Batı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Batı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
19 Mart 2019
'Batı'nın dostluğu
İbn-i Haldun’un meşhur tespitidir, coğrafyanın kader olduğu; kaderin tecelli ve cilvelerinin coğrafyadan bağımsız olmadığı ve dahası coğrafyada bulunmanın da kaderden olduğu, yaşananların da yaşanacakların da coğrafyadan bağımsız olmadığı…
İşte öylesine bir coğrafyadayız; iki arada bir derede, bir derin vadide, sarp yamaçlar kenarında, derin uçurumlar dibinde. Kervanların yolları üstünde, kısa süreli konaklamaların ve uzun süreli ikametlerin uğrak noktasında. Eşkiyaların pusu için en uygun olarak seçtiği, geçilmeden olmayan ama geçilemeyen yarların yurdunda, konulmadan geçilemeyen güzellikler coğrafyasındayız.
Tarihin ana sahnesinde, perdenin tam ortasında, senaryonun baş rolünde, seyretmenin en zor yerinde, müdahil olmanın ağır yükünde ve tam da bir kadim kader tiyatrosunun tozlarının uçuştuğu seansta, rolü olanların oynamamak, seyircilerin oynamak istediği bir bölümde, perdenin hiç kapanmadığı bir coğrafyadayız.
Doğu ile batı arasında bir yerde, serçe ile karga yürüyüşünün en zor ayırt edildiği engebeli yollarda, uçmayı bilenlerle kaçmayı bilenlerin kapıştığı bir hengamede, dost ile düşmanın karıştığı bir muammada, yolların ve kaderlerin kesiştiği ama kederlerin kesişmediği bir devirde, sınırların elle çizildiği ama gönüllerin sınır tanımadığı gerçeğinde, asılların yittiği ama nesillerin aslını bulamadığı zamanlarda, yerin ayaklar altından kaydığı bir coğrafyadayız.
Batının dost olmadığı ama doğunun da dostluğundan emin olunamadığı, dostların uzak tutulup düşmanların yakınlaştırıldığı, dostun dost kalmayıp düşmanların da dost olmadığı, kafaların karışıp gönüllerin buruştuğu bir demde, şehit kabirlerinin üstlerinde kıyamet alameti türünden şehirlerin kurulduğu bir coğrafyadayız.
Geliştirmemiz, sinemize yerleştirmemiz ve nesillerimize aktarmamız gereken bilinç; batının devlet aklının ve yetiştirdiği nesillerin kültürel kodlarının bize “dost” olmadığı, hayatı ve dünyayı bu gerçekle okuma zorunluluğu, buna göre ve buna rağmen yaşama mecburiyetidir.
Batı dediğimiz şeyin, kendini İslam’a ve ona mensup olanlara düşmanlıkla var eden ve varlığını bizim topraklarımızı sömürerek, nesillerimizin kanlarını içerek devam ettiren, sömürgeci ve zalim ama çoğunlukla batıl bir Hristiyanlık anlayışı formatında ortaya çıkan ve çalışan, bazen de bizzat ‘haçlı’ ruhu ile hareket eden bir batılı vicdansız ve ruhsuz, vahşi fikri ve eylemi kast ettiğimi özellikle belirtmem gerekiyor.
Merak etmeyin, ‘haçlı’ dediğimizde kimi ve neyi kast ettiğimizi, “mü’minlere sevgi ile bakan Hristiyanlar” da anlayacaklardır. Tarihin hiçte unutulmayan bir yerinde ‘haçlı’ sürülerinin talanına uğrayan Hristiyan az değildir.
Doğunun bizden olduğundan emin olamadığımızı, sırtımızı dayadıklarımızdan gözümüzü alamadığımızı, elimizde kalan sonsuz ve sınırsız cephane olarak iyilik ve adalet erdemini asla bırakamayacağımızı benliğimize, senliğimize, bizliğimize kazımamız gerektiği gerçeğini, gün ışığı gibi yanımızdan ayırmama, gece karanlığında gözlerimizle değil gönüllerimizle görme yetisi kazanma mahkumiyetimizi unutmama zaruretidir.
Dostluğun ve düşmanlığın, vefanın ve hıyanetin, insanlığın ve hayvanlığın, adaletin ve zulmün neresinde ve hangi formunda olursa olsun fıtrattan nasibi olanın ibadetlerin, ibadethanelerin ve ezanın mukaddesiyetine hürmet etmekten başka bir seçeneği olmadığını unutturmamak mecburiyetindeyiz.
Dünya kurulalı beri, fıtratı bozulmamış tüm insanlar ve fıtrat dini İslam’a mensup olan her mü’min için; mabetler yani havralar, kiliseler ve camiler masundur, korunmuştur, dokunulmazdır.
Bizim kendimiz ve bütün insanlığa va’dimiz çok net ve kısadır:
İnsanların canı, malı, nesli, aklı ve dini emin olmalıdır.
Sınırlarımız bunlardır ve bunların aşılmasına izin vermeyiz, veremeyiz. Verirsek biteriz. Biz kalmayız, biz olamayız…
20 Aralık 2018
Kaşıkçı Efekti
Bizler yani gündemi sıkı sıkıya takip eden, hemen her konuda
bir fikri olan, çağımız bilgili ve bilgiye aç insanları, artık bir şeyi çok iyi
öğrendik; hiçbir olay göründüğü gibi değildir, hele de uluslararası ilişkiler
ve siyasi faaliyetler söz konusu ise hiç değildir.
Arkalarda bir yerlerde gözle görülmeyen, kulakla duyulmayan
bir başka hesap görülüyor ya da götürülüyordur veya hasırların altından su
değil muhtelif akarsular geçiyordur.
Bir adım ötesinde, olayda adı geçen küresel emperyalist
devletlerden biri olunca, daha bir kulak kabartıp; acaba arkasında neler var,
kimlere yine demokrasi götürecek ya da hangi milletin kanını, canını, yer
altını ve yer üstünü sömürecekler diye beklemeye başlıyoruz.
Haksız da değiliz! Bütün bu beklentiler su-i zan değil yani,
tecrübe ile sabit acı gerçekler…
Önce işgal ediyorlar, can yakıp, malları gasp ediyorlar, şerefleri
yerlere atıp, insanları hayattan, bebeleri annelerinden, anneleri ciğerparelerinden
koparıyorlar.
Sonra, ya işleri bitiyor ya hesapları değişiyor ve ne
oluyorsa çekiliyorlar. Arkalarında yanmış ve yıkılmış bir ülke, hayalleri
çalınmış, hayatları karartılmış nesiller bırakıyorlar.
Kara ve kuru topraklar kalıyor geçtikleri yerlerde!
Arada da yer değiştiriyorlar; tıpkı merasını değiştiren
vahşi hayvan sürüleri gibi. Hayır, hayvanlara hakaret olmasın şimdi! Onlar
sadece doyuncaya kadar yer, bunlar gelecek nesillerinin nesillerine yetecek kadar
yeme peşindeler ve doymuyorlar.
Nihayetinde ne olduysa oldu ve Kaşıkçı cinayetinden sonra,
pervasız zalimlerin ve vicdansız katillerin büyük bir açığı yakalandı ki;
adımları titrek atmaya, kelimelere yuvarlak konuşmaya başladılar. Kibirlerine
katran döküldü. Simsiyah korkunç heykeller oldular.
Başkanları da kralları da boynu bükük kaldılar!
Ekonomik hamlelerini durdurdular. Neredeyse her cephede geri
adım atmak zorunda kaldılar.
Tabii ki her şeyi açıklamaya bir tek olay yeterli değil,
hele de karşımızda şeytanın yeryüzündeki en sadık askerleri dururken!
Tarih “Kaşıkçı Efekti” diye bir şeyler yazacak ve gelecek
nesiller tıpkı bizim ‘bir prens öldü diye dünya savaşı mı çıkar’ deyişimiz
gibi, ‘bir gazeteci öldürüldü diye Amerika geri adım mı atar’ diyecekler.
Tabii ki bu tek olay her şeyi açıklamıyor ama denklemin
bilinen sayısı gibi değerli, elimizdeki en net verilerden biri.
Yarınların ne getireceğini ve yukarıda da bahsettiğim gibi,
bu doyumsuz vahşi sürülerin ne yemek istediğini tahmin etmek kolay değil.
Temennim odur ki; onların boşalttıkları alanları, adalet ve
merhametle idare edecek ve mazlum halkların yaralarına merhem olacak adımlar
atacak birileri doldursun.
Bu toprakların insanları çok acı çekti ve artık biraz sükûnet
istiyor. Patlamalardan ve mermi seslerinden; çocukların konuşmayı, büyüklerin
gülmeyi unuttuğu bir bölge için daha ne istenebilir ki?
Yarın daha güzel haberler alabilme umudumuzu hiç kaybetmeyelim!
20 Ocak 2018
Batı ile yüzleşmek
Dünya kurulalı beri Allah’ın takdir ve izniyle güneş doğudan doğar ve batıdan batar. Bu bize sıradan gelen binlerce kâinat kanunu gibi tekrarlanıp duran ve çoğu zaman farkında bile olmadığımız, üzerinde düşünmediğimiz bir olaydır. Kıyameti tarif eden en malum ve meşhur rivayetlere göre güneş batıdan doğduğunda artık geri dönüşü olmayan yıkım ve yok oluş başlamış olacaktır. Doğu hayatın devamını batı ise bitişini temsil eder.
Çağımızın yarı romantik, biraz uysal ve oldukça itaatkâr insan tiplemesi olarak bizler, güneşin doğuşundan çok batışındaki kırmızılığı bilir, onu izler, ona şiirler yazarız.
Şüphesiz olaylar ve zamanlar dünyanın varlığının hikmetlerine hizmet eden ilahi ayetlerdir…
Dünyevi birtakım olayların gelişimiyle ilgili kullandığımız batı kadar aklımıza yerleşmiş bir başka batı algısı daha vardır ve bu batı dendiğinde ilk aklımıza gelendir. Öyle ya başlıktaki batı kelimesi sanırım hiç birinize güneşin batışını ya da yönlerden batıyı hatırlatmadı, aksine yeryüzünde gelişmişlik ve üstünlüğün günümüzdeki sahipleri olan, dünyanın coğrafi olarak batısında yer alan ama aslen batıl bir varoluşun temsili olan batı, yani batı ülkeleri, yani emperyalizmin önde gelen temsilcileri diye devam eden bir tanımın vücut bulmuş hali olarak batı.
İşte o batıda, her şey sandığımız ya da sanmamızı istedikleri kadar yolunda gitmiyor ve oralar güllük gülistanlık yerler değil.
O batıdan bir örnek olarak, uzun yıllar yaşamam sebebiyle ve halen bağlarım olduğundan takip ettiğim Hollanda ile ilgili bazı bilgileri paylaşarak devam edeyim. Hollanda denilince, geçen yıl yaşanan politik kriz sonrası yeni yeni ısıtılan Türkiye-Hollanda ilişkilerini de hemen hepimiz medyadan duyuyoruz.
İşte bu küçük ve aynı zamanda soğuk ve çok yağışlı ülkede son günlerin en popüler tartışma konusu, atalarının günahlarıyla yüzleşme çabaları oldu. Ülkenin neredeyse her yerinde heykelleri bulunan ve yeni nesillere sahip olunan medeniyet ve kalkınmanın temellerini atanlar olarak tanıtılan, bir bakıma modern Hollanda’nın kurucuları sayılan ulusal kahramanlar tartışılıyor. Caddelerde ve okullarda isimlerine rastlanabilen bu kahramanlar(!) ne yazık ki sanıldığı kadar düzgün ve örnek insanlar değillermiş meğer!
Bir tür korsanlar olarak dünyanın farklı coğrafyalarına seyahatler yapan, gittikleri ülkeleri sömürge haline getiren ve dahası oralardan Avrupa ve hatta Amerika kıtasına köleler taşıyarak ticaret yoluyla zenginleşen ve bunu ülkelerine getiren, aslında zalim ve vicdansız birer katil olma ihtimalleri olan insanları kahraman bilmek gerçekten acınası bir durum.
Bu gerçekle yüzleşmek sanıldığı kadar kolay değil elbette, zaten duygusal olarak bağları azalan ve ulus olma özelliklerini neredeyse kaybeden Avrupa halkları için birleştirici ve belki de gurur kaynağı sayılan bu geçmişin kurduğu ve halen devam eden kraliyetlerle idare edilmeleri işin en zor yanlarından biridir.
Doğuya sultanlara başkaldırmayı ve onları yıkmayı öğreten hatta emreden batının krallarla yönetiliyor olması keyfi değil bilakis ihtiyaçtandır. İnsanlar semboller ve ideallerle yaşarlar, toplumlar da öyle…
Doğunun zenginliklerini sömürerek inşa edilen bir kalkınmışlığın, belki de altında yatan hesabı sorulmamış ve verilmemiş zulümlerin, dökülen kanların ve akıtılan gözyaşlarının depremiyle sarsılması yakındır. Modern batı insanı bunu kendine bile itiraf etmeye cesaret edemeyecek gibi görünse de tarih ve zaman hesapları ortaya dökecektir.
Derken (Karun) ihtişam içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını arzulayanlar:'Keşke Karun’a verilen servet kadar bize de verilseydi, doğrusu o çok talihli' dediler.
Kendilerine ilim verilenler ise şöyle dediler: 'Yazık size! Allah'ın sevabı iman edip salih amel işleyen için daha hayırlıdır. Ona ise ancak sabredenler kavuşturulur.'
Nihayet onu da, sarayını da yerin dibine geçirdik. Artık Allah'a karşı kendisine yardım edecek avanesi olmadığı gibi, o, kendini savunup kurtarabilecek kimselerden de değildi. (Kasas 79-81)
Çağımızın yarı romantik, biraz uysal ve oldukça itaatkâr insan tiplemesi olarak bizler, güneşin doğuşundan çok batışındaki kırmızılığı bilir, onu izler, ona şiirler yazarız.
Şüphesiz olaylar ve zamanlar dünyanın varlığının hikmetlerine hizmet eden ilahi ayetlerdir…
Dünyevi birtakım olayların gelişimiyle ilgili kullandığımız batı kadar aklımıza yerleşmiş bir başka batı algısı daha vardır ve bu batı dendiğinde ilk aklımıza gelendir. Öyle ya başlıktaki batı kelimesi sanırım hiç birinize güneşin batışını ya da yönlerden batıyı hatırlatmadı, aksine yeryüzünde gelişmişlik ve üstünlüğün günümüzdeki sahipleri olan, dünyanın coğrafi olarak batısında yer alan ama aslen batıl bir varoluşun temsili olan batı, yani batı ülkeleri, yani emperyalizmin önde gelen temsilcileri diye devam eden bir tanımın vücut bulmuş hali olarak batı.
İşte o batıda, her şey sandığımız ya da sanmamızı istedikleri kadar yolunda gitmiyor ve oralar güllük gülistanlık yerler değil.
O batıdan bir örnek olarak, uzun yıllar yaşamam sebebiyle ve halen bağlarım olduğundan takip ettiğim Hollanda ile ilgili bazı bilgileri paylaşarak devam edeyim. Hollanda denilince, geçen yıl yaşanan politik kriz sonrası yeni yeni ısıtılan Türkiye-Hollanda ilişkilerini de hemen hepimiz medyadan duyuyoruz.
İşte bu küçük ve aynı zamanda soğuk ve çok yağışlı ülkede son günlerin en popüler tartışma konusu, atalarının günahlarıyla yüzleşme çabaları oldu. Ülkenin neredeyse her yerinde heykelleri bulunan ve yeni nesillere sahip olunan medeniyet ve kalkınmanın temellerini atanlar olarak tanıtılan, bir bakıma modern Hollanda’nın kurucuları sayılan ulusal kahramanlar tartışılıyor. Caddelerde ve okullarda isimlerine rastlanabilen bu kahramanlar(!) ne yazık ki sanıldığı kadar düzgün ve örnek insanlar değillermiş meğer!
Bir tür korsanlar olarak dünyanın farklı coğrafyalarına seyahatler yapan, gittikleri ülkeleri sömürge haline getiren ve dahası oralardan Avrupa ve hatta Amerika kıtasına köleler taşıyarak ticaret yoluyla zenginleşen ve bunu ülkelerine getiren, aslında zalim ve vicdansız birer katil olma ihtimalleri olan insanları kahraman bilmek gerçekten acınası bir durum.
Bu gerçekle yüzleşmek sanıldığı kadar kolay değil elbette, zaten duygusal olarak bağları azalan ve ulus olma özelliklerini neredeyse kaybeden Avrupa halkları için birleştirici ve belki de gurur kaynağı sayılan bu geçmişin kurduğu ve halen devam eden kraliyetlerle idare edilmeleri işin en zor yanlarından biridir.
Doğuya sultanlara başkaldırmayı ve onları yıkmayı öğreten hatta emreden batının krallarla yönetiliyor olması keyfi değil bilakis ihtiyaçtandır. İnsanlar semboller ve ideallerle yaşarlar, toplumlar da öyle…
Doğunun zenginliklerini sömürerek inşa edilen bir kalkınmışlığın, belki de altında yatan hesabı sorulmamış ve verilmemiş zulümlerin, dökülen kanların ve akıtılan gözyaşlarının depremiyle sarsılması yakındır. Modern batı insanı bunu kendine bile itiraf etmeye cesaret edemeyecek gibi görünse de tarih ve zaman hesapları ortaya dökecektir.
Derken (Karun) ihtişam içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını arzulayanlar:'Keşke Karun’a verilen servet kadar bize de verilseydi, doğrusu o çok talihli' dediler.
Kendilerine ilim verilenler ise şöyle dediler: 'Yazık size! Allah'ın sevabı iman edip salih amel işleyen için daha hayırlıdır. Ona ise ancak sabredenler kavuşturulur.'
Nihayet onu da, sarayını da yerin dibine geçirdik. Artık Allah'a karşı kendisine yardım edecek avanesi olmadığı gibi, o, kendini savunup kurtarabilecek kimselerden de değildi. (Kasas 79-81)
09 Ocak 2018
Allahu Ekber – Abd kim?
İnsan fırtatı gereği illa bir otoriteye kulluk etmeye meyyal yaratılmış ya, birkere asıl makamı kaybetmeye görsün, yerine akla gelmeyecek şeyleri koymaktan geri durmaz. Güneşe tapanlardan tutun ateşe secde edenlere kadar her türlüsü vardır. Bir insana tapınmak ise çokça karşımıza çıksa da en yaygın şekliyle ‘kişinin kendi hevasını ilah edinmesi’ herhalde en korkunç putperestliktir.
Kendine tapınıp, heva ve heveslerini ilah edinince, yaptığı ve yapacağı her melanete bir izahat bulmak mükün olur, zira insan nefsi kendini temize çıkarmaya bir bahane bulmakta çok mahirdir.
Ancak ne yazık ki yeryüzünde en güçlü kendisi olmadığından hayatının bir noktasında, -belki de geç noktasında- bir başkasına kulluk etmesi gerektiği gerçeğiyle yüzleşir. Bu bir başkasını doğru olarak bulmakta her kula nasip olmaz malumunuz; bazıları kendi gibi bir insana, bazımız da dünyanın başka bir metaına boyun eğer gideriz.
Fıtratındaki zayıflıklara yenilen ve bundan dolayı Allah’tan başkasını ilah edinenlerin insani bakımdan bir izahları olabilir. Mesela bir ilim adamı makam ve para için bir yöneticiye boyun eğebilir. Bunun daha ağır ve can acıtıcı olanı ise, bu zilleti islam’ın ve İslam milletinin düşmanlarına karşı kabullenmektir.
Şeytanın en usta olduğu konu bizi saptırmak olunca, en tehlikeli yaklaşma tarafı da en zayıf, en korumasız yanımız olan sağımız olur. Şeytan sağdan yaklaşıp yapılanları ve yaşananları gönlümüzde bulunan iman ve izzetin yanına bir tevil veya kaçamakla sıkıştırıp çekilir kenara!
Aslında şeytan, komplo teorisyenlerinin de piridir!
Dünyada en çok kabul gören komplolar şeytanın hazırladıklarıdır.
Şeytanın en büyük komplosu, küfür ve şirk yoluna insanları ikna etmektir. İkna edemediklerini ise iman elbisesi giydirdiği, sağdan yavaşça yaklaşan ılık hikayelerle uyutmaktır.
Müslümanlar, Aziz ve Kadir olan bir Allah’a iman ederler.
Müslümanlar, Vahid ve Kahhar olan bir Allah’a iman ederler.
Müslümanlar, bütün esma ve sıfatlarıyla eşsiz ve ortaksız bir Allah’a iman ederler.
Müslümanlar, tuzak kuranların en hayırlısı olan bir Allah’a iman ederler.
Müslümanlar, Ekber olan bir Allah’a iman ederler.
Her şeye kadir olan, her şeyden mukayesesiz büyük ve üstün olan bir Allah yani...
Kendisinden daha büyük bir güç ve kuvvet bulunmayan bir Allah yani...
Her tuzağın bozucusu, her zalimin hesap sorucusu, her planlayanın da plancısı olan Allah!
Abd’den de, siyonizmden de büyük olan Allah!
Bir şeyin olmasını dilediğinde ‘ol’ demesi yeten Allah!
Şeytanın herhalde günümüzde en sık kullandığı sağ silahı; ‘bu işin arkasında Abd vardır ya da siiyonizm vardır, zaten onlar olmasa, onlar istemese bunlar olmazdı’ gibi akla, imana ve dünyanın da ahiretinde kanununa aykırı bir deliksiz demirdir.
Bu şeytani varlıklar ve devletler elbette batılın ve küfrün en güçlü temsilcileri oldukları gibi, yeryüzünde kaynayan fitne kazanlarının başında dans eden en kaliteli rakkaseleridirler. Şerleri aşikar olmakla meşhur ve bundan memnun, bu şeytani ve tağuti varlıklar yeryüzünün tartışmasız lanet okunması gerekenler sıralamasında ilk makamın sahibidirler. Büyükleri ve küçükleri ile hem de...
Abd’ye ‘büyük şeytan’ diye bağıranların kendi ‘küçük şeytan’lıklarını perdelemeye çalıştıklarını görmemiz hem dünya hem ahiret menfaatimiz için şarttır. Şeytanın büyüğüyle küçüğüyle ama her türlüsüyle savaşmak imanın en belirgin alametidir.
Allah, iman edenleri şeytanın her türlüsünün şerrinden emin eylesin!
Kendine tapınıp, heva ve heveslerini ilah edinince, yaptığı ve yapacağı her melanete bir izahat bulmak mükün olur, zira insan nefsi kendini temize çıkarmaya bir bahane bulmakta çok mahirdir.
Ancak ne yazık ki yeryüzünde en güçlü kendisi olmadığından hayatının bir noktasında, -belki de geç noktasında- bir başkasına kulluk etmesi gerektiği gerçeğiyle yüzleşir. Bu bir başkasını doğru olarak bulmakta her kula nasip olmaz malumunuz; bazıları kendi gibi bir insana, bazımız da dünyanın başka bir metaına boyun eğer gideriz.
Fıtratındaki zayıflıklara yenilen ve bundan dolayı Allah’tan başkasını ilah edinenlerin insani bakımdan bir izahları olabilir. Mesela bir ilim adamı makam ve para için bir yöneticiye boyun eğebilir. Bunun daha ağır ve can acıtıcı olanı ise, bu zilleti islam’ın ve İslam milletinin düşmanlarına karşı kabullenmektir.
Şeytanın en usta olduğu konu bizi saptırmak olunca, en tehlikeli yaklaşma tarafı da en zayıf, en korumasız yanımız olan sağımız olur. Şeytan sağdan yaklaşıp yapılanları ve yaşananları gönlümüzde bulunan iman ve izzetin yanına bir tevil veya kaçamakla sıkıştırıp çekilir kenara!
Aslında şeytan, komplo teorisyenlerinin de piridir!
Dünyada en çok kabul gören komplolar şeytanın hazırladıklarıdır.
Şeytanın en büyük komplosu, küfür ve şirk yoluna insanları ikna etmektir. İkna edemediklerini ise iman elbisesi giydirdiği, sağdan yavaşça yaklaşan ılık hikayelerle uyutmaktır.
Müslümanlar, Aziz ve Kadir olan bir Allah’a iman ederler.
Müslümanlar, Vahid ve Kahhar olan bir Allah’a iman ederler.
Müslümanlar, bütün esma ve sıfatlarıyla eşsiz ve ortaksız bir Allah’a iman ederler.
Müslümanlar, tuzak kuranların en hayırlısı olan bir Allah’a iman ederler.
Müslümanlar, Ekber olan bir Allah’a iman ederler.
Her şeye kadir olan, her şeyden mukayesesiz büyük ve üstün olan bir Allah yani...
Kendisinden daha büyük bir güç ve kuvvet bulunmayan bir Allah yani...
Her tuzağın bozucusu, her zalimin hesap sorucusu, her planlayanın da plancısı olan Allah!
Abd’den de, siyonizmden de büyük olan Allah!
Bir şeyin olmasını dilediğinde ‘ol’ demesi yeten Allah!
Şeytanın herhalde günümüzde en sık kullandığı sağ silahı; ‘bu işin arkasında Abd vardır ya da siiyonizm vardır, zaten onlar olmasa, onlar istemese bunlar olmazdı’ gibi akla, imana ve dünyanın da ahiretinde kanununa aykırı bir deliksiz demirdir.
Bu şeytani varlıklar ve devletler elbette batılın ve küfrün en güçlü temsilcileri oldukları gibi, yeryüzünde kaynayan fitne kazanlarının başında dans eden en kaliteli rakkaseleridirler. Şerleri aşikar olmakla meşhur ve bundan memnun, bu şeytani ve tağuti varlıklar yeryüzünün tartışmasız lanet okunması gerekenler sıralamasında ilk makamın sahibidirler. Büyükleri ve küçükleri ile hem de...
Abd’ye ‘büyük şeytan’ diye bağıranların kendi ‘küçük şeytan’lıklarını perdelemeye çalıştıklarını görmemiz hem dünya hem ahiret menfaatimiz için şarttır. Şeytanın büyüğüyle küçüğüyle ama her türlüsüyle savaşmak imanın en belirgin alametidir.
Allah, iman edenleri şeytanın her türlüsünün şerrinden emin eylesin!
14 Nisan 2017
İslami siyaset veya İslami hareket
Müslümanlar
olarak vahyin direk düzeltmeleriyle eğitilen birinci nesilden itibaren
ihtilaflarımızın devam ettiği bariz bir gerçektir. Birileri hatalar yapmıştır
ve yeni nesiller de mutlaka yapacaktır. Biz günahsız veya hatasız bir ümmet
veya toplum hayal etmiyoruz dahası bunun imkansız olduğunu da kesin olarak
biliyoruz.
Eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah sizi helak
eder ve yerinize, günah işleyip, peşinden tevbe eden kullar yaratırdı. (Müslim)
İnsanlar arasındaki
en yaygın ihtilaf, insanların idaresi ve ülkelerin zenginliklerinin
sahiplenilmesi gibi konularda çıkmıştır. İslam’ın müslümanlardan istediği ise
yeryüzünde adaletin ikame edilmesi ve Allah’ın dini ile insanlar arasında engel
olarak bulunan kişi, kurum yahut devletlerin aradan çıkartılmasıdır ki buna
islam ıstılahında cihad denilir. Engeller ortadan kadırıldıktan sonra insanlar
İslam’ın davetine muhatap olur ve kendi tercihleriyle kabul yahut reddederler.
İslam ümmetinin
tarih boyunca ayrılık ve savaşlarına baktığımızda genel manzara, fikir veyahut
meşrep hususlarında birbirleriyle anlaşamasalar bile sözkonusu İslam coğrafyası
ve halkı olduğunda, müslümanların maslahat ve menfaatlerini temin için biraraya
geldiklerini görebiliyoruz. Zaten bu birliği gerçekleştirdiğimiz devirlerde hem
biz hem de dünya huzur ve güvene kavuşmuş, bizim dağıldığımız dönemlerde ise
hem ümmet hem de dünya halkları ifsad ile helak olup gitmişlerdir.
Büyük bir iddia
gibi görünen bu son cümlelerin şahidi hem uzak tarih hem de neredeyse günü
gününe bildiğimiz yakın tarihtir. Sadece son 100 yılda İslam’ın izzet ve
aadaletini temsil eden bir otoriteden mahrum kalan yeryüzünde, gerek özelde
İslam coğrafyasında gerekse genelde tüm dünyada yaşanan katliam ve soykırımlar
bu büyük gerçeği anlatıyor.
Biz neyi
kaybettiysek onu yine kendimizde bulmak zorundayız. Bu sebeple her bir ferdimiz
kendini ve en küçüğünden en büyüğüne her bir cemaat, meşrep, tarikat yahut
mezhepte kendini, duruşunu ve mensuplarını sigaya çekmek durumundadır.
İhtilaflarımız
olacaktır; kavgalar edilecek, tartışma ve ayrışmalar yaşanacaktır. Allah’ın her
birimiz ve her bir toplumumuz için tayin ettiği imtihan ve belalarla
karşılaşacak ve sabırla ahiret yolculuğumuza devam edeceğiz.
Bizi bir arada
tutacak yegane bağ, umumi olarak hepimizin salah ve menfaatine olan şeyde
birleşmemizdir. Bunu alimlerimiz siyaset olarak tarif ederler. Bu konuda
herhalde en net izahlardan birini Osmanlı’nın son devir alimlerinden, Hanefi
fıkhının güzide fakihi, İslam’ın ve ilmin parlak ışığı İbni Abidin(ra) yapar:
Siyaset; halkı, dünya ve ahirette kurtulacakları
yola irşad etmek, onların salah ve menfaatlerine çalışmaktır.
İşte tam da
burada eklemek istediğim, hakkında pek çok söz söylenen İslami hareket
mefhumunun aslında bu siyaset tarifinden ibaret olduğu yahut olması
gerektiğidir. Yani ortada İslam hareket, cemaat, tarikat ve meşrep namına ne
kadar farklı metod veya yol var olursa olsun, nihayetinde tamamı bu çizgiye
uymak zorundadır.
İslam adına
hareket eden, konuşan veya yürüyen herkesin, ümmetin dünya ve ahiret
kurtuluşuna vesile olmak, kurtuluş ve faydaları için çalışmak zorunluluğu
vardır. Aksi halde kendini İslam’a, İslami harekete izafe edemez, etse de
bizden kabul görmemesi gerekir.
İslami siyaset
veya hareketin dünya ve ahiret temelli iki ayrı menfaat ve kurtuluş hedeflemesi
asla gözardı edilemeyecek bir özelliğidir. Sözkonusu İslam ümmeti olunca
dünyada da ahirette de kurtuluş ve menfaatlerinin gerçekleşmesi her müslümanın
ana hedefidir. Ne dünyada bir ümmetin helakına göz yumulabilir ne de ahirette
bir tek ferdin helakı hoş görülebilir.
Allah’ın bizi
tayin ettiği vazife; dünyada imar ve ıslah, ahirette ise felahtır, yani
kurtuluş...
Biz her ne kadar
gözardı etsekte dünyaya Allah’ın çizdiği nizam böyle yürüyor. Gayri müslimler
yahut müstekbir zalimler bize baktıklarında bu kıstasla bakıyorlar. Çok garip
ve ilginç değil midir, bir gecede binlerce mazlumu vahşi şekilde katlederek
iktidarı ele geçiren, zalim bir diktatör olan
Mısır’ın Sisi’sinin batıda bağırlara basılması! Ve yine çok garip değil
midir, kendilerinin tayin ettiği demokratik metodlarla iktidara gelen
Türkiye’nin Erdoğan’ı veya Mısır’ın Mursi’sinin hatta Filistin’in Heniyye’sinin
asla makbul lider görülememesi... Daha da ileri gidilerek bunların
diktatörlükle yaftalanmaya çalışılması size de komik gelmiyor mu?
İşte tam da bu
noktada batının olaya bakışındaki berraklık bizim de zihinlerimizi açacaktır.
Kim batıya ve batıla hizmet ediyorsa, yönetim şeklinin, mezhebinin, meşrebinin
dahası halkına reva gördüğü zulümlerin hiçbir mahzuru ve önemi yoktur. Kim de
islam’ın ve müslümanların salah ve menfaatlerine dair bir iş tutuyorsa veya
öyle bir ihtimal varsa meğer ki kendi çizdikleri yoldan gelmiş olsun asla kabul
görmeyecek ve tabiri caizse şeytanlaştırılıp taşlanacaktır.
Bu noktada sözü
uzatmadan bize getirelim; halk ve alimler olarak biz müslümanların ihtilaf veya
kişisel/cemaatsel menfaatlerimiz eğer bizim için umum ümmetin salah ve
menfaatinden değerli ise biz bu ümmete ve islami harekete/siyasete mensup
değiliz demektir.
Mensup olduğumuz
yapılar ve peşinden gittiğimiz şahıslar, bizi dünya ve ahirette kurtuluş ve
menfaatimize olacak bir yola iletiyor ve bunu tüm ümmet için istiyor,
hedefliyor ve bu uğurda gayret ediyorlarsa doğru yerdeyiz demektir.
Bu yazılanları
çok söz söylenmesi gereken bir konuya giriş kabul edelim.
16 Mart 2017
Avrupa Rüyasının Sonu
Yüzyıllık bir
uykunun sonundayız, uyanınca rüyalar da bitecek fakat uyanmamak için
direniyoruz. Biraz okula gitmek istemediği ama mecbur olduğu için zorla
uyandırılan, ödevlerini bitirmemiş, uykusunu alamamış, mahmur gözlerini açmamak
için direnen, mızmız ve haylaz bir talebe gibiyiz. Gözlerimizi tam olarak
açtığımızda bize uykuyu sevdiren o güzel rüyanın da sona ereceğini bal gibi
biliyoruz.
Uyumak, dünyaya
yenilmektir; batıya teslim olmak, kontrolünü kaybetmek, sorumluluklardan kaçmak
ve en önemlisi rüyalarla avunmaktır. Sadık olmayan ve gerçekleşme ihtimali de
bulunmayan rüyalar...
Uyumak; Avrupa
Birliği’ne, Birleşmiş Milletler’e ve Nato’ya inanmaktır.
Uyumak; tek dişi
kalmış bir canavara aşık olmaktır.
Uyumak; batılı ve
batıl rüyalar görmektir.
Uyumak; insan
olmanın ve kul olmanın gereklerini yerine getirmemektir.
Uyumak; zulme
gözünü kapatmak, mazlumları duymamak, coğrafyamızda patlayan bombaları ninni
olarak algılamaktır.
Uyumak; bilinçsiz
hareketler yapmak, anlaşılmaz sözler mırıldanmak ve sağa mı sola mı döndüğünden
bile haberdar olmamaktır.
Şimdi tıpkı
Amerikan rüyasından uyandırılmamız gibi bir kere daha uyandırılıyoruz. Amerikan
rüyasından uyanmak, işgaller ve ardından verdiğimiz milyonlarca cana, yıkılan
ülkelerimize, yok edilen nesillerimize ve yağmalanan zenginliklerimize mal
oldu.
Aklı selim sahibi
olanlarımız, bu rüyaları hiç görmeyenlerimiz için sorun yok, onlar zaten
uyanıktılar ve hala uyanıklar. Ama halklarımızın büyük çoğunluğunun batının
süslenmiş vahşi cazibesine kapıldığı gerçeğini gözardı edemeyiz.
Uyumakta ısrar
etmenin faydası yok, zira bu döşek batılının ve onlar artık ayaklarımızdan
çekiştirerek hatta gerekirse sürüyerek bizi uyandıracaklar ki bundan dolayı
belki de gelecek nesillerimiz çokça Allah’a hamdedecekler, kimbilir...
Batının geldiği
noktayı sadece idarecilerinin politik hevesleri ya da geçici birtakım
gelişmeler zannetmek vahim bir hata olur. Avrupalı halklar zannettiğimiz kadar
gelişmiş ya da medeni değillerdir. Çok uzun zaman aralarında yaşadıktan sonra
söyleyebileceğim şey şudur ki, eğer devletlerinin onlara vereceği cezalardan
korkmasalar hiç bir kurala ya da ahlaki norma uymazlar. Avrupa, uzun yıllar
mezhep savaşlarıyla sarsılmış ve dinden biraz da kiliselerin sömürü ve
tecavüzleri sebebiyle tiksinmiş bir kitledir. Büyük çoğunluğu için tek değer
yargısı paradır. Örneğin bir Hollandalı işçi için en önemli gerçek haftasonu
evine bir kasa bira ile gidip gidemeyeceğidir. O bira kasası için çalışır, oy
verir ya da vermez ama o kasa varsa sorun yoktur.
Akademik
çevreleri tekdüze bir çizgide yalpalamadan ilerlemeyi marifet sayarlar. Yıllar
önce Polonya’dan İngiltere’ye kadar bir geniş çerçevede ‘faizsiz ekonomi’
modelini tartışırlarken hasbelkader İslam’ın yeryüzünde tek faizsiz sistem
emreden ekonomik model olması hasebiyle bu ‘fikri’ temsilen bir dizi programa
katılmıştım. Hemen hepsi İslam’ın modelinin ideal olduğunda birleşmiş ama bunu
yüksek sesle dillendirmeye cesaret bile edememişlerdi.
Avrupalı
politikacılar lider değillerdir; bizim anladığımız manada bir liderlik herhalde
Hitler’le birlikte son bulmuştur. Dün hiç adını duymadığınız biri, yarın bir
ülkeyi yönetir, iyi de becerir mesela, ama bir bakmışsınız bir başkası onun
yerini almış gidenin esamesi okunmuyor. Bunu en basit anlatan şey ise yürüyen
bir sistemlerinin olmasıdır. Tren gibi sabit bir hat üstünde ilerleyen, arada
sadece dur-kalk yapması gereken bir yolculuktadır Avrupa politikası, bu yüzden
de kimin ön koltukta oturduğu çok önemli değildir.
Tabii ki onlarda
da arada sorunlar çıkmıyor değil. Yine Hollanda’da 2002 yılı seçimleri
arifesinde yaşananlar bunun güzel bir örneği idi. Aşırı sağcı, monarşi ve
Avrupa Birliği karşıtı bir politikacı olan Pim Fortuyn seçimlere mutlak
galibiyet ihtimaliyle giriyordu. Tüm anketlere göre 9 gün sonra ülkenin kaderi
değişecek hatta AB’nin temeline dinamit konulacaktı. Tam o gün yani seçimlere 9
gün kala, Pim Fortuyn devlet radyosundaki röportajından çıktı ve henüz
bahçedeyken bir Hollandalı tarafından vurularak öldürüldü. Katil komşularının
anlattığına göre çok iyiliksever, sempatik ve kimseye zararı olmayan kendi
halinde bir adamdı. Şimdilerse cezası bitti ve özgür hatta. Ama Pim yok edildi
ve ülke hatta AB kurtarıldı.
Son seçimlerde
yine o günlerdekine benzer bir manzara vardı ama aynı senaryoyu uygulamak
uygunsuz olacağından yeni bir malzeme bulundu. Türkiye ile kriz sağ seçmenin
gönlünü okşamak için bulunmaz bir fırsattı. Bakanlara yapılan muameleler ve
üstüne Fas asıllı belediye başkanının seçimlerden bir kaç gün önce, bakan Kaya’nın
etrafındaki 12 korumanın ne tür silahlar taşıdıklarını bilmediklerinden,
ellerini bellerine atmaları durumunda tamamının öldürülmesi izninin/talimatının
verildiğini açıklaması çok ‘yerinde’ bir hamleydi. Çevresindeki 12 koruma
öldürülürken bakanın ne olacağını sorgulamaya gerek yoktu. Uluslararası hukuk
dediğiniz nedir ki? Adamlar 9 gün sonra ülkeye başbakan olacak birini
temizlemişken hemde!
Neyse ki ucuz
atlatıldı ve kimse ölmedi o gece.
Artık bu Avrupa’nın
bize uyanın diye salladığı son tekmeden sonra hala ve ısrarla bir Avrupalı
değerlere inanarak uyumaya devam etmek isteyenlere iyi uykular dilemekten başka
elden gelen birşey yok.
Biraz akıl ve
biraz hamiyyet duygusu sahibi herkes ülkesine ve bu topraklara nasıl bir yön
verilmesi gerektiğini idrak edecektir.
Kalkmak düşmeden
önceki haline geri dönmektir, uyanmak sadece gözlerini açmak değil yatağından
fırlamaktır.
11 Mart 2017
Bir Batı Masalı: Demokrasi
Akvaryum
balıklarına denizi anlatmak zordur ya da nehirleri; batının demokrasi ya da
insan hakları dediği şeylerin ne kadar sığ ve ne kadar kendi menfaat ve
düzenlerine dayalı birer maske olduğunu, batı usulü demokrasinin aslında bir
masal olduğunu ve sadece dünya halklarını uyutmak için dillendirildiğini
anlatmak daha da zordur. Ne ki Allah(cc), insanoğluna rahmetiyle muamele edince
idrak etmek isteyenler için her konuda apaçık ayetleri gözler önüne seriyor.
Geçtiğimiz çeyrek
asır boyunca özellikle İslam coğrafyasında batı usulü demokrasinin nelere mal
olduğu ve ne anlam ifade ettiği bir çok hadise ile defaatle zihinlerimizde
yankılandı. Demokrasi artık bizim topraklarımızda bir tür işgal metodu olarak
yerini aldı. Kabul etmek istemeyenler ya da batılıların bile artık inanmadığı
bu masalla uyumaya devam etmek isteyenler için güncellenen hadiseler kafalara
vura vura bu gerçeği anlatmaya devam ediyor.
Kendi özelimizde
baktığımızda henüz batı demokrasisini bir Afgan ya da Iraklı kadar idrak
etmemiş olmamız normaldir. Onlar artık hakka’l yakin derecesinde biliyorlar bu
demokrasi denen şeyi, biz ise henüz idrak edemediğimizden olsa gerek hala masal
dinlemek istiyoruz, illa bir askeri işgal ya da katliamla bunu öğrenmek zorunda
kalmamak için artık zihin lüksümüzü bozmamız gerekiyor.
Muhatap olduğumuz
devrimlere ve darbelere rağmen hala demokrasiden medet umma noktasında olmamız
pek anlaşılır bir durum olmasa da her konuda bir tevilimiz olduğundan maceramız
devam ediyor.
Demokrasi sadece
bizim toplumlarımızda değil aslında bizim olduğumuz her yerde bazı sıkıntılara
yol açıyor. Ya da sistem bizim bulunduğumuz bünyelerde çaışmıyor, ne hikmetse!
Basit bir kaç
örnekle anlatmaya çalışayım:
Mesela Avrupa’nın
herhangi bir yerinde bir müslümana saldırmak normal bir davranış şekli iken bir
yahudiye saldırmak teröristliktir. Biraz daha özelleştirelim; bir imamın bir
cami kürsüsünden cemaatine gayri ahlaki sapkınlıkları yeren bir konuşma
yapması, suç kabul edilerek sürgünle cezalandırılabilirken; aynı caminin
yıkılması ve içindeki müslümanların sürgün edilmesi gerektiğini savunan bir
politikacı ya da herhangi bir vatandaş derhal fikir özgürlüğü kapsamında
korunmaya alınabilir.
Cami yakmak ve
imam dövmek gibi eylemler, Avrupa demokratik standartlarına göre temel insan
haklarından ve ifade özgürlüğünün en önemli göstergelerinden biridir. Bir
Avrupalı komşusu ve üstelik kendi ülkesinin de vatandaşı olsa da bir müslümana
saldıramıyor, dövemiyor daha da vahimi hakaret edip deşarj olamıyorsa demokrasi
ve insan hakları büyük yara almış oluyor!
Tabii ki
devletler bazında dünyanın değişik yerlerinde geçmişte ve günümüzde mevcut
imkanlarının elverdiği her türden silah ve imha metodlarını kullanarak
insanlığı kendilerine boyun eğdirmenin savaşını veren bu ülkelerin
vatandaşlarına bu kadarcık bir özgürlüğü(!) sağlayamamasının nasıl bir vehamet
olduğunu ancak batının demokrasi havarileri anlayabilirler.
Uluslararası
ilişkiler ya da anlaşmalar bakımından ise durum tam da demokrasi masalının
senaryosuna göre düzenlemekte ve uygulanmaktadır. Başka Birleşmiş Milletler
olmak üzere batılıların önderlik ve tehakkümündeki tüm kuruluşlarda temel amaç
batı menfaatlerini korumak olunca dünyanın geri kalanının, özellikle de onlar
için tehlikelerin en korkuncu olan müslümanların temel hakları ve ödevleri
batıya ve menfaatlerine hizmet etmek olarak algılanıyor ve bunun dışına çıkmak
gayet doğal olarak insan haklarına ve fikir özgürlüğüne de muhalefet olarak
görülüyor.
Buna da en güzel
örneği yine son haftalarda Avrupa’da Türkiye gibi ‘dost ve müttefik’ bir
ülkenin bakanlarına uygulanan ambargolarla görmüş olduk. Olay o kadar komik
boyutlara taşındı ki, standart bir Nato müttefiği ülke bakanına uygulanan
protokol terkedilmekle kalınmadı en son Hollanda’da alınan bir kararla vip
misafir muamelesi bile yapılmaması, koruma ve eskort polislerin verilmemesine
kadar vardı iş. Dahası bakanının program yapacağı elçilik binasına müdahale
etmeleri mümkün olmadığından daha da bayağılaşarak elçilik kaldırımlarında
insanların beklemelerini, korna çalmalarını ve bayrak sallamalarını yasakladılar.
Geçmiş yıllarda
yine AB ve monarşi karşıtı Hollandalı bir aykırı siyasetçi Pim Fortuyn’ın
devlet radyosu bahçesinde kendi halinde bir Hollandalı tarafından vurularak
öldürülmesi hatırlandığında Avrupa derin devletlerinin kırmızı çizgileri
görülecektir. Bugün benzer bir eylemi tekrar etmeleri beklenmeyeceğinden
Türkiye onlar için bir tür can simidi oldu ve kullandılar. Çarşamba günü
yapılacak seçimlere kadar daha ne tür bir çılgınlık yapabilirler tahmin bile edemiyorum.
Gerçi iktidar partisi son saçmalıklarından sonra oylarını belirgin düzeyde
artırdı ve birinci parti konumuna yükseldi bile...
Kendi iç
kamuoylarına seçimler sebebiyle mesaj vermek gibi özel bir amacı da olsa,
yapılanlar batılıların gerektiğinde anlaşma ya da ilişkileri nasıl menfaatleri
uğruna rafa kaldırabileceklerine gayet orjinal bir örnek oldu. Umarım bizim
hariciyemiz ve diğer politika tayin edenlerimiz de bu ikiyüzlülüğü ve demokrasi
masalını duyuyor ve görüyorlardır.
Batı, kendince
doğru ve güzel gördüğü herşeyi, yalnız ve sadece kendi ülke ve halkı için uygun
ve layık görüyor. Bu basit gerçeği artık gizlemeye bile ihtiyaç duymuyorlarsa
bu günümüz insanlığına Allah(cc)’in bir rahmetidir. Batılıların ve batılın
gözlerimizin önüne açıkça çıkarılmasından büyük nimet mi gerek? Hakikate
ulaşmak için daha güzel bir işaret mi lazım?
‘Birbirinizi çekememezlik gibi kötü huylara
kapılmayınız. Öfke ve hıncınızı birbirinizden çıkarmaya kalkmayınız.
Birbirinizin ayıplarını araştırmayınız. Başkalarının konuştuklarına kulak
kesilmeyiniz… Ey Allah’ın kulları, kardeş olunuz!’ (Müslim)
31 Ocak 2017
Batının asıl derdi
Biraz genelleyici
bir ifade ile batı derken kastım, Rusya dahil Avrupa ve Amerika kıtalarında
hükmeden ve oralardan kaynaklanarak dünyanın geri kalanını idare etme ve
sömürme anlayışını teml edinmiş, bir tür beyaz adam emperyalizmidir. Avustralya’nın
bir İngiliz kolonisi olduğunu ifade etmek kafidir.
Ne garip bir
tevafuktur ki, dünyanın yerüstü ve yeraltı zenginlikleri bunların yaşadıkları
yerlerin dışında kalmış ve bu onların aç vahşi sürüler gibi orta dünyaya
saldırmalarına sebep olmuştur. Evet orta dünya; zira çepeçevre sarılmış
coğrafyadan bahsediyoruz ve adına kısaca doğu diyoruz.
Hayatı sadece bu
dünyadan ibaret bilen batı için temel hedef elbette bu hayatı daha müreffeh ve
huzur içinde yaşamak oldu. Bu maksada ulaşmak için onlarda olmayanlara göz
diktiler ve eşkiyalıkla, zulümle bunları elde etmekten çekinmediler.
Avrupalıların ataları korsanlıkla geçinmeyi marifet bilirken, Amerikalılar’ın
ataları da işte bu eşkiya Avrupalılar idi. Amerika Birleşik Devletleri bir
korsan devletidir. İşgal ettikleri kıtanın yerlilerini soykırımdan geçirip
oraya yerleşen Avrupalı korsanların insan kanı ve eti üzerine bina ettikleri bir
işgalci korsan devlet!
Onlar sahip
olduklarını işgal ve zulümle elde ettiler. Katliamlarla korudular ve
sahiplendiler. Nesilden nesile genetik bir hastalık gibi aktarılan bu mantık
hala devam ediyor. Afrika ya da Asya’nın garip ülkelerinde hep batılı işgalciler
ya da piyonları arz-ı endam ediyor. Sömürüyor, kanımızı emiyor ama doymuyorlar.
Hep daha fazlasını istiyor, hep daha çok öldürüyorlar.
Tam da bu noktada
son 200 yıldır batının bu sınır tanımaz ve kanunsuz-kuralsız emperyalizmi
karşısında ciddi olarak direnen ve tam da onların hedeflerindeki coğrafyalarda
yaşanan İslam duruyor. Daha öncelerde Endülüs’te kurdukları medeniyetle
Avrupalılar’ın 800 yıl aralarında yaşayan ama onları yok etmeyen, ama
adetlerine bile dokunmayan İslam medeniyeti...
Sonra yine
yüzyıllr boyu Avrupa içlerinde devam eden bir Osmanlı medeniyeti ile muhatap
oluyorlar. Karşılarında iyilik ve güzellikle yaklaşan insanlar ve adaletle
ayakta duran devlet görüyorlar. Soylarına dokunmayan, inançlarına hürmet eden,
ülkelerini imar eden, bir huzur ve refah medeniyeti...
Tarih boyunca hep
iyiliklerimiz karşısında boynu bükük kalmış, savaş meydanlarında darmadağın
olmuş bir batılı neslin eziklik genlerine işlemiş yeni yetme gürbüz oğlanları
var karşımızda. Son yüzyıllarda üzerimize bu kadar büyük bir kin ve nefretle
gelmelerinin ardındaki ana sebep bu:
Bizimle iyilikte
yarışmaları mümkün değil, medeniyet tasavvurunu bizden kopyalamışlar ve inkar
etseler de içten içe bunu bilip ayrıca diş biliyorlar. İlimlerini
kopyaladıkları alimlerimizin adlarını değiştirseler de aslında neredeyse
herşeylerini borçlu oldukları bu medeniyetten çılgınca nefret ediyorlar.
Kurdukları
düzenin devamı için ihtiyaç duydukları zenginlikler bizim coğrafyalarımızda,
hatta kafa bulmak için istedikleri uyuşturucunun bile en kalitelisi bizim
topraklarımızda(Afganistan) yetişiyor. İnsan gücü için de yüzyıllarca
taşıdıkları köleler bittikçe bir şekilde yenilerini yine bizim topraklarımızdan
devşiriyorlar.
Bize karşı
aslında çok çaresizler!
Bu kadar uzun
süre saldırdıkları halde pes etmedik, bizi ayakta tutan inancımızı terketmedik,
bir türlü onların kullanımına tamamen uygun hale gelmedik. Aralarına
aldıklarının çoğu uyumsuzluk sorunu çıkardı ve toplumlarını ifsad ettiler.
Yakinen tanıdığım
Hollanda örneğinde olduğu gibi, başları Endonezya’dan getirdikleri Molukler ve
Orta Amerika’dan getirdikleri Surinamlılar ile dertten bir türlü kurtulamıyor.
Üstüne işçi açığını kapatmak için aldıkları Faslılar ve Türkler de eklenince
tümden içinden çıkılmaz hal aldı. Şimdilerde sömürge halklarını ülkelerinden
atmanın yollarını arıyorlar. Artık zenginlikler ancak kendilerine yetecek kadar
kaldı herhalde ki ortak istemiyorlar.
Sınırlarını
kapatacaklar, duvarlar ve teller örecekler, gözlerini ve kulaklarını
tıkayacaklar ama yetmeyecek ve kafalarının içinde bir türbin gibi dönmeye devam
eden hakikat onları rahat bırakmayacak, intihar ederek bile durduramayacaklar...
Biz nihayetinde ‘geçici
dünya hayatı’ için ancak memur edildiğimiz sınırlarda bir imarı normal görür
asıl hedefimiz olan ahirete dönük bir hayat yaşamayı hedef ediniriz. Dünyaya,
insanlara ve dünyanın nimetlerine bakışımız da buna bağlıdır.
Onlara
özenenlerimiz, sevilmek için çırpınanlarımız var maalesef ama yaranamayacaklar!
Onların dinlerine uymadıkça yahudiler ve
hıristiyanlar senden memnun olmazlar. De ki: 'Gerçek hidayet Allah'ın
hidayetidir.' Sana gelen ilimden sonra eğer onların arzularına uyarsan
Allah'tan sana ne bir koruyucu ne de bir yardımcı bulabilirsin. (Bakara 120)
Yahudi ya da
hristiyanları dinlerine uymakla memnun edebilirler ama karşımızdaki yeni nesil
emperyalistler yahudi ya da hristiyan bile değiller, memnun edilebilmeleri için
bir yol yok; ya kölelik ya yok olmaktan başka!
İşte bu noktada ‘Allah’tan
gayrısına köleliği’ kesin olarak yasaklayan İslam karşılarına çıkıp;
mensuplarına hem kendilerinin hem de idareleri altındakilerin canlarını,
mallarını, nesillerini, akıllarını ve dinlerini korumayı emrediyor. İşte bu
yüzden batı/Abd ya da Trump göçmenlere
karşı değiller; onlar İslam’a karşı ve müslümanlara düşman, bu düşmanlığı görmemek
ya da küçültmek onlara desteğe dönüşür, aman dikkat...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin
Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...
-
Abdullah b. Mesud(ra)'u, ölüm hastalığında ziyâret eden Osman(r.a): "Sana bir bağışta bulunulmasını emredeyim mi?" dedi. Abdul...
-
İmam Buhari olarak meşhur olan hadis alimimizin eseridir. İslam akaidinin müdafası da denilebilecek olan eser Yusuf Özbek tarafından İlahi ...
-
Herkesin her şeyi bildiğini sandığı bir devirde, birilerine bildiklerinin yanlış olduğunu hatta biraz eksik olduğunu anlatmanın bile zorl...