10 Şubat 2012

Şehirlerin Yusuf’u; Kudüs!

Yusuf kuyuda bu kadar kalır mı, kalırsa buna can dayanır mı? Yusuf’u kuyudan çıkartanlar dost olsa satarlar mı O’nu? Yusuf’u canı bilen, evladı bilen O’nu zindana atar mı?

Yusuf’un hikayesini bilmeyen var mıdır? Sanmam ama yine de hatırlatmakta fayda var. Babasının en sevgili evladı iken bir kıskançlığa kurban edilip kuyuya atılır Yusuf! Sonra bulunur kendini bilmezler tarafından… Kendini bilmeyen Yusuf’un kadrini bilir mi? Satarlar O’nu! Alan tutulur Yusuf’un güzelliğine ama her tutku gibi muhatabının mahvına sebeb olur bu da. Atılır zindana Yusuf! Sonra gün olur devran döner, zindandan saraylara varır yolu… Babası Yakub’un (aleyhisselam) gözleri dayanamaz bu ayrılığa ve kan ağlamaktan kör olur! Yusuf’un kokusu gerektir yeniden görebilmek için! Ve hain kardeşler gün olur diz çökerler önünde Yusuf’un (aleyhisselam)…

Kısaca bu Yusuf’un hikayesi…

Bana şehirlerin Yusuf’u Kudüs dedirten, Kudüs’ün kaderi olsa gerek… Ne kadar da benzer Yusuf peygambere (aleyhisselam)!

Birinci Dünya Savaşı’nda yüzbinlerce Osmanlı askerine mezar olan Kudüs! Sonra İngilizler’in kuyuda bulunmuş bir güzel çocuk gibi sattığı Kudüs! Ardından da 1967’deki 6 gün savaşları ile zindana atılan Yusuf gibi, büyük bir mahpushaneye dönen Kudüs! Bugünlerde tam da 40 yılını dolduran bir çilenin adı Kudüs!

Kudüs’ün vefakar evlatları tam 40 yıldır O’nun şanını ayakta tutuyorlar! Allah’ın çevresini mübarek kıldığı bu güzel beldenin zindanda da olsa alnı ak, elleri ve ayakları kelepçeli de olsa yüreği pak! Yüzüne bulaşan toza, toprağa ve hatta kana rağmen Kudüs’ün asaleti yetiyor insanlığa…

Kudüs şimdi hain kardeşlerinin hatalarını anlayıp da önünde diz çökecekleri günü bekliyor. Kudüs’ün kaderi de evladı Yusuf gibi olacak inşaallah! Birgün özgür Kudüs, sadece müslümanların değil bütün insanlığın hürriyet sembolü olacak! Tıpkı tarih boyunca olduğu gibi…

Kudüs’ün kapısına İbrahim Halilullah adını biz yazmıştık! Hem de taşlara kazıyarak! Bu inceliği anlamaktan mahrum olanlarsa Kudüs’ün toprağını kanlarla boyadılar sadece…

Yüreğimizin bir yanı hep Kudüs, hep hüzün… Tıpkı şarkın en yiğit sultanı, saraysız sultanı Selahaddin gibi hüznümüz Kudüs özgür olana kadar devam edecek! Avrupa’nın en şanlı krallarını savaş meydanlarında olduğu kadar, gösterdiği alicenaplık ile de ezen bu büyük adamın, tarihin gördüğü nadir kahramanlardan biri olduğunu bugün eğer o kralların torunları bile itiraf etmek zorunda kalıyorlarsa, bilin ki bunun tek sebebi O’nun Kudüs’e özgürlük getirmesindendir!

Halen İslam coğrafyasının hangi parçasına kulak verseniz, iki adamdan; iki adam gibi adamdan hasret ve övgüyle bahsedilir bulacaksınız. Biri Kudüs’ün özgürlüğü için kendini feda eden büyük kahraman Selahaddin Eyyubi, diğeri ise Kudüs’ten bir avuç toprağı satmamak için tahtını feda eden büyük sultan 2. Abdulhamid’dir.

Osmanlı’nın en zor dönemlerini yaşadığı, ekonomisinin nerdeyse çöktüğü bir dönemde, Kudüs’ten bir çiftlik arazisi kadar toprak karşılığında hem bütün devlet borçlarının ödenmesi ve bir o kadar da şahsına hediye edilmesi teklifini, bir Osmanlı tokadı gibi cevapla geriye çeviren ve değil bir çiftlik arazisi bir avuç toprağı bile satmayacağını yahudi temsilcisinin suratına çarpan büyük hakan 2. Abdulhamid!

Kudüs, bir mihenk taşıdır adeta! O taşa vurulmadan elmasla çakıl birbirinden ayırt edilmez!

Filistin, bizim vatanımızsa Kudüs’te başkenttir! Çünkü biz, İbrahim’in (aleyhisselam) yolunun yolcuları, Musa’nın (aleyhisselam) arkadaşları, İsa’nın (aleyhisselam) havarileriyiz! Hiçkimse Yakub’un (aleyhisselam) acısını bizim kadar anlayamaz, Yusuf’u (aleyhisselam) bizim kadar sevemez! Bizim bir yanımız hep orada!

Kudüs’ün koparılan her yaprağı, her gülü bizim canımızı acıtır! Kudüs’te can veren her evladın hem annesi hem babası biziz! Her vurulan çocuk bizim evladımız, her yıkılan ev bizim hanemiz!

Kudüs’ün mahzun evlatlarının acısına ortak olmak için ne doğulu olmak şarttır, ne de müslüman olmak! Yüreği olan, vicdan taşıyan bir insan olmak yeter!

16 mart 2003’te, Gazze şeridinde buldozerler 23 yaşında genç bir kadını ezdiler! Hatta öldüğünden emin olmak için defalarca üzerinden geçtikleri bu genç bedenin sahibi ne doğulu idi ve belki ne de müslüman! Daha da ilginci bir Amerikalı idi bu kadın! Rachel Corrie’den bahsediyorum. Kimdir, necidir, ne için can vermiştir diye merak edenler bir arama motoruna adını yazsalar yeter!

Kudüs’ü anlamak ve hissetmek için insan olmak yeter!

Şiir adetimizi hakkında en çok şiir yazılan şehirlerden olan Kudüs için de uygulayalım…

kurşunlar el altında bir yerde dursun,

kütüklükte bir atımlık sevda daha kaldı!

insanlar birbirlerini yüreklerinden vursun,

silahımın namlusu gül kusmaktan usandı!

uyandırın öfkeleri kudursun,

söyleyin anama ölecek çocuklar doğursun,

bugün yine kan verdim yeryüzünün damarlarına

bugün yine ben vuruldum… (M. İslamoğlu)



Ufuk Gazetesi - Haziran 2007

08 Şubat 2012

Medya ve misyon

Haber almak, haberdar olmak biz insanoğlunun vazgeçilmez meraklarından biri. Bu yaratılışımızdan kaynaklanan bilgi edinme, bilgiyi taşıma ve paylaşma özelliklerinden ilk insandan bu yana asla vazgeçmedik. Haber kaynağımız öncelikle hep vahiy oldu aslında. Peygamberler bir bakıma insan hayatına ilişkin haberleri taşıdılar insanlara. Hayata yön veren bilgiler, düşünceleri yöneten haberler vahiyle indi ve hep insanlar kabul ve red noktasında ayrılığa düştüler. Yaradan hiçbir topluluğu habersiz ve habercisiz bırakmadı.

Ayrılık noktasında, yani vahiyle gelen haberleri red durumunda haliyle alternatif haber kaynakları türetildi. Vahyin karşısına kendi bilgi ve haberleri ile çıkan birçok medyum tanıdı dünya. Kimileri çarpıtarak gerçekleri, kimileri ise uydurarak insanların zihinlerini bulandırmaya ve hayatlarına yön vermeye ya da yörüngelerini bozmaya çalıştılar. Kullanılan araçlar zamana ve zemine göre değişti sürekli. Gün oldu şairler kullanıldı, gün geldi resimler çıktı ortaya... Zaman ilerleyip teknoloji çağlarına gelindiğinde ise artık radyolar, televizyonlar, gazeteler ve dergiler, hatta hepsinin yerini almaya aday internet medyumları çıkartıldı ortaya. Eski medyumlar günümüz dünyasında artık vazgeçilmez ihtiyaçlar zümresinden oldular. Zamane insanının hayatına yön veren bilgi ve haberler bu medyumlar eliyle yayılır oldu. Haliyle medyum sayısı artınca kelimenin de bu artışa uyumu sağlandı ve bütün bu araçlara medyum kelimesinin çoğulu olan 'medya' isim oldu!

Umarım günümüz 'medyum'ları ile 'medya'sı arasındaki isim benzerliği ya da isim kaynağının kelimesi kelimesine aynı olması dikkatinizden kaçmamıştır. 'Medyum'ların ne iş yaptığını hemen hepimiz biliriz. Hayata dair bilinmeyenleri insanlara aktarırlar! Eğer bilgi ve haber kaynakları 'rahmani' değilse; yapacakları tek şey ya çarpıtmak ya da uydurmak olur. 'Rahmani' haber yolunun vahiy (peygamberlere özgü iletişim yolu) ve ilhamdan (rüyada ya da uyanıkken bazı insanların kalbine aktarılan bilgi ya da haber) ibaret olduğunun hemen altını çizelim. Bunun dışındaki kaynaklar ise islami literatürde 'rahmani' kaynağın zıddı olduklarından 'şeytani' olarak isimlendirilen yollardır.

Bu kısa hatırlatmayı konumuzla alakalandıralım. Medya, varlık sebebi olan bilgi ve haberi elde ederken, bu bilgi ve haberleri yayarken iki metod kullanır. Ya 'rahmani' ölçülere riayet eder ve sadece doğruları aktarır ya da 'şeytani' ölçülere, ki bu aslında kuralsız ve ölçüsüz olmak demektir!

İşte bu noktada karşımıza 'misyon' çıkar. Ya da türkçesi ile görev! İnsanlara hakkı yani doğruyu aktarmayı kendine görev edinmiş medya organları elbette 'rahmani' ölçülere riayet etme mecburiyeti ile karşı karşıyadırlar. Mutahaplarının hayatlarına yön vereceğini ve düşüncelerini değiştireceğini bildikleri haber ya da bilgiler bu süzgeçten geçirilir. Faydasız ve değersiz olanların, faydalı ve değerli olanlardan ayrılması asla 'sansür' olamaz. Meğer ki insanların çoğunun hoşuna gitmese de! Bu anlamda zaten'rahmani' ölçü, sınırsız hürriyetin olamayacağı şeklindedir. Ve bu çizgideki insanlar bu konuda katiyetle samimi olmak zorundadırlar. Ne düşüncede ya da yazıda ne de yayında asla sınırsız özgürlük de sözkonusu olamaz! Aksini iddia ve ilan edenlerin de aslında sınırsız olmadıklarını günümüzde ayan beyan görüyoruz.

'Rahmani' haberciliğin pirleri peygamberlerdir ki onların mesajlarında insanlığın kati faydası ve mutluluğu hedef alınır. 'şeytani' haberciliğin piri ise adından matuf şeytandır ve insanlığın mahvı ve mutsuzluğudur maksat. Ve fakat tıpkı şeytanın diğer işleri gibi 'şeytani' haberciliğin de kendini süsleme mecburiyeti vardır. Yaratılışa ters bu yolun insanlar tarafından kabul görmesi için envai çeşit malzeme kullanılır. Ne yazık ki bu malzemelerin başında da 'kadın' gelir. Yine yaratılışı gereği para ya da kadına tamahı bitmez insanoğlunun.

Zaafları kullanmak ve bunlardan menfaat elde etmek 'şeytani' bir vasıftır ve haliyle hem şeytan tarafından hem de onun yolunun yolcuları tarafından sıklıkla kullanılır bir metoddur bu. Kadınları sürekli beğenilmek ve kullanılmak mantığına iten de, erkekleri sürekli harcamak ve harcanmak yoluna iten de bu zaaflardır.

İsterseniz günümüz medyasına biraz da bu gözle bakalım. Yani daha açık bir ifade ile mevcut medyayı 'rahmani' ve 'şeytani' özelliklerle yeniden tartalım. Bir iki genel örnekle tartmanıza yardımcı olayım. Milyonlarca insanın pembe dizilerle yatıp kalktığını ve bunların etkisi ile mutsuzluklarının sürekli arttığını hepimiz biliyoruz. O sunulan hayatların aslında süslenmiş ve boyanmış, gerçekle hiç alakası olmayan bir hayat olduğunu çoğunlukla unuturlar. Daha da önemlisi bunlardan alacakları hiç bir faydalı bilgi ya da haber yokken yine de vazgeçemezler. Elbette istisnalar vardır ve olacaktır. Zaten herşey zıddı ile kaimdir.

'Rahmani' kaynaklardan beslenen ve insanoğlunun mutluluğunu hedef alan medya organlarının varlığı bir vakıadır. Bunların hayatiyetlerini devam ettirmeleri de ayrı bir hikaye! Yine de fıtrata yani yaratılıştan gelen insani özelliklere ve güzelliklere hitap edenler mutlaka başarılı olurlar. Zaafları değil, üstün insani duyguları hedef alan ve bunları yüceltmekle meşgul olanlar mutlaka üstün gelirler. Belki görünüşte diğerleri kadar talep yok sanılır ve belki madden diğerleri ile yarışamazlar ama onlar hep üsttedirler. Çünkü dünyada 'rahmani' çizgiden sapmayanlar mutlaka ahirette de 'rahmani' çizgide kalırlar ki orada 'rahmani' çizginin bitiş noktası ebedi mutluluktur!

Medya ya da medyumlara 'rahmani' gözle bakmak ve onları bu ölçü ile ayrıştırmak elbette biz ve onlar ya da dost ve düşman gibi keskin çizgilere götürmemeli bizi. Sonuçta hepimiz insanız ve insan yaratılış gereği 'rahmani' çizgiye yatkın olarak gelmiştir dünyaya. Aradaki farklılıklar ise bu çizgiye yakınlık ve uzaklık kadardır. Bu güzel çizgiye daha yakın duranların uzaktakilerden nefret etmeleri değil sahip oldukları bu güzelliği paylaşmalarıdır aslolan. Zaten 'rahman' kelimesi ayırdetmeksizin bütün insanlara sırf insan oldukları için değer vermek demektir.

Her insan 'rahmani' bilgiye ve habere yatkın ve hazır yaratılır. Bizim misyonumuz yukarda da ifade ettiğim gibi; sahip olduğumuz güzellikleri henüz bunlara sahip olmayanlarla paylaşmaktır. Çünkü, bu güzellikler paylaşıldıkça büyür, paylaşıldıkça eksilmez, aksine artar.

Adetimizi bozmayalım ve bu defa da bir şiirden bir bölümle nokta koyalım:

...

Belki haberin yoktur diye yazıyorum;

Önce demokrasi yağdı göklerden

Sonra özgürlük geçti üstümüzden

Palet, palet...

Ve insan hakları namlularından

Yüzü maskeli adamların

Saniyede bilmem kaç bin adet...

Ufuk Gazetesi - Mayis 2007

02 Şubat 2012

Eli ve yüreği kanlı medeniyet!

‘Başkasına ait bir değeri kendi menfaati için kullanmak üzere hile ya da zor kullanarak ele geçirmek' gibi basit bir tarifle anladığım emperyalizmin yakın tarihi, biz Anadolu halkı ile direk alâkalıdır. Geçtiğimiz yüzyılın başında dünyanın kaybettiği Osmanlı'nın ardından onun yerini almak için kolları sıvayan kısaca 'batı' diye isimlendirdiğimiz Avrupa ve Amerika ülkeleri halen aynı konumlarını korumakla meşguller. Özgürlük ve adaletin sadece kendilerinden olanların hakkı olduğunu sana bu 'vahşi' medeniyetin, dün dünyaya verdiği düzen nasıl kanla boyalı bir kızıllık idiyse bugün de halen aynı renge boyamaya devam ediyorlar dünyayı…

Birinci dünya savaşının 1914 yılında bağladığını hatırlayarak, henüz üzerinden bir yüzyıl bile geçmediğini, yani milyonlarca cana mal olan iki dünya savaşının ve onların ardından gerekli görülen ülkelerde çıkarılan savaşların, batının desteklediği terör örgütlerinin ve dahası batılı gizli servislerin fiilen ya da el altından işgal ettikleri topraklarda işledikleri cinayetleri de eklersek, bütün bunların üstüne sırf batının menfaatleri için aç ve susuz bırakıldıkları için 'zulmen' canlarından olan Afrika'nın kara derili çocuklarını ve yetişkinlerini de sayıları bilinmese de en zararsız tahminle milyonlarca diye belirlersek; bu güzelim batı 'uygarlığı'nın ne muhteşem(!) temeller üzerine oturduğunu anlamamıza yeter mi?

Çağdaş emperyalistlerin ataları ile bizim atalarımızın yaptıkları savaşların sadece cephelerini saymak ve bu cephelerde kaybettiğimiz canların sayısını tespit etmek bile baya baya bir tarih bilgisinin yanı sıra taş gibi bir de yürek istiyor. Hadi bir yüreklilik gösterip en meşhurlarını hatırlayalım.

Sarıkamış faciası(1914): Savaşa giderlerken açlık ve soğuğa yenilen askerlerin sayısı hakkında 70 bin ya da 90 bin gibi belirsizlikler var. Bunun yanı sıra yakındaki Kafkas cephesinde kaybedilen can sayısının 270 bin civarında olduğu kayıtlara geçmiştir.

Çanakkale savaşları(1915): İsimleri belirlenenlerin sayısı 60 bin iken adı-sanı belirsizlerle birlikte bu sayı 250 binlere tırmanıyor.

Filistin kayıplarının sayısı ile ilgili ulaşabildiğim kaynaklar da 280 bin sayısını bulduğum da bir kere daha sarsıldığımı itiraf edeyim… Bu sayı Mısır ve Filistin bölgesindeki kayıpların toplamı idi. Kudüs için 280 bin can… (1917)

Bağdat'ı korumak için ise Acem körfezindekilerle birlikte kayıp sayısı 300 bini buluyor! (1917)

Yemen'de aynı yıllarda yaşanan savaşların sonunda ilginçtir ki, Yemen toprakları ikinci bir isim sahibi daha olur ve artık Yemen yerine 'Mezar-u Etrak' denilecetir o topraklara. Yani Yemen artık bir Türk Mezarlığı'dır… Bu topraklarda kayıtlara geçen sayı 350 binlerle ifade edilir.

Yemen gazisi dedemin anlattıklarından İngiliz medeniyetinin müstesna(!) özelliklerini keşfediyorum. Kırk kadar arkadaşı ile esir düşen dedemin, ingilizlerin, kurşunun kıymeti sebebi onları bir ahıra kilitleyip orada açlıktan ölmelerini daha masrafsız bulmaları sonucu hayatta kalması, ahırın bir köşesinde buldukları köpek leşini azar azar paylaşarak yemeleri, sonrasında onları fark eden arap köylülerinin serbest bırakmaları… Düşmanlarına bir kurşunla ölümü bile çok görenlerin mermilerin ucuzladığı günümüzde neler yaptıklarına bakınca ister istemez akla 'aslına çekmiş' demek geliyor…

Bu kısa hatırlatmalarla kalalım, çünkü batı medeniyetinin temellerindeki kan ve canların hesabı bırakın bir yazıya, kitaplara bile sığmıyor.

Yazmadan geçemeyeceğim bir diğer ayrıntı ise şu: Birinci dünya savaşında adı geçen ülkeler genelde Avrupa ülkeleri, Anadolu'yu işgal edenler de onlar gibi görünüyor! Peki Amerika o zamanlar nerdeydi? 1917 yılında savaşa karşı cephede katılan Amerika Anadolu'da yok muydu? Yoksa birileri bize bu yakın tarihi bile bu kadar kolay alt-üst ederek mi anlatıyordu?

Yukarda binlerle anlatılan her bir canın geride bıraktıklarını, onlar için kaç binlerin, milyonlarin içinin kanadığını düşünebiliyor musunuz? Ne kadar kolay binlerle kayıp saymak! İnsan denilen batılı yaratığın sebeb olduğu bu katliamların benzerini dünya bir başka canlıdan hiç görmedi…

Bugün insan haklarından bahsettiklerine, demokrasiden dem vurup adalet dağıtma iddialarına bakmayın! İşgal ettikleri topraklara bakın onları tanımak için. her gün haberleri takip edin, kan üzerine kurulu batı medeniyetini her gün kaç litre daha kan içtiğini görmek için…

Tek suçları ya Filistinli, ya Çeçenistanlı, ya Iraklı, ya da Afganlı bir anneden doğmak olan ve sadece ama sadece bu suçları sebebi ile daha dünyanın ne kadar vahşi bir canavar olduğunu anlamadan ya bir mermi ya da bir bomba ile can veren bebelere bakın! Evladının tırnağı kırıldığında ciğeri yanan anaların, bu küçük cesetlere sarıldıklarında neler hissettiklerini anlatmaya batının sahip olduğu bütün mürekkepler bile yetmez…

Evet tarih, övgü ya da sövgülerden oluşan bir hatıra değildir… Aslında yukarda yazdıklarım tarih de değildir! Hala yaşanmaya devam eden bir olay tarih sayılmaz değil mi?

Cepheleri hatırlayalım yeniden; Çanakkale, Kafkasya, Filistin ve Bağdat! fark ettiniz mi? Bu cephelerden sadece Çanakkale cephesi kapanmış durumda! Yoksa İstanbul düştü mü? Yoksa o cephe sırasını mı bekliyor? Ve buyurun yukarda verilen sayılara o günden bugüne sadece Kafkasya, Filistin ve Bağdat cephelerinde can verenleri ekleyin!

Tarihe bir genel hakikatle ara verelim; dünya kurulalı beri bütün büyük imparatorluklar mutlaka ama mutlaka şu üç şehri ele geçirmek için uğraşmışlardır. Ve ilginçtir ki bu üç şehri ele geçiren dünyaya hükmetmiştir! Hangi üç şehir mi? Kudüs, Bağdat ve İstanbul…

Ufuk Gazetesi - Nisan 2007

01 Şubat 2012

Terörist Güvercinler...

Yaz boyunca hergün, en az onlarca defa duyduk bu kelimeyi. Bu konuda yazmak herhalde mayın tarlasında dolaşmak gibidir... Fakat artık hayatımıza o kadar girdi ki bu kelime; her devletin ayrı ayrı teröristleri ve dostları oldu. Birilerine terörist olanlar ne hikmetse bir başkasına dost oldu. Terörist denilenler de masum canlara kıydı onları avlamaya çıkanlar da! Kısacası olan hep arada kalan halklara oldu. O kadar sakız gibi çiğnendi ki terör artık çürümeye ve kokmaya başladı. Terörün cılkı çoktan çıktı aslında ama biz yine de şu meselesinin içine şöyle gözü kara bir dalalım istedik. Gerçi istesek te istemesek te zaten boyuna kadar batmış durumdayız.

Terörle yatar, terörle kalkar olduk. Öyle bir paranoya haline geldi ki terör; bu vesile ile dünya kocaman bir zindana çevrildi, çevriliyor. İnsanlar birilerini desteklemeye zorlandıkça, anlaşılmaz bir kargaşa aldı başını gidiyor.

Haber ajanslarına hükmedenler dünyaya yön verme sevdasında, kendilerini ilahlaştırmaya hız verdiler. İş o kadar komik hale geldi ki; dost ve müttefik ülkeler bile kimin terörist olduğu konusunda anlaşamaz oldular.

Bu girişten sonra gelelim bazı ayrıntılara:

2003 yılı kasım ayını hatırlayalım mesela, Türkiye'de genel seçimler yapılmış ve henüz 12 gün geçmişken İstanbul ardarda gelen saldırılarla sarsılmıştı. Hem de saldırılan mekan bir sinagog idi. Pazartesi günkü ilk saldırıdan sonra kameraların karşısına geçen Ak Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan ilginç bir cümle kurdu: 'Terörün verdiği mesajı almadık!'

Bu açıklamadan sadece 72 saat sonra bu defa Perşembe günü ikinci saldırı gerçekleşti ve yine kameralara açıklama yapıldı: 'İsrail ile ilişkilerimiz devletin sürekliliği prensibi doğrultusunda geliştirilerek devam edecektir!'

Yani terörün mesajı alınmıştı!

Bu olayı hemen taze bir olayla pekiştirelim. İsrail ve ABD, Türk askerinin Lübnan'a gelmesini istediler. Hükümet karar aşamasındayken ajanslara hemen terör saldırı haberleri ardı ardına düştü... Bu defa ikna turları hem İstanbul hem de Marmaris'ten sesini duyurdu. Ertesi gün hükümet toplandı ve prensip kararını aldı; 'askerimiz Lübnan'a gidecek!'

Terörün mesajını bu defa ilk seferde almıştı Türk hükümeti...

Bu arada terör konusunda ortak çalışan(!) Türkiye ve ABD koordinatör hikayeleri okurken ajanslara Kuzey Irak'tan bir haber bomba gibi düştü! Kuzey Irak yerel güvenlik kuvvetleri Amerikan helikopterlerinden dağlara atılan, özel paketlerin içinde patlayıcı ve mühimmat bulduklarını açıkladılar.

Başka yerlerde sanki durum farklı mı idi? Kapitalist bir ülke sosyalist örgütlere destek veriyordu. Bu örgütlerin tabanı bunu nasıl anlar bilinmez...

Saddam yıllarca Amerika’nın desteğiyle İran'la savaşmamış mıydı? Kendi çapında bir terör devleti oluşturmadı mı? Sonra Sam amcasının emriyle Kuveyt'e girip; ülkelerinde Amerikan askeri istemeyenlerin kolayca ikna olmasını sağlamadı mı?

Aynı şekilde bütün bir İslam coğrafyası birbirine kolayca saldırabilecek kadar düşman kardeşler oldular. Herbiri diğerinin teröristlerini besledi. Bütün bu iğrenç çarkın motoru ise uygar(!) ve gelişmiş(!) batı oldu...

Bugün İngilizlerin ortadoğusunda sadece ama sadece 2 adet demokratik devlet vardır. Fakat ne hikmetse bu iki demokrat ülke de İsrail'in saldırıları ile yıkıldı... Demokrasi havarisi batı ise bütün diktatörlere ve krallara sahip çıkarken Filistin ve Lübnan'ın harab edilmesine ve kadın-çocuk kim varsa katledilmesine süt dökmüş kedi gibi köşesinden mırıldanmakla yetindi sadece.

Terörist güvercinlerin hikayesine gelince; 80'li yılların başlarında anlatılan ve zamanın dergilerinde yeralan ilginç bir hadisedir bu... Hikayeyi günümüz dünyasının terör paranoyasına ışık tutsun diye hatırlatalım.

Büyük ve tarihi bir caminin görevlileri artık bıkmışlardır güvercinlerin cami içinde serbestçe dolaşmalarından. Öyle ya bunlar sonuçta hayvan ve haliyle camiyi de kirletiyorlarmış. Camiyi bina eden Osmanlı mimarları bu hayvancıkları düşünerek caminin belirli yerlerine onların giriş-çıkışı için özel pencerecikler açmışlardı. Yüzyıllar boyu bu güvercinler camilerde özgürce dolaşmış ve yumurtalarını güvenle pervazlara bırakmışlardı. Fakat onların bu nesiller süren macerasının yanında insanoğlu da değişmiş ve hayvanlara da mescidlere de bakış açısını değiştirmişti.

Sonuçta görevliler karar aldılar ve caminin güvercin girişlerini camlarla kapattılar.

İşte o gün başladı güvercinlerin direnişi! Görgü tanıklarının anlattıklarına göre güvercinler büyük gruplara ayrıldılar. Gruplarda yeralanlar hep erkek güvercinlerdi. Gruplar kapatılan pencereciklerin hemen karşılarındaki minarelerin şerefelerine sıra halinde dizildiler. Ve ilginç bir intihar saldırısı başladı. Önce bir güvercin dalışa geçti ve bütün hızıyla penceredeki cama çarptı. Ve aynı hızla yere çakıldı, ölmüştü! Sonra onu diğerleri takip ettiler. Bu can pazarı cam kırılıncaya kadar devam etti. Sonunda pencerecikleri kapatan bütün camlar parçalanmıştı ama yerlere dökülen cam kırıklarınyı kapatacak kadar da güvercin cesedi vardı.

Hadiseden haberdar edilen görevliler de olanları dehşet ve şaşkınlıkla izlemiş ve yaptıkları hatanın farkına varmışlardı ki, bir daha tekrar etmedi bu olay...

Evet işte bizim terörist güvercinler olarak isimlendirdiğimiz bu kahraman hayvancıklar bize müthiş bir hikaye bıraktılar. Görevlilere göre bu hayvancıklar teröristlerdi. Fakat biliyoruz ki güvercin barışın sembollerinden. Tıpkı ismi barış ve selamet olan bir dine mensub müslümanlar gibi...

Evet İslam barış demek, selamet ve kurtuluş demek... Müslüman ise barışı ve kardeşliği içine sindirmiş insan! Öyleyse kim, nasıl ve hangi sebeble müslümanlary bir başka isim ya da sıfatla anarsa halt etmiştir. Müslüman elinden ve dilinden çevresine zarar gelmeyen insan demektir.

Ama birileri güvercinlerin yollarını meğer ki şeffaf camlarla olsa bile kesince, özgürlük sevdalısı bu hayvancıklar bile gözü kapalı ölüme giderken, hiç kimse toptan yokedilmek istenen bir milletin öbür yanağını dönmesini asla beklememelidir.

Avrupa ve Abd sürekli teröristlerden bahsediyor ancak nedense bu insanları gözü kara ölüme taşıyan sebebleri görmezden geliyorlar. Hiç kimse durup dururken canını riske etmek istemez. Bu insanları bu kadar candan ve yardan geçiren sebeb nedir, sorusunun cevabını aslında herkes biliyor. Sonunda şehidlik olsa da her göçen canın geride ne kadar yanan yürek bıraktığını sayabilen var mı?

Yokedilen hayatların, hayallerin, sevdaların yerini kim, neyle ve nasıl doldurabilir. Daha hayatının baharında en sevdikleri gözleri önünde parçalanan bir çocuğun içinde açacak nefret tohumunun meyve vermesini kim, nasıl engelleyecektir. Emzikleri boyunlarında asılı evlatlarını bir vahşi yaratığın bir düğmeye basarak gönderdiği bombalara kurban eden anne ve babaların yürek acılarını kim, nasıl ve neyle dindirebilir.

Öyleyse batının hikayelerine artık karnımız tok! Eğer zerre kadar mertlik varsa yüreklerinde, İslam coğrafyasındaki katliamlarına son verip ellerini çeksinler topraklarımızdan. Sonra bakalım kim neden batıdan nefret edecek ya da kim neden saldıracak onlara! Bütün Avrupa hükümetleri de pekala biliyorlar bunu... Fakat sömürgecilik ruhlarına öyle bir işlemiş ki, aksini düşünemiyorlar sanırım.

Fakat biz yine de umutlarımızı bitirmedik, birgün mutlaka terör örgütü listeleri gibi terör devletleri listeleri de yayınlanacak! İnsanlık birgün yeniden mertliği/adaleti öğrenecek! Ve yeniden Sana'dan Hadramevt'e kadar, bir kadın, Allah'tan başkasından korkmadan yalnız başına yolculuk edebilecek!

‘Onlar ki, bazı kimseler kendilerine: 'İnsanlar size karşı toplandılar, onlardan korkun' dediklerinde bu onların imanlarını artırdı ve: 'Allah bize yeter o ne güzel vekildir' dediler.’ Al-i İmran 173

Ufuk Gazetesi – Eylül 2006

28 Ocak 2012

Çanakkale geçildi mi?

Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır.. (S. Karakoç)

'Anlamıyor musunuz? Biz Çanakkale'de Türklerle değil Allah ile savaştık!... Tabii ki yenildik...'  (W. Churchill)

Çanakkale; etin ve kemiğin bütün şiddetiyle üzerine saldıran çelik ve ateşe karşı verdiği en ağır savaştır. Hemen herkesin bildiği ve artık vakay-ı adiyeden (basit olay) sayılacak kadar sıradanlaştırdığı bu büyük kavganın her yıl yeniden hatırlanması elbette boşuna olmayacaktır. Hele ki batının bugün durduğu noktaya bakınca Çanakkale, tarihi yıldönümü olmasa da hatırlanmalı ve yazılan bunca yazıya, onlarca kitaba rağmen yeniden hem de en az ikiyüzelli bin defa üzerinde düşünülmelidir.

Çanakkale Osmanlı'nın mağlup ayrılmadığı son savaş olduğu halde yaşanan dram mağlubiyetten çok daha ağırdı. O güne gelinene kadar askeri gücünü değişik cephelerde kaybeden ve hem teçhizat hem de kurmay olarak zayıflayan Osmanlı, Çanakkale için gönüllü asker alımı yoluna başvurmak zorunda kaldı.

Çanakkale'nin gönüllülerinin büyük bir kısmı 15-22 yaş arası gençlerden özellikle de lise ve üniversite öğrencilerinden oluşuyordu. Bir ay gibi kısa bir ön eğitimden geçen bu gençler hiç bir tecrübe edinmeden savaşın ön saflarında yerlerini aldılar. Bütün olumsuz şartlara karşılarındaki düşmanın acımasız çelik gücü eklenince aldıkları yer çok kısa bir süre içinde boşaldıysa da sürekli yenileri ile dolduruldu...

Birler, onlar, yüzler, onbinler oldu ve sonunda sayıları yüzbinlerle ifade edilen bir nesil Gelibolu kıyılarına etleri ve kanları ile bir tarih yazdı.

Devrin en ağır silahları ile yapılan bombardımanları ellerindeki tüfeklerle karşılayan bu yiğit insanlar, ateşle girdikleri imtihanı kazananlar safına adlarını yazdırarak toprağa düştüler.

Yedi düvele meydan okuyan bu yiğitler kendilerinden bir kaç dakika önce sayısız arkadaşlarının cansız düştüğü cephelere tereddütsüz yürüyerek ölümü bile utandırdılar. Öyle ya zaten onlardan beklenen de bu idi...

Herşeyi hesap eden 'yedi düvel' işte bunu beklemiyordu. Çünkü hiçbir askeri deha öyle bir kaç kişinin değil onbinlerin, hatta yüzbinlerin ölüme gülümseyerek gidebileceğini hesaplayamazdı. Bunca akan kana, gökten sağanak halinde yağan kine rağmen baharda yeni açmış kır çiçekleri ile dolu bir bahçeye girer gibi ölümün üstüne üstüne yürüyerek ölümsüzlerden olmanın tadını hiçbir düşman anlayamadı da...

Savaşın en ağır sahnelerinden biri -ya da hala her hatırlanışında yürek burkan iğrenç düzeni  Afrikalı müslümanların da bu savaşta kime karşı ve ne için savaşacaklarını bilmeden cepheye getirilmiş  olması idi. Bu imanlı yüreklerin karşı cepheden duydukları tekbirler üzerine el bombası yerine onlara dağıtılan konserve yemekleri Osmanlı cephelerine atmaları ise bu dramın son perdesi...

Osmanlı İmparatorluğu'nun 1922 yılında resmen yıkıldığını hatırlarsak 1915 yılında 'yedi düvel'e karşı kazanılan bu zaferin anlamı daha bir açığa çıkacaktır. Çanakkale yaralı aslan Osmanlı'nın yüreğindeki iman ile son kükreyişi oldu! 1918 yılında I. Dünya Savaşı sona erdiğinde üçbuçuk kuruş etmeyen yüreksizler üçbuçuk yıl önce arkalarına baka baka kaçarak geri çekildikleri Çanakkale'yi gece geçmeye bile korkmuşlardı.

Şimdi 91 yıl sonra Çanakkale, 91 bir yıl sonra dünya...

Osmanlı'nın olmadığı bir dünya...

Adaletin çakallara, kurtla kuzu arasındaki taksimin boynu en kalın kurda bırakıldığı; insanlığın, insanca insan yönetmenin toprağa gömüldüğü dünya...

Leş kargalarının hiç bu kadar pervasız uçmadığı günleri gören dünya...

Aça aş, açığa çadır bir medeniyetin olmadığı, kendinden başkasına hayat hakkı bile tanımayanların hüküm ferma olduğu, yürek kelimesinin göğüs kafesindeki bir yumruk kadar ete dönüştüğü bir dünya...

Gönlünde vicdan barındıranların gözyaşlarıyla sulanan bir dünya...

Kalbi olanların kalblerine her gün binlerce çuvaldızın gözü kapalı saplandığı bir dünya...

Zulmün politika, hakaretin özgürlük, hırsızlığın uyanıklık, zinanın medeniyet, veled-i zinaların hükümdar olduğu, gücün herşey; zayıflığın zillet sayıldığı, insanlığın mumla arandığı bir dünya...

...

Eski Dünyâ, yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi, mahşer mi, hakikat mahşer.
Yedi iklimi cihânın duruyor karşında,
Avusturalya'yla beraber bakıyorsun: Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk:
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ...
Hani, tâuna da züldür bu rezil istilâ!

...

Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddin'i,
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran...
Sen ki, İslam'ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, rûhunla beraber gezer ecrâmı adın;
Sen ki, a'sâra gömülsen taşacaksın...Heyhât,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât...
Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
Sana âğûşunu açmış duruyor Peygamber. (M. A. Ersoy)

Ufuk Gazetesi - Nisan 2006

Seni sevmek şereftir bize!

Ey insan

Göklerin öğrencisi, yerlerin öğretmeni

Sen öğrettin taşa konuşmayı

Ağaca selam vermeyi

Aya yarılmayı, toprağa dürülmeyi

Göklere kurulmayı, durmayı zamana

Yılana ve deveye sevmeyi

Ölmeyi, öldürmeyi

Yaşamayı sen öğrettin insana (M.İslamoğlu.)

...

Biz seni, bize alemlere rahmet Rasul olarak veren Allah için çok sevdik…

Biz seni, yüzünü hiç görmeden sevdik…

Biz seni, içimizdeki bütün eksikliklere, kusurlarımıza rağmen sevdik… Biz senin yetimliğini, biz senin ümmiliğini, biz senin arkadaşın Cebrail melekten okumayı öğrenmeni çok sevdik. Sen bize, Allah'ın sözünü okuyan ve öğreten başöğretmenimizsin…  Allah'a imanın, O'nun kitaplarına inanmak ve kitaplarını sevmekten geçtiğini de söyledin. Kitapları sevmemiz, okumamız bundandır. Sen, bize Allah'a inanmanın O'nun elçilerini sevmek ve aziz tutmaktan geçtiğini de anlattın. Adem'i, Nuh'u, Davud'u, İbrahim'i, Musa'yı, İsa'yı ve diğer peygamberleri de senin yani Muhammed Mustafa (sav)'nın bir öncesi olarak, ilahi davetin anlatıcıları ve insanlığın rehberleri  olarak çok sevdik, ayırmadık... Ahirete yani sonralara da inandık, sen anlattın, razı olduk, teslim olduk, görmediğimiz, bilmediğimiz, hiç işitmediğimiz ahiret, yani ölümden sonraki hayatlarımızın bilgisi omuzlarımıza takıldı o günden sonra. Hesap vereceğimizi, kimsenin ah'ının kimsede kalmayacağı bilgisini, bizlere tane tane anlattığın günden beri, bizim omuzlarımız bükük kaldı, böbürlenemedik…

Biz senin konuşmalarındaki o kibarlığı ve bizlere pek düşkün o hal hatır soruşlarını, biz senin herkes uyuduktan sonra ayak uçlarında uçarcasına gezinerek üstlerimizi örten hallerini, biz senin kahkahadan uzak ama hep mütebessim aydınlık yüzünü çok sevdik… Biz senin, gülümseyen olduğu halde her nasılsa aynı anda hep mahzun bakan gözlerini… Biz senin hep en öndeyken bile, o hep kendini gerilere çeken, ayakta ve buyurun diyen hallerini… Az yemelerini, az uyumalarını, evinde tütmeyen ocağına rağmen bulduğun bir tek hurmayı götürüp yetimlere bağışlamanı… Biz senin çocukları çok sevmeni, onlara kıyamayışlarını, çocuklarla oynamanı, ellerinden tutmalarını da çok sevdik…

Kuşu ölen mahzun çocuklara hal hatır edip gönül almalarını… Bayram şenliklerine ve oyunlara katılamayan yetim çocuklara evladım olur musun deyişlerini…

Hatırlayarak sana bir kere daha aşık oluyoruz Ya Rasulallah! Sen kimsesizlerin kimsesisin!

Dünyanın bütün garipleri, seninle şereflendi. Sen; haysiyetin, merhametin, nezaketin, temizliğin ve masumiyetin peygamberisin…

Seni sevmek şereftir bize!... (S. Eraslan)

....

Gündemi bizim dışımızdakilerin tayin etmesini her ne kadar kabullenmek istemesek de kendimizi karikatür tartışmaları, eylemleri ve hatta saldırıları ile karşı karşıya kalmaktan koruyamıyoruz. Yapanlar niye yaptıklarını açıkça söyleyecek kadar mert olmayınca ortaya haliyle birçok komplo teorileri de çıkıveriyor. Zaten millet olarak komploları da pek severiz.

İlk akla gelen teori, Amerika Birleşik Devletleri'nin teröre karşı savaşında psikolojik destek sağlamak amacı ile zaten alenen açıkladığı medyaya destek adı altında dağıttığı milyonların bir kısmının bu karikatürleri çizdirmek için kullanıldığı yönünde idi...

Sonraki teori biraz daha iç karartıcı; İslam dünyası olarak isimlendirilen coğrafyada hakim olan ve çoğunluğu diktatör ya da Efendimizin (sav) 'ısırıcı melik' olarak isimlendirdiği zalim sultanların, kendi halklarının havasını almak ve yükselen toplumsal öfkeyi başka yönlere kanalize ederek bir müddet daha saltanatlarını devam ettirebilmek için bu karikatürleri kullandığı yönünde... Hatırlar mısınız bilmem, Saddam neden ve ne zaman Irak bayrağına tekbir eklemişti?

Fakat bu teorilerin her ikisinin de yürek burkan ortak yanı ise, birilerinin öyle ya da böyle bir sevgiyi kullanmaya kalkmalarıdır. Bu sevgi ya da sevda yeryüzünün en çok sevilmiş ve sevilecek insanı için olunca, bu sevgi yeryüzüne sevginin ve merhametin anlamını getiren bir peygamber için olunca, onu kullanmak bu sevginin yüceliği kadar adice bir tavır oluyor.

Batılıların bu sevgiyi anlamalarını büyük çoğunlukla beklemiyoruz. İmanı bilmeyenin bu sevgiyi anlaması zaten olası değil. Ama İslam coğrafyasında, müslümanların emekleri ile saltanat sürenlerin, O(sav)'nu tanıyanların, O(sav)'na duyulan sevgiyi bilenlerin de bu sevgiyi sömürmek istemesi asla affedilir bir hakaret değil!

Aslında yıllardır binlerce yazı yazıldı, binlerce gösteri düzenlendi ama coğrafyamızda değişen pek birşey yok! Konu batılılar olunca sanki biraz daha hızlıyız gibi. Öfkemizin önünde fren kalmıyor sanki. Gösterilerde kendi mukaddeslerine saldırıldığı için ayaklananlar muhattabları ile aynı konuma düşüp bayrak yakmaya ve vahşiler gibi üzerinde tepinmeye başladılar.

Kendi ülkelerindeki elçilikleri basanlar, sağa sola çapulcu gibi saldıranları izliyoruz...

Biz müslümanlar başkalarının etkileri ile hareket ve eylem noktasına düşecek kadar basireti zayıf mıyız? Yani sıradan içi hava dolu bir top gibi duvara çarpınca zıplamamız mı gerekiyor, yoksa demir bir gülle gibi tekmelemeye kalkanın ayağına unutulmaz bir hatıra mı bırakmalıyız!

İslam tepki değil etkidir! Bu anlamda müslüman etkilenen değil etkileyen olmak durumunda. Bu din herhangi bir aksiyona reaksiyon olarak gelmedi, bizzat kendisi aksiyon oldu! Tarihimiz boyunca biz bugünkü kadar hiç bir zaman dışardan ya da içerden iteklemelerle hareket eden adeta ruhsuz topluluklara dönüşmemiştik.

Bu konuda farklı düşünenlere çok kibar bir sorum var: Bu karikatürler ne zaman yayınlandı ve bu noktaya ne zaman geldi? Yine aynı sorunun doğal sonucu akla gelen bir diğer nokta ise bu gidişten kim kazançlı çıkacak? Emperyalist sermaye durdurulabilecek mi? İnanmasalar bile sırf insani yönlerini tanıyarak Efendimiz(sav)'e saygı duyacak mı batılılar ve batı kafalılar?

Herhangi bir kutsalı olmayanların, bir başkasının kutsalına, mukaddesatına saygı duyması ihtimali çok az maalesef... Biz yine de sağduyulu batılıların bu gibi saçmalıklara prim vermeyeceklerine dair umudumuzu koruyarak çevremizdekilere Efendimiz(sav)'i ve imanımızı anlatalım. Umulur ki bu hem bizim hem de muhataplarımızın menfaatine olur...

Eğer içinde yaşadığımız topluma kendimizi ve bizi biz yapan değerlerimizi anlatamadıysak zaten buradaki varlığımızı sorgulamamızın zamanı gelmiş demektir! Ve artık başkalarını suçlamak yerine kendimizi hesaba çekmenin zamanı geçmek üzere demektir.

Ufuk Gazetesi - Mart 2006

27 Ocak 2012

'Katrina' hanımın kırdığı yumurta cılk çıktı!

‘Bir sinek bir kartalı kaldırdı yere vurdu,
Yalan değil, gerçektir; ben de gördüm tozunu..' (Yunus Emre)

Yumurta-tavuk ilişkisi mantık dersi gibi birçok kez karşımıza çıkmıştır. Yaratan ile münasebetleri düzenli olmayanların zeka seviyeleri bu ve benzeri sorularla ölçülür herhalde...
Merak etmeyin konumuz yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan değil ama en az bunun kadar kafaları yoracak bir soru: 'Medeniyetler mi insanları yetiştirir, yoksa yetişmiş insanlar mı medeniyetleri oluşturur?'

Yüksek medeniyetlerin hükmettiği ülkelerden kalifiye insan ya da adam gibi adam yetişmesi olağan işlerdendir. Bu açıdan bakınca hemen akla demek ki medeniyetler insanları yetiştirir diyesi geliyor hepimizin değil mi? Ama o insanı yetiştiren medeniyetin de yine insanlar tarafından kurulduğunu hatırladığımızda biraz yumurta-tavuk hikayesine dönüyor olay.

Bu noktada biraz konuyu adam olma ya da adam tanıma veyahutta adamlığın alametlerine getirelim. Çoğumuzun bildiği bir örnek; zekat verecek fakir bulamayan Osmanlı İstanbul'unun zenginleri zekatlarını Okmeydanı'ndaki ağacın kovuğuna bırakırlardı da, onlardan sonra oraya gelen ihtiyaç sahibi kişi sadece kendisine yetecek kadarını alır gerisini tekrar o ağaç kovuğuna iade ederdi.
İşte benim gözümde bir medeniyeti oluşturan ve bir medeniyetin yetiştirdiği adam gibi adamlara yukardaki zengin de fakir de mükemmel örneklerdir.

Medeniyetlerle insanlar birbirine çok benzerler aslında. Her ikisinin de kalitesi zirvede ve zorda oldukları zamanlarda anlaşılır. Bunu tesis eden arka plandaki yetişme ya da oluşma zamanlarındaki dinamiklerdir.

Bu anlamda medeniyetleri ikiye ayırıyorum; birinci grup kaynağını ve temel dinamiklerini ilahi dinden alan ve insan ve insana hizmet için yaratılan bütün varlıkları korumayı hedef edinen medeniyetlerdir. İkinci grup ise; kaynağını kişilerin ya da birtakım toplulukların heveslerini doyurma, onların ihtiyaçlarını sonuna kadar giderme ve bunu gerçekleştirmek için her türlü yolu kullanmanın serbest olduğu bir mentalitenin ürünleridir.

Yumurta dışı sert ve sağlam, içi ise yumuşak ve faideli bir kombinasyonun sonucudur. Dıştaki sertlik içteki narin yumuşaklığı korumak içindir. Bazan yumurta dıştan hala sağlam ve sert görünürken içten çürüyebilir, ama bunu farketmek için illa da kabuğun kırılması gerekir genellikle. Her ne kadar ihtisas sahipleri kabuğu kırmadan da yumurtanın kalitesini anlasalar da genel için kabuk illa da kırılmalıdır ve illa o pis koku yayılmalıdır ki anlaşılsın o yumurtanın kalitesi...

Zor zamanlarda yani kabuk kırıldığında ya da ateşle imtihan edildiğinde ortaya kalite ya da rezalet çıkar...

Zorbalıkla bir medeniyet oluşturan ve insanlarına zorbalıktan başka hayat dersi vermeyenlerin zor zamanlarında ortaya çıkan manzara işte bizim yumurtanın cılk hali gibidir. Ne konuşmak ne de yazmak tat vermez böylesi olayları... Ne var ki gereken ders bütün insanlık adına alınmalıdır...

Katrina hanımın kırdığı yumurta cılk çıkmış ve kokusu bütün evreni sarmıştır. Dünyaya meydan okuyan ve işlerini zorbalıkla halleden bir medeniyetin(!) yetiştirdiği insanlar, güçten başka meziyet ve iftihar tanımayan, kurşundan başka kalblere hükmedecek bir malzemesi olmayanlar...

Ve onlardan sadır olan iğrenç fiil: Yardımına koştuğu insanın derisinin rengini kontrol etmek! Beyazlara öncelik tanıyıp kara derililerin açlıktan ceset yemesine aldırmamak! Kurşunu olanların olmayanların ekmeklerine göz dikmesi!

Sizin yumurtalarınız cılk çıktı ey batı medeniyetinin burnu bulutlarda gezen önderleri. Dilerim bundan gereken dersi alırsınız, yoksa mazlumların gözyaşları medeniyetinizi boğmadan kendi halklarınız sizi boğacak...

Ve son söz; medeniyetleri oluşturan ve ayakta tutan gerçek güç; insanların kalblerine hükmedebilmek ve güçlü de olsa hak yememek, zayıfta olsa haklının yanında yer alabilmektir.

Ufuk Gazetesi - Ekim 2005

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...