29 Ocak 2020

Planlar ve Kudüs davamız



Hayat semboller ve işaretler üstüne bina edilir. Maddi ya da manevi bütün değerlerimiz birer semboldür aslında; varlığımızın, hayatiyetimizin, özgürlüğümüzün, fikir ve neslimizin devamının, dinimizin ve dünyamızın bekasının sembolleri ile yaşar ve o semboller uğrunda can verir gideriz bu alemden. En azından insanlık ve İslamlık onurunu taşıyanlar için bu böyledir.

Gerek bizim için manevi bir sembol oluşu, gerekse dünya siyasetinin kaçınılmaz, kadim ve müstakbel merkezi olması sebebiyle Kudüs, bir davanın sembolüdür. İslam dünyasının özgürlük meşalesi, şeytan ve askerlerine velhasıl bütün batıl güçlere başkaldırısının merkezidir.

Kudüs düşmüşse, siyaseten yenilmişiz demektir!

Kudüs düşmüşse, sahip olduğumuz her şey tehdit altında demektir.

Kudüs düşmüşse, geçmişimizin mirasını çiğnetmiş, geleceğimizin emanetini kaybetmişiz demektir.

Kudüs düşmüşse, dünya üzerindeki bekamız gerecekten büyük bir felakete muhatap demektir.

Kudüs semboldür…

Ve sandığımız ya da umum olarak öyle gördüğümüz gibi Kudüs, ne dün ya da önceki olaylar sırasında değil; Osmanlı orayı İngilizlere teslim etmek zorunda kaldığı ve İngiliz general elini kolunu sallayarak şehre girdiği gün düşmüştür.

İşte o gün bugündür, başımızı öne eğen bir yenilgi ile yeryüzünde sahip olduğumuz her şeyi korumakla meşgulüz, savunmadayız. Zira Kudüs düştükten sonra, elimizde kalan her şeyi almak isteyeceklerini ve bu yolun açıldığını biliriz.

Kudüs düştükten sonra; devletimiz gitti, rüzgarımız kesildi, umudumuz kırıldı.

Kudüs düştükten sonra; davamız yarım kaldı, neslimiz perişan oldu, dinimiz ve kültürümüz tarumar edildi.

Kudüs düştükten sonra, bir daha belimizi doğrultamadık!

Şimdi bu acı gerçekle yüzleşerek, hayata ve planlarımıza yeniden bakmak durumundayız. 

Allah(cc)’in dünyaya koyduğu kanunlar biz ve onlar için eşittir. Kim gayret eder, savaşır ve üstün gelirse yeryüzünde iktidar ve dolayısıyla Kudüs ona verilir.

Gerek Filistin’de gerekse sair İslam beldelerinde Kudüs’ün ve çevresinin işgali maalesef kabullenilmiş bir çaresizlik olarak karşımızda duruyor. Filistinliler, işgali sonlandırma güç ve yeteneğinin kendilerinde olmadığını fark ettiklerinden bu yana, gün be gün direniş saflarının seyrelmesi ve gerek madden gerekse manen gerilemeleri hızla devam ediyor.

Filistinlilerin çoğunluğu direniş olarak, orada var olmaya ve varlıklarını devam ettirmeye odaklanmış durumda. Defalarca denedikleri ve başarısız oldukları “intifada” ve benzeri kalkışmaların bir sonuç getirmediğini ve sonu olmayan bir yol olduğunu herkes gördü.

Kaybettikleri canlar ve işgal hapishanelerinde çürüyen yakınlarının acısı, zamanla işgal yarasının kabuk bağlamasına sebep oldu. Yeni nesil Filistinliler, -çok azı hariç- daha iyi bir hayat sürme, üretilen refahtan pay alma, daha çok yardım alma gibi meselelere kafa yoruyorlar.

Bundan 100 yıl önce, merkezi bir yönlendirme ile Yahudilerin başardığını, bu başıbozuk ve mağlubiyet ezikliğiyle Müslümanların başarması oldukça zor görünüyor.

Bu süreçte, Filistinli direniş örgütlerinin ne yapacağını kestirmek aşağı-yukarı mümkün: Gösteriler ve sloganlar üretecekler, halen yüreklerinde küllenmemiş bir kor taşıyan yiğitleri meydanlara çağıracaklar. Bu bir süre devam edecek ve sonra ön saftakiler, ya kurşunlarla ya da prangalarla durdurulacak ve geriden gelenler her zaman ve her yerde olduğu gibi azalacak ve bereketli bir ırmağın çölde kuruyuşu gibi kesilecekler…

Özellikle İran gibi ülkeler, destekledikleri ve desteklerini aldıkları örgütleri bugünlerde yeniden sahaya sürmek isteyecektir; nasıl olsa giden can kendilerinden değil ve akan kan da onların damarlarından çıkmayacak. Eksilen ümmetin kuvvetidir, onların değil.

Umarım Filistinli örgütler, kendilerine ve Kudüs’e bir fayda sağlamayacak “anlamsız işler” yerine, daha planlı ve kapsamlı bir direniş çözümüne yönelirler. Yeni bir nesle ve yeni bir direniş planına ihtiyacımız olduğu kesin. Yeni bir birliğe, kardeşliğe ihtiyacımız olduğu ortada.

Bunu anlamak için şu acı gerçeği de yazayım:

İşgalciler bugün Filistin’den herhangi bir bölgeyi, (bunu Gazze’de daha önce yaptılar) Müslümanların idaresine verseler, ertesi gün yaşanacak olan bir iç savaştır. Yaşandı da…
Mevcudiyeti ve istikbali hakkında fikir birliği etmeyen halkların özgürlük kavgasında galip gelmeleri muhaldir.

Neye ihtiyacımız olduğunu doğru tespit etmek ve önce onları yetiştirmek zorundayız. Faziletli alimler, yetenekli siyasetçiler, yiğit askerler ve vefalı bir halk; direniş ve özgürlüğün olmazsa olmaz temelleridir. Ve bunlar bizde öyle sandığımız kadar çok yok…

Kudüs’ü; sebeplerini yerine getirmeden, gökten bir el altın tepsi içinde bize sunmayacaktır. Allah(cc) bizi o sebeplerin yolcusu kılsın ve yaşarken Kudüs’ün özgürlüğünü, İslam’ın üstünlüğünü görmeyi nasip eylesin.

24 Ocak 2020

Demokrasi masalları



Dünyamız, -bize çok uzun zaman gibi gelen- bin yıllardır insanoğlunun yaşadığı ve kendi cinslerine de diğer mahlukata da her nevi zararı verip, tahribatı marifet bildiği dönemler geçirdi. Devirler döndü, devran değişti ama değişmeyen bir tek insan kaldı.

İnsan, kendini ilah bilip hükmünü diğer insanlara ve canlılara dayattığı zaman, ondan daha tehlikelisi olmadı. Yaktı, yıktı…

Otorite ve gücünün sarsılma ihtimaliyle çılgına dönen tiranlar ve azgın halklar, genelde zorla ama bazen de manipülasyonlarla insanlara hükmetmeye devam ettiler.

Allah(cc)’in insanlar için hüküm ferma kıldığı yaşam tarzı ve hayat düzeni, bu tipler tarafından kesin ve mutlak olarak reddedildi. Zira onda, ilahlaşan insanlar ve insanlar başta olmak üzere, tüm canlılara zulmeden bir anlayışa izin ve yer yoktu.

Bu minvalde emperyalist düzenler ve milletler oluştu. Günümüze kadar devam eden bu sistemlerin kurbanları hep, güçsüz ve ezilen milletlerin halkları oldu. Toprakları ve zenginlikleri ellerinden alınan, nesilleri ve gelecekleri çalınan birçok millet, sömürgecilere sevdalansa da, sürekli ve düzenli bir verim elde etmek isteyen emperyalistler, psikolojik olarak fertleri, sosyolojik olarak toplumları, kendilerine bağımlı, boyun eğmiş ve hatta sadakat ve minnetle hizmetten zevk alan köleler haline getirmek için, gerçek dışı birtakım manipülasyonları kullandılar.

Emperyalist ve kapitalist efendilerin, dünya halklarına uyguladıkları en yaygın ve makbul manipülasyon yöntemi olarak karşımıza demokrasi çıktı. Kendi yöneticilerini seçtiğini ve istediğinde onları değiştirebildiğini zanneden kitleler, içinde bulundukları halle mutlu oldular, olası rahatsızlıklarını da demokrasi içinde nasıl olsa çözeceklerine inanarak yaşayıp gittiler.

Bu minvalde; demokratik ülke örneklerinden, Avustralya, Yeni Zelanda ya da Kanada gibi bazılarının, aslında birer İngiliz sömürgesi olduğu ve ülkelerinde bulunan sömürge valisi onaylamadan herhangi bir kanun çıkaramadıkları gibi, hükümetlerini de vali onaylamadan göreve başlatamıyor oluşları bile, bu büyük ve makbul manipülasyon içinde eridi gitti.

Batılıların monarşik demokrasileri ile doğunun demokratik diktaları gayet güzel anlaşabildiler. Demokrasinin polisi Abd ile kraliyetin en ağır şekilde uygulandığı Suud rejiminin gayet mutlu ve mesut bir ortaklığının oluşu da demokratik masalların büyüsünü bozamadı.

Gerekli gördüğü toprakları işgal eden, gerekli gördüğü silahları sivil halk üzerinde denemekten utanmayan ama belirli aralıklara güya seçim yaparak başkanlarını seçen Rusya gibi devletler bile demokratik kabul edildi.

İşgalle kurulduğu günden beri, yerli halkı sürgün eden, öldüren ve topraklarını, ağaçlarını yakıp yıkan İsrail rejimi de oldukça demokratik tabii ki!

Halkının yarısını mülteci olmaya zorlayan, yüz binlercesini katleden, işkence ve kötü muamele kelimelerinin basit kaldığı bir düzen kuran ve emperyalistlerin himayesinde devam ettiren Suriye’nin Baas rejimi de sonuçta seçimle gelmiş bir başkan tarafından yönetilen demokrasi.

İslam dünyasının her yerinde fitne ateşleri yakan, savaşlar çıkartan ve nihayetinde ana hedefi Pers emperyalizmi olan, İslam ile süslenmiş İran rejimi de demokratik baya. Seçimler yapılıyor, insanlar özgürce oy veriyorlar ya, daha ne istiyorsunuz?

İşin aslı, demokrasi ya da şeriat, monarşi ya da mutlakiyet; insanların asıl derdi yönetim şekli değil, refah ve adalet dengesinin kurulmuş olmasından ibaret, adına ne dendiğine kimse bakmıyor, üzerinde kafa da yormuyor.

Bütün halkın memnun ve mesrur olacağı bir yönetim şekli yoktur. Ancak bütün halkın elindekilerle yetindiği, hakkını elde ettiğine inandığı ve hukuk sistemine güvendiği sistemler vardır.

Kendinden olana farklı, diğerlerine farklı bir adalet sistemi olamaz, olsa da adı adalet olmaz. İşte sadece bu yüzden bile demokrasi uzun bir masalın adıdır.

Allah(cc) ile kulları arasında engel olan tüm şahıs ve yapıları ortadan kaldırmak gibi ulvi bir maksat, emperyalist hedeflerle yan yana gelemez.

Yeryüzünde adaleti tesis etmek için gereken her şeyi yapmak, gerektiğinde dünyanın bir diğer ucuna gitmek ya da ordular göndermekle; sömürgecilik ve işgal için aynı yollardan geçmek asla aynı olmaz, olamaz.

Birinde özgürlük ve haklar teminat altına alınırken, diğerinde yok sayılır. Birinde halkın diline, dinine, ırkına/nesline, aklına/fikrine ve malına kesinlikle dokunulmazken, diğerinde bunlar ayaklar altına alınır.

Batının gücü demokrasi masalından değil zenginliğinden geliyor, doğunun ezikliği de fakirlikten. Krallarının önünde saygıyla eğilen zengin Japonlar gayet medeni iken, kabile reisine sadakatle bağlı olan fakir Afrikalılar geri kalmıştır!

Yazı burada bitmek durumunda, gazetede fazla yer kaplamamalı ama demokrasi masalı devam ediyor, bütün hayatımızı kaplayarak hem de…

10 Ocak 2020

Yobazlık başa bela


Şüphesiz insanlar arasındaki iletişim ve anlaşmanın olmazsa olmaz ilk kuralı, kelime ve kavramların anlamları konusunda bir fikir birliği sağlamaktır. Yani duvar dediğimizde hemen hepimizin aynı şeyi anlaması ile dam dediğimizde başımızın yukarı çevrilmesi gibi bir şeyden bahsediyorum.

Tabii ki, istisnai bakış açıları ile her kavrama birtakım manalar yüklemek mümkün. Gönüllü ya da gönülsüz ama bilerek ve isteyerek çarpıtmaları da bir kenara bırakırsak; aynı kelimelerle konuşanların değil aynı manaları kabullenenlerin daha iyi anlaştığı pratik bir gerçek.

Bilginin/İlmin temeli kelimelerdir ki, Adem(a)’a ilk öğretilen ve onunla Meleklere üstünlük kurması sağlanan şey; kavram bilgisidir. (Bakara 31)

Doğru ve yanlışı ayırt edebilmek, daha iyisini ve güzelini tayin edebilmek, hayırlı ve bereketli işler yapabilmek gibi, değerli gayelere ulaşmanın, bilgiye dayandığını söylemek abartı olmayacaktır.

Ancak kafa lüksünü bozmak istemeyenlerimiz, düşünmek gibi bir iş için enerji harcamaya zahmet etmeyenlerimiz her zaman olduğu gibi günümüzde de bolca var. Bunun doğal sonucu olarak karşımıza, başkalarının fikir ve sözlerini taklit etmek ve savunmak gibi bir hal çıkar.

Kendisine ait olmayan fikirleri canhıraş bir gayretle savunanların asıl sıkıntısı, akıl ve idraklerini kullanmak zahmetinden kurtulmuş(!) olmaktır. Bu kolaycılıktır hatta bedavacılıktır.

Hakkında bir delil bilmediği şeyi savunmak ya da reddetmek, tam olarak yobaz kelimesinin tarifidir. Delil bilmek için okumak ya da ilim meclislerine hiç değilse dinleyici olarak katılmak gerekir ki, bu da herkese nasip olmayan bir nimettir.

Oysa gerek savunduğumuz gerekse reddettiğimiz fikir ve olayların delil ve sebeplerini bilmek, dilimizden dökülecek sözlerin ya da sair azalarımızdan sadır olacak eylemlerin samimiyet ve kalitesini de direk etkileyen bir olaydır.

Yobazlığın en doğal sonuçlarından olarak karşımıza çıkan holiganca bir taraftarlık bugün gerek İslami gerekse sair alanlarda sıklıkla karşılaştığımız bir durum oldu.

Bir futbol takımını tutan anlamsız ve gayesiz taraftarlıktaki fanatikliğin, -hayata değer ve anlam katan- inanç, fikir ve eylemler için de aynı seviyede kullanılır olması, en başta bu ulvi maksatları zedeleyen, sonrasında ise sahibini değersizleştiren bir yanı var.

Genellikle bu gibi durumlarda, hak ve hakikat hedefi aranmaksızın, taraftarı olduğu kişi ya da kurumdan gelen her fikri ve eylemi, çoğu zaman körü körüne ama bazen de birtakım bahaneler, sebepler, hikmetlerle süsleyerek, sahiplenmek, savunmak ve karşı olanlara saldırmak bir marifet olarak görülür.

Bizim adamımız, bizim grubumuz, bizim toplumumuz söz konusu ise, aklımızı kullanmamıza, delil sormamıza, araştırmamıza ve soruşturmamıza gerek olmaksızın desteklemek, savunmak, uğrunda kimseyi tanımamak gibi hallerimiz de yobazlığın göstergesidir.

Bir olaya ya da fikre karşı çıkmak için yegane kıstasımız, fiilin ya da sözün sahibi ise; biz bir inancın ya da fikrin yolcusu değil, ortamın hokkabazı bir dalkavuk ya da iflah olmaz bağnaz bir düşmanızdır, ya da kelimenin tam anlamıyla yobazızdır.

Bu noktada iman konusunu ilave ederek olası fikir kaymalarını önlemek gerektiğini düşünüyorum. Ayet ve hadisler fikrin değil, imanın konusudurlar. Onlar üzerinde düşünmek için selim bir kalp ve sahih bir ilim arzusu gerekir. Ve tabii bir nehrin iki yakasını bir arada tutan setler gibi, bu muazzam deryada boğulmayı engelleyecek birtakım ilimler veya ilim ehli kılavuzlar gerekir.

Ülkemizde bir dönem, yobazlığın sekülerler tarafından iman edenler için bir hakaret olarak kullanıldığını düşününce, aslında gerçek yobazların kim olduğu da anlaşılmış olur.

Allah(cc) bizi yobazlıktan korusun, verdiği akıl nimetini kullanmayı, hidayet ve rahmet nimetine layık kullar olarak hayatımızı devam ettirmeyi nasip eylesin.

03 Ocak 2020

Cihad ile terörü ayırmak



Dünyanın üzerine kurulduğu hayat ve ölümün herhalde en sevimsiz şekli, düşman eliyle veya zulmen can vermektir. Ne ki, yine dünyanın değişmeyen imtihanı olarak; savaşlar ve dolayısıyla dökülen kan, akan gözyaşı, acılar ve esaretler, mihnet ve zahmetler hep başlarımızın üstünde dolaşıp durdu ve dünya durdukça da dolaşmaya devam edecek.

Fıtratı gereği her insan, huzur ve rahata, refah ve zenginliğe meyyaldir. Aramızdaki farklar, bunları elde etme yollarında ortaya çıkar. Doğru ve güzel, temiz ve iyi vesilelerle temin edebileceğimiz gibi; yalan ve çirkin, kirli ve kötü yollarla da elde edebiliriz.

Kaçınılmaz savaşların ve ölümlerin bile, doğru sebeplerle ve en güzel, en az kayıplarla icra edilmesi için gayret etmek, İslam’ın insanlığa sunduğu en zor zamanlarda bile mümkün olan, en kısa yoldan selamete çıkmaktır.

İnsanlığın selametini yani dünya ve ahiret kurtuluşunu temin etmek için, hayatın her alanında hassas kural ve kanunlarla bize şekil veren, yol gösteren dinimiz; şüphesiz savaş hukuku gibi bir konuda da azami incelikle, sadece dünyalık menfaatleri değil, mutlaka ve kesinlikle ahiret hesabını da göz önüne koyarak, yine sadece Allah(cc) için cihad etseler bile sadece müminlerin değil, karşılarındaki gayri Müslimlerin bile, davete muhatap insanlar olarak mümkünse kazanılmalarını temin etmeye yönelik esaslar belirlemiştir.

Bu konu, Siyer kitaplarımızda detaylarıyla incelenmiş, geçmişte uygulanmış ve gelecekte geçerli olmak üzere, adalet ve merhamet esaslarına dayanan bir hukuk ortaya konulmuştur. İslam hukukunun temel esasları tayin edildiği vahiy ve sünnet devrinden bu yana değişmemiştir ve değiştirilmesi de mümkün değildir. Ancak güncel gelişmeler ve olaylara bağlı olarak, o temeller üzerine aynı ölçü ve kurallarla inşa edilen muhkem bir fıkıh binası vardır.

Genel inşaat kaidesi olarak; temelden sapan duvar, sağlam görünse de yıkılmaya ve hatta bütün binanın varlığına zarar vermeye sebep olabilecektir.

Cihad, İslam’ın zirvesi bir ibadettir. Kuru bir savaş ya da toprak elde etme kavgası değildir. Hele başkalarının zenginliklerini ele geçirme ve dünyalık menfaat elde etmek gibi gayelerle hiç yapılmaz. Elbette fetih ve ganimet helal birer haktırlar. Ancak asla maksat bunlar olamaz, olursa cihad olmaz savaş olur, kuru bir cihangirlik davasına dönüşür.

Cihad’ın en kısa tarifi; insanlarla Allah(cc)’in dini arasındaki engelleri ortadan kaldırmaktır. Bunun elle, dille ya da malla yapılması mümkündür.

İslam’ın savaş hukukunda; özellikle masumların korunması, hayvanlara ve bitkilere zarar verilmemesi, ibadethanelere ve kendini ibadete adayanlara dokunulmaması, gereksiz yere binaların yıkılmaması gibi esaslar vazgeçilemez kesin kanunlardır.

Savaşa fiilen ya da fikren katkıda bulunmayanlar masundur yani kanları korunmuştur. Kadın ve çocuklar, ihtiyarlar dokunulmazdır. Meyve bahçeleri ve verimli araziler bir yana, mecburiyet olmadıkça meyvesiz bile olsa yaş ağaçlara dokunulmaz.

Aralarında bulunan masum bir insanı korumak için, gerekirse onlarca hatta yüzlerce düşmanın bulunduğu bir geminin batırılamayacağı fetvası, kitaplarımızda örnek olarak kayıtlıdır. Kaza sonucu zarar görmeleri dışında, bilerek ve isteyerek sivillerin hedef alınamayacağı üzerinde hiçbir tartışma olmayan konulardan biridir.

Bütün bunların gölgesinde; herhangi bir gemi ya da uçak, tren ya da otobüs gibi toplu taşıma araçlarına veya insanların karışık olarak bulunduğu pazar yeri, çarşı gibi mekanlara, meğer ki savaş halinde bulunduğumuz düşman bölgesinde bile olsa, saldırılamayacağı ve neticesinde savaşla alakası olmayan bir çok insanın zarar görmesinin kesin olduğu bir patlamanın cihad olmayacağı açık ve net ortadadır.

İslam hukukunda savaş, iki ordu arasında icra edilen bir olaydır. Uzak ya da yakın, halkın terörize edilmesi gibi bir savaş şeklimiz yoktur. Çaresiz ve esir durumda bulunsalar bile Müslümanların uymak zorunda oldukları bir hukukları vardır.

“Kim zarar görürse görsün” gibi bir yaklaşım ancak bir terörist bakış açısıdır ve İslam’ın ibadet gördüğü cihadla alakalı değildir. Duygusal yaklaşımlarla kin ve nefret duysak bile, düşmanlarımız çok aşağılık zalimler olsalar bile, bizim uymak zorunda olduğumuz bir dinimiz var.

“Felan yaptı, filan şuna maruz kaldı, anlamak için şunu yaşamak lazım” gibi duygusal sebepler, İslam’ın hukukunu değiştiremez. “Onlar bizim çocuklarımızı öldürdü, öyleyse bizde yapabiliriz” demek İslami bir yaklaşım değildir.

Çok açık ve net ifade edeyim; onlar bir tanesini sağ bırakmamak üzere bütün Müslüman çocuklarına kıysalar, biz onlardan bir tane masum çocuğa dokunamayız! Onlar bizim bütün hastanelerimizi havaya uçursalar biz onlardan bir tane hasta ya da yaşlı masuma dokunamayız!

Örnekleri çoğaltmak mümkün ama anlamak ve anlatmak için temel olarak bunlarla yetinmek istiyorum. Sözün sonunda, neyin cihad neyin terör olduğunu anlamak, hepimiz için umarım daha da kolaylaşmıştır diye umut ediyorum.

Sokak ortasında cihad namına bomba patlatıp, sonra da “sivil kayıplara üzüldük” demek; mücahitlik değil ahmaklıktır.

Allah(cc) hesap sorucuların en hayırlısıdır.

28 Aralık 2019

Kültürel iktidarın temeli



Tarihin değişik dönemlerinde, “sünnetullah” gereği, zenginlik ve refah dünyayı dolaşıp durmuştur. Coğrafi konumlar ve sosyal şartlar elbette bir çok avantajlar sağlasa da; kalkınma ve ilerlemenin/gelişmenin temeli, güç ve adalet üzerine atılmıştır.

Güçsüz adalet; toplumsal ya da uluslararası münasebetlerde belirleyici rol alamamış, sadece duygusal bir yoğunluk olarak kalakalmıştır. Adaletsiz güç; bir yere kadar zenginlik getirse de, refah ve saadet gibi asıl insani ihtiyaçları karşılamaktan çok uzak olduğundan, sonuç olarak zulüm ve baskı, dolayısıyla gerilik ve mutsuzluk üretmiştir.

Dün ve bugün, refah seviyesi yüksek toplumlarda öne çıkan en belirleyici kıstas, adaletin ne kadar hüküm ferma olduğudur. Adalet seviyesi, bir açıdan dünyada iktidar olmanın kuralıdır. Çünkü iktidarlar halklarının desteğini almaksızın ayakta duramaz, dursa da; bir medeniyet, gelişmişlik ve adalet duygusu ile emniyet hissi veren devlet ve toplum oluşturamazlar.

Dünyanın geri kalanına haksızlıklar ve hatta apaçık zulümler icra ettiği halde, halen batı devletlerinin mevcut gücü, ellerinde tuttukları zenginlik ve bunu görece de olsa halklarına adaletle paylaştırmalarından kaynaklanıyor. Tabii ki devlet gücü, sadece zenginliğin paylaşımında değil, insanlar arasında yaşanan davalarda da, toplumun genelinin kendisine haksızlık yapılmayacağı inancını ve emniyetini hissetmesini sağlamakla perçinleniyor.

Halklar devletin temelleridir; bu temel kendinden emin ve sağlam, sarsılmaz bir dayanak oluşturursa, ortaya güçlü devletler çıkar.

Zenginlik ve güç ise, sadece dünya sisteminin maddi getirilerini değil, manevi kaynaklarını da yönetebilmeyi mümkün kılıyor.

İletişim araçlarını ellerinde tutan ve bunlar yoluyla bir kültür ve hayat görüşünü yaymayı, kendi varlık ve geleceğinin teminatı gören bugünün batısı, geçmişin meşhur diktalarından bu yumuşak şekliyle ayrılıyor.

Gerçi batının; gerektiğinde kendisine başkaldırması muhtemel toplumları, jandarması ABD eliyle terbiye etme yöntemi de bir kenarda duruyor ve bu yönüyle de tarih boyu değişmeyen, gaddar ve zalim firavunluk sistemini devam ettiriyorlar.

Yine de, orduları ve bombalarıyla yıktıkları ile medya ve kuklaları eliyle yıktıklarını mukayese ettiğimizde, asıl ve tehlikeli olanın; insanların canlarını ya da mallarını almaları değil, benlik ve bilinçlerini köreltmeleri, duygu ve düşünce dünyalarına hakim olmaları, insana ve hayata bakış açılarını belirlemeleri, yaşam ve yönetim tarzlarını dayatarak ya da benimseterek, kabullendirmeleri olduğu ortaya çıkıyor.

Kaybedilen canlar geri gelmez ama nesiller devam eder, çalınan mallar geri gelmez ama yenisi kazanılır, hatta gasp edilen topraklar bile bir gün geri alınır da; aklını, şuur ve benliğini, geçmiş ve gelecek tasavvurunu, dine ve dünyaya bakışını kaybeden bir toplumun geri dönüşü, tekrar kendi oluşu, köklerine tutunuşu ve yeniden dirilişi çok ama çok zor ve düşük bir ihtimal olarak görünüyor.

Uzun yıllar önce, cemaatimiz arasında bulunan Somalili bir siyahi kardeşimizin, “diğer Somalilerin ona saygı göstermesi gerektiğini, zira renginin onlardan biraz açık olduğunu” söylediğini hatırlıyorum. İşte bu büyük bir kaybediş ve kölelikten daha tehlikeli bir esarettir.

Ancak yine vahyin haber verdiği tarih, bize bu devranın beklenmedik zamanlarda ve beklenmedik şekillerde kırıldığını ve oluşan çatlaklardan kuru topraklara sular yürüdüğünü ya da denizlerin dağlar gibi açılıp, adalet ve merhamete yol verdiğini anlatıyor. Bereket ve rahmeti elinde bulunduran Allah(cc) bize, devranın dönüp durduğunu müjdeliyor.

Bu yüzden söylemeye devam edeceğimiz bir hakikat olarak; dünya adalet üzere duruyor ve adalet ancak ve sadece, dünyayı ve içindekileri var eden Allah(cc)’in sınırları ile sağlanabiliyor. Bütün mesele; bizim ne kadar adil insanlar olduğumuz ve ne kadar adil bir toplum oluşturduğumuzla alakalı, gerisi nasip…

18 Aralık 2019

Coğrafya kanundur



Dünyanın mutlak hakimi ve düzenleyicisi Allah(cc) tarafından konulan bir hayat kuralı vardır. Bunun pek çok yönü ve aşaması olsa da, basit temel gerçeklerden birisi şudur; bitki ve hayvanların en güzel yetişecekleri ve yaşayacakları birer coğrafyaları vardır. Hatta bunlardan bazıları, yerleri değiştirildiğinde yaşayamazlar, çürürler, ölürler.

Kutup ayısını ülkemizde barındırabilir ve ortam doğal şartlara uydurulursa yaşaması temin edilebilir ama asla kendi vatanında olduğu gibi sağlıklı olamaz. Suni şartlar hayatta tutar evet ama sadece hayatta tutar.

Hurma ağacını çöllerin sıcaklarından uzaklarda yetiştirmek için sarf etmeniz gereken gayret ve masraf, elde edeceğiniz ürünün karşılayamayacağı kadar büyüktür.

Bir diğer yol ise, şeytanın fısıldadığı (Nisa 119) fıtratını bozma, değiştirme ya da genleriyle oynayarak uyum sağlar hale getirmedir. Bugünün dünyasının en büyük tehlike ve tehditlerinden birisi olarak karşımıza çıkan genleriyle oynanmış veya hormonlu dediğimiz, tatsız ve faydasız birçok ürün var maalesef.

Söz konusu insan olunca; coğrafyanın yani yaşanan toprakların, şartların, adetlerin, geleneklerin, her açıdan kültürlerin hatta genetik yetenek veya eksiklerin hiçbir etkisi olmadan, herkese her şartta geçerli bir kurallar veya kanunlar manzumesi çıkartmak, uygulamak ve başarılı olmak mümkün olabilir mi?

Allah(cc)’in dini, temel delillere bağlı kalınarak ama coğrafyalara, halklara ve içinde bulunulan şartlara göre şekillenen fetvalarla yaşanır. Bu değişimin temelleri bizzat Kur’an ve Sünnet ile atılmıştır.

Namaz gibi temel ve olmazsa olmaz bir ibadet, savaşta ya da yolculuk gibi zor şartlarda değişime uğrar. Oruç gibi sembolleşen bir ibadet, kişisel sağlık durumuna ya da yolculuk gibi özel durumlarda değişime uğrar yani mecburiyeti kalkar o kişiden.

Sünnette gördüğümüz pek çok uygulamanın yanı sıra, ilk asırlardan itibaren genişleyen ve farklı toplulukların içine dahil olduğu, devasa İslam ümmetinin dinlerini yaşamaları için gerekli olan ortamların oluşmasında, alimlerimizin bu değişim ve esneklikten faydalanarak fetvalar üretmesi, bir vakıadır.

İmamlarımızın bir şehirde verdikleri fetvanın bir başka şehirde değişmesi gibi durumlar, gayet olağan bir süreçlerdir. Birkaç yüz yıl önce, başka bir toplumda verilen fetvaların günümüzde değişmesi kaçınılmazdır. Mesele sadece, bu işi yapabilecek kabiliyette alimlerimizin olup olmadığı sorusunda kilitlenir.

Biz Allah(cc)’in dininde bile böylesi bir alana sahipken, birilerinin batılıların kendi toplumları ya da menfaatleri çerçevesinde düzenlediği yasalar ve kurallarla; bizi, coğrafyamızdaki bin bir çeşit insan toplumunu, adetlerini, yaşam şartlarını, gelenek ve kültürlerini dikkate almadan, bunlara tabi olmaya mecbur etmesinin başarısızlıkla sonuçlanması normaldir.

Biz ve benzerimiz onlarca ülke, batıdan devşirilen düzenlemelerle, sadece son 100 yılda şu an olduğumuz noktaya geldik, daha da beter olma yolunda ilerliyoruz.

Kumaş kaliteli ve terzi marifetli görünse de, bu elbiseler bize uymuyor, ya sıkıyor ya sarkıyor. Zorlamak çare olmuyor, çözüm üretilemiyor.

Israrla ve bir tür inatla, insanların ürettiği bir kural ya da kanunlar silsilesinin, sonuçları kötü olduğu ortaya çıktığı halde, uygulanması için çaba sarf etmek kadar abes bir iş olmasa gerek.

Hiçbir aslanı bir tutam otla çağıramaz, bir keçiyi de omlet yemeğe davet edemezsiniz. Aslan ota geliyorsa, size saldırıp parçalamaması için, ya karnı tok ya da genleriyle oynanmış olması gerekir. Keçi omlet ikramını kabul ediyorsa, yanında sunulan bir dal yeşillik içindir.

Ve fakat biz insanız, dahası ve ötesi Müslümanız! Ne bir lokma et için gavurun sofrasına oturabilir ne de bir tutam ot için, namerdin semtinden geçebiliriz.

Başkalarının iyi dediği ve öyle kabul ettiği kural ve kanunların bizim toplumumuz için de iyi ve güzel olduğunu söylemek, basit ve aşağılayıcı bir taklitçilik olur. Her toplumun ve halkın kendi dinamikleri, kültürleri ve yetenekleri çerçevesinde, nesiller boyu oluşan ve sürekli değişimler geçirerek güncellenen bir adet ve gelenekler manzumesi vardır.

Güncel bir örnek olarak; 18 yaşından küçük bir kızla evlendi diye bir adama tecavüzcülerle aynı cezayı verir ve aynı koğuşa atarsanız, kanunlara göre doğru bir şey yapmış olsanız da, bu apaçık bir zulüm olur. Üstelik, aynı yaşta başka bir kızın, evlilik dışı beraberliğini överek haberleştiren bir medya düzeniniz varsa, toplumu kanunlarla ifsat ediyorsunuz demektir.

Kanunlar, coğrafyalara göre değişmek zorundadır. Kanunlar, halkın inancını ve kültürünü dikkate almak zorundadır.

Kanunlar adalete hizmet etmek zorundadır..

11 Aralık 2019

Medeniyet bizim oralıdır


Merhum Akif’in İstiklal Marşı’nda;

“Ulusun, korkma, nasıl böyle bir imanı boğar,
Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar.”

Dediği canavar, dişlerine protez yaptırdı ve gırtlağımıza yapıştı, boğdu bizi. Başımızı gövdemizden ayırmakla yetinmedi, bedenimizi de paramparça etti. Bazı parçalarımızı yedi, yuttu ve sindirdi, artık onlar yok! Bazı parçalarımızı kan-revan içinde attı bir kenara, bazılarımızı elleriyle besledi, büyüttü, kendine “köpek” etti.

Canavarın dişlerine yaptırdığı protezler; sayısız türde ve çeşitte, çapta ve menzilde, mermiler ve füzelerdi. Batılı canavarın ağzından dökülen ve iyi şeyler zannettiklerimiz de bu füzeden dişlerin arasından, demokratik hareketler yapan kıvrak dilinden geçip geldi kulaklarımıza.

Bize söylenen, yüzyıllardır batının geliştiği, ilerlediği ve bir medeniyet kurduğu idi. Hepimiz böyle büyütüldük ve uyutulduk. Arada uykumuzda yediğimiz tekmeleri rüyadan sayıp, gözlerimizi açmaya bile zahmet etmedik. Ama canavarımız doymak bilmeyen iştahıyla, dünyanın her yerindeki zenginliklere saldırdı. Yoluna çıkan insanları da soğukkanlı bir katil endamıyla katletti.

Soy kırdılar! Nesilleri yok ettiler! Ülkeleri tarumar ettiler.

Zenginleştiler ama medenileşemediler.

Ellerindeki güç ve imkanları, sahip olduklarını korumak ve çoğaltmak için kullandılar ve kullanmaya devam ediyorlar.

Sadece 100 yıl önce Afrika’da, bütün suçu emrettikleri kadar hızlı çalışamayan bir babanın evladı olmak olan, binlerce çocuğun elini ya da ayağını kestiler. Yetmedi, bir süre sonra büyük katliamlar ve soykırımlar uyguladılar. Karşılarına geçmesi muhtemel halkları birbirine düşman edip, savaştırdılar ve sınırsız cinayetler işlemeleri için, silah ve mühimmat sağladılar. Bedelini de ülkelerini sömürerek fazlasıyla aldılar ve almaya devam ediyorlar. Milyonlarca siyah derilinin bedenleri üstüne bir zenginlik kurdular.

Sadece 100 yıl önce Mısır’da, esir aldıkları on binlerce Osmanlı askerlerini kimyasal silahlarla kör ettiler. Milyonlarca Müslümanı Balkanlardan sürerken yaşanan felaketlere alkış tuttular. Yollarda çamurlara kanları ve nehirlerin sularına etleri karışan en az 2 milyon Müslümanı insandan bile saymadılar.

Buna benzer örnekleri, İslam coğrafyasının hemen her köşesinde görmek sıradan bir tarihi vakaya dönüştü. Kafkaslar, Yemen, Irak ve Kuzey Afrika’nın tüm kuzeyi boyunca işgal ve kan, ölüm ve katliam salgın gibi yayıldı.

Bütün bunlar sadece 100 yıl kadar önce yaşandı.

Yetmedi, 90’ların başında Avrupa’nın ortasında, yalnız ve sadece Müslüman oldukları için yüzbinlerce insana kıyıldı. Seyrettiler…

Kıyılanlar Müslüman olduğunda, nasılsa bir anda kan damlayan dişleri ile dillerini ısırdılar ve sustular, sadece seyrettiler.

Son 8 yıldır Suriye’de canına kıyılanlar da Müslümandı, yıkılan Müslümanların ülkesiydi, yok edilen İslam’ın hatırasıydı, seyrettiler.

Sadece seyretmekle kalmadılar, alkışladılar. Yetmedi kendi katillerini ürettiler, katil sürülerini sahalara sürdüler. 3 kuruşluk menfaatleri için 3 milyon Müslümanın can vermesini sorun olarak bile görmediler.

Ama sürekli, yüzsüz ve iğrenç bir sırıtkanlıkla bize demokratik naralar attılar, insan haklarından dem vurdular, üstten emirler yağdırdılar. İçimizdeki aptallardan ve ahmaklardan bol miktarda destekçi ve bol miktarda malzeme buldular. Yalanlarına inanıp ayaklarına kapanan yerli köpeklerini çok iyi beslediler ve zenginleştirdiler.

Çünkü onlarda olan şey bu idi: Zenginlik. Onu verdiler.

Bu yerli köpekler de sahipleri gibi vahşi idiler, öyle eğitildiler ve kendi halklarının kanını içmeyi, etini yemeyi, dolayısıyla batılı efendilerinin köpekliğini yapmayı marifet saydılar. Adları değişse de köpeklikleri değişmedi.

Medeniyetten nasipleri, erdemli bir dünya görüşü ya da insanlığa ve tüm varlıklara onurlu bir hayat vaadi olmadı. Ama öyleymiş gibi konuştular ve inandırdılar pek çoğumuzu.

Şimdi, avazımızın çıktığı kadar bağırıyoruz; işin aslı öyle değil arkadaşlar! Batılılar zengin oldular, zenginliklerini çaldıkları ile sağladılar, bizden çaldıklarıyla sağladılar. Vikinglerin korsanlığı hala devam ediyor. Artık onların sunduklarına inanmayı bırakın, medeniyet bizim buralıdır, onlarda gördüğünüz sadece zenginliktir.

Zenginler; iyi yaşar, iyi yer, iyi giyinirler ama buna medeniyet denilmez.

Medeniyet; dünyaya ve içindekilere, adalet ve merhametle hükmetmektir.

Medeniyet; insanların canlarına, mallarına, nesillerine, dillerine ve dinlerine dokunmamaktır.

Medeniyet; dinini ve dilini dayatmamaktır, kültürünü fakir halkların kafalarına yüklememektir.

Baksanıza, 1400 yıldır bu topraklarda hakim olan İslam’dı; Balkanlar 400 yıl bizim hükmümüzde kaldı ama ne dinleri, ne dilleri, ne kültürleri yok olmadı, korundu. Soyları kırılmadı, devam etti. Her dinden ve milletten insan, varlıklarını bizim korumamızda bugünlere kadar devam ettirdiler.

Batının genetik deneylerle ürettiği canavarlar bu topraklara salınıncaya kadar, bizden kimse bir Yezidi ya da başka bir azınlığa, sadece isimleri veya dinleri sebebiyle saldırmadı. İslam dünyasının tam ortasında, ilk çağlarda fethettiğimiz topraklarda, bu insanlar şeytana bile tapınarak varlıklarını sürdürdüler.

Ehli Kitap dediğimiz Yahudi ve Hristiyanlardan bahsetmeye bile gerek yok.

Medeniyet; İspanya’da Müslümanlar hakimken özgürce yaşayan ama yönetim Hristiyanlara geçince soykırımdan kurtulmak için yine Müslümanlara sığınmak zorunda kalan Yahudilere İstanbul’un kapılarını açmaktı…

Medeniyet; Kudüs’ü 400 yıl adalet ve erdemle idare etmek, kan dökülmesine, soy kırılmasına, din dayatılmasına engel olmak, mülk hakkına sahip çıkmaktı.

Bizim batılı demokrasi havarilerinden alınacak herhangi bir medeniyet dersimiz yoktur, çünkü medeniyet kelimesini lügatlere yazdıran biziz, dünyaya öğreten biziz.

İnsanlığın peygamberlerin vahiy çizgisinde kurduğundan, daha iyi bir yönetim şekli ya da adalet sistemi düşünebilme ihtimali olmadı, yoktu, olmayacak ve halen de yoktur.

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...