazla sığınmaya, okumaya, idrak etmeye ve yaşamaya gayret etmemiz elde
edeceğimiz en önemli bereket olacaktır.
Hepsinin yanında
nefislerimizde girişeceğimiz sabır ve sebat günleri gelmiştir. İçine riya
karıştırılması mümkün olmayan ibadetlerin günleri gelmiştir. Geceleri de
gündüzleri de rahmet ve bereket olan günlerin en hayırlısı olan günler
gelmiştir.
Affa mazhar
olmadan bu ayı bitirmek gibi bir felaketten Allah’a sığınarak Ramazan’a merhaba
diyelim ve umalım ki Allah kalplerimizde olanları da hayra tebdil eylesin...
Nefislerimizi ve
ailelerimizi yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem ateşinden korumak için bu
mübarek ayın rahmetinden nasiplenmek umuduyla, bu zamanın kadrini bilenlere
Ramazan mübarek olsun.
02 Mayıs 2017
100 yıllık işgal
Kudüs ya da genel
adı ile Filistin, tarih boyunca hemen her yer gibi çok el değiştirdi. İbrahim(a)’ın
kurduğu şehir, Davud(a)’ın devletine başkentlik yaparak başlayan tarihi ve
Süleyman(a) devrinde yeryüzünün incisi olmasıyla şöhret buldu. Öyle ya;
yalnızca insanlara değil tüm mahlukata hükmeden bir ‘Kral Nebi’nin başkenti
olmak her şehre nasip olmaz...
Son Nebi(sas)’in
ümmeti olan bizler içinse Kudüs tarihinin en değerli hadisesi İsra ve Mirac
durağı ve elbette ilk kıblemiz olması hasebiyle olduğu kadar, Adem(a)’dan
Muhammed(sas)’e kadar devam eden ve ayrım yapmaksızın tamamına iman ettiğimiz
peygamberlerin durağı, yurdu ve uğrağı olmasıyladır.
Bu mukaddes
şehir, Mü’minlerin Emiri Ömer bin Hattab(ra) devrinde fetihten sonra Kudüs
olarak isimlendirildi. Bundan sonra kısa dönemler dışında müslümanların emniyet
ve adaletiyle idare olunan Kudüs, payidar olarak devam ettiği varlığını 1516’da
Osmanlı’nın cihangir sultanı Yavuz Selim Han(r)’ın kuşatması sırasında zarar
görmemesi için dönemin valisi tarafından çatışmasız olarak teslim edilmesiyle
Osmanlı idaresine girdi. O günden 1917 yılına kadar Osmanlı idaresinde kalan
mukaddes şehir son 100 yıldır gayri-müslimler elindedir.
11 aralık 1917’de
İngiliz general Allenby’nin, Kudüs’e girdiğinde ‘Haçlı seferleri sona erdi’
dediği rivayet olunur. 1948’e kadar devam eden soykırım, sürgün ve yıkımlar
sonunda Haçlılar yüzyıllardır ele geçirmek için uğraştıkları Kudüs’ü ve
çevresini yahudilere altın tepsi içinde sundular.
Bugün ise artık
işgalin yüzüncü yılındayız ve ne Filistin halkının ne de sair İslam
beldelerinin Kudüs’ün özgürleştirilmesi noktasında gözle görülür bir adımı yok.
İntifadalarla ve ara ara yaşanan, işgalin ve baskıların getirdiği öfke
patlamalarıyla görülen; çoğunlukla Filistinlilerin katledilmeleri yahut
hapsedilmeleri ile devam eden bir süreç var.
Çocukların bile
sokak ortasında infaz edildiği bir modern çağ işgali yaşıyoruz. Geçmişte daha
ağırlarını gördüğümüzü ve herşeye rağmen yeniden Kudüs’ün İslam beldesi olarak
payidar olduğunu ve müslümanların varlıklarını ve medeniyetlerini devam
ettirdiklerini, bugünlerin de sebepler dairesinde cereyan eden hadiselerin karamsarlığına
rağmen geçeceğini kesin olarak biliyoruz. Ancak bunun zamanını Allah(cc) bilir.
4 yıl önce Kudüs’ü
ziyaret ettiğimde işgalin pratik hayatta nasıl birşey olduğunu birebir görme ve
yaşama imkanım olmuştu. Hayatın her alanında hissedilen ağır bir bıkkınlık ve
kabullenilmiş çaresizlik diyebileceğimiz bir yılgınlık görülebiliyordu.
Rehberimiz, her
bakımdan donanımlı ve şuurlu bir Filistinli idi ve akşam eve döndüğünde çocuklarının
ondan ekmek beklediğini anlatıyordu. Halkın tamamı İslami hassasiyetlere sahip
olmadığından kıyafet ve yaşam tarzı bakımından işgalcilere uyum sağlamaya
çalışanlar olduğu gibi, sahipsiz ve belki de kimsesiz bir çok genç ve çocuk
sokaklarda ve özellikle de Mescidi Aksa çevresindeki surlarda dolaşıyor, bunların
bir kısmı namazlarda cemaate katılmadıkları halde çıkan her olayda en ön safta
taş atmaya ve can vermeye devam ediyorlar.
Çocuklar
Türkiyeli misafirleri görünce ‘Polat Alemdar’ diye bağırıyorlar ve gariptir ki
sınır kapısında sorgu sırasında işgal askerleri de o diziyi seyredip
etmediğimizi sormuştu. Bize komik gelen şeyler orada başka anlamlar kazanıyor
ve sembollere ihtiyaç duyan çocuklar rol icabı bile olsa israil devletiyle savaşan,
onlara kurşun atan oyuncuyu gerçek bir kahraman gibi seviyorlar.
Biraz büyükler
Mavi Marmara’yı parola olarak kullanıyor ya da işaret...
Geçim derdindeki
yetişkinler ise daha çok Türkiye’nin kurmaya çalıştığı serbest ticaret
bölgeleri aracılığıyla ürünlerini pazarlama imkanı bulmayı hayal ediyorlardı.
Büyük küçük hemen
herkes Kudüs’ün değerinin ve orada yaşıyor olmanın gereğinin farkındalar. Ne ile
meşgul olurlarsa olsunlar, nihayetinde konu ve gündem her zaman işgale ve
muhtemel kurtuluşa düğümleniyor. En küçük umut ışığının değerini gözlerinde
görebiliyoruz.
Onlar için
birşeyler yapmaya çalışanları asla unutmuyorlar; Abdulhamid Han ve Erdoğan gibi
isimler herkesin dilinde... Arap milliyetçiliği işgalin tetiklediği ve belki de
desteklediği yaygın siyasi bir söylem, öyle ki Hamas bile Filistin için ‘Arapların
ve müslümanların yurdu’ diyor. Hemen her çağrıda önce Araplar sonra
müslümanlara sesleniliyor.
Ortak duruşları
yaklaşık olarak şöyle: Onlar Filistin halkı olarak orada yaşamaya devam
edecekler, varlıklarını ve evlerini koruyacaklar, Mescidi Aksa’da ribat
tutacaklar, ana vazifeleri müslüman varlığını devam ettirmek ancak ondan
sonrasını hayal bile edemiyorlar artık... Çoğu bir mucize bekliyor ya da bir
kurtarıcı! Belki de bu yüzden onlara sahip çıkan bir lider çok farklı bir değer
kazanıyor.
Bizim 3-5 günde
anlayabileceğimiz bir şey değil işgal ve o insanlar haklarında öyle rahat
konuşulacak bir hayat yaşamıyorlar. Allah(cc), hepimize iz’an ve insaf versin.
26 Nisan 2017
Patron hoca, şirket cemaat
Müslümanlar,
geçen yüzyıl boyunca pek çok şeyini kaybetti ama herhalde en ağır kaybımız
"hikmetli siyaset" idi ve hala arıyoruz onu...
Kayıplarımız ya
da bozulmalarımız elbette ‘baş’tan başladı ki bu da şu meşhur hadisin bir bakıma
tevilidir: ‘Bu din ilik ilik sökülecektir; sökülecek ilk ilik idare, son ilik
ise namazdır.’
‘Ehli Sünnet ve
Cemaat’ olmanın ilk şartı ve sıfatı olan ‘sünnet’ kadar vazgeçilmez
tamamlayıcısı olan ‘cemaat olmak’ bu dinin ilk vahyedildiği günden beri en
değerli bağımız olmuştur. İslam toplumlarında devlet başkanından başlayan ve
halka halka tüm kesimleri içine alan bir cemaatleşme sözkonusudur.
İdareciler,
alimler, tüccarlar ve sair meslek erbabı bile kendi aralarında cemaatler
oluştururlar. Aynı şekilde mahalle halkı da muhteşem bir cemaattir. Mahalle
mescidleri bu cemaatin toplantı mekanıdır ve hatta mescidde ücretle görev yapan
bir imam yoktur. Onu yerine mesela mahallenin ayakkabıcısı namazları kıldırır,
o yoksa fırıncı geçer mihraba ve cemaat olur mahalle sakinleri...
Değişik
beldelerde ilmi ve ifranı ile öne çıkan, kendini hayra davete ve iyiliği
emredip kötülüğü nehyetmeye vakfetmiş bir çok faziletli insan sürekli toplumun
dünya ve ahiret işlerine faydası olacak nasihatler ve örnekliklerle cemaat hayatını
diri ve sağlıklı tutmaya vesile olurlar.
Sözün başında
bahsettiğimiz İslami idari boşluk sonucu ise özetlediğimiz bu kurumsal ve
toplumsal bağlar ya yok oldu ya da çürüdü gitti. Yeni bir sosyal doku
oluşturulurken geçmişten gelen ve İslam ahlakıyla bezenmiş örnekler ve önderler
hayattan çıkarıldı. Cami cemaati bile İslam’ın emrettiği gibi kardeşliklerden
oluşan bir yapı olamadı. Mahalleler ve komşuluklar zamanın getirdiği zorluklar
ve mücadelelerin gölgesinde kaldı.
Legal sahadan
silinen, İslam toplumunun dinamik yapısının temel taşları cemaatlerin ortadan
kalkması büyük bir boşluk oluşturdu ve dünyanın genel kanunu icabı boşluk
birileri tarafından doldurulmaya çalışıldı. Hiçbir kontrol ve denetleme
mekanizması olmayan yeraltı yapılanmaları gibi bir sürece girildi ve İslami
cemaatler ortaya çıktı. Gerek menfaat temini gibi dünyalık maksatlar gerekse
zaten zor durumda olan İslam halkının dini ve ahlaki durumunu daha da bozmaya
yönelik maksatlı yapılanmalar hızla çoğaldı ve üzerinde belki ileride dev çalışmalar
yapılmasını gerektiren merhaleler yaşanarak bugünlere gelindi.
Geldiğimiz
noktada, bir İslami cemaatin, İsrail ya da Abd ile işbirliği yaparak kendi
halkının dünya ve ahiret menfaatlerini peşkeş çekebileceğini örneğiyle
yaşayarak öğrendik.
Yine örneğiyle,
bir cemaat liderinin peygamberlik iddiasında bulunmasını ve bunu canlı
yayınlarda inen vahiylerle(!) ispatlanmaya çalışmasını gördük.
Halifelik ilan
edenler oldu; kimisi kraldı kimisi terörist, ama hiçbiri bırakın sadra şifa
olmayı kendilerine bile faydaları olmadı.
Mehdilik iddia
edenlerin sayısını belki internet arama motorlaarı biliyordur ama en
meşhurlarına hepimiz güldük geçtik.
Hemen hepsi
mutlaka itikadi sapmalarla taraftar toplayan bu cemaatler yaşadığımız son
cahiliye yüzyılının meyveleri olarak kalplerimizi yakmaya devam ediyorlar.
Tüm bu kaymalar,
sapmalar var olan cemaatlerin daha da içe kapanmasına ve itaat gibi İslami
gerekliliklerin kendine uygun yorumlamalarıyla kullanılmasına sebep oldu. Her
bir cemaat tek hak grubun kendileri olduğunu ve onların hocasına tabi olununca
herşeyin düzeleceğini ya da en azından maksadın hasıl olacağını iddia ettiler.
Tabii ki diğer cemaatlerin büyük çoğunluğu sapıktı! Hadi bazı iyileri varsa da
onların da mutlaka çok ağır hataları ve eksikleri vardı, mazaallah uzak durmak
gerekirdi yoksa helak olurduk.
Cemaat
mensupları, şirket yöneticisi olan hocanın sermayesi idiler; öyle herkese
verilemezlerdi. Hangi akıllı işadamı sermayesini rakibine kaptırırdı ki?
Kimin tv’si varsa
o büyüktü, kimin kitapları daha kaliteli basılıyorsa ve daha çok satılıyorsa o
makbuldu, öyleyse tüm şirket elemanları pardon cemaat mensupları kendi
yayınlarını sürekli satın almalı ve satılması için de reklam yapmalıydı. Kör
olası dünyada para olmadan islami hizmet yapılamıyordu ne de olsa.
Cemaat liderini
eleştirmek mi? Aklına getiren kendini kapıda bulur, selam kesilir, alışverişten
bile dışlanır; ardından gelsin tekfirler, gitsin nifaklar...
Hocalar hata
edebilirdi ama bizimki etmezdi, peygamberlerden başka herkes günah işleyebilirdi
ama bizimkinin bir günahını görebilemezdik; hatta en fıtri, en insani bazı
haller bile bizim hocadan uzaktı. Melek mi idi bilemezdik tabi ama Hızır
değilse de en azından evliya idi, istisnasız her cemaatin hocası hem de.
Bu kadar büyük
adamın önderlik ettiği bu muhteşem cemaatler için başarısızlık düşünülemezdi,
sünnetullah ve gayretullah hocaların iki dudağı arasındaydı, haşa!
Fakat Allah,
herkese layığını veriyordu, şikayet etme hakkımız yoktu...
Hocamız patron,
cemaati şirket elemanları; ne kadar büyürsek o kadar başarı, ne çok kazanırsak
o kadar büyümek. Kapitalist değiliz tabii ki, biz Allah için kazanıyor ve
Allah’ın kullarından saklıyoruz! Allah’ın dinine davet ediyor ama Allah’ın
kullarının hocalara kul olmasını istiyoruz!
Patron hocalar
bozuk para gibi ümmetin gençlerini harcıyor, nesillerimizi tüketiyorlar. Kendi
hevalarıyla kurdukları hayali dünyada verdikleri İslami mücadelede hep bizim
evlatlarımız ve bizim hayatlarımız tüketiliyor.
Allah hepimizi
ıslah etsin, ilk önce de hocalarımızı...
18 Nisan 2017
Taassup Belimizi Büktü
Fitnelerin ana
kaynaklarından biri olan kavmiyetcilik veya kabilecilik gibi asabiyetleri körü
körüne savunmak anlamında ıstılahımızda yer alan taassup, giderek dermansız bir
hastalık gibi tüm yapılarımıza sızdı ve iğrenç bir bakteri gibi ele geçirdiği
unsurlarımızı kendine asker edinerek bizimle savaşmaya devam ediyor.
Geçtiğimiz hicri
asrın başlarında kavmiyetçilik hastalığımız dışardan yapılan müdahalelerle
uzuvlarımızın bedenden kopmasına kadar ilerlemişti. Ancak o kadar teslim olduk
ki bu mikroba, kopan organlarımız da içten içe envai türden asabiyetlerle kavgaya,
dağılmaya ve yok olmaya mahkum oldu.
Hani biz ‘müslümanlar
bir bedenin azaları’ idik ya, işte o minvalde bakınca halimize ortaya her bir
uzvu bir başka köşeye düşmüş ve kendi yaralarıyla kıvranan başsız bir beden
görüyoruz.
Bu vahim tablonun
sonucu olarakta acı, kan ve gözyaşı semtimizden eksik olmuyor...
Hal bu ise,
bizden beklenen en normal davranış iyileşmek ve bütünleşmek için gayret etmek olmalıyken
ortaya koyduğumuz duruş ve özellikle birbirimize karşı sergilediğimiz kardeşlik
hukukuna sığmaz tavır, aslında daha kötüsünü hak etmişken Allah’ın rahmeti ve
lütfuyle bu halimizin devam ettiğini bir kere daha itiraf etmek zorundayız. Hak
etmediğimiz nimetler ve rahatlıklar içinde yüzerken, şükrünü eda etmekten aciz
kaldığımız imkanları kullanmaya bile tenezzül etmezken, kendi iç dünyamızdaki
pişmanlık duygusunu birbirimize saldırarak bastırmaya çalışıyoruz.
Hepimiz bir
diğerinin ne kadar az iman ettiği, ne kadar az salih amel ve ne çok günah
işlediği, ne kadar kötü müslüman olduğuyla meşgulüz. Cemaatlerimiz ve
hocalarımız tartışılmaz en önemli aidiyet duygularımızı temsil ediyorlar. En
doğru olan biziz, kesinlikle!
İçimizden bir
zümreye göre kendilerinden başka herkes zaten kafir. Biraz derin sorguladığımızda
neredeyse her grubun böyle düşündüğünü ya da gönlünde gizlediği gerçeğin bu
olduğunu görmek mümkün.
Bir gruba göre
ise iman ve tahkiki imandan daha önemli bir mesele yok, olamaz. Halbuki her
grubumuza göre en doğru şekilde iman eden yine kendi grubu olduğundan bu
noktada da anlaşma sağlanamıyor.
Bir başka gruba
göre zikir ve nefis tezkiyesi ile meşgul olup nefsini kurtarmaktan daha önemli
bir vazifemiz yoktur. Ancak bunu da ancak her grubun şeyhine tabi olunarak
yapmak mümkün yoksa kurtulmak hayal oluyor.
Bir diğerine göre
elinde silah olmayan zaten baştan kaybetmiştir. Herkes silaha sarılmalı ve
savaşmalıdır yoksa kurtuluş mümkün değildir. Bunu da tabii ki yine herkesin
kendi grubuyla yapması gerekiyor yoksa cihad bile olmuyor.
Tabii ki
ayrılıklarımız bunlardan ibaret değil, saymaya devam etsek kimbilir daha kaç
çeşit İslami yapı ve düşünce var. Her bir grup ya da fikir yapısının ayrıca
kendi içinde de sayısız türlere ayrıştığını hepimiz biliyoruz.
Onların partisine
oy vermeyenleri tekfir edenler, şeyhlerine bağlanmayanı şeytanın müridi ilan
edenler, lliderlerine beyat etmeyeni cahiliye ölümüyle öldürenler ve hatta
kafir gördüğü için şehadet kelimesini söylerken bir mü’minin başını kesenler...
Tabii ki
hepimizin Kur’an ve Sünnet’ten sayısız delilleri var.
Bazılarımıza göre
Nebi(sas), kuşu ölün bir çocuğa taziyeye giden bir şefkat abidesi iken bir
başkasına göre elinde mızrakla Uhud meydanında bizzat eliyle müşrik öldüren bir
mücahid, bir diğerine göre ise O, tüm vaktini tevbe ile geçiren, namaz
kılmaktan ayakları şişen muhteşem bir abid kul, çok iyi bir eş ve baba olarak
tanıyanlarımız da var tabii ki.
Hepimiz kendi
yaramıza merhem olan dermanı O’nun eczanesinden alıyoruz ve bunda bir sorun yok
hatta yapmamız gereken de bu zaten. Ancak O’nu ve dinini elimizdekinden ve
bizim hoşumuza gidenden ibaret saymamız en büyük hatamız.
Bu noktada en
büyük sorumluluk ve vebal elbetteki cemaatlerin liderlerine ve hocalarına, daha
ıstılahi ifadesiyle alimlere ve emir sahiplerine düşüyor.
Herşeye rağmen
alimlerimizden, hocalarımızdan umutluyuz, umutlu olmak zorundayız; onlar bizi
toparlayacak, birleştirecek ve hayra davet edecek olanlar, onlar bizim yolumuzu
aydınlatan kandiller olacaklar. Kendilerine hürmet etmeyi marifet sayacağız ki
onlar bize rehberlik marifeti gösterebilsinler.
İslam’ın en büyük
garipliği; bu dinin önderlerinin acziyeti ve bu dinin evlatlarının cehaletidir.
Bu garabetten kurtulmadan başka birşeyden kurtulmamız mümkün görünmüyor.
14 Nisan 2017
İslami siyaset veya İslami hareket
Müslümanlar
olarak vahyin direk düzeltmeleriyle eğitilen birinci nesilden itibaren
ihtilaflarımızın devam ettiği bariz bir gerçektir. Birileri hatalar yapmıştır
ve yeni nesiller de mutlaka yapacaktır. Biz günahsız veya hatasız bir ümmet
veya toplum hayal etmiyoruz dahası bunun imkansız olduğunu da kesin olarak
biliyoruz.
Eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah sizi helak
eder ve yerinize, günah işleyip, peşinden tevbe eden kullar yaratırdı. (Müslim)
İnsanlar arasındaki
en yaygın ihtilaf, insanların idaresi ve ülkelerin zenginliklerinin
sahiplenilmesi gibi konularda çıkmıştır. İslam’ın müslümanlardan istediği ise
yeryüzünde adaletin ikame edilmesi ve Allah’ın dini ile insanlar arasında engel
olarak bulunan kişi, kurum yahut devletlerin aradan çıkartılmasıdır ki buna
islam ıstılahında cihad denilir. Engeller ortadan kadırıldıktan sonra insanlar
İslam’ın davetine muhatap olur ve kendi tercihleriyle kabul yahut reddederler.
İslam ümmetinin
tarih boyunca ayrılık ve savaşlarına baktığımızda genel manzara, fikir veyahut
meşrep hususlarında birbirleriyle anlaşamasalar bile sözkonusu İslam coğrafyası
ve halkı olduğunda, müslümanların maslahat ve menfaatlerini temin için biraraya
geldiklerini görebiliyoruz. Zaten bu birliği gerçekleştirdiğimiz devirlerde hem
biz hem de dünya huzur ve güvene kavuşmuş, bizim dağıldığımız dönemlerde ise
hem ümmet hem de dünya halkları ifsad ile helak olup gitmişlerdir.
Büyük bir iddia
gibi görünen bu son cümlelerin şahidi hem uzak tarih hem de neredeyse günü
gününe bildiğimiz yakın tarihtir. Sadece son 100 yılda İslam’ın izzet ve
aadaletini temsil eden bir otoriteden mahrum kalan yeryüzünde, gerek özelde
İslam coğrafyasında gerekse genelde tüm dünyada yaşanan katliam ve soykırımlar
bu büyük gerçeği anlatıyor.
Biz neyi
kaybettiysek onu yine kendimizde bulmak zorundayız. Bu sebeple her bir ferdimiz
kendini ve en küçüğünden en büyüğüne her bir cemaat, meşrep, tarikat yahut
mezhepte kendini, duruşunu ve mensuplarını sigaya çekmek durumundadır.
İhtilaflarımız
olacaktır; kavgalar edilecek, tartışma ve ayrışmalar yaşanacaktır. Allah’ın her
birimiz ve her bir toplumumuz için tayin ettiği imtihan ve belalarla
karşılaşacak ve sabırla ahiret yolculuğumuza devam edeceğiz.
Bizi bir arada
tutacak yegane bağ, umumi olarak hepimizin salah ve menfaatine olan şeyde
birleşmemizdir. Bunu alimlerimiz siyaset olarak tarif ederler. Bu konuda
herhalde en net izahlardan birini Osmanlı’nın son devir alimlerinden, Hanefi
fıkhının güzide fakihi, İslam’ın ve ilmin parlak ışığı İbni Abidin(ra) yapar:
Siyaset; halkı, dünya ve ahirette kurtulacakları
yola irşad etmek, onların salah ve menfaatlerine çalışmaktır.
İşte tam da
burada eklemek istediğim, hakkında pek çok söz söylenen İslami hareket
mefhumunun aslında bu siyaset tarifinden ibaret olduğu yahut olması
gerektiğidir. Yani ortada İslam hareket, cemaat, tarikat ve meşrep namına ne
kadar farklı metod veya yol var olursa olsun, nihayetinde tamamı bu çizgiye
uymak zorundadır.
İslam adına
hareket eden, konuşan veya yürüyen herkesin, ümmetin dünya ve ahiret
kurtuluşuna vesile olmak, kurtuluş ve faydaları için çalışmak zorunluluğu
vardır. Aksi halde kendini İslam’a, İslami harekete izafe edemez, etse de
bizden kabul görmemesi gerekir.
İslami siyaset
veya hareketin dünya ve ahiret temelli iki ayrı menfaat ve kurtuluş hedeflemesi
asla gözardı edilemeyecek bir özelliğidir. Sözkonusu İslam ümmeti olunca
dünyada da ahirette de kurtuluş ve menfaatlerinin gerçekleşmesi her müslümanın
ana hedefidir. Ne dünyada bir ümmetin helakına göz yumulabilir ne de ahirette
bir tek ferdin helakı hoş görülebilir.
Allah’ın bizi
tayin ettiği vazife; dünyada imar ve ıslah, ahirette ise felahtır, yani
kurtuluş...
Biz her ne kadar
gözardı etsekte dünyaya Allah’ın çizdiği nizam böyle yürüyor. Gayri müslimler
yahut müstekbir zalimler bize baktıklarında bu kıstasla bakıyorlar. Çok garip
ve ilginç değil midir, bir gecede binlerce mazlumu vahşi şekilde katlederek
iktidarı ele geçiren, zalim bir diktatör olan
Mısır’ın Sisi’sinin batıda bağırlara basılması! Ve yine çok garip değil
midir, kendilerinin tayin ettiği demokratik metodlarla iktidara gelen
Türkiye’nin Erdoğan’ı veya Mısır’ın Mursi’sinin hatta Filistin’in Heniyye’sinin
asla makbul lider görülememesi... Daha da ileri gidilerek bunların
diktatörlükle yaftalanmaya çalışılması size de komik gelmiyor mu?
İşte tam da bu
noktada batının olaya bakışındaki berraklık bizim de zihinlerimizi açacaktır.
Kim batıya ve batıla hizmet ediyorsa, yönetim şeklinin, mezhebinin, meşrebinin
dahası halkına reva gördüğü zulümlerin hiçbir mahzuru ve önemi yoktur. Kim de
islam’ın ve müslümanların salah ve menfaatlerine dair bir iş tutuyorsa veya
öyle bir ihtimal varsa meğer ki kendi çizdikleri yoldan gelmiş olsun asla kabul
görmeyecek ve tabiri caizse şeytanlaştırılıp taşlanacaktır.
Bu noktada sözü
uzatmadan bize getirelim; halk ve alimler olarak biz müslümanların ihtilaf veya
kişisel/cemaatsel menfaatlerimiz eğer bizim için umum ümmetin salah ve
menfaatinden değerli ise biz bu ümmete ve islami harekete/siyasete mensup
değiliz demektir.
Mensup olduğumuz
yapılar ve peşinden gittiğimiz şahıslar, bizi dünya ve ahirette kurtuluş ve
menfaatimize olacak bir yola iletiyor ve bunu tüm ümmet için istiyor,
hedefliyor ve bu uğurda gayret ediyorlarsa doğru yerdeyiz demektir.
Bu yazılanları
çok söz söylenmesi gereken bir konuya giriş kabul edelim.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin
Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...
-
Abdullah b. Mesud(ra)'u, ölüm hastalığında ziyâret eden Osman(r.a): "Sana bir bağışta bulunulmasını emredeyim mi?" dedi. Abdul...
-
İmam Buhari olarak meşhur olan hadis alimimizin eseridir. İslam akaidinin müdafası da denilebilecek olan eser Yusuf Özbek tarafından İlahi ...
-
Herkesin her şeyi bildiğini sandığı bir devirde, birilerine bildiklerinin yanlış olduğunu hatta biraz eksik olduğunu anlatmanın bile zorl...