İman etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İman etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Ağustos 2019

Mü’min, emin ve emanet insandır



İnsan, yalnız başına da hayatta kalabilir ancak bir hayat sürdüğünü söylemek için başka insanlara muhtaçtır. Toplumlar kurmak ve birbirine destek, köstek ve sair muameleler vesilesi ile diğer insanlarla münasebet kurmak ve bunu hayatının sonuna kadar devam ettirmek; bir hayat sürmektir, sadece hayatta kalmak değil.

İslam’ın inşa etmemizi istediği ve geçmişimizde örneklerini yaşadığımız toplumun da temel esası, kendi aramızda iyilikler ve kötülükler konusunda yardımlaşmaktır. İyiliklerin yayılması ve çoğalması, kötülüklerin engellenmesi ve yok edilmesi, belki de İslam sosyal hayatının en kısa özetidir.

Mü'min erkeklerle mü'min kadınlar da birbirlerinin velileridirler. İyiliği emreder, kötülükten alıkoyar, namazı kılar, zekatı verir, Allah'a ve Rasulü’ne itaat ederler. İşte bunlara Allah rahmet edecektir. Muhakkak Allah yücedir, hakimdir. (Tevbe, 71)

Müslüman erkek ve karınların, tıpkı imtihana muhatap yani mükellef olma hususunda aralarında herhangi bir fark bulunmaması gibi; iyiliği emir, kötülüğü yasaklama, namazı kılma, zekatı verme ve tümüyle Allah’a ve Rasulü’ne itaat konusunda herhangi bir farkları ya da ayrıcalıkları yoktur.
Yine bu konuda her birimiz diğerlerinin desteğine ihtiyaç duyarız ki, bu da insan olmanın sonucu ve hatta nimetidir.

İnanmanın temeli ise emin olmaktır. Hem kelime hem mana olarak mü’min ya da mü’mine, emin olunan ve emin olan kişidir.

Kadınlar hakkında farklı olarak, onların bedeni zayıflıkları ve hissi hassasiyetleri sebebiyle, erkekler tarafından bu emniyete muhalif olarak incitilmelerini, zulme uğramalarını ve onurlarının çiğnenmesini engelleyici bir çok tedbir alınmıştır.

“Ve kadınlar konusunda size hayrı tavsiye ederim. Onların canları üzerinde hiç bir hakkınız yoktur. Onları Allah’ın emaneti olarak aldınız ve Allah’ın kelimesiyle helal kıldınız.” Veda Hutbesi’nde kadınlarla ilgili emanet kelimesinin geçtiği kısım kaynaklarımıza göre burasıdır ve her akıl sahibinin fark edeceği gibi burada bahsedilen eş olarak evlenilen kadındır.

Emanet kelimesini dilene dolayan bazı bahtsızların sandığı gibi burada kadını aşağılayan değil aksine, koruyucusu ve hesap sorucusu bizzat Allah olan ve bu sebeple ağır hassasiyet gerektiren bir emanetten bahsediliyor. Zira emanetin değeri sahibinin değeri kadardır.

Emanet ibaresinden hemen önce gelen “nefisleri/canları üzerinde bir hakkınız yoktur” kısmı özellikle cahiliye devrinde ve halen devam eden canı sıkıldığında kadınları öldürebilme cüretini engelleyen bir ifadedir. Cahiliye dün ne idiyse bugün de odur, şeytan ve hileleri geçen onca zamana rağmen ileri gidememiştir.

Neticede; kadınlar erkeklere karşı zayıflıkları sebebiyle, Allah’ın emaneti olarak korunmaya alınmış ve olası zulüm ve aşırılıklar kesin olarak yasaklanmıştır. Allah’ın emaneti olmak ilahi bir iltifattır ve kalbinde iman bulunanı memnun eder, erkeklerinse hassas davranmaları için dikkatlerini çeker.
Her vesileyle, bilmedikleri ve bilmemekle kalmayıp düşmanlık etmekten geri duramadıkları İslam; Allah’ın kadın ve erkek tüm kulları için mutlak adaletin, dünya ve ahiret saadetinin tek ve kesin yolu, sorunların yegane çözüm kaynağıdır.

Mükellef kılmakta bir fark koymayan İslam, suç ve cezalar konusunda da fark görmez. Zulüm ya da cinayetlerin, dini, dili ve ırkı olmadığı gibi, cinsiyeti de yoktur. Haramların da cinsiyeti yoktur; kadın yaptığında haram ve ayıp olan, erkek yaptığında da haram ve ayıptır.

Ne onların düşmanlığı, ne bizim cehaletimiz ve ne de alimlerimizin acziyeti; mübarek ve muhteşem fıtrat dini İslam’ın, dünya ve ahiret saadeti için vaz ettiği nizama gölge düşüremez. İslam nimeti için Allah’a hamd ederiz.

09 Ağustos 2019

Bayramlaşmak: Neden ve Nasıl?


İslam’ın bize vahiyle bildirilip tamamlanmasının üzerinden çok uzun bir zaman geçti. Rasulullah(sas)’in ahirete irtihali ile kesilen vahiy ve sünnet süreci, sahabenin uygulamaları ve onlardan neşet eden fetvalarla gelişerek günümüze kadar geldi.

Bu konu elbette bir yazıyla özetlenebilecek kadar basit veya küçük bir hadise değil. Bu yüzdendir ki, yüzyıllardır devam eden bir ilim aktarımı ve İslam eğitimi gerçeğimiz var. Bu süreçte ortaya çıkan ve her biri başlı başına bir deryaya dönüşen birikimlerin sadece isimlerini saymak bile bir marifet sayılabilir.

Bütün bu devasa ilmin temelinde yatan ve aslında hedefinde de bulunan tek ve büyük maksadımız ise, Allah(cc)’in rızasını kazanmaktan ibarettir. İslam tarihi boyunca gerek kendimize gerekse diğer milletlere yaptığımız bütün iyi işlerin maksadı budur. Korkumuz ve gelecek nesiller için endişemiz de bu maksadı kaybetmelerinden ibarettir.

Bayramlarımız da bu maksadın içerisinde yer alan ve hicretin 2. yılından bu yana idrak etmekle sevindiğimiz Ramazan ve Kurban bayramlarıdır.

Ramazan bayramı diğer ve asıl adıyla Fıtre bayramı; oruçların tutulması, mağfiretin celb edilmesi, fitrelerin ve zekatların verilmesi neticesinde elde etmekle iftihar ettiğimiz ecrin kutlamasıdır.

Kurban bayramı ise; haccın eda edilmesi, vakfelerin icrası ile edilen duaların kabul olunmasının müjdesi, kurbanların kesilmesiyle günahlardan kurtulmanın müjdesi ile sevincin kutlamasıdır.

Her iki bayramımızda da sevincimizin ana sebebi, Allah(cc) için yapılan amellerimizin kabul olunup, günahlarımızın affedilmesidir. Bayram, Allah(cc) rızasını elde etme umudunun adıdır.

Şeker veya tatlı yemekle, et yemenin de elbette sevinilecek, lezzet alınacak bir yanı vardır. Ancak bunlar için bayram etmek, üstün insan fıtratına da İslam’ın üstün itikadına da uygun değildir. Tatlı ve et için hamd eder, şükrederiz. Bayram etmemiz çok daha büyük bir sevinçten dolayıdır. Olsa olsa akıl ve idraki büyümemiş çocuklar şeker ve et için bayram ederler.

Rasulullah(sas)’in, Ramazan bayram günü evinden çıkmadan hurma yediğini ve bundan kaynaklanan bir tatlı adetinin sünnete uygun olduğunu belirtmekte fayda var. Aynı şekilde Kurban bayram günü ilk yediğinin kurban eti olması da mümkünse taklit edilmesi faziletli bir sünnet olarak kaynaklarımızda kayıtlıdır. Bu sünnetin günümüzde zor olsa da yakın geçmişte uygulandığını yaşı yetenler hatırlayacaktır.

Salih bir amel işlemiş olmanın ve gerek Ramazan’da gerekse Kurban’da bu ameller sebebiyle affedilmiş ve rahmete muhatap olmuş olmanın sevinciyle, “Allah, bizden ve sizden kabul buyursun” şeklinde tercüme edilebilecek, sünnette yer alan ve sahabenin de uyguladığı bir bayramlaşma ifadesi bize bayramın ana sebebini de anlatır.

Bundan sonrası artık adetlere ve bölgelere göre değişen, farklı ancak helal eğlence şekilleriyle bayramların geçirilmesi de yine sünnete uygundur yani dinen caizdir. Özellikle çocukların bugünlerde eğlenmesi, zihinlerinde İslam kültürünün yer etmesi bakımından çok önemlidir.
Zamanına gelince; arefe günü ile başlayan bir bayram havasını teşrik tekbirleri ile idrak ederiz. Bu bazılarımıza göre bayramlaşma için de bir işaret olsa da asıl ve sünnete uygun olan, bayram namazının kılınmasından sonra bayramlaşmaktır.

Özellikle, kendileri bir an önce tatillerine çıkacaklarından dolayı, bayramlaşmayı bayramdan önce icra edip, dostlar bayramlaşmada görsün hesabı yapanların bayramla münasebetleri o kadardır. Bunu yapan kurum ve şahısların merasimlerine katılmamak bugün için değerli bir duruştur. Madem Müslümanların bayramlarına o kadar değer veriyorlar, bir zahmet hiç değilse bir günlerini bu işe ayırma zahmetinde bulunsunlar.

İslami bayramların resmi tatile dönüşmesi maalesef bir yozlaşmanın da önünü açmış bulunuyor. Elbette günümüz şartlarında, bayramlaşmak ve hele de akraba ziyaretleri gibi önemli vazifelerin icra edilebilmesi için bir tatil ihtiyacı aşikardır. Ancak bayramın bir tatil sebebinden ibaret görülür hale gelmesi bir kayıptır, hem de büyük bir kayıp.

Bayram namazından sonra bayramlaşma umuduyla…

25 Mayıs 2019

Vaktin kadrini bilmek



Gözlerini kapatarak hiçbir şeyi görmemek mümkündür, amalar gibi; yalnız gözü açıkken hiçbir şeyi görmemek denilen bir hal var ki, ona da ahmaklık diyoruz.

Kapalı gözlerimizle göremediğimizden dolayı hiçbir gerçek yalan olmayacak, hiçbir varlık yok sayılamayacaktır. Gözlerimiz açıkken görmezden geldiklerimiz de var olmaya devam ediyor.
Biz açık gözlerimizle görmesek bile, dünyanın kanunu işlemeye devam ediyor. Zaman geçiyor ve tüm yeniler eskiyor.

Dünyanın kanunu diyorum zira dünyayı terk edince hükmü olmayacak zamanın. Ölen için dünyanın saatlerinin tıkırtılarının ne değeri olabilir? Sonsuz ve sınırsız bir hayata geçiş yapmış birinin dakikalarla hatta yıllarla ne hesabı olur?

Bundandır ki; vakit dünya sermayesidir. Harcandığında geri dönüşü ancak iyilik ya da kötülük olarak kayıtlara geçen bir sermaye. Artması ya da eksilmesi ancak nasıl kullanıldığıyla ilgili; hayır ve iyilik için ise bir gecesi bin ay gibi, şer ve kötülük için harcanır ise bin ayı bir gece kadar.

Ramazan ayında devam ettiğimiz mektebimizin mezuniyet günleri/bayramı yaklaşırken, kaçırdığımız derslerin telafisi ve hatta eksik not aldığımız sınavların tekrarı hala mümkün. Nefes aldığımız sürece her şeyi değiştirme imkan ve ihtimalimiz devam ediyor. Sağ ve salim olarak bu mübarek ayı geçirip, yine selametle bayrama eriştiğimizde; yüklerimizden, veballerimizden, günahlarımızdan bir nebze de olsa kurtulmuş olabilmeyi başarabilmek adına bir şeyler yapabiliriz, yapmalıyız.

Vakit geçecek, geçiyor, biz kalamayız.

Ramazan ayı bayrama ulaşacak, biz de ulaşmalıyız.

Çok fazla takılıp kalmaya gerek yok şu dünyaya, bitecek illa ki…

Çok büyük adamlar sanmaya gerek yok kendimizi, ölüp gideceğiz elbet…

Tarihin akışına yön verecek halimiz yok; değil tarihin akışına, kendi hayatlarımızın akışlarına yön vermekten bile aciz kalıyorken, daha bu neyin havasıdır anlamak mümkün değil.

Bir gün aç kalınca zıvanadan çıkabilirken, halden anlama tafralarımıza kendimiz bile inanmıyoruz artık.

Galiba devrimizin en büyük ve en yaygın hastalığı, emin Müslümanlar olmayı becerememek. Kendimize biz bile güvenemiyoruz. Gerçi neyse ki, kendimizden çok güvendiğimiz kardeşlerimiz var.

Nasihat ve halleriyle bizi düzelten, yolda tutan, dikkat çeken ve hatta kulak çeken Müslümanlar, iyi ki varsınız.

Öyle ya, büyük kelimelerle kendimizi izafe ettiğimiz Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat olmayı tercüme etsem, en kısa haliyle, sünneti birlikte yaşamak derdim. Sünnet üzere yaşamak ama mutlaka birlikte yaşamak. Yalnızlık değil birlik, birliktelik dinindeniz hamdolsun.

Bizi Ramazan ayına ulaştıran Allah(cc)’e hamd ile niyaz edelim ki, bayrama affedilmiş olarak ulaşanlardan olalım. Ben, sen ya da o değil; hepimiz, biz Müslümanlar temizlenmişlerden olalım. Bir kaçımızın, ya da bir zümremizin güzelliği yetmiyor bugünün pisliğini etkisiz hale getirmeye. Çok daha büyük bir güçle temizliğe ihtiyaç var.

Meşhur Mute seferi öncesi, soruldu Nebiyyi Muhterem(sas)’e:

-          - Allah(cc)’e az kulluk edilen bir yere gidiyoruz, ne tavsiye edersin?
-          - Secde ve namazları çoğaltın ve Allah(cc)’i çokça zikredin, buyurdu…

13 Mayıs 2019

Kur’an’ı anlamak ve meal sorunumuz



Çağımız bizden pek çok şeyi aldı. Yediklerimiz, içtiklerimiz ve giydiklerimiz artık pek doğal değil. Bunlar bize çeşitli hastalıklar ve çaresiz zafiyetler olarak döndü, dönüyor. Nesillerimiz ifsat oldu. Genlerimiz bozuldu. Fıtratımızla oynuyorlar ve nihayetinde “Allah’ın yarattığını değiştirmek” istiyorlar.

Bütün dertlerimize deva, hastalarımıza şifa ve evvelimizi ve ahirimizi payidar eden, müstesna kaynağımız, vahyin satırlarla elimize geldiği, her gün dilediğimiz kadar faydalanabildiğimiz, bitmez, tükenmez, kurumaz ve bozulmaz bir delilimiz, kıstasımız, mihenk taşımız var ki, o da Kur’an’dır.
“Allah’ın yarattığını değiştirmek” isteyen şeytan ve avanesinin, Allah’ın indirdiği kelamı Kur’an’ın metnini değiştirme umut ve ihtimali olmadığını -biz ve onlar- çok iyi biliyoruz.

Son yüzyılda yaşadığımız kültürel yıkım sonrasında, anlamakta zorlandığımız hatta çoğumuzun hiç anlamadığı, bir mukaddes metin olarak hayatımızda var olan ama aslında olamayan Kur’an’ı idrak etmek için okuduğumuzu anlamamız gerektiği en basit gerçektir.

Bu sebeple, Kur’an’ı anlamak için ortaya konan her gayret, girişilen her iş hayırdır diyerek, destek olmak ve özellikle temel arapça bilgisinin artık bir zaruret olarak görmek, hiç yanlış olmayacaktır.
Ancak, herkesin Kur’an’ı anlayacak kadar arapça öğrenmesi yakın zamanda gerçekleşmesi muhtemel bir hedef değildir. Bu durumda anlama gayretlerimizin bizi, kendi dilimizdeki tercüme ve tefsirlere yönlendirmesi gayet normaldir.

Kitap’ını anlamayı dert edinen her Müslümanın, kendi imkanları ölçüsünde bir yol araması da kaçınılmaz sonuçtur.

Mesele şu ki; anlamak ve idrak etmek için tuttuğumuz ya da tutacağımız yol, bizi hayra ve hakka götürmelidir. En azından baştan buna emin olmak zorundayız. Aksi halde bal yerken zehirlenmemiz de mümkündür.

Geçmişte ve günümüzde, Kur’an üzerinden sapmalar olmuştur ve olmaya devem ediyor. Belki de tamamen halis niyetlerle insanlar, Kur’an okuyor ama dinlerinden oluyorlar.

Bu durumun tek sebebinin mealler olduğunu söylemek abartılı olursa da; meallerin bu alanda bir kara delik oluşturduğunu söylemek zorundayım.

Tefsir derinliğinden mahrum bir yaklaşımla ama hazırlayanın bilgi ve teviline göre anlamlandırılan mealler, Kur’an’ın metnini birebir karşılayan kalitede dahi olsalar, manayı idrak ve hüküm çıkarma hususunda, hiçbir yetki ve ilim oluşturmazlar.

Kur’an, anlaşılması için indirilmiş ve dil bilgisi sorunu yaşamayan herkesin gayet rahat anlayabileceği bir kitaptır. Bunda asla şüphe yok! Ancak kastedilen manayı idrak ve hüküm çıkarma noktasında, bir yetkinlik ve bir alt yapı istediği de kaçınılmaz ve reddedilemez hakikattir.
Bu altyapı, sadece ilim değil aynı zamanda derin bir ihlas ve hikmetleri kavrama gücü de gerektirir. 

Bu konuda en çok bilinen örnek olarak şu tefsir örneğini aktarmak belki bir fikir verecektir.

Kur’an’ın son nazil olan surelerinden, Nasr Suresi insanlara okunduğunda sahabenin sevinciyle, Ebu Bekir(ra)’ın ağlayışının kaynağı aynı ayetlerdir. Bir kısmının güldüğüne birisi ağlamaktadır. Ne onları güldüren ne de bir kişiyi ağlatan manada ve tefsirde bir yanlışlık yoktur. O bu sureden, Rasulullah(sas)’in ömrünün sonuna gelindiğini anlayacak hikmete sahiptir, diğerlerinin o an idrak edemediği bir hikmettir bu ve bu bir tefsirdir. Mealle asla anlaşılamayacak bir tefsir. İsterseniz bin defa Nasr Suresi’nin mealini okuyun, orada bunu görebilmek için başka bir ilim ve hikmet gerektiği gerçeğini göreceksiniz.

Yüzyıllardır her ilim sahibinin yeniden tefsir etmesiyle tazelik ve hikmetleri bitmeyen Kur’an’ın, başka bir dile aktarılırken kaybolan derinliklerini keşfetmek şarttır. Bunun da mealle olması mümkün değildir.

Sadece mealle yetinmenin bir başka büyük tehlikesi de; yüzeysel tercüme ve anlam sığlığının vahyin büyük ve muhteşem manasını yok etmesidir. Anlamından koparılan, karşılığı meali yazanın seçtiği kelimelerden oluşan “ayetlerin”, gerek gönül dünyamızda gerekse amel hayatımızda bir karşılıkları olmadığı hepimizin bildiği bir gerçekliktir.

Kur’an’ı anlamakta temel olan, vahyin bizzat kendisine nazil olduğu Rasulullah(sas)’in ve O’ndan aldıkları usul ve terbiye ile Kur’an’ı anlayan ve amel eden sahabenin, ardından gelen nesiller boyunca bu temel üzerine bina edilen, hikmet ve hükümleri bilmeden yahut bir kenara koyarak, sadece meale dayanarak yahut bu temelden yoksun bir tefsir uydurarak varılacak yer, hakikat değil sapkınlık olacaktır.

Bir diğer tehlike olarak; Kur’an’ın bütünlüğünden mahrum olarak herhangi bir ayetin mealini okuduğumuzda, kendimizce anladığımızı sandığımız şeyin, Allah(cc)’in maksadı olduğunu zannetmek büyük bir gaflet olur. Her ayet, kendi başına, anlaşılabilir özel bir mana ihtiva ettiği gibi, sureler kendi içinde, surelerin içindeki bölümler kendi arasında, bazı surelerin oluşturduğu bütünlük toplamında ve nihayetinde Kur’an’ın tamamının sünnetle şekle bürünen, bir mana olarak anlaşılmasının zaruret olduğunu asla unutmamak gerekiyor.

Kur’an’ın anlaşılmasında en değerli bilgi şüphesiz “esbab-ı nüzul” olarak ıstılahımızda kayıtlara geçen ayetlerin iniş sebebidir. İşte bahsettiğim şey, bizzat bu sebepleri yaşayan, ayetler kendileri üstüne inen mübarek neslin idrakinden mahrum ve uzak bir anlam çıkartma gayreti temelsiz bina gibidir ve bir nisyan, bir tuğyan yahut bir şeytani iğva ile yerle bir olabilir.

Sadece ayetlerin çeşitleri hakkında bile yeterli bilgiye sahip olmayan bazılarımızın, Kur’an’ı anlama iddiası gerçekten çok büyük bir cürettir. Bunların varlığını bilmek ve haklarında yeterli ilme sahip olmamak, kendini bilen her Müslümana yeterli bir işarettir.

Her şeye rağmen, Kur’an’ı anlama gayreti saygı duyulacak bir derttir. Meramım derdin dermanını doğru yerde ve doğru şekilde arama zaruretini hatırlatmaktan ibarettir. Öyle ya; bünyemizde bir ağrı olduğunda, hangi hastaneye veya doktora gideceğimizi çok iyi araştırırız. Ne kendimiz teşhis ve tedaviye kalkışır ne de kendimizi ameliyat ederiz. Bunu deneyenler intihar etmiş olurlar. İntihar eden ise, dünyasını da ahiretini yıkar!

03 Mayıs 2019

Ramazan ayı eğitim kampı başlıyor



İnsan fıtratının bozulmadan muhafazasına, ruhun erdemlerinin nefse üstün gelmesine, iyilik hislerinin kötü arzuları yenmesine, kısaca; insanın kul olmasına ve kul kalmasına sebep olacak, yardım edecek, yol açacak ve destek verecek her türlü, bilgi ve becerinin öğretilmesine ve tabii ki pratikte uygulanmasına eğitim diyebiliriz.

Vahiy temelli toplum düzeninde, eğitimin temel hedefi; daha iyi bir kul olmayı benimsetmek ve uygulanmasını bir huy ya da bir erdem olarak içine sindirerek, benimseyerek yaşamak ve o hal üzere ölmeyi arzulamaktır.

Bu sebeple, eğitimin bir zamanı ya da yaşı olmadığı gibi, özel bir mekanı da yoktur aslında. Müslüman hayatı boyunca öğrenmeye ve eğitilmeye devam eden bir talebedir. Mezuniyeti ölüm olan bir mektebin talebesi…

Rahmet ve bereketin sahibi olan Allah(cc), bize lütfedip yılda bir ayı seçmiş ve onunla her yıl tekrarlanan, ömrü olanın yılın her mevsiminde görebildiği özel bir eğitim kampı düzenlemiştir. Kampımızın bazı hususiyetleri ve kuralları elbette vardır. Ancak kurallara takılıp temel hedefi yani eğitimi kaçırmamamız gerekiyor.

Oruç tutmak bir açlık eğitimi değildir, yani orucun hedefi Müslümanların aç kalmayı alışması değildir. Çok yemeyi ve günün her saatinde yemeyi terk etmeyi öğrenmek çok daha verimli bir kulluk için gerekli davranış biçimlerindendir.

Üç ya da beş öğün yemek gibi bir kötü alışkanlığın yaygınlaştığı günümüzde Ramazan ayının hayatımıza yerleştirmeyi öğrettiği yeme düzeni, günde iki seferdir.

Yine uyku düzenimize Ramazan ayının getirdiği bereket olarak sahur vardır ki; aslında teheccüd için kalkmayı öğrenmeye ne kadar da yardımcıdır. Konu yemek olduğunda ve ertesi gün açlık ve susuzluk çekilme ihtimali bulunduğunda sahur yapmak için kalkabildiğimize göre, diğer zamanlarda da aynı saatte uyanabiliriz.

Zaten sahura yemek için kalkmak ana amaç değildir. Bereketinden istifade etmek için, bir bardak su ile bile olsa sahur yapmak tavsiye edilirken dikkatimizden kaçmaması gereken budur.

Yemeğin ana amaç olduğu bir işi yapmak, üstün insan fıtratı için ne kadar da aşağılayıcı bir durumdur. Yine Ramazan ayında kilo almak ne kadar üzücü bir faydadır!

Ramazan ayı boyunca, oruçlu olmamız sebebiyle davranışlarımızda ve işlerimizde bir yavaşlama, konuşmalarımızda bir azalma ve özel dikkat göstererek hayatımızı en az enerji kullanarak idame etme gibi eğitimleri de alacağız.

Tabii ki, başkalarının işlerinde çalıştığı için, işyeri sahibinin hukukuna da riayet etmek zorunda olanlarımız için bu bariz bir zorluktur. Onların da ecirlerinin daha fazla olacağını umut ediyoruz.
Kimse bizim oruçlu olmamızdan rahatsız olmamalı elbette ama bizi de oruçlu olduğumuz için kasıtlı olarak kimse rahatsız etmemeli, ezmeye kalkmamalıdır. Sakin olmayı ve kışkırtmalara rağmen sakin kalmayı öğreneceğiz.

Geçmişte insanların; Müslüman ya da gayri müslim fark etmeksizin, Ramazan ayına azami hürmet göstererek, hiç değilse umumi Ramazan havasını bozmadan hayatlarına devam ettikleri günler çok geride kaldı.

Seferi ya da hasta olsa bile Ramazan ayına hürmeten ve sair oruç tutan Müslümanların hakkına riayet ederek, açıkta bir şey yememek ve içmemek erdemli bir davranış şeklidir. Oysa bugün artık alenen Ramazan ayının hürmetini çiğnemeyi marifet gören bir toplumda yaşıyoruz.

Bu da bize, nelerin değişmesi gerektiği hususunda, Ramazan ayında verilen çok değerli bir eğitimdir.
Mukaddes zamanlarımıza, mukaddes ibadetlerimize ve mukaddes sembollerimize hürmet edilen bir toplum inşa etmek; sosyal bir hayat nizamı ve cemaat ile yaşanan bir din olan İslam’ın ibadetlerinin tamamının temelidir.

Bunun bizden başladığını, bizim öncelikle yaptığımız işe özen göstermemiz gerektiğini bilmeliyiz. Namaz kılıyorsak onu ikame etmeli, oruç tutuyorsak elimiz, dilimiz, gönlümüz velhasıl hayatımız onunla tutulmalı, kontrol altına alınmalı ve başıboş bir yanımız, bir işimiz, bir davranışımız kalmayıncaya kadar eğitilmeye devam etmeliyiz.

Ramazan kelimesinin günahları yakıp, yok eden anlamına geldiğini ve bunu yapabilecek olanın da Allah(cc) olduğunu bilelim. Dahası her ne kadar sadece Ramazan demeyi alimlerimizin çoğu caiz görse de; Ramazan’ın Allah(cc)’in isimlerinden bir isim olduğu rivayetlerini de göz önüne alarak azami hürmet ile bu ayı geçirmek, herhalde her Müslüman için en hayırlı davranış biçimidir.

Bu ayda edineceğimiz, günahlardan sakınma ve hayırlar işleme hassasiyetimizin, bütün bir yıl sürmesi arzusu ile başlayacağımız Ramazan ayımızın bereketli geçmesini temenni ediyorum.

29 Nisan 2019

Mukaddesat Boykot Edilemez


İslam’ın gerek ibadet gerekse bu ibadetlerin gerçekleştiği özel mekanları mukaddestir. Özellikle Harameyn olarak bilinen Mekke ve Medine, yeryüzünde biz Müslümanlar için en özel toprak parçasıdır. Allah(cc)’in haremi Mekke ve Rasulü(sas)’in haremi Medine’den sonra ise Kudüs gelir ki, haklarında ziyaret edilmeleri için emir bulunan yeryüzünde başka mescid yoktur.
Bu şehirler ve çevrelerinde mübarek, mukaddes ve haram kılınan topraklar; herhangi bir ulusun, ırkın ya da devletin mülkü, toprağı veya vatanı sayılmazlar. Bunlar tüm Müslümanların ortak değerleridir.
Mekke; Ummu’l Kura olarak, Adem’(as)’dan bu yana iman eden ve kendisine Hac farz olan her müminin ziyaretgahıdır.
Medine; hicretten sonra iman evi olarak müminleri bağrına basan, ensar toprağı olmakla ve Rasulullah(sas) tarafından harem ilan edilmekle, o günden bu yana her Müslüman için, iman yurdu ve Rasulullah(sas)’in hatırası, emaneti ve göz nurudur.
Kudüs; göklerin kapısı, peygamberler yurdu ve mübarek, mukaddes ve muazzez bir şehir olarak her müminin miracının durağı, gönüllerin vatanıdır.
Bu şehirlerin hangi şartlarda ve ne durumda olduklarından bağımsız olarak, biz Müslümanların gönüllerinde yeri hep korunmak zorundadır. Dönem dönem işgal edilen Kudüs’te olduğu gibi, Mekke ya da Medine için de kalplerimiz titrer ve mukaddes beldelerin hürmetine zarar gelmemesi, düşman eli değmemesi için can verilir, can alınır.
Tarih, buna şahittir!
Bundan çok değil sadece 100 yıl önce o beldeleri savunmak için, canlarını ve mallarını feda eden nesiller bizim ecdadımızdır. Bunun ırkla da bir ilgisi yoktur. İman eden ve iman yurdunu savunan her mümin nesil bizim ceddimizdir.
Bugün Harameyn’de hakim görünen Suud hanedanı, pek çok Müslüman için o beldelerin hürmetine gerektiği gibi özen göstermemekte ve hatta mukaddes beldeler, bir kısmımız tarafından tıpkı Kudüs gibi işgal altında görülmektedir.
Siyaseten farklı şeyler düşünebilir ve farklı yerlerde durabiliriz. Fakat söz konusu olan mukaddesatımız olunca bile maalesef aynı tavrı sergilemekte zorlanıyoruz.
Geçmişte bazı alimlerimiz, Kudüs’ün İsrail’den izin/vize alınarak ziyaret edilmesine cevaz vermeyen fetvalar yayınladıkları gibi; bazıları da Suud idaresine destek mahiyetinde olan hac ve umre ziyaretlerini terketme çağrısı yapıyorlar.
Oysa hangi açıdan bakarsak bakalım bu tavır tutarsızlıklar içeriyor.
Öncelikle, kendisi için yeryüzündeki en değerli toprak parçası işgal altındayken, gülen ve her şey yolundaymış gibi yaşamaya devam edenlerin bu iddialarını temelsiz görmek ve kendilerini ciddiyete çağırmak durumundayım.
Muhterem Müslümanlar, eğer Mekke ve Medine dahi işgal altındaysa ve biz seyrediyorsak dünyada varlığımızın ne anlamı var?
Saniyen, Rasulullah(sas) gerek Mekke devrinde orada yaşarken ve gerekse Hudeybiye sonrası yapılan Umretu’l Kaza sırasında, Kabe putlarla dolu ve idaresi tamamen müşrikler elindeyken bile, herhangi bir şekilde Mekke’yi ya da Kabe’yi boykot uygulanmamıştır. Müslümanlar umrelerini yapmış ve Medine’ye dönmüşlerdir.
Mekke, Medine ve Kudüs bizimdir. Bizden alınmış olması oraları terk etmemizi gerektirmez. Aksine zindana düşmüş bir can dostu ziyarete gider gibi, vefa ve hüzünle ziyaret etmek, kamil bir hürriyet ile İslam’ın idaresine geçmeleri için samimi olarak ellerimiz ve dillerimizle dua etmek daha makbul bir davranış olacaktır.
Ancak farz olan haccı eda edenlerimizin ve ömründe bir kere olsun ayrıca umre yapanlarımızın, buraya harcayacakları paraları daha elzem yerlere yönlendirmeleri hususunda verilen fetvalar vardır ve bunlarla amel etmek mümkündür.
Kudüs için ise; ‘gidemeyenlerin kandillerinde yakılmak üzere yağ göndermeleri’ emri bizzat Rasulullah(sas) tarafından verilmiştir. Bugün orada yağla yanan kandillerin olmaması bu emri yok etmez. Oranın aydınlanması, yaşaması, unutulmaması, kurtuluşu ve yüreklerde ızdırabının kalması için ziyaret edilmesi gerekir.
Bu beldeleri ziyaret edenlerin bildiği bir gerçek olarak; Mekke, Medine ve Kudüs ziyaretleri müminlerin hayatlarının miladıdır. Gördükten, yaşadıktan ve hissettikten sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.

05 Nisan 2019

Sema ve raks dinden değildir!



Herhangi bir insan; dünyada bulunma maksadını çözüp, yalnız Allah (cc)’e kul olmakta karar kıldıktan sonra, onu bu yoldan çevirmek için şeytanın kullanabileceği en güçlü silahı, niyetini ifsat etmektir. Zira öylesi bir durumda, doğru yaptığını zannederek farkında olmadan helake uğramak işten bile değildir.

Sahip olunan itikat, pratikte bozuk bir ibadetle birleşince zaman içerisinde o hali kabullenmeye ve nihayetinde bozulmaya mahkum oluyor. Esasen inanç, amel kabına doldurulan bir hayat suyu gibidir; kap pis ve delikse, inancın bozulması ve kabın boşalması sadece zaman meselesidir.

Amel kabını pisleten şeyler, dinin aslında olmayan, sonradan ilave edilerek ve ibadet sayılarak icra edilen birtakım işlerdir. Bunların ibadet olduğuna inanmak ise asıl inanılması gerekenleri çiğnemek olur. Zira iman; inanılması gereken değerlerin mutlaka ve sadece Allah(cc) tarafından tayin edildiğine ve edileceğine inanmakla başlar.

Oysa her akıl ve iman sahibi bilir ve kabullenir ki; din Allah (cc)’indir ve O’ndan başkasının ibadet ihdas etme, ekleme ya da çıkarma yapma hakkı bulunmamaktadır. Peygamberlerine bildirdiği ve onların arkadaşları tarafından uygulanarak diğer insanlara aktarılan şeyler ve şekiller dışında ibadet üretmek, din uydurmaktır.

Bu girişten sonra sema ve raks hakkında söylenecek en net ve kısa sözü söyleyebilirim:
Sema ve raks şeklinde bir ibadet; İslam’da yoktur, olmamıştır ve olamayacaktır!

İlk ortaya çıktığı Hind topraklarında İmam Rabbani tarafından savaşılan bu bidat, ne yazık ki zamanla yayılmış ve hele günümüzde çok sıradan bir ‘ibadet’ şekli olarak kabullenilir hale gelmiştir.
Nereden ve nasıl olduğu meçhul bir şekilde, bir tarikata dahil edilerek ve hatta adına da ibadet değil de ayin denilerek icra edilmesinin, adet haline geldiğinin hiç ama hiçbir önemi yoktur.

Müzik eşliğinde ve bir tür sahne performansı olarak icra edilen sema ayinlerinin, ibadetle bir alakası olmadığını yapanlar da izleyenler de anlamakta zorlanmazlar. Bu işin bir geçim kaynağı olduğu da gayet açıktır. Alkışlanan bir sahne oyunu olarak semanın icra edilmesi, akıl ve izan sahiplerine bir şeyler anlatmaya yeterlidir.

Birçok vesileyle, düğünlerde ya da iftarlarda Müslümanların İslami bir iş gibi sayarak, semazenlerin dönüşünü ve eteklerinin uçuşunu izlemeleri, bu mesleğin yayılmasının sebeplerindendir. Birilerinin geçim kaynağına engel olmak istemem elbette. Dileyen dilediği gibi düğün ya da toplantısında sema ya da raks yaptırabilir, vebali kendisine aittir. Neticede pek çok Müslüman düğünlerde haram işlemeyi normal görebilmekte ve hayırlı iş dedikleri bir hadiseye haram bulaştırmak bir sakınca görmemektedirler, maalesef.

Fıkıh kitaplarımızda sema ve raksın hükmü aynı başlık altında incelenir ve ikisi aynı görülür. Çalınan müzik aletinin ney ya da saz olması, sema ya da raks denilmesi hükmünü değiştirmez. Buna “ilahi aşk” gibi bir söylemle izahat getirilmesi de ibadet olmasına yetmez.

İbadet ve zikrin aslı ve usulü Kur’an ve sünnetle tayin edilmiş, sahabe tarafından uygulanarak bize nakledilmiş belli ve değişmez konulardır.

Bütün dünya bir araya gelse, namazın yerine başka bir Allah (cc)’e yaklaşma yolu ortaya çıkaramaz. Aynı şekilde, bütün insanlar bir araya gelip herhangi bir şeyi ibadet olarak icra etseler, bunun dinde bir değeri olmaz.

İslam, işte tam da bu sebeple Allah (cc)’in kıyamete kadar geçerli kıldığı hak dinidir. Allah (cc)’in dinidir.

İslam’ın bize ulaşan temel ibadetlerinden başka bir şey ile Allah (cc)’e kulluk etmek boş bir iddiadır.
Yeryüzündeki bütün insanlar sema dönse de, sema şeklinde bir ibadet yoktur. Yine bütün insanlar namazı terk etse de, namaz kıyamete kadar geçerli ve meşru ibadettir.

Aklın ve imanın gereği bellidir. Teviller ve uydurmalarla teselli aramak boşunadır.

Hakkında Kur’an ve sünnet temelli, fıkıh kaynaklarında delil bulunmayan işlerden uzak durmak her Müslüman için en güzel, en hayırlı yoldur.

22 Mart 2019

Dengemizi kaybetmeyelim

Biz Müslümanlar nankör değilizdir, zira Rabbine nankörlük etmeyen bir milletiz. Hamd ve şükür bizim en unutulmaz vasfımızdır. Yalnız Rabb’imize değil insanlardan bize iyilik edenlere de teşekkür etmekle emrolunduk.

“İyiliklerinden dolayı insanlara teşekkür etmeyen Allah’a da şükretmez.” (Tirmizi, Ebu Davud)
Batılılardan bize insan gibi yaklaşanları takdir eder hatta severiz. Onlar için hayır dua eder, hidayetlerini dileriz. İyiliklerinden dolayı teşekkür ederiz.

Hiç kimseye milliyeti, dili, dini ya da yaşadığı coğrafya sebebiyle düşmanlık etmeyiz, ölçümüz açık ve nettir:

"… Zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur." (Bakara 193)

İnsanız biz; dostça uzatılan hiç bir eli geri çevirmeyiz ancak tokat atana diğer yanağımızı çevirmek yoktur bizde. Biz adaletle cevap vermenin, dengeli karşılığın doğruluğuna inanırız.

Topyekun iyi ya da topyekun kötü diye ayırmayız insanları, iyilerine iyi kötülerine kötü deriz. Sözün kısası, biz Müslümanlar "vasat" bir ümmetiz.

“Biz sizi böyle vasat bir ümmet yaptık ki, insanlara şahitler olasınız, Rasul(sas) de size şahit olsun” (Bakara 153)

Hayrın, adaletin ve dengeli duruşun merkezi olmak bizim vasfımızdır. Aşırılık ve zulüm bizden uzaktır.

Karşımıza çıkan naif örneklerden dolayı hayale veya rehavete de kapılamayız, tecrübeyle sabit gerçekleri unutmayız.

Batılıların bizimle münasebetlerini, tek bir kişi ya da kuruma göre değil; gerek tarihi tecrübelerle gerekse gelecek tasavvurları ile sabit olan verilere göre değerlendiririz.

Batılı idarecilerin ya da devletlerin halklarımıza ya da topraklarımıza saldırmaları sebebiyle, masum insanlara düşmanlık beslemeyiz. Aynı şekilde içlerinden bazıları insani yaklaşım gösterdi diye batının “iyi ve cici bir medeniyet” olduğunu da zannetmeyiz.

Mescitlerimizin basılıp Müslümanların kurşunlandığı bir beldede, mazlum şehitler hakkında, içinde zerre kadar iman olan her mü’minin gönlünde, nasıl büyük bir merhamet kabardıysa; içinde insanlık fıtratından bozulmamış bir cevher bulunan her insanın da yüreği yanmıştır.

Yeni Zelanda’nın gerek idarecileri gerekse halkının çoğu, bu hüzünlü zamanda, Müslümanların yanında durarak ve acılarını paylaşarak güzel bir insanlık örneği sergilemişlerdir.

Bu gibi güzel örnekler bize, İslam’ın adalet ve hakkaniyet çizgisinin, adil ve vasat ümmet olma emrinin, ne kadar büyük hikmetler barındırdığını da gösterir. Körü körüne herkese ve her şeye düşmanlık gibi bir ahmaklıktan uzak olmamız gerektiğini bir kere daha hatırlatır.

Aynı şekilde, bir güzel örneğe bakarak, yüzümüze gülen ama ardından dünyayı bize dar eden batılıların hepsi hakkında gevşek düşünmek ve zayıf durmak gibi bir gaflete düşmemek zorundayız.

Ütopik hayallere kapılmadan, iyilere iyi kötülere kötü demek, dengeli bir duruş sergilemek bizim için zor değildir. Hatta zor olsa da bir emirdir, mecburiyettir.

Biz, onlar gibi olamayız. Zalim ile mazlumu, suçlu ile suçsuzu, mücrim ile masumu ayırt etmek için temel ölçülerimiz sabittir. Kimliğine, kişiliğine bakmaksızın her adil ve doğru olana destek, her zalim ve yanlış olana köstek olmak vazifemizdir.

Allah(cc), yaşadıkları acılar sebebiyle Müslümanlara merhamet eden, acılarımızı paylaşan ve bizimle birlikte ağlayanlara da hidayet etsin.

04 Mart 2019

Bu kadar uyanıklık bünyeye zarar!


Nazar ve hased gibi tehlikeli duygular taşıyoruz ve farkında olarak ya da olmayarak gözlerimizle birilerini devirebilir ya da kıskançlığımızla başkalarına zarar verebiliriz. Hasedini terbiye edebilenler, bakışlarını güzelleştirenler müstesna…

Her şeye nazar edilir belki ve belki her şey kıskanılır da; kimse kimsenin aklını, görüşünü, zekasını kıskanmaz ve nazar etmez. Çünkü her birimiz en iyisine sahibizdir bu hasletlerin, bizdekinden daha üstünü muhataplarımızda zaten yoktur, nesini kıskanacak nesine kem gözle bakacağız?

Çevremiz uyanıklardan geçilmiyor, bu yüzden!

Bundandır dolandırıcılarımızın başarısı.

Bundandır hırsızlarımızın marifeti.

Bundandır idarecilerimizin iltiması, adam kayırması.

Bundandır düşmanlarımızın bize galebe çalması.

Oysa akıl, zeka ve marifet odur ki; dolandırılmayalım, hele de şeytana hiç!

Soyulmayalım asla; ne aklımızı alsın kimse, ne de malımızı. Hele dinimizi kimse alamasın elimizden. Çocuklarımızı koparamasın kimse bizden ve canımıza dokunamasınlar.

Hangi konum ve sıfatta olursak olalım, adam kayırmayalım, kayrılmak istemeyelim, kayırılanlara izin vermeyelim. Rüşvete tevessül etmeyelim, demeye utanalım…

Düşmanlarımızın bize üstün gelme sebebi, onların gücü bizim zayıflığımızdır. Onların gücü akıllarında ve silahlarında iken, bizim zayıflığımız iman ve adalet duygumuzun, takvamızın eksikliğindendir.

Çok uyanık olsaydık bunları başarırdık. Dünyamızın ve ahiretimizin menfaatini sağlayacak işlerde kimse bize engel olamazdı.

Biz uyanıklığı trafikte bir arabanın sağından önüne geçmek sandık. Bir çocuğa gel sana şeker vereceğim diye kandırıp sevmek sandık. Komşunun ve akrabanın hakkını onlara fark ettirmeden çiğnemek sandık.

İnsanlar bizi birisi zannederken aslında başkası olmayı uyanıklık sandık!

O kadar alışmışız ki gizli ajandalara ve arka planlara; dünyanın bütün deveranını gizli bir düzenin işlemesi sanacak kadar ‘kader-i ilahi’yi unuttuk.

Hep bir komplo çözdük, cümlelerin ardındaki sırları anladık, mimiklerinden insanların kalplerini okuduk, uyanıktık ya!

İdarecilerimiz, bir şekilde kendilerinin seçilmesini temin etmeyi uyanıklık saydı. İlim adamlarımız, başkalarının kitaplarından satırlar kopyalayarak sıfatlar ve makamlar edinmeyi akıllılık saydılar. 

Tüccarlarımız, hep en ucuza almayı ve mutlaka en pahalıya satabilmeyi uyanıklık sanıyor.

Yapacağım diye vaatlerde bulunup, sonra unutmak normal kabul ediliyor.

Ben ilim adamıyım, alimim, hocayım deyip; bunlarla makam ve menfaat elde etmek güzel görülüyor.

Etiketleri artırıp sonra indirim yapar gibi yapmak en yaygın kampanya şekli olarak görülüyor.

Uyanığız ya biz!

Bazı meseleleri henüz çözemedik ama bakarsın onların da bir yolunu buluruz:

Mesela Azrail(as)’dan bir saat erteleme alan olmadı henüz. Toprağa değil taşa da gömülse, bin bir metotla mumyalansa da, hayata geri dönen olamadı henüz.

Başka neleri çözemedik diye konuşabilirdik ama ölüm konusunu çözemedikten sonra bulduğumuz neyin bize bir faydası olur ki?

08 Şubat 2019

Çünkü biz de insanız



Hayat her birimize farklı sıfatlar ve konumlar tayin ediyor, dünyanın kanunu bu; herkes ve her şey birbirine bağlı gibi ama bir o kadar da bağımsız.

Zenginlik ya da fakirlik, güçlülük ya da zayıflık gibi en sıradan tarifler bile karşılığı olmaksızın anlamsız ve değersiz kalıyor. Yani demem o ki; birileri fakir olmasa zenginliğin ne değeri olabilir, ya da birileri zayıf olmasa gücün ne anlamı kalır?

Dostluk ya da ıstılahi anlamda kardeşliğin de değeri ancak yabancıların, nankörlerin ve hainlerin varlığıyla mı anlam kazanır? Yoksa her açıdan zaten değerli ve eşsiz olan bu erdemli münasebetlerin yokluğuna mı üzülüyoruz?

İnsanız, kim ve ne olduğumuzdan çok ama çok önce insan…

İnsanlığın bu saf ve sade, bu dürüst ve samimi, bu hesapsız ve açık, bu rahat ve kolaylıkla ortaya konmasını da yine insanlığın baş tacı Abdullah’ın oğlu Muhammed(sas)’den öğreniyoruz.

Önce, 1,5 yaşında toprağa verdiği oğlu İbrahim’in ardından döktüğü gözyaşlarında görüyoruz. Mezarındaki sivri bir taşı temizletmesinde görüyoruz. Cansız beden bundan etkilenmez hatırlatmasına “ama yaşayanların canını acıtır” demesinde görüyoruz.

Sonra, çok sevdiği amcasının katilini görmek istememesinde görüyoruz. Bütün insanlara, bütün sıkıntılara, insanların türlü incitmelerine katlanışında ama amcasının katilini görmeye dayanamayışında görüyoruz.

İnsanız ve bir gönül kırgınlığı bütün bir ömür yakamızda diken gibi takılı kalabilir.

İnsanız ve bir acı yüreğimizi yakıp, ciğerimizi eritebilir.

İnsanız ve kardeş ya da dost bildiklerimizden gelen darbenin yarası iyileşse de izi geçmeyebilir.

İnsanız ve bize Allah(cc), hakkımızı alma hakkı vermiştir. Hakkımızdan vazgeçmeme yani helal etmeme hakkımız da vardır. İnsan hakları diye evrensel beyannameler dizen insanlığın yerine koyamayacağı bir takım haklar için Allah(cc)’ın karışmadığı bir hesaplaşma vardır.

İnsanız yani yaratılıştan saygı duyulmayı hak ediyoruz. Kullanılmamayı, kandırılmamayı, dolandırılmamayı becermek zorunda değiliz. Aksine bunlardan korunmak zorunda olmadan yaşama hakkına sahibiz.

Kısacası; hırsızın hiç mi suçu yok diye soran Hoca’nın aradığı cevap şu: Hırsız suçludur!

Haklarına riayet etmediklerimiz değil biz suçluyuz.

Dünya hayatı öyle çok uzun bir zaman değil, göz açıp kapayıncaya kadar geçen yıllardan biliyoruz. Ölüm öyle çok uzak değil, her gün çevremizden eksilenlerden biliyoruz.

Hepimiz iyi değiliz, öyle olsaydık toplumumuz da iyi olurdu. İyi olmayan yanlarımızı görmeliyiz. İyiliği yok eden işlerimizi bulmalıyız. Herkes kötü de yalnız ben iyi değilimdir. Her birimiz parça parça iyilikler ve parça parça kötülükler koyarak bu toplumu oluşturuyoruz.

Kendimizden ve dolayısıyla toplumdan kaldıracağımız her kötülük parçası iyilik yolunda atılmış bir adım olacaktır. Kötülüklerin boşluğunu iyiliklerle doldurmak zorundayız. İyilik dünyanın en hızlı çoğalan nesnesidir hem, tüketildikçe çoğalan bir şey iyilik…

İnsanız ve birbirimize insan gibi davranmak yapabileceğimiz en güzel ve en kolay iştir.

29 Ocak 2019

Gülümseyin, melekler çekiyor


Hemen hepimiz en kötü devirlerden birine denk geldiğimizi söylüyoruz. Hatta bize kalsa dünya kurulalı beri daha beteri görülmemiş bir çürüme ve kokuşma ile karşı karşıyayız. Bu konuda fertlerin ve toplumların, dünya ve ahiret saadetlerine dair birtakım endişeleri olan her birimizin de kendi çapında çıkış yolları ve kurtuluş çareleri var.

Okuduğum ve dinlediğim bütün ilahi metinler, -Kur’an ve sünnet başta olmak üzere– insanın yaratılış temellerine yani fıtratına döndüğü ve ona çizilen sınırlara uygun yaşayabildiği ölçüde; ideal, sorunsuz ve belki de kâmil insan olabileceğini anlatır.

Yaratılışımızda var olan ancak sonraları birilerinin yönlendirmesi ve zorlaması ile bozulan şey ahlaktır. Ahlak kelimesinin Türkçe karşılığı da zaten yaratılışına en uygun hareket demektir.

Çocuk masumiyeti dediğimiz şey, bozulmamış fıtrattan ibarettir.

İnsanları öyle ya da böyle umumi ahlaka ve kurallara uygun yaşatabilmek, toplumları bunun dışına çıkıldığında felakete sürükleyen günah ve ifsattan koruyabilmek için, envai çeşit metotlar ve türlü türlü sistemler kurgulayarak, düzeni korumaya çalışan akıl; dönüp dolaşıp, çıkmazlardan vazgeçip, yaratılışındaki aslına ancak Yaratan’ın tayin ettiği yol ve metotla ulaşabileceğini anlamak zorundadır.

Baksanıza; dünyanın gelmiş geçmiş en gelişmiş güvenlik sistemlerinin, en etkin güvenlik güçlerinin, en iyi etkileşim araçlarının, en kaliteli kameralarının ve her türden en üst seviye tedbirin günümüzün insanını suç işlemekten alıkoyamadığı aşikardır.

Aynı şekilde; uygulanan ceza sistemlerinin, ömür boyu hapislerin hatta linçlerin bile azgın insanları yola getiremediği ortadadır.

Yine fıtrat gereği; zalim ve ahlaksız, fasık ve edepsiz insanların aramızdan asla bitmeyeceğini, kıyamete kadar bunun da insanlık imtihanımızın bir yanı olduğu gerçeğini unutmadan, olası en geçerli çareyi konuşalım.

Fertlerin gönüllerine, iman temelli ve ahiret hesabını önceleyen bir şuur yerleştirmek, toplumu ve tabi olduğu yasaları da buna göre düzenlemek yegâne çözüm yoludur.

Bir insan; hayatının her anında, mutlak olarak onu gören ve kuşatan ilahi kudreti hissettiğinde ve meleklerin her hareketini yeryüzünün tüm teknolojilerinden daha üstün bir sistemle çekmekte olduğunu idrak ettiğinde, fıtratına dönmek için yeterli sebebe sahiptir.

Bundan sonra artık ona “gülümse, melekler çekiyor” dediğimizde; sözlerinin ve fiillerinin başka bir hesap sorucuya ihtiyaç duymaksızın hesabını yapacak, kendine yani fıtratına dönecektir.

Aynı şekilde, kendisi aleyhine yapılan her işin ve söylenen her sözün de bu sistemle kayıt altına alındığını ve faturanın mutlaka ama mutlaka, hem de en ufak bir adaletsizlik olmaksızın karşısına çıkacağını bilmek, alacak ve vereceklerin ‘bir hurma lifi’ kadar bile sapma olmaksızın sahiplerine ulaşacağından emin olmaktan daha büyük bir kontrol mekanizması olmadığı gibi, teselli de yoktur.

Hiçbir şey gizlenemeyecek ancak Allah’ın örttüklerinden başka!

Hiçbir hak unutulamayacak ancak sahibinin helal ettiklerinden başka!

Öyleyse başımızı kaldırıp meleklere bir gülümseyelim, çekiyorlar, güzel çıkarız belki…

08 Ocak 2019

Yalan helak sebebidir


İnsanız, pek çok eksiğimiz hatamız var, olacaktır da. Mükemmel olan sadece yaratılışımız, ondan sonrası bize kaldığı için, pozitif ya da negatif gelişmeye açığız.

Melek değiliz, şeytan da olamayız. Ancak meleklerden ve şeytanlardan bazı hasletler alabilir, bunları temsil etmekle kalmaz, yayabiliriz.

Bunların neler olduğunu veya olabileceğini az-çok herkes bilir. Bilmek yetmez bazılarımıza, bir de çevremize aktarırız.

İyi ve hayırlı hasletler kadar sıradanlaşan ve neredeyse günümüz insanının artık kötülükten saymadığı, oysa belki de kötülüklerin temeli olan bir hastalıktır, yalan.

İnsan fıtratının kabulde yani normal görmekte en çok zorlanacağı ama zamanla benimsenip sıradanlaşan ve neredeyse onsuz işimiz kalmayan bir zehir. Bedene zehir verildiğinde kaybolan hisler gibi; yalan da ruhun fıtri, temiz ve güzel hasletlerini ortadan kaldıran bir beladır.

Herhangi bir yalanı “korkunç” bir rahatlıkla söyleyen ve savunabilen insanlar beni dehşete düşürüyor. Sebep olacakları felaketi onlar da tahmin edemiyorlardır; oysa yalan dinin ve dünyanın helak sebebidir.

Yolunda giden işleri bozan, iyi yürüyen beraberlikleri dağıtan, muhabbetleri boğan, dostlukları bitiren bir felakettir. Toplumları ifsad eden, halkları düşman eden, kardeşlikleri düşmanlığa dönüştüren, iyilikleri yok eden ve iyileri kötüleştiren, fitneleri büyüten bir ateştir.

Yandığı yere aydınlık değil helak getiren bir ateştir, yalan.

Dini bozan, amelleri iptal eden, takvayı eriten, imanı çürüten ve dünya ile yetinmeyip ahireti de berbat eden bir günahtır, yalan.

En küçüğünün, en küçüğümüze bile söylenmesi veballere ve devamında bozukluklara sebep olandır, yalan. Çocukların temiz ruhlarını kirleten en büyük pisliktir. Büyüklerin rahmete ve mağfirete muhtaç ruhlarını isyana ve günaha yönelten bir çirkeftir.

Kafir, gerçeği örten yalancının adıdır.

Mü’min doğru söylediğinden emin olunan insanın adı!

Bir gün Rasulullah (s.a.v)’e,

– Mümin korkak olabilir mi, diye sordular.

– Evet olabilir, diye cevap verdi.

– Mümin cimri olabilir mi, diye sordular.

– Evet olabilir, diye cevap verdi.

– Mümin yalancı olabilir mi, diye sordular. Bu defa;

– Hayır, mümin yalancı olamaz, buyurdu. (Muvatta)

23 Aralık 2018

Kul kalmak yetmiyor mu?


Düşünce özgürlüğü ve ifade hürriyeti batılı bir puttu, üstüne doğulu kıyafet giydirip İslam hakkında kullanmaya kalkanlar ne yaptıklarını bilmiyorlarsa yazık, biliyorlarsa çok daha yazık!

Batılılar konu İslam olunca o putu çoktan yediler, bizimkilere ne oluyor anlamıyorum.

Allah'ın sınırlarını tanımayan bir düşünce özgürlüğünün nereye varacağını bilmek istemiyor olabilirler ama bizzat sınırlar ve kurallarla ilgili düşünmenin sonunda varılan nokta, akla tapınma ve mukaddesatı reddetmek oldu, oluyor.

Çok kafası çalışan ve çok iyi düşünebilen biri varsa otursun, Allah'ın arşının altında bir sinek kanadı kadar kalan uzayın sonuna bilgi olarak, tez olarak değil his olarak ulaşmayı düşünsün; delirmeden Allah'ın kudretine teslim olmak ya da aklından vazgeçmek durumunda kalır.

Acziyet ve kulluk gerçeğini içinizi sindirmeden bu din kalbinizi tatmin etmez!

Kuluz biz kul, yani Türkçesi köle!

Neyin havasındasınız?

Hangi özgürlük yaraşır bir köleye?

Özgür olmak isteyen nasıl kul kalır?

Bırakın kaçmaya çalışmayı, teslim olun kulluğa ve amel edin, kafi..

Ha şimdi düşünce özgürlüğünü kabul etmeyen bir yobaz mı oldum?

Hayır, kabul ediyorum!

Mesela oturun şehrimizin trafik sorunlarını nasıl çözeriz diye düşünün, harika bir özgürlük alanı.
Yeşili korumak ve gelecek nesillere daha sağlıklı bir çevre bırakmak için neler yapmalıyız, düşünün bol bol ve anlatın herkese.

Özgürsünüz.

İnsanlara faydalı teknolojiler, sağlıkla ilgili gelişmeler üretin düşünerek.

Yeryüzünün kibirli ve zalim devletlerinin sömürgelerine nasıl engel oluruz diye bol bol düşünün, özgürsünüz, özgürüz, özgürler!

İnsanların sorunlarını düşünmek ve çözüm aramak düşünce özgürlüğü olarak neyimize yetmiyor?

Neden Allah(cc)’in dinini kurcalamak, değiştirmek ve saptırmak için uğraşalım?

Nedir bize şeytanın gösterdiği, sağ ya da soldan yaklaşarak burnumuza uzattığı dünyalık kazanç?

Nedir elimize geçecek olan? İnsanların saygısı mı? Müslümanların hürmeti mi?

Ne olabildi tarih boyunca bu dini, fikirleri ve yaptıkları ile tahrif etmeye çalışanlar?

Ne olacak?

Ne olabilir?

Mekke yolunu yeniden mi keşfedeceğiz?

Medine yeterince nurlu değil mi de bizim süper düşüncelerimizle daha bir nurlanacak?

Beğenmediğimiz nedir?

Farzlar mı? Sünnetler mi?

Kitap mı sünnet mi ağır geliyor?

Yaşamak bize ağır geliyor diye aslını inkar edip, yok etmeye çalışmak nedir?

Allah(cc)’den hidayetimizi artırmasını dileyelim. Kalplerimizi iman ile tatmin etmesini ve bize İslam ile amel etmeyi kolaylaştırmasını isteyelim. O isteyene verir. Vereceğini vadetmiştir.

12 Aralık 2018

Hikmet detaylarda saklıdır



Her şeyi herkes bilemez, her konuda herkes bilgi sahibi de olamaz. Her birimizin bakışı, görüşü farklıdır. İnsanız nihayetinde ve bir sürü eksiğimiz, yetersizliklerimiz vardır, olacaktır, olmalıdır.
Büyük resimleri gören, her konuda uzman ve söz sahibi olmak iddiasında olanlarımıza çoğu zaman güler geçeriz.

Manada hikmeti bulmak asıl büyük resimdir aslında…

Bunu görebilmek için de küçük gördüğümüz, değersiz bulduğumuz bazı veriler, özel birer işaret olabilirler. Yani illa da büyük resimleri görmemiz gerekmiyor, küçük detaylarla da bir çok hadiseyi idrak etmemiz ya da bir kişi veya konu hakkında doğru kanaat sahibi olmamız mümkün olabilir.

İnsan tanımak çoğumuzun en yanıldığı konuların başında gelir. Her şey yolunda ve muhabbetimiz güllük gülistanlık iken yere göğe sığdıramadığımız birinin, sonra bir başka yüzüyle karşılaşıp büyük şoklar yaşayabiliriz.

Oysa sebepler üstüne kurulu bir dünyada, sebeplerin oluşturduğu bir kaderle yaşıyoruz.

Yağmur yağmadan önce bulutlar görünmüştür ama biz aldırmayıp yanımıza şemsiye almadıysak ıslanmamız mukadderdir ve yağmur masumdur! Gerçi, Allah(cc)’in bir kevni ayeti olarak kar, yağmur gibi hadiseler suç ya da günahla izafe edilemeyecek hadiselerdir ama maksat misal olsun.

Daha yakın bir örnek verecek olursak; bir insanın merhamet duygusunun varlığı hakkında bize ipucu verecek pek çok şey vardır. Mesela size çok iyi davranan birini, sebepsiz yere karınca öldürürken görürseniz bilin ki onda merhamet yoktur ve bir gün kendisini sizin karşınızda karıncaya oranla güçlü hissettiği an, sizi de ezebilme potansiyeline sahiptir.

Zayıf bir kediye tekme atmak kahramanlık değildir, değil mi? Asıl kahramanlık, dev bir aslan üstüne yürürken geri adım atmamak, sebat ve sabırla durup mücadele etmektir.

Trafikte galeyana gelip, başkalarının haklarını gasp eden birinin, bir gün şartlar değiştiğinde sizin hakkınızı da gasp edeceğini bekleyebilirsiniz.

Merhamet bir insanda ya vardır ya da yoktur. Varsa herkes ve her şey için vardır ve yoksa herkes ve her şey için yoktur. Var gibi davranmasına aldanmamak gerekir.

Kendisine Allah(cc) ve O’nun hakkı hatırlatıldığında durmayan, durdurulamayan, Allah(cc)’in yasağına rağmen sahtekarlık, zulüm, yalan ve fitneye devam edenin; Allah(cc) ve ahiret inancından, dindarlığından şüphe etmek için, illa da cami duvarına bevl etmesini beklememek gerekir.

Hayat, küçük şeyler üstüne bina edilir. Baksanıza bir nefeste can çıkmaktadır.

Din, küçük şeylerle başlar, yaşanır ya da biter. Bir kelime ile iman edilip, yine bir kelime ile iman kaybedilmektedir.

Küçük detayların hikmetini kaçırmak bize çok büyük pahalara mal olabilmektedir.

Bırakınız birileri büyük resimler çizsin, biz küçük detaylara dikkat ederek yaşayalım.

Yoldan insanlara eziyet veren bir taşı kaldırmanın iman alameti sayıldığı Nebevi bir anlayışın ümmeti olalım:

İman, yetmiş küsur şubeye ayrılır. En üst derecesi ‘La ilahe illallah’ sözüdür. En alt derecesi ise yolda insanlara eziyet veren şeyleri kaldırıp atmaktır. Haya da imandan bir şubedir. (Müslim)

08 Aralık 2018

Vahdet ama kimle ve nasıl?


Kısaca ‘Müslümanların birliği’ olarak tarif edebileceğimiz vahdet tabiri herhalde siyasi ihtilafların çıktığı ilk asırdan bu yana en çok dillendirilen hedef olmuştur. Ve fakat herhalde en çok ızdırap çekme sebeplerimizden de biridir.

Farklı coğrafyalarda farklı isimler altında bir beylik yahut devlet kuran her güç ve iktidar sahibi sair Müslümanların kendisine bağlanması gerektiğini düşünmüş, iddia etmiş hatta bu uğurda savaşmıştır. İktidar kavgalarının en büyükleri haliyle devletler arasında çıkmış ve bazen çok uzun yıllarımıza ve canlarımıza mal olmuştur.

Temelde hiçbir farklılıkları olmayan ama yalnızca kendi hakimiyetlerini güçlendirmek isteyen emirlerin hayalleri güç ve zaman kaybımızın maalesef ana sebeplerinden biri olmuştur.

Yine tarihi bir gerçeklik olarak; Müslümanlar arasında sağlanan, -tamamını kapsamasa bile- kahir ekseriyetinin dahil olduğu bir vahdetin sağlanması durumunda, dünyaya ve insanlığa adalet ve medeniyet getiren, güçlü ve büyük idareler kurmuşuzdur.

Geçmişin orduları ve şehirleri idare eden emir sahiplerinin savaşlarını anlamak için günümüze bakmak yeterlidir. Yakın tarihimizde işgal edilen Afganistan tecrübesi, Suriye savaşı ve benzeri coğrafyalarda düşmanlara değil kendimize; nefislerimize ve dünyalık heveslerimize yenildik.

Yine bugünlerde sıkça rastladığımız, gerek akidevi gerekse ameli sapmaların temelleri de tarihidir ve çoğunlukla siyasidir. Kendi iktidarlarını destekletmek maksadıyla siyasiler, görüşlerden bazılarını benimseyip hâkim kılmış ve idaresi altındakileri o görüşler etrafında toplayarak saltanatlarını sürdürmüşler.

Benzer yolları takip eden günümüz sulta sevdalıları, bu sebeple olsa gerek; önce Ehli Sünnet akidesini hedef alıyorlar. Direkt olarak saldıramadıkları için dolaylı olarak belamları eliyle önce akide kabuğumuzu kırmaya çalışıyorlar.

“Size anlatılan din uydurma, gerçek din bu değil” başlığı ile girişilen bu şeytani kampanya, sahabeden başlayarak salih önderlerimizi küçültme, değersizleştirme faaliyetleri ile devam ediyor. Teorik olarak sünnete ve kaynağı hadise saldırırken, bir yandan da Kur’an-ı kendi hedeflerine uygun şekilde tefsir etmeye çalışıyorlar.

Kur’an, onların keyiflerine yetmeyince, onun da eksik olduğunu iddia etmekten geri kalmıyorlar.

Gelenek diye aşağıladıkları aslında İslam’ın yüzyıllar boyu devam edegelen temel kaynaklarına dayanan ve Müslümanların pratik hayatlarına sinmiş olarak aktarılan birçok hakikati reddetmeyi marifet olarak sunuyorlar.

Ezan’ı eksik göstermeleri yetmiyor, sahabeye küfür ve hakareti sıradanlaştırıyorlar.

Sünnet bilincini yok etmek için; “peygamberin de annesi yoktu, bu da sünnet, hadi annenizi öldürün” diyebilecek kadar akıl ve mantıktan yoksun bu edepsiz ve kalitesiz kampanya Sünniliği yok etmeyi hedeflediği için en son noktada bir Şiilik daveti geliyor. Henüz o aşamaya gelmeyenlere takiye yapılarak avutulmaları sağlanıyor.

Bunları konuşanlar ve yazanlar ise mezhepçilik yapmakla suçlanarak diskalifiye edilmeye çalışıyor. Vahdet masalları söyleyenlerle gerçekten Müslümanların vahdetini amaçlayanlar arasında süren bu anlamsız ama maalesef taraftarı bol tartışmaların sonu gelmeyecektir. Mezhepçiliğin en alasını yapan ve kendi fitnelerini örtebilmek için başkalarını suçlayan bu uyanık “vahdetçiler”,aslında birilerinin siyasi emellerine hizmet ettiklerini düşünmeden propaganda yapmaya devam ediyorlar.

Ehli Sünnet akidesinden koparılan, kendi ülkesinden nefret eden ve her ortam ve şartta suçluyu kendi içinde arayan ama asla ve kat’a, asıl fitne merkezlerine laf edemeyen, çok güzel bir anti-emperyalizm sömürücüsü ve hatta en büyük Abd düşmanı geçinen ama aslında makbul dost gören bir Müslüman kitle oluşturmak istiyorlar.

Tarih boyunca emperyalist müstekbirlerle savaşmamış, bir şekilde onlarla anlaşarak hep Müslümanların aleyhine dolaplar çevirmiş, bütün gayesi kendi sultasını kurup, geçmişte Müslümanlar tarafından tarihe gömülen müşrik ve zalim devletlerini canlandırmak olan bu karanlık yapılarla kurulabilecek herhangi bir vahdetin olmadığını her akıl sahibi idrak edecektir.

Tarihi tersine çevirmek veya Fırat’ı tersine akıtmak isteyenler buyursunlar bu boş hayal uğruna kendilerini heba etsinler. Biz biliyoruz ki; onların orijinal fikir, harika tespit sandığı o saçmalıklar, tarih boyunca ne kadar bid’atçı sapkın kişi ve grup varsa onlar tarafından dile getirilmiş, saldırı aracı olarak kullanılmış ve hak ettikleri cevapları da almışlar, tarihimizin çöplüğünde yeterince var onlardan!

14 Kasım 2018

Provoke Oluyoruz


İnsan, his sahibi bir yaratıktır.

Üzülmek, acımak, kızmak yahut sevmek, saymak, özlemek…

Tepki veririz biz ve bu bizi insan yapan belki de en değerli özelliktir.

Ruhsuz, tepkisiz, sessiz kalmak bizim için kişilik sorunudur! Hayattan kopmak, benliğini yitirmek, kendini kaybetmektir.

Kızılacak şeylere kızmak ve sevilecek şeyleri sevmek ise normal bir insandan beklenecek, belki de en sıradan hislerdir.

İnandığımız şeylerin aksini gördüğümüzde; güzelliklerin saldırıya uğradığını ya da çirkinliklerin ortalığa döküldüğüne rastladığımızda bizim için birkaç yol vardır:

Elimizle o durumu düzeltmek
Dilimizle düzeltilmesi için uyarmak
Kalbimizde duyduğumuz rahatsızlıkla oradan ayrılmak.
Elle düzeltme işi devletlere aittir, dille uyarmak ise ehline yani âlimlere kalır. Bize düşen ise sessiz sedasız bir boynu bükük olarak orayı terk etmektir.

Arada aramızdan birileri, dayanamaz patlar ve ne düzeltmek, ne de engellemek maksadı olmaksızın, sadece içinden kopup gelen öfke ve dayanılmaz bir hisle karşı çıkar bazı şeylere; bağırır, üstüne yürür bazı şeylerin, dizlerini döver bazımız…

Marufun; iyi ve güzel olan her şeyin insanlığa aktarılması bir Müslüman için dünyada yapılacak en değerli iştir. Münkerin; kötü ve çirkin olan her şeyin terk edilmesi için çalışmak, anlatmak ve belki de feryat etmekte öyle.

İyiliği tavsiye edemeyen ve kötülükleri reddedip, terk edilmelerini söyleyemeyen birinin insanlar içinde yapacak pek bir işi kalmamıştır.

Bir ağacın dibinde oturup, yapraklarını ve kabuklarını kemirerek ölümü beklemek!

Evet, bu da bir yoldur; Ebu Zer(ra)’in “rebeze”sine giden bir yol…

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...