31 Ocak 2017

Batının asıl derdi

Biraz genelleyici bir ifade ile batı derken kastım, Rusya dahil Avrupa ve Amerika kıtalarında hükmeden ve oralardan kaynaklanarak dünyanın geri kalanını idare etme ve sömürme anlayışını teml edinmiş, bir tür beyaz adam emperyalizmidir. Avustralya’nın bir İngiliz kolonisi olduğunu ifade etmek kafidir.

Ne garip bir tevafuktur ki, dünyanın yerüstü ve yeraltı zenginlikleri bunların yaşadıkları yerlerin dışında kalmış ve bu onların aç vahşi sürüler gibi orta dünyaya saldırmalarına sebep olmuştur. Evet orta dünya; zira çepeçevre sarılmış coğrafyadan bahsediyoruz ve adına kısaca doğu diyoruz.

Hayatı sadece bu dünyadan ibaret bilen batı için temel hedef elbette bu hayatı daha müreffeh ve huzur içinde yaşamak oldu. Bu maksada ulaşmak için onlarda olmayanlara göz diktiler ve eşkiyalıkla, zulümle bunları elde etmekten çekinmediler. Avrupalıların ataları korsanlıkla geçinmeyi marifet bilirken, Amerikalılar’ın ataları da işte bu eşkiya Avrupalılar idi. Amerika Birleşik Devletleri bir korsan devletidir. İşgal ettikleri kıtanın yerlilerini soykırımdan geçirip oraya yerleşen Avrupalı korsanların insan kanı ve eti üzerine bina ettikleri bir işgalci korsan devlet!

Onlar sahip olduklarını işgal ve zulümle elde ettiler. Katliamlarla korudular ve sahiplendiler. Nesilden nesile genetik bir hastalık gibi aktarılan bu mantık hala devam ediyor. Afrika ya da Asya’nın garip ülkelerinde hep batılı işgalciler ya da piyonları arz-ı endam ediyor. Sömürüyor, kanımızı emiyor ama doymuyorlar. Hep daha fazlasını istiyor, hep daha çok öldürüyorlar.

Tam da bu noktada son 200 yıldır batının bu sınır tanımaz ve kanunsuz-kuralsız emperyalizmi karşısında ciddi olarak direnen ve tam da onların hedeflerindeki coğrafyalarda yaşanan İslam duruyor. Daha öncelerde Endülüs’te kurdukları medeniyetle Avrupalılar’ın 800 yıl aralarında yaşayan ama onları yok etmeyen, ama adetlerine bile dokunmayan İslam medeniyeti...

Sonra yine yüzyıllr boyu Avrupa içlerinde devam eden bir Osmanlı medeniyeti ile muhatap oluyorlar. Karşılarında iyilik ve güzellikle yaklaşan insanlar ve adaletle ayakta duran devlet görüyorlar. Soylarına dokunmayan, inançlarına hürmet eden, ülkelerini imar eden, bir huzur ve refah medeniyeti...

Tarih boyunca hep iyiliklerimiz karşısında boynu bükük kalmış, savaş meydanlarında darmadağın olmuş bir batılı neslin eziklik genlerine işlemiş yeni yetme gürbüz oğlanları var karşımızda. Son yüzyıllarda üzerimize bu kadar büyük bir kin ve nefretle gelmelerinin ardındaki ana sebep bu:

Bizimle iyilikte yarışmaları mümkün değil, medeniyet tasavvurunu bizden kopyalamışlar ve inkar etseler de içten içe bunu bilip ayrıca diş biliyorlar. İlimlerini kopyaladıkları alimlerimizin adlarını değiştirseler de aslında neredeyse herşeylerini borçlu oldukları bu medeniyetten çılgınca nefret ediyorlar.

Kurdukları düzenin devamı için ihtiyaç duydukları zenginlikler bizim coğrafyalarımızda, hatta kafa bulmak için istedikleri uyuşturucunun bile en kalitelisi bizim topraklarımızda(Afganistan) yetişiyor. İnsan gücü için de yüzyıllarca taşıdıkları köleler bittikçe bir şekilde yenilerini yine bizim topraklarımızdan devşiriyorlar.

Bize karşı aslında çok çaresizler!

Bu kadar uzun süre saldırdıkları halde pes etmedik, bizi ayakta tutan inancımızı terketmedik, bir türlü onların kullanımına tamamen uygun hale gelmedik. Aralarına aldıklarının çoğu uyumsuzluk sorunu çıkardı ve toplumlarını ifsad ettiler.

Yakinen tanıdığım Hollanda örneğinde olduğu gibi, başları Endonezya’dan getirdikleri Molukler ve Orta Amerika’dan getirdikleri Surinamlılar ile dertten bir türlü kurtulamıyor. Üstüne işçi açığını kapatmak için aldıkları Faslılar ve Türkler de eklenince tümden içinden çıkılmaz hal aldı. Şimdilerde sömürge halklarını ülkelerinden atmanın yollarını arıyorlar. Artık zenginlikler ancak kendilerine yetecek kadar kaldı herhalde ki ortak istemiyorlar.

Sınırlarını kapatacaklar, duvarlar ve teller örecekler, gözlerini ve kulaklarını tıkayacaklar ama yetmeyecek ve kafalarının içinde bir türbin gibi dönmeye devam eden hakikat onları rahat bırakmayacak, intihar ederek bile durduramayacaklar...

Biz nihayetinde ‘geçici dünya hayatı’ için ancak memur edildiğimiz sınırlarda bir imarı normal görür asıl hedefimiz olan ahirete dönük bir hayat yaşamayı hedef ediniriz. Dünyaya, insanlara ve dünyanın nimetlerine bakışımız da buna bağlıdır.

Onlara özenenlerimiz, sevilmek için çırpınanlarımız var maalesef ama yaranamayacaklar!

Onların dinlerine uymadıkça yahudiler ve hıristiyanlar senden memnun olmazlar. De ki: 'Gerçek hidayet Allah'ın hidayetidir.' Sana gelen ilimden sonra eğer onların arzularına uyarsan Allah'tan sana ne bir koruyucu ne de bir yardımcı bulabilirsin. (Bakara 120)

Yahudi ya da hristiyanları dinlerine uymakla memnun edebilirler ama karşımızdaki yeni nesil emperyalistler yahudi ya da hristiyan bile değiller, memnun edilebilmeleri için bir yol yok; ya kölelik ya yok olmaktan başka!


İşte bu noktada ‘Allah’tan gayrısına köleliği’ kesin olarak yasaklayan İslam karşılarına çıkıp; mensuplarına hem kendilerinin hem de idareleri altındakilerin canlarını, mallarını, nesillerini, akıllarını ve dinlerini korumayı emrediyor. İşte bu yüzden  batı/Abd ya da Trump göçmenlere karşı değiller; onlar İslam’a karşı ve müslümanlara düşman, bu düşmanlığı görmemek ya da küçültmek onlara desteğe dönüşür, aman dikkat...

29 Ocak 2017

İslam’da Devlet Başkanlığı

İslam, hayata hükmeden bir nizam ve her yönüyle insan ihtiyaç ve sorunlarına çare olması itibariyle; hem kişisel hem de sosyal anlamda devlet yöneten bir dindir. Rasulullah(sas) hayatta iken Medine’de hicretin hemen akabinde kurulan bir şehir devleti olarak tarih sahnesinde yerini almış ve daha sonrasında eksiklik ve hatalara rağmen insanlığa vahiy kaynaklı ideal hayat sistemini devlet nizamı olarak uygulayarak dünyaya adalet ve intizam vermiştir.

Bugün pratikte İslam devlet sisteminin temellerine uygun kurulmuş ve sürdürülen bir örnek olmadığından olsa gerek, insanlar İslam’ın devlet yönetme yeterliliğini ve hatta ideal devlet nizamı olduğunu unutuyorlar. Bu vahiy temelli sistem aslında daha sonra insanlar tarafından parçaları alınarak taklit edilerek kullanılmaya çalışılmaktadır. İnsanların uydurdukları ideoloji ve devlet yönetme sistemlerinin tamamının temel çıkış noktası da yine vahiy temelli yönetim sistemidir.

Bunlara net örnekler verecek olursak; İslam’ın şura prensibinden şari’ yani kanun koyucu olarak Allah’ı ve Rasulü’nü çıkardığınızda elinizde kabaca bir demokrasi kalır. Ya da İslam’ın sosyal adalet sistemini tek başına alır diğer yönlerini bırakırsanız sosyalizme ulaabilirsiniz, keza İslam’ın mülk edinme ve ticaret sistemini diğer düzenlemelerinden koparırsanız kapitalizme bir yol bulursunuz. İnsanlar, İslam’ın devlet başkanına verdiği mutlak yetkiyi denetim mekanizmalarından vahyi çıkartarak ya da hiç bir denetime tabi tutulmaksızın bir kişiye vererek mutlakiyet idaresine ulaşabilirler.

Bu şekilde elde ettikleriniz elbette ideal ve insanlığa en uygun sistem olamazlar zira eksik birer parçanın zorlanarak bütüne dönüştürülme çabası başarısızlığa mahkumdur. Yeryüzünde bu sistemleri eklemeler ve çıkarmalarla uygulayarak yönetilen toplumlarda sorunların bitmemesi ve insanların bir türlü nihai huzura ulaşamaması bundandır.

Keza bugün dünyada müreffeh ülkeler olarak gösterilenlere baktığımızda uygulanan sistemlerin İslam’ın devlet nizamına yakınlaşmasıyla bu başarının elde edildiğini görmek çok kolay olur. Bazı eksiklerine rağmen kullandıkları sistem İslam’a oldukça yakındır.

Geçmişte ve günümüzde önde gelen mamur ve müreffeh ülkelerin yönetim biçimlerini incelediğimizde hemen hepsinde son otorite sahibi bir kişiye ve onu denetleyen, gerektiğinde yerine yenisini seçen, gerekli düzenlemeleri kanunlaştıran bir meclise rastlıyoruz.

Bu girişten sonra islam devlet sisteminde en önemli kişi olan ve İmamet-i Kübra makamında bulunan Halife veya Emiru’l Mü’minin olarak isimlendirilen İslam devlet başkanı hakkındaki hükümleri hatırlatmak istiyorum. Böylelikle saldıranların da savunanların da bir bilgi ve delile dayanmasını teminde bir katkı olmasını arzuluyorum. Ülke gündeminde bir sistem tartışması varken İslam’ın sistemini bu vesileyle bilmenin ve ona göre karşımıza çıkan örnekleri değerlendirmenin hayra vesile olacağını umuyorum. Yazının devamında özellikle İmam, Emir, İmamet-i Kübra, Halifelik ve Devlet Başkanlığı isim ve tamlamalarını karışık olarak kullanacağım, bundan maksadım bu kelimelerin zihinlerimizde aynı yere yerleşmesinden ibarettir.

Halifelik

Halifelik lugatte, ‘birinin yerini alma ve ona vekillik etme’ manalarına gelir. İslam ıstılahında ise, ‘Hz. Muhammed(sas)’e vekil olarak müslümanları ve İslam’ı koruma görevini yerine getirmektir’. Bu vazifeyi üstlenen kişiye Halife denir. Halifelere aynı zamanda İmam veya Emir de denilir. (Nesefi)

İmamet-i Kübra olarak isimlendirilmesi konunun kitaplarda anlatılırken namazdaki imamlıkla karıştırılmaması içindir ve gürev olarakta Emir’in müslümanların en büyük imamı olması hasebiyledir. Konu daha çok akaid kitaplarında işlense de hemen her geniş fıkıh kitabında da mutlaka hakkındaki hükümler sıralanmıştır. Zira o makamın getirdiği sorumluluklar olduğu gibi bazı ayrıcalıklar da vardır. Bunları konunun devamında işleyeceğiz.

Hilefat veya İmamet-i Kübra’nın niteliği alimlerimizce yapılan tariflerden de anlaşılabilmektedir. Bunlardan bazılarını buraya naklederek anlamaya çalışalım:

‘Muhammed(sas)’e vekil olarak umuma riyaset edip din ve dünya siyasetini korumaktır.’ (Maverdi, Teftazani) Bunlardan Teftazani’ye göre İmamet-i Kübra itikadi değil ameli hükümlerdendir.
‘İmamet-i Kübra, kullar üzerinde umumi tasarrufa hak kazanmaktır.’ (Timurtaşi, Haskefi)

İmamet-i Kübra’ya birini tayin etmek müslümanların en mühim vazifelerindendir. Çünkü şer’i vaciplerin bir çoğu buna bağlıdır. Onun için Akaid-i Nesefi’de şöyle denilmiştir: ‘Müslümanların hükümlerini tenfiz edecek, şer’i cezaların tatbik ve sınırlarını muhafaza ile ordularını hazırlayacak, zekatlarını alacak, yol kesici zorba ve hırsızları kahredecek, cuma ve bayram namazlarını kıldıracak, hukuki isbat eden şahitleri kabul edecek, velileri olmayan kızları ve erkekleri evlendirecek ve ganimetleri taksim edecek bir halifeleri bulunması mutlaka lazımdır.’

Sahabenin (radiyellahu anhum) Rasulullah(sas)’in defninden önce bir halife seçmesini delil alan alimlerimiz bir halife vefat edince yerine yenisi seçilmeden defnedilmemesine hükmetmişlerdir. (Tahtavi)

Bu ifadeler bir Emir’in seçilmesinin ne kadar önemli olduğunu anlatmaya yeterli olsa da konunun Kitap ve Sünnet’ten delillerini zikretmek gerekiyor.

Kur’an’dan: ‘Ey iman edenler, Allah’a itaat edin, Rasulü’ne itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin...’ (Nisa 59)

Bu ayetin tefsirinde Razi, Hz. Ali(ra)’in, ‘İmamın, Allah’ın indirdiği ile hükmetmesi ve emanetleri yerine getirmesi vaciptir. O, bunu yaptı mı halkın da ona itaat etmesi vacip olur’ dediğini nakleder. (Razi, Tefsiri Kebir, C 8, s 103)

Sünnet’ten: ‘Bir kimse biat etmeden ölürse cahiliyye ölümüyle ölmüş demektir.’ (Müslim)

Bu ağır tehdit, zamanın imamına biat etmenin dinen vacip olduğunu beyan etmektedir.

İcma’dan: Mütevatir olarak sabittir ki imamsız bir vaktin geçmemesi hususunda bütün sahabe ittifak etmişlerdir. Sahabenin ittifakı ise dört asli delilden icma olur. Rasulullah(sas)’in vefatı üzerine Ebu Bekir(ra) meşhur hutbesinde şöyle demiştir:

‘Dikkat edin ey mü’minler, şüphesiz ki Muhammed(sas) öldü, bu dini ayakta tutacak bir kimse mutlaka lazımdır.’ (Buhari, Müsned, Tabakat İbn-i Sa’d, Siret İbn-i Hişam)

Kıyas’tan: Yerine getirilmesi gereken bir çok dini ve dünyevi iş imamın mevcudiyetine bağlıdır.  İslam’ın muamelat, mucazat, munakehat, cihad ve ahiret menfaatleri içindir. Bunların yerine getirilmeleri vaciptir. İslam fıkhındaki umumi kaideye göre, ‘vacipleri vesile olan şey de vaciptir’. Bu sebeple müslümanların bir imam seçmeleri kendi selametleri ve dinin devamı için şarttır.

Halife’de bulunması gereken şartlar

Ömer Nesefi Halife’de bulunması gereken şartları şöyle sıralamıştır:

1.       İmamet-i Kübra makamındaki Halife’nin hür bir müslüman olması şarttır. Zira kafirin müslümanlar üzerinde velayet hakkı yoktur yani kafirlerin müslümanları idare etmeleri kabullenilemez. Köleden yahut esirden de halife olmaz, onların kendileri haklarında bir yetkileri yokken başkalarına nasıl olur? Çocuk ve deli de köle gibidir.

Kadından da emir olmaz çünkü kadınlar evlerinde oturmakla memurdurlar, onların hali tesettüre mebnidir. Rasulullah(sas) buna işaretle; ‘hükümdarları kadın olan bir kavim nasıl felah bulur’ buyurmuşlardır. (İbn Abidin)

2.       İmam’ın açıkça bilinmesi gerekir, korku sebebiyle de olsa imam gizli olamaz.

3.       Muntazar(gelmesi beklenen) bir imam kabul edilemez.

4.       İmam, Kureyş’ten olmalıdır, ancak Haşim ve Ali oğullarına mahsus değildir.

Halife’nin Kureyş kabilesinden olması, Nebi(sas); ‘İmamlar Kureyş’ten olur’ buyurdukları içindir. Bu hadis sebebiyle Ensar, hilafeti Kureyşlilere teslim etmişlerdir. (Halebi, Umdetu’n Nesefi Şerhi) Şiiler Ebu Bekir, Ömer (r.anhum)’un hilafetlerini reddebilmek için halifenin Alevi(Hz. Ali neslinden) ve masum olması şartını öne sürerler. Halifenin masum olması şartını koşan fırkalar İsmailiye ve İmamiye’dir.  Ehli Sünnet itikadında böyle bir şart hiç kimse için ve hiç bir makam için mümkün değildir.

5.       İmam’ın zamanının en faziletlisi olması şart değildir.

6.       İmam kamil ve tam bir idareci olmalıdır.

7.       İmam İslam nizamının yürürlükte kalmasını temine, İslam ülkelerinin sınırlarını korumaya ve mazlumun hakkını zalimden almaya muktedir olmalıdır.

İslam alimleri Halife’de bulunması gereken şartlar hususunda 8 konuda ittifak etmiş ancak 4 konuda ihtilaf etmişlerdir.

İttifak edilen şartlar şunlardır:

1.       Müctehid olmak. (Herhangi bir mevzuda hüküm verebilecek ilme sahip olmak.)

İbn Abidin, müctehidlik ve cesaret şartlarını kabul etmez ve bunların her zaman bir kişide bulunmasının çok zor olduğunu ifade eder. İctihad gerektiren hususlarda alimlerden, cesaret gerektiren konularda da komutanlarından destek almak suretiyle makamını yürütmesini mümkün görür.

2.       Savaş ve diğer askeri meselelerde basiret sahibi olmak.

3.       Cezaları tatbike ve mazlumun hakkını zalimden almaya güç yetiirebilmek.

4.       Adil olmak.

Hanefi alimleri adaleti hilafetin sıhhatinin şartı olarak kabul etmezler, mekruh olmakla birlikte fasığın hilafeti de sahihtir derler. Bir kimse adil iken halife seçilmiş ancak sonradan fıska düşmüşse azledilmiş sayılmaz ama fitneye sebep olmayacaksa azledilmesi evladır. Böylesi bir halifeye dua etmek vaciptir, isyan etmek caiz değildir. Buna Umeyye oğullarının zalim sultanları ardında sahabenin namaz kılmaları delil getirilmiş olsa da zaruretler umumi kaide tayin etmeye kafi olmazlar. İmam Ebu Hanife(ra), ‘Zorbalardan sadır olan işler zaruretten dolayı sahih olur’ buyurmuştur.

5.       Mükellef (akil ve baliğ) olmak.

6.       Erkek olmak.

7.       Hür olmak.

8.       Hükmünü sürdürmeye ve emrinden çıkanı yenmeye gücü yetmek.

İhtilaf edilen şartlar ise şunlardır:

1.       Kureyş’ten olmak.
2.       Haşimi olmak.
3.       Masum olmak (fasık olmamak).
4.       Zamanın en faziletlisi olmak.

İmam’ın Kureyş’ten olması meselesi üzerinde İslam alimleri ayrıca durmuşlardır. Zamanla şartların değişmesi bu imkanı ortadan kaldırınca alimlerimiz şöyle ictihadda bulunmuşlardır:

‘Münasip olan İmam’ın Kureyş’ten olmasıdır fakat bulunmazsa adil, emin ve hakimliğin şartlarını bilen bir kimseyi seçmek evladır.’ (Fetavay-ı Hindiyye)

‘Eğer Kureyş’ten muteber şartları üzerinde toplayan bir kimse bulunmazsa, Kenani’lerden biri imam olur. Bu da olmazsa İsmail oğullarından biri tayin edilir. Bu da mümkün olmazsa şartlara haiz başka ırktan birisi imamete tayin edilir.’ (Teftazani)

Hilafette aslolan tayindir, birazdan bu tayin yollarını ayrıca inceleyeceğiz. Ancak zorbalıkla hilafeti ele geçiren kişinin halifeliği meğer ki yukarıdaki tüm şartları taşısa da ancak zaruretten dolayı sahihtir.

Çocuğun halifeliği de ancak zaruretten dolayı sahih olur ancak bu görünüşte böyledir, hakikatte değildir. Eğer halk vefat eden bir sultanın çocuğunu halife tayin etmek isterlerse işleri bir valiye havale etmeleri gerekir. Böylelikle resmen sultan çocuktur hakikatte ise validir. (Eşbah, İbn Abidin)

İmam’ın seçilme metodları

Ehli Sünnet’e göre bir kişinin imametin bütün şartlarına haiz olması onun imam olması için yeterli değildir, aynı zamanda bu vezifeye seçilmesi veya tayin edilmesi gerekir. Bu tayin veya seçilme üç şekilde olur:

1.       Bizzat Rasulullah(sas) tarafından seçilmekle, Ebu Bekir(ra)’ın hilafeti böyle olmuştur. Nebi(sas) onu hayatında veziri gibi yanından ayırmamış ve namazlara imam olarak tayin etmiştir. Din işinde öne geçirilenin dünya işlerinde de öne geçirilmesine işaret sayılmıştır zira O’nun için namazdan değerli birşey yoktu.

2.       Bir önceki imamın tayin etmesiyle. Ömer(ra)’ın hilafeti böyle olmuştur ve bu şekilde halife tayininin sahih ve caiz olduğunda icma vardır. Ömer(ra) da kendisinden sonraki imamı seçmeleri için bir şura oluşturmuş ve bunu müslümanlar itirazsız kabul etmişlerdir ki bu da icmadır.

3.       Müslümanların tasvip ve güvenini kazanmış (Ehl-i hal ve’l akd) ve imam seçmeye ehil olan kimselerin seçmesiyle.

İmam seçmeye herkesin iştirak etmesi doğru değildir. İslam alimleri imamı seçecek olan müslümanlarda bulunması gereken vasıfları üç grupta toplamışlardır:

1.       Adaletin bütün şartlarına sahip olmak. Bunlar şöyle sıralanabilir:
a.       Büyük günahlardan sakınmak
b.      Küçük günahlarda ısrardan sakınmak
c.       Hırsızlık gibi insanı küçük düşüren fiillerden sakınmak
d.      İnsan vakarına uygun olmayan şeylerden kaçınmak

2.       İmamete ehil olmanın şartlarını ve kimin bu işe daha müstehak olduğunu ayırt edebilecek kadar bilgi sahibi olmak.

3.       Millet ve din işlerini düzenleyip idare etmede kimin daha salahiyetli olduğu hakkında görüş ve bilgiye sahip olmak.

İmamı seçecek kişilerin sayısı hakkında da ihtilaf edilmiştir. Bazı alimler imamı seçecek olanların her beldede çoğunluğu bulmasının şart olduğunu ileri sürerler. Bazıları da en az dört ya da beş kişinin rızası ile bir kişinin seçimi yapması yeterlidir demişlerdir. Bunlar Hulefa-i Raşidin’in seçilmelerinden yola çıkarak ortaya konulan şartlardır. Zamanların ve toplumların değişmesiyle imam seçimi için bu temel metodlardan yola çıkarak ümmetin maslahatına en uygun yolu bulmak gerekir.

İmam seçme ehliyetine sahip olanlardan oluşan şura meclisi bir imam seçmek için toplandıkları zaman, imam olabilecek vasıflardaki insanların hallerini ve özelliklerini araştırırlar ve bunlardan en faziletlisi ve vasıfları en mükemmel olan hangisi ise onu seçerek biat ederler.

Şartlara göre seçimler ve kriterler değişebilir. Buna örnek olarak alimlerimizi şunu verirler: İmamete ehil olanlardan birisi daha alim diğeri ise daha cesur olsa zamanın icaplarına bakılır: eğer fitneyi, asileri ve düşmanları önlemeye ihtiyaç olunacak bir devirdeyse cesur olan seçilir. İslam ülkelerinde huzur ve sukunetin devam ettiği bir devirde ise alim olanı seçmek daha uygundur.

İmamı seçen meclisin imama biatleri açık olmalıdır ki, başka biri kendisine biat edildiğini iddia edemesin, çünkü bu hal fitne sebebidir. İmamı seçenlerin seçimi ve biatleri ilan edilip bu haber tüm İslam yurduna ulaştıktan sonra imamlık iddia eden asi olur ve kendisiyle Allah(cc)’in emrine dönünceye ve imama itaati kabullenip biat edinceye kadar savaşılır.

Devlet Başkanının Vazifeleri

1.       Ahkamı tenfiz yani adaleti temin ve tesis için İslam nizamının emirlerini tatbik etmek.
2.       Hadleri ikame yani Allah(cc)’in hududunu (irtidat, zina, içki içme, zina isnadı, ğasp, katl ve yaralama suçlaarının cezaları) ve İslam hükümetinin emirlerini çiğneyenleri cezalandırmak.
3.       Askeri techiz yani topyekun müdafa hizmetlerini yerine getirmek.
4.       Sadakaları toplamak, mü’minlerden ve gayri müslim tebaadan alınan vergileri toplamak.
5.       Teröristleri, hırsızları ve eşkiyaları kahretmek.
6.       Cuma ve bayram namazlarını kıldırmak ve/veya kıldıracak olanları tayin etmek.
7.       İnsanlar arasında vuku bulan ihtilafları çözmek.
8.       Hakların isbatına vesile olan şahitlikleri ve sair ispat vasıtalarını kabul etmek.
9.       Velisi olmayan gençleri evlendirmek.
10.   Ganimetleri taksim etmek.
11.   Ve bunlara benzer coğrafyalara ve toplumlara göre değişen diğer tüm devlet vazifelerini yerine getirmek.

İmam’ın Azledilmesi

Devlet başkanlığına seçilen kişi şartları taşıdığı müddetçe ölünceye kadar bu vazifede kalır ancak bazı sebeplerle azledilmesi gerekebilir. Bunlardan ilki fasıklıktır ki bu sebeple azledilmesi şart değildir ancak evladır yani daha uygundur. Fitneye sebep olmayacaksa azledilir.

İmamın bedeninde herhangi bir sebeple bir noksanlık ortaya çıkarsa azledilir. Bunlar; hislerin, uzuvların eksikliği ve tasarrufta noksanlık olarak sayılır. Hislerin noksanlığından maksat akli melekelerini kaybetmesidir ki böyle bir durumda imam derhal azledilir. Gözlerinin görme duyusunu kaybetmesi de azledilme sebebidir zira bu vazifelerini yerine getirmesine manidir. Ancak koku ya da tat almaması azl sebebi olmazlar. Sağırlık ya da dilsizlikte imametten azledilme sebepleridir.

Organlarında ortaya çıkacak noksanlıklar da görevini icrasına engel olup olmadığına göre değerlendirilir. İmamın görünüşünde insanların ikrahına sebep olacak bir bozukluk meydana gelmişse bu da azl sebebi olabilir.

İmamın şehvete düşmesi ve fıska dalması azledilme sebebidir. Ancak en önemlisi imamın itikadında şüphelerin doğmasıdır. Bu durumda imam derhal azledilir. Yine imamın şehvete kapılması hali haramlara ve kötü arzularına esir olması durumuna ulaşırsa onun da derhal azledilmesi gerekir.

İmamın işleri adil ve salih bir vezire havale etmesi ve sadece onun yaptıklarını tasdik makamında kalması imamlıktan azledilmesine sebep değildir ancak o vezirin icraatlerine bakılır; bu vezir dinin hükümlerini terkeder ve adaleti bırakırsa imamın onu azletmeye güç yetirmesi gerekir aksi halde imametin devamına manidir. Buna fıkhımızda ‘hicr’ denilir.

İmam’ın esir düşmesi imamlığını düşürmez ancak bakılır; kısa sürede kurtulma ümidi varsa imameti devam ettirilir değilse azledilir ve yerine yenisi seçilir. Yeni imam seçildikten sonra eski imam esaretten kurtulsa bile göreve dönemez.

İmam’a İtaat ve İsyan

Devlet başkanı elbette kendisine itaat edilmek üzere görev yapar ve isyan herhalde tüm insanlık tarihi boyunca suç sayılmıştır. Ancak İslam her hususta olduğu gibi itaat ve isyanı da bir kurallar silsilesine bağlamış ve tabiidir ki ne devlet başkanına mutlak itaati ne de toplumu ifsad eden bir isyanı tavsiye ve emretmemiştir.
Emir sahiplerine itaati emreden Nisa 59. ayetin nüzul sebebi olarak aktarılan hadis bu konuda gayet net ve çarpıcı bir örnektir.

İmam Ahmed, Hz. Ali(ra)’dan şöyle nakleder: Allah’ın Rasulü(sas), bir askeri birlik gönderdi, başlarına da ensardan birini komutan tayin etti. Yola çıktıktan sonra komutan onlara kızınca, odun toplamalarını ve ateş yakmalarını emretti. Sonra da ateşe girmelerini istedi. Aralarından bir genç, ‘siz ateşten kaçarak Rasulullah(sas)’e geldiniz, O’nun yanına varmadan acele edip ateşe girmeyin, O girmenizi emrederse o zaman girin’ dedi. Bunun üzerine dönüp Nebi(sas)’e haber verdiler, O da onlara, ‘eğer ateşe girseydiniz sonsuza kadar çıkamayacaktınız (yani cehennemlik olarak ölecek ve ebedi cehennemde kalacaktınız), itaat ancak meşru işlerdedir’ buyurdu. (Buhari, Müslim, Ebu Davud, Nesai, Ahmed bin Hanbel, İbn Hibban)

Bir başka rivayette ise Ubade bin Samit(ra) şöyle dedi: Neşeli ve kederli anlarımızda, zor ve kolay hallerde dinleyip itaat edeceğimize, amirlerimiz haklarımızı vermese bile onlara itaat etmek, onlarla iktidar ve yönetim konusunda çekişmemek üzere biat ettik. Rasulullah(sas) şöyle buyurdu: ‘Ancak idarecinin bir küfrünü, yanınızda kuvvetli bir delil bulunacak derecede açık bir şekilde görmeniz müstesnadır’. (Buhari, Müslim)

Bu ve benzeri bir çok kesin ifadeli rivayetleri delil alan İslam alimleri yöneticilere itaatin şart olduğuna ve emirlerine isyanın caiz olmadığına hükmetmişlerdir. Ancak bazı meselelerde tereddütler hasıl olması durumunda fıkhımızda detaylı yollar ve çözümler sunulmuştur. Öyle ki mübahlar ve mekruhlar hakkındaki emirlere itaatin hükümleri neredeyse mesele mesele kitaplarımızda yer almıştır.

İslam toplumunun salah ve menfaatine olan işlerde bozgunculuk yapmak şiddetli bir şekilde reddedilmiş ve yine müslümanların birliklerini bozacak ve onları cihaddan alıkoyacak işler de yasaklanmıştır.

Bütün bu hükümler devlet başkanının müslüman olması ve ülkesinde İslam ahkamı ile hükmetmeye devam etmesi durumunda itaatin şart olduğunu aksi hallerde yani şirke, küfre veya haramlara düşmesi ve zulmetmesi hallerinde ise itaatsizliği ve isyanı emreder. İsyandan maksat silahlı ayaklanma değil emirlerine itaat edilmemesidir. Bazı hallerde ise eğer güç yetirilebileceği kanaati varsa ayaklanmaya da cevaz verilmiştir. Aksi halde müslüman halkın helakına sebep olmayacak şekilde hazırlık yapmak ve mümkünse ‘ehli hal ve’l akd’ şura vasıtasıyla görevden almak değilse güç kullanarak indirmek gerekir.

Herhangi bir İslam beldesinin idarecilerinin haram ve zulümlerle halkı helaka sürüklemeleri halinde ise topyekun isyan gerekir. Müslümanların canlarına ve mallarına kasdeden hatta namuslarına el uzatan bir idarenin kabullenilmesi ve itaat edilmesi sözkonusu değildir. Ancak bu umum müslümanların buna güçleri olacağına kanaat edilmesi durumundadır. Bu durumda Allah’a tevekkül edilerek yola çıkılır ve müslüman toplumun ıslahı için cihad ilan edilir.

Benzer bir durumda İmam-ı Azam Ebu Hanife(ra), zalim hükümdara karşı ayaklananlara destek vermenin nafile hacdan 40 kat daha büyük ecre sebep olacağı fetvasını vermiştir. Dahası İmam, daha sonra göreve gelen zalim idareci tarafından işkence ve eziyetlere muhatap olmuş ve bu şekilde zindanda vefat etmiştir. Ondan istenilen zalim bir idarecinin Kadıyyu’l Kudat (Kadılar Kadısı) makamında  olmak ve alacağı ücretle rahat bir hayat sürmek yerine zindanda işkencelere rağmen ona destek olmayı reddetmiş ve şehadeti tercih etmiştir. (İbn-i Abidin)

Benzer şekilde tabiinin en büyük alimlerinden Said bin Cübeyr(ra) da bir tek cümleyi söylemeyi reddettiği için zindanda işkenceyle katledilmiştir. Onunla beraber zindana atılan alimlerin, insanların onun ilmine ve fıkhına ihtiyaçları olduğu sebebiyle kendilerinden istenilen ‘Kur’an mahluktur’ sözünü kerhen de olsa söylemesini ve canını kurtarmasını istemeleri üzerine Said(ra); ‘insanların onlara fıkıh öğretecek birine ihtiyaçları olduğu kadar bu dinin hakikatleri uğrunda can vermeyi öğretecek olanlara da ihtiyaçları vardır’ diyerek tekliflerini reddetmiş ve hakikati ikrar ve batılı reddederek zalim hükümdara isyanı seçmiş, canını Alemlerin Rabb’ine şehid olarak teslim etmiştir. Kitaplarımızda benzer durumda kalan halktan birisinin canını kurtarmak için zorlandığı küfür sözünü söyleyip canını kurtarmasının caiz olduğu ama alimlerin bunu yapamayacağı zikredilir zira onlar halka örnektirler ve azimeti tercih etmek zorundadırlar, ruhsatlar halk içindir.

Selef-i Salihin’den benzer bir çok hatıra aktırılabilir, onlar bu dini en saf ve aslına en uygun şekilde anlamış, yaşamış ve o haliyle bize aktarmak uğruna herşeyi göze almışlardı. Allah hepsinden razı olsun ve ecirlerini artırsın. Onlar devirlerindeki idarecilerden zalim olanlara ve fasık olanlara hak ettikleri şekilde karşılık vermiş ve müslümanların itikadını muhafaza edebilmişlerdir.

15. yüzyılında bulunduğumuz tarihimiz boyunca adil, salih ve mücahid idarecilerimiz olduğu gibi zalim, fasık ve korkak idarecilerimiz de olmuştur. Bütün bu devirleri, bugüne kadar yaşananları mümkün olsa tek bir resimde toplasaydık, kahir ve kesin netice müslümanların salah ve menfaatlerinin temel hedef olduğu ve buna ulaşmak için nesiller boyu süren bir mücadele yapıldığı görülecektir. İşte bunu alimlerimiz siyaset olarak tarif ediyorlar. İslam’ın idarecilerinden istediği temel siyaset budur; halkın dünya ve ahirette kurtuluş ve menfaatlerini temin etmek için çalışmak.

İslam’da devlet başkanı ömür boyu görev yapmak üzere seçilir ve bir şura tarafından denetlenir. Fert olarak Allah’ın kullarından bir kuldur ve tüm müslümanların tabi olduğu hükümlere tabidir. Neslimizden bu büyük görevin hakkını vermiş olduğunu düşündüğümüz Sultan 2. Abdulhamid Han’ın kendisini ‘halkının tüm yükünü omuzlarına almış, onların en altındaki ferdi’ olarak takdim etmesi idarecilerin kendii konumlarına bakışlarına en muhteşem örneklerden biridir. Halka düşen ise bu büyük yükü taşıyanlara hele de hakkıyla taşıyanlara hürmette ve itaatte kusur etmemeleridir.

Ülkemizde yaşanan politik gündem sebebiyle insanların İslam’ın hükümleri hakkında ileri-geri konuşmaktan çekinmiyor olması maalesef yine biz müslümanların kafalarını karıştırıyor. Oysa burada özetlemeye çalıştığım, İslam’ın devlet idaresi yöntemlerinden sadece devlet başkanıyla ilgili hükümler idi. Bu alanda ihtiyaç duyulan çalışmaların yapılmasına ya da üzerinde düşünülmesine vesile olmasını umut ediyorum.

Allah, bu halkın dünyalık ve ahiretlik dertlerini omuzlarında taşıyan ve onların salah ve menfaatleri uğrunda hayatlarını feda eden geçmiş ve halen yaşayan tüm idarecilerimizin ecirlerini artırsın ve onları mahşerde makamların ve taltiflerin en büyüğü olan ‘cennetlik’ nişanı ile diriltsin.

Kaynakça:
1.       Ömer Nesefi, Akaid, Bayrak Yayınları, 1993
2.       İbn-i Abidin, Reddu’l Muhtar, Şamil Yayınları, 1982
3.       Fahruddin Razi, Tefsiri Kebir, Huzur Yayınları, 2013
4.       İbn-i Kesir, Tefsiru’l Kur’anu’l Azim, Karınca Polen Yayınları, 2015
5.       İbn-i Sa’d, Kitabu’ut Tabakati’l Kebir, Siyer Yayınları, 2015
6.       Aliyyu’l Kari, Fıkhı Ekber Şerhi, Hisar Yayınevi, 2014
7.       İmam Serahsi, Mebsut, Gümüşev Yayıncılık, 2015
8.       Muhammed Hamidullah, İslam’da Devlet İdaresi, Beyan Yayınları, 2012


27 Ocak 2017

Adalet Herşeyin Temelidir

Allah(cc)’ın adıyla; Rahman ve Rahim’dir ki yarattıklarının yeryüzünde çıkardığı ve çıkaracağı fesadın ve döktüğü ve dökeceği kanlara, işleyeceği zulümlere rağmen rahmetiyle dünyanın devranını devam ettirendir. Kalemi yaratan ve onunla yazı yazmayı belleten(Alak 3) Allah, emanetinin taşıyıcıları olarak zalim ve cahil oluşumuza rağmen ahirimizde rahmetiyle muamele etmesini umduğumuzdur ki O’ndan umudunu kesenin başka bir yardımcısı olmadığı gibi herhangi bir nasibi de yoktur... (Yusuf 87)

Salat ve selam; hidayet rehberimiz, dünyada ve ahirette peşinden gitmekten gayrı hedefimiz olmayan, sünnet ve şefaat sahibi Muhammed(sas)’e, ashabına ve kıyamete kadar onların yolu üzere yürümeye iman ile azmeden salih mü’minlerin üzerine olsun.

Şüphesiz bütün sözler ve yazılar, tıpkı namazlar ve diğer ibadetler gibi tıpkı hayatımız ve ölümümüz gibi alemlerin rabbi Allah(cc) içindir. (En’am 162)

Orada onların duaları: 'Ey Allah'ım! Senin şanın pek yücedir!' demektir. Aralarındaki dilekleri de 'selâm'dır. Dualarının sonu ise: 'Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun' (sözü)dür. (Yunus 10)

Yeryüzünün en karmaşık devresinde değiliz, zulümler ve ölümlerin de zirve yaptığı çok zamanlar geldi ve geçti. Bizden öncekiler arasında hemen her konuda bizi hayrette bırakacak hadiseler yaşandı ve dünyanın düzeni devam etti ve yıldızlar semada asılı kandiller gibi alemi süslediler. Ne hendeklere doldurulup yakılan halklar ne de aralarındaki henüz süt çağındayken ateşlere atılan bebekler bitmedi, dünya durdukça da bitmeyecek! Demir taraklarla etleri bedenlerinden taranarak ayrılanlar ve testerelerle başları kesilenler de Allah(cc)’ın kullarıydılar.

Allah(cc), aramızdan şehitler edinmeyi murad ettiğinde (Ali İmran 140) bu günleri insanlar arasında dolaştırıp duracak ve bizden öncekilerin başına gelenler bizim de başımıza gelecek ki cennet yolları açılsın... (Bakara 214)

Dünyanın sevinçleri de acıları da geçicidir ve asıl mutluluk yurdu ancak ve sadece ahirette elde edilebileceğine olan imanımız bizim başkalarından en büyük farkımızdır.

Ve fakat biz de insanız, zaaflarımızın en büyüğü hayatımızdır. Onu devam ettirmek ve kendimize göre güzelleştirmek bizi insan yapan yanımız olarak ölünceye kadar çıkmayacak bir huyumuzdur. Hatta bir kaç dakika sonra üzerine yağacak bomba ve mermilerle son nefesini vermeyi bekleyen herhangi bir savaşçı da yattığı siperin rahatlığını azami ölçüde sağlamaya gayret edecektir.

Kendimizi ve hayatımızı emniyet altına almamızla da bitmeyen sorunlarımızın ikincisi ise sevdiklerimizin korunması ve kollanması için elimizden geleni yapma gayreti göstermektir.

Dünyada var oluşumuzdan bugüne tüm imar faaliyetlerimiz ve gelişmelerimiz aslında kendimizi ve sevdiklerimizi emniyete alma hedefine matuftur. Ferdi olarak bunu temin etmemizin fıtri olarak en tabii gereği içinde bulunduğumuz toplumun adalet temelleri üzerine bina edilmiş bir sosyal düzen ile idare ediliyor olması geliyor.

Adaletin tesis edilemediği toplumlarda kimse emniyet içinde olamayacaktır. Yaratılışımız gereği taşımakla yükümlü olduğumuz heveslerimiz ve dizginlediğimiz ihtiraslarımız fesadın ve haksızlıkların kaynağı olsalar da vazgeçilmez insani vasıflarımızdır. Hepimiz insanlar olarak yaratıldık ve o hal üzre can vereceğiz, içimizden kimse yaşarken bu halden çıkamayacak yani hiçbirimiz melek olamayacağız.

Bu girişten sonra adalet mefhumunu öncelikle ıstılahi manası ile anlamaya çalışalım. İslam’da adalet kavramı temel olarak itikadi bir meseledir zira Allah(cc)’in Esmau’l Husna’sından biri de el-Adl’dır. Bu esmayı el-Adil şeklinde nakledenler olsa da Tirmizi’de rivayet edilen meşhur esma hadisinde el-Adl olarak zikredilmektedir. Kelime diğer esmalarda karşımıza çıkan sıfat yahut ism-i fail formatlarında değil bizzat isim olarak Allah(cc) için zikredilmektedir. Bu da bu esmaya çok daha özel bir bakışı mecburi hale getiriyor.

Adl esması, mutlak adalet sahibinin adaleti kendine isim olarak alması ile adaletin değerinin en güzel ifadesidir. Adalet denilince akla O(cc) gelmelidir! Allah(cc) mutlak adildir ve asla zulmetmez(Yunus 44, Enfal 51), adil olanları sever(Maide 42, Hucurat 9) ve zalimleri sevmez(Ali İmran 57, Şura 40).

Adalet zulmün zıddıdır. Zulüm kelimesinde, incitme, can yakma manası vardır. Zulmetmeyerek herkese hakkını vermek, hakları hikmet ve maslahata uygun olarak yerine koymak da adalet demektir.

Zulüm konusunu uzun uzun detaylandırmak konumuzu dağıtabilir endişesi ile konunun hassasiyetini anlatan ve bırakın zalim olmayı zalimlere meyletmeyi bile şiddetle yasaklayan Allah(cc)’in şu uyarısını idrak etmeye çalışalım:

Zulmedenlere meyletmeyin. Yoksa size ateş dokunur. Sizin Allah'tan başka dostlarınız yoktur. Sonra yardım da göremezsiniz. (Hud 113)

Esasen Allah(cc)’in yeryüzünde insanlar ve diğer canlılar için adaleti tesis etmek maksadıyla peygamberler ve kitaplar gönderdiğini ve indirdiğini bilmek bile adaletin gerek dünya gerekse ahiret için ne derece ehemmiyetli olduğunu anlamamızı kolaylaştıracaktır.

Adaleti temin etmek dinin en temel hedefidir(Hadid 25). Öyle ki müslüman, adil insandır denilse uygun olur. Allah(cc)’a karşı adil olmak O’na hiçbir varlığı eş koşmadan yalnız O’na kulluk etmektir yani Kitab-i Kerim’ine mutlak tabiiyyettir. Rasulullah(sas)’e karşı adalet ise hayat rehberi olarak O’nu tayin etmek ve başkasının söz ve fiillerine asla O’nunkiyle eşdeğer görmemektir yani sünnetine sarılmak ve O’nun getirdiklerine teslim olmaktır. Müslümanlara karşı adalet, onları kardeş bilmek ve bu kardeşliğin yüklediği her türlü ferdi ve ictimai sorumlulukları yerine getirmektir. Sair insanlara karşı adalet, düşmanlık edip saldırmadıkları sürece onların ellimizden ve dilimizden emin olmaları ve insan olmaları hasebiyle Allah(cc)’in davetine muhatap olarak onlara yaklaşmamız ve güzel muamele etmemizdir.

İslam devlet düzeninde adalet, hukuk önünde herkese eşit davranmak, kültür, bilgi ve mevki farklılıklarından dolayı insanlara başka başka davranmamak demektir. Herkesi taşıdıkları tüm isim ve sıfatlardan önce birer Allah(cc) kulu olarak gören İslam sistemi hukukta adalet konusunu temelden çözmektedir. Sultanla gedayı yanyana saf tuttururken de onları dizdize mahkemede kadı önünde yere çöktürürken de insan fıtratına en uygun ve en ideal sistem olmasının ve tabii ki adaleti tesis ve temin edebilecek en mükemmel sistem olmasının da işaretini sunuyor.

İslam toplumunda her fert, tüm sıfat ve lakaplarının üstünde kuldur, Allah(cc)’ın kulu! Bu en kesin manada dünyada yapılan her türlü muamelenin ahirette Allah(cc) katında ortaya konulacağı ve adaletin yerini bulacağının garantisidir. Buna iman eden bir toplumda kulların birbirlerine zulmetmeleri akıl alacak iş değildir. Tüm ideal uygulamalarına rağmen elbette dünyada tesis edilemeyen adalet mutlaka ahirette yerini bulacaktır. Fakat bu mutlak sonuç bize dünyada adaleti tesis etmekten ve bu uğurda mücadele etmekten alıkoymamalıdır çünkü adalet için atılan her adımın Allah(cc) nezdinde mükafatı hesapsız ve sınırsızdır.

Her hak sahibine hakkını vereceksiniz. Hatta boynuzsuz koyunun boynuzlu koyundan hakkı alınacaktır. (Tirmizi)

Bize İslam, ahirette boynuzsuz koçun hakkının boynuzludan alınacağını öğretti. Bununla hedefi bizim koçların kavgalarını takip ederek boynuzluları korumamızı tembihlemek değil bizlerin yani insanoğlunun dahası müslümanların muamele ve hatta kavgalarında bile adalete riayet etmeleri gerektiğini öğretmekti. Ve adaletten sapmaların cezasız kalmayacağını hatırlatmak...

Adalet mefhumunu anlarken eşitlik ile karıştırmamakta oldukça önemlidir. Eşitlik her zaman adalet değilken adalet aslında en muhteşem eşitliktir. Bir ekmeği bir babayiğit pehlivan ile cılız bir adam arasında paylaştırırken her ikisine yarım ekmek olarak bölmek adalet olmayacaktır. Bir başka açıdan ise bir atın önüne et yığmakta adaletle muamele değildir.

Herkese hakkını ve hak olarak ona tayin edileni teslim etmektir adalet...

Allah(cc)’in insanları değişik sıfatlarda ve hallerde yaratması adalettir ve yine aynı şekilde zenginlerin mallarından zekat alınıp fakirlere verilmesi de adalettendir, bunu terketmek zulümdür.

Adaletin kişisel olarak tesis edilmesi için İslam’ın koyduğu temel ölçülerden biri de ‘kul hakkı’ kavramıdır. Zulmetmemek adaletin ilk adımı olunca kul hakkına riayet etmekte adaletin en değerli hizmetkarıdır. Evinde ya da sokaklarda münasebeti olan insanlara karşı kul haklarına riayet ederek muamele etmek İslam toplumunun en müstesna ıslah metodudur. Herkesin başına polis dikemezsiniz klişesini temin eden yöntem cezalar değil kul hakkı anlayışıdır.

İnsanların haklarını kısmayın. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın. (Şuara 183)
Ölçüyü tartıyı tam yapın ve insanların eşyalarını eksik vermeyin. Yeryüzünde bozguncular olarak karışıklık çıkarmayın. (Hud 85)

En basit örneğiyle, kul hakkına titizlikle riayet eden bir müslüman hatalı sollama yaptığında korkuttuğu ya da rahatsız ettiği belki de hiç tanımadığı bir şahısla ahiret divanında muhakemeye tabi tutulacağını düşünür ve bu düşünce o an onu doğruya yönlendirmeye yeter. Misalleri çoğaltmadan yine en keskin uyarıyla anlamaya çalışalım: Allah’ın affetmeyeceği günah sadece şirk iken, kul hakkını da kula bırakması ve hatta şehitlik  veya kabul olunmuş bir hac yapanların bile ‘günahlarının kul hakkı hariç affedildiği’ vurgusu herşeyi anlatmaya yeterli.

Tarihimizin değişik devirlerinde genel olarak adaleti tesis edebildiğimizde payidar olmuş ve maalesef adaletten saptığımızda Allah(cc) bizi zayıf düşürmüş ve hatta zelil etmiştir. Bu konuda sahabeden başlayarak adaletle muamele hakkında destana dönüşen hatıralarımız olduğu gibi zulme bulaşarak utancımız olarak kayıtlara geçen olaylar da vardır.

Şunu kesin olarak bilelim ve gönül huzuruyla savunalım ki; İslam temel olarak adaleti emreder (Maide 8, Nisa 135, Nahl 90) ve adaleti mülkün yani devletin ve milletin temeli olarak görür. Hakim olduğu beldelerde ve hatta gayri müslim ülkelerde insanlığa adalet ve onun tabii sonucu olarak müreffeh ve huzurlu bir hayat sunmuştur.

İnsanların dinlerini ve canlarını emniyete almak, nesilllerini ve mallarını korumak bu dinin temel hedefleridir. Bu temeller tesis edildiği içindir ki yüzyıllar boyu islam idaresinde kalan memleketlerde insanların dinleri, dilleri ve adetleri kaybolmamış, nesilleri ve malları kendilerine ait olarak kalmıştır. Bir de aksi halde kalan yani gayri müslimlerin idaresine geçen yurtlarımıza bakın ki oralarda müslümanlara reva görülen katliamlar, sürgünler ve yasaklar olmuştur; nesiller yok edilmiş, mallar yağmalanmış, din yasaklanmış  ve canlar yakılmıştır.

Adalet bizim Mevla’mızın adıdır; yolumuzun adı, dinimizin sıfatı, dünyamızın ve ahiretimizin felahı ona bağlıdır. Biz adaletin savaşçıları olmakla ve adil şahitler olarak hayat sürüp gerektiğinde adalet için hayatımızı vermekle emrolunanlarız.

Herşeye rağmen, hayatta kaldığımız sürece topraklarımızın bir gün emniyet ve adalet yurdu olacağından umudumuzu kesmeyeceğiz! Yağmurlar toprağı sulamaya devam ettikçe her yeşeren tohum, bizim için dünyaya bir müjde ahirete ise bir iman tazeleme vesiledir.

Umut dediysem öylesine değil; biz kıyamete kadar devam edecek bir dinin ahirette de yüzü gülenlerinden olmayı kasdediyoruz, biz kazanacağız, başka bir ihtimal yok, olmayacakta! (Mu’minun 1) İmanımız umudumuzdur bizim, onu kaybetmedikçe hiçbir kavgayı kaybetmeyeceğiz!

Tarih şahit; biz yaptık onlar yıktı, dünya yıkılana kadar da öyle devam edecek, bu fani alem nihayete erdiğinde sevinen biz olacağız... Şehirlerimizi yerle yeksan edecekler, nesillerimizi ekin gibi biçecekler ama biz öldürmekle bitmeyeceğiz, çünkü şehidlerin ölmediğine iman ediyoruz; nefes almayan, kalbi atmayan, yürümeyen, konuşmayan, bedeninde hiçbir bildiğimiz hayat emaresi kalmayan adamların yaşadığına iman ediyoruz biz! Dahası rızıklandırılmaya devam ettiklerine de iman ediyoruz! (Ali İmran 169)

‘Bu günler insanlar arasında dönüp duracak(Ali İmran 140)’ yazgısı mutlaktır, değiştirmeye ne Amerika ne Rusya ne İran ne Çin ne de Avrupa güç yetiremeyecek, devran bir gün mutlaka bizim olacak...

Onların bitirdik sandığı devirlerde dünyanın hiç beklemedikleri köşelerinden yine biz çıkacağız ve yeneceğiz onları, kaçamayacaklar sondan! Onlara rahat yüzü vermeyeceğiz, batılın ve zalimlerin kabuslarında bizim adlarımız dolaşacak, en mutlu hayallari bizsiz bir dünya olanların dünyasını karartacağız! Zalimlerin kabusu olmaya devam edeceğiz!

Onlara ve bize karşı savaşmayan tüm insanlara yalnız adalet vadediyoruz...

Hiç objektif olamayacağız ve hiç tarafsız değiliz ve olmaya da niyetimiz yok! Hadise ve insanları dinimiz mihengiyle tartarız ve mutlaka iman edenlerden yana olmak durumundayız. Ve biz adaletin tarafındayız! Haksızlık kimden gelirse gelsin karşısında olacağız, kardeşimiz zulmettiğinde ona mani olmayı ona yardım etmek olarak bilen bir ümmetiz. Zalimlere bizden de olsa payanda olmayacağız! Mazlumlara bizden olmasalar da sahip çıkacak ve haklarını savunacağız.

Allah(cc)’tan her birimiz için yüreklerimizde taşıdığımız maksada ulaşmayı nasip etmesini diliyorum.


Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan hakimler ve adaletle şahidlik eden kimseler olun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletsizliğe götürmesin. Adıl olun, o takvaya en yakın olandır. Allah’dan korkun. Çünkü Allah yaptıklarınızdan haberdardır. (Maide 8)

26 Ocak 2017

Şerrinden Allah’a Sığındıklarımız

Müslüman olmanın en güzel yanlarından birisi de elinizin ermeyeceği ve gücünüzün yetmeyeceği varlıklarla ve tabii ki insanlarla da mücadele edebilme imkanına sahip olmaktır. Dünyanın neresinde olursa olsun bir zalim ve gaddar hakkında kalbinde iman taşıyan herkesin Rabb’ine iltica etme ve duasıyla onu Rabb’ine havale etme gibi bir mücadele çıkış kapısı vardır.

İnsanlar bir yana, insanların hisleriyle bile bu şekilde dua ile mücadele etme ve onlara direnme hatta korunma imkanımız her zaman mevcuttur. Haset ettiği zaman hasetçinin şerrinden de sığınılacak merci yine Rabb’ul Alemin olan Allah’tır. Kin ve öfkelerden, düşmanlık ve ihanetlerden korunak olarak kaçılacak yer de yine duanın vesile olacağı emniyettir, huzurdur, sekinettir.

Şüphesiz dua, yalnız dillerden dökülen cümleler değil esasında kalplerde taşınan iman ve teslimiyetin niyetlere dönüşmesi ve bu niyetin Kadir-i Mutlak olan Allah’a kalplerden ve dillerden yine O’nun lütfu bir lisan ile sunulmasıdır.

Bizim beddua diye isimlendirdiğimiz herşey de duadır, sadece duanın ihsan ve letafet çağrışımına yakıştıramadığımız menfi dualar için bir ifade şekli bulmuşuz. Yaratılmışların şerlerinden yaratan Allah’a sığınırken, o şerli varlıkları ve insanları aşağılamamıza ve haklarında hiçte iyi olmayan şeyler istememize beddua diyoruz.

Bunların başında elbette şeytan gelir ki, adını duyduğumuzda ‘Allah’ın laneti üzerine olsun’ deriz. Sonra zararlarına göre şeytanın avanesi olarak çalışan insanlardan ve cinlerden herkes için de aynı laneti dileriz. Lanet, onların Allah’ın rahmetinden uzak olmaları kasdıyla yapılan bir duadır.

Bu şekilde küfrün ve zulmün önderleri de bu duamızdan nasiplerini alırlar. Bizim onlar için asıl arzumuz hidayettir, Allah’ın onlara hidayet etmesini umarız. Hidayet olunmaları halinde kardeşlerimiz olacaklarını biliriz.
Bazı insanlar içinse şahıslarından çok temsil ettikleri makam ve şeytani zulüm mekanizması bize onlar hakkında beddua etme yolunu açar. Mesela herhangi bir Amerikan başkanının şahsıyla bir işimiz yoktur ama o adamın temsil ettiği gücün yer ile yeksan olmasını ve şerrinden geri kalan tüm insanlığın emin olmasını dilemek en güzel dualarımızdandır. Elbette onun temsil ettiği emperyalist saltanatın son adamı olmasını bütün kalbimizle ister ve bunun için dualar ederiz.

Bunu yaparken de, hayatımızın ve hatta ölümümüzün bu duayla uyumlu olmasına dikkat ederiz. Biliriz ki samimiyetle arzu ettiğimiz şeyin hilafına bir hal üzere isek duamızın makbul olma ihtimali yoktur. Karnımızın doyması için dua ederken de ekmeğimize vesile olacak işler yapar, sonra onu çiğneyerek midemize indiririz ve bekleriz ki organlarımız Allah’ın onları yarattıkları sebep istikametinde çalışarak bize can olacak vitamini yediklerimizden alsın.

Dünyadaki herşey bir sebepler dairesi içinde cerayan eder ancak bunun istisnaları olur ve biz de onlara mucize yahut keramet deriz. Bu istisnaların oluşacağına dair hiçbirimizin elinde bir delil yoktur. Öyleyse herşeyimizi sebeplere göre kurmak durumundayız. Dualarımızı da sebeplere göre şekillendiririz.
Lanet ettiğimiz düzenleri ve adamları asla sevmeyiz, kalplerimizde onlara herhangi bir meyil bulundurmayız. Dillerimiz onlar lehine asla dönmez. Ellerimiz onlar namına iş yapmaz.

Onlar şerlerinden Allah’a sığındıklarımızdır, bu sığınmanın samimiyeti her halimizde görünmelidir.

Kötüler arasından birine iyi denilmez; belki daha az kötü denilebilir.

Lanet etmemiz hidayetlerini istemediğimiz anlamına gelmez, halleri değişirse önceki beddualarımızdan mes’ul olmayız.

Zalim eğer mü’min ise onu zulmünden alıkoymak bizim için imanımızın gereği bir kardeşlik sorumluluğu iken, kafir ise ona mani olmak yine imanımızın gereği bir müslümanlık sorumluluğudur. Zira cihad, Allah’ın adının yükseltilmesi yani adaletin inşası ve zulmün imhası için yapılan her türlü amelin genel adıdır.

Yeryüzünde Allah’ın adının en yüce olarak yerleşmesi; her türlü zulmün sonu ve insanlık için en mükemmel hayat tarzının ve adaletin ikame edilmesidir.

Şerlerinden Allah’a sığınılanlardan olmamak ve şerlerinden Allah’a sığınılanların safında olmamak hatta sanılmamak temennisiyle...


16 Ocak 2017

Meydan Savaşlarını Özlüyoruz!

Her ne kadar belirli bir zaman için gelsekte bu dünyaya, ‘bazımız bazımıza düşman olarak’ indik (Bakara 36) ve kıyamete kadar da bu böyle devam edecek. Düşmanlık ise savaş, acı ve ölüm demek!

Adem(as)’ın iki oğluyla başlayan kavga hala devam ediyor. Küçük menfaatler ya da büyük hedefler uğrunda savaşıyoruz. Neticede savaşıyoruz! Dünya, nadiren huzurlu zamanlar geçirse de hep bir yerlerde birileri birileriyle çatışıyor.

Savaşın da bir ahlakı olması gerektiğini herkes kabul etse de pratikte kazanmak için hemen her yola başvurmaktan kaçınmıyoruz. Özellikle biz müslümanlar yeryüzünde bu konuda en hassas toplumuz ve yapabildiğimiz kadar savaş hukukunu çiğnemekten sakınıyoruz. Zira biz her haksızlığın hesabının verileceğine iman eden bir toplumuz...

Teknolojinin gelişmesi hele de merhametsiz toplumların gelişmiş silahlar edinmesi günümüz savaşlarının ‘hukuksuz ve acımasız’ birer katliama dönüşmelerini hızlandırıyor. Gerçi zalim bir ordu elinde en basit silahlar bile korkunç birer ölüm makinasına dönüşebiliyor. Suriye’de çok az maliyetle üretilen varil bombalarının hedef gözetmeksizin çarşılara, pazarlara, okullara ya da camilere atılabilmesi herhalde insan türünün ne kadar aşağıya düşebileceğine örnek olabilir.

Metal parçaları ve patlayıcılarla doldurulmuş bir varil dolusu ölümün, helikopterden rastgele atılırken düşüş hızı, fıtrattan uzak ve merhametten mahrum olan insanların ne kadar hızlı ‘aşağıların aşağısı’na düşebileceğini temsil ediyor...

Birtakım teknolojik imkanlarla karadan, denizden ya da havadan atılabilen, yalnızca bir tek düğme ile idare edilen ama onlarca haneyi, yüzlerce canı ve milyonlarca yüreği yakma kapasitesine sahip silahlar çağımızın en sıradan savaş metodu haline geleli çok oldu.

‘Delikli demir’in çıkıp mertliğin bozulduğu devirlerde insanlar bir kurşunla ölüme çok hayıflanırlar imiş... Bugünleri görmedikleri için bahtiyar olsalar gerek!

Ordu ya da ordular tarafından şehirler kuşatılıyor, saldıranlar rastgele atışlar yaparken savunanlar halkını ve hanelerini siper edinmekten çekinmiyorlar... Şehirlerin adı değişebiliyor, saldıran ya da savunan taraflar yer değiştirebiliyor ama arada kalan, hanesi harap olan, başına bombalar yağan, can vermeyi artık kurtuluş gören, hasbel kader can vermemişse ölümden beter ızdıraplara kaçan, zillete düşen ise halklar oluyor.

Bu yüzden meydan savaşlarını özlüyoruz; yıkılan şehirler, yok edilen medeniyetler ve hatıraları bir yana onurlu bir ölüm ve onurlu bir definden bile mahrum bırakılan, değersiz varlıklar gibi enkaz altında kalan insanlar, parçaları bile bir araya getirelemeyen cesetler özletiyor zira!

Hani iki ordunun genellikle geniş bir düzlükte karşı karşıya geldiği, önce bir kaç yiğit savaşçının ortaya çıkıp çatıştığı, sonrasında oklara, mızraklara ve nihayetinde kılıca yani bileğe ve yüreğe dayanan savaşları özlüyoruz!

Bu noktada hataları saymak, birilerini suçlamak yerine kaynaklarımızda bize aktarılan savaş hukukumuzu hatırlamak daha hayırlı bir neticeye sebep olacaktır diye umut ediyorum.

İslam savaş hukuku hissiyata değil adalete dayanır, savaşın da adil olmasını sağlamak için tesis edilmiştir ve asıl maksat birilerini ya da bir yerleri yok etmek değil, Allah(cc)’ın davetine mani olan engelleri ve zulmü ortadan kaldırmaktan ibarettir.

İslam’a göre savaşa katılan herkes meşru hedeftir, katılmayanlar değildir. Bu katılımın şeklinin eliyle, diliyle ya da fikir ve plan bazında olması hedef alınma hakkını değiştirmez. İslam gerektiğinde savaşmayı emreder, kibarlık ya da yumuşaklık değil adalet ister.

‘Ey cemaat, düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin, Allah'tan afiyet isteyin, onlarla karşılaştığınız zaman da sabredin. Biliniz ki cennet kılıçların gölgesi altındadır.’ (Hadis, M.A.)

Muhtelif kaynaklarımızdan derlediğim temelde İmam Muhammed’in Siyer-i Kebir adlı eserine İmam Serahsi’nin yaptığı şerh esas alınan savaş yasaklarından bazıları şunlar:

1.       Zulüm ve işkence ile öldürmek yasaktır.
2.       Eli silah tutmayan ve savaşa hiç bir katkısı olmayanların öldürülmesi yasaktır.
3.       Kadın, çocuk ya da kölelerin öldürülmeleri yasaktır.
4.       Engellilerin (eğer fikir ya da plan destekleri yoksa) öldürülmeleri yasaktır.
5.       Rahip, haham gibi din adamlarının ve inzivada yaşayanların öldürülmeleri yasaktır.
6.       Savaşamayacak kadar yaşlı olanların öldürülmeleri yasaktır.
7.       Zihinsel engellilerin öldürülmeleri yasaktır.
8.       Savaş zarureti bulunmadıkça zirai mahsullerin, orman ve ağaçların yakılması yasaktır.
9.       Namus ve şereflere tecavüz, zina ve diğer tüm gayr-i meşru münasebetler yasaktır.
10.   Rehineleri öldürmek yasaktır.
11.   Düşman ölülerinin başlarını ya da uzuvlarını keserek teşhir etmek yasaktır.
12.   Savaş esirlerini kalkan yapmak yasaktır.

Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda savaşın, aşırı gitmeyin. Elbette Allah aşırı gidenleri sevmez. (Bakara 190)


Biz adil olmakla yükümlüyüz, adaleti tesis etmek için konuşmak, yazmak ve savaşmakla yükümlüyüz! Başkalarının hesaplarını değil kendi hesaplarımızı dert ediniriz. Aslolan her birimizin Allah(cc)’a vereceği hesaptır. Bu dertle yaşamak ve bu dertle ölmek umuduyla...

12 Ocak 2017

Sembollerimize Sahip Çıkamıyoruz

İslam bir bakıma semboller dinidir; yaptığımız ibadetlerdeki şekiller ve şartlar ile fıkhımızda menasık olarak isimlendirilen ibadetler hep semboller üzerine kuruludur. Bu konuda en çarpıcı örnek Hac ibadetidir ki; Hacc’ın tüm menasıkı sembollerden oluşur. Arafat bir semboldür, tıpkı Mina ya da Müzdelife olduğu gibi, hatta tavaf bir semboldür.

Zamanlar ve devirler değiştikçe sembollere tutkusuyla bilinen insanlık fıtratı örneğin İslam’ı ‘haç’a karşı temsil eden ‘hilal’i sembol edinmiştir. Hilal sembolünün Nebi(sas) döneminde kullanıldığına dair rivayetler de vardır. Esasen karanlık bir dünyayı aydınlatan ışık kaynağı olmak İslam’ı pek güzel sembolize eden bir olaydır, bu yüzden de hilal çokça kabul görmüştür.

Camiler İslam’ın sembollerindendir, keza ezanlar da öyle...

Tesettür kişisel bir semboldür, sakal da öyle.

Daha bir çok şey sembol olarak sayılabilir ancak bunlardan en önemlisi şüphesiz ‘İslam’ kelimesidir. Bu kelime tüm sembolleri ve temsil edilmesi gereken hayırlı bütün değerleri ifade eden en muhteşem semboldür.
Dünyadan ahirete ait en değerli kelime olarak İslam’ı göstermek kafidir.

Adımızdır, dinimizdir, daha ötesi kulluğumuzdur, dünyamızdır, ahiretimizdir! Her varlıktan her mefhumdan ve her şeyimizden daha değerlidir.

İçinde İslam geçen herhangi bir tamlama bizim için çok özeldir ve çok hassastır. Öyle gelişigüzel isteyen istediği yerde, istediği herhangi birşey için kullanamaz onu!

Birşeyi İslam’a izafe ediyorsak artık onun değer ve mihengi Allah’a aittir, doğruluk ve yanlışlığını da ancak Allah’ın ve Rasulü’nün tayin edebileceği bir şeyden bahsediyoruz demektir.

İşte bu mukaddes ve muhteşem isim, Allah’ın dinine bizzat Zat-ı zül’Celal tarafından verilen isimdir. (Maide 3)

Tarihimizde pek çok toplum devletler kurmuş ve medeniyetler inşa etmişizdir. Her akl-ı selim sahibi müslüman yaptığı güzel işleri, ortaya konulan medeniyet ve hayırlı devirleri İslam’ın tayin ettiği emir ve yasaklar ya da İslam’ın istediği gibi bir bir dünya hayatı tesis etmek amacıyla Allah’ın dininin doğrultusunda yapmaya gayret etmiştir ve bugün de yarın da aynı maksatla hareket edecektir.

Uzun tarihimizde herşeyi yaşadık; dünyaya da hükmettik, küçücük bir şehre de sıkıştığımız günler oldu. Tarihin en etkili ve güçlü devletlerini kurduğumuz dönemlerde bile kendimizi İslam’a nispet etmedik. Mesela en uzun imparatorluklarımız olan Endülüs Emevileri ile Osmanlılar isimlerine İslam eklemediler. Bayraklarını Kelime-i Tevhid’ten ibaret ve kendilerine has bir sembolmüş gibi asla kullanmadılar.

Bazı bayrak ve sancaklarda Kelime-i Tevhid kullanılsa da devleti temsil etmedi ve herkes tarafından da öyle bilinmedi.

Bugüne geldiğimizde karşımıza bir bir fitne olarak ortaya çıkan, şiddeti ve bunun propağandasını usül olarak benimseyen bir örgüt kendini İslam’a izafe etti ve bununla da kalmayıp bayrak olarak Kelime-i Tevhid’i hem de Muhammedurrasulullah ibaresini O’nun yüzüğü şeklinde kullanarak ortaya çıktı. Sonrasında bir yeri kaybettiklerinde o muhterem ve mukaddes kelimeyi yerlerde, ayaklar altında gördük... Daha da ilginci neredeyse tüm dünya o mübarek mührü Daiş’e ait bir sembol saymaya başladı ve maalesef müslümanların umumunun elinden bu sembol alınmış oldu. Herhangi bir müslüman bunu kullanacak olsa terörist damgası yemesi işten bile değil artık.

Aynı şekilde bir devlet isminin devamına İslam cumhuriyeti ibaresi ekledi ve bununla tüm gayri İslami faaliyetlerini ve müslümanların aleyhine yaptıklarını perdelemeye çalıştı. Bir başka devlet Kelime-i Tevhid’in altına bir kılıç ekleyip resmi bayrak olarak kullandı ve bununla kendini müslümanların lideri görmeye çalıştı ancak onlara hiç bir faydası olmadı hatta Haremeyn’e bile layıkıyla hizmet edemedi.

Bu kötü örnekler gösteriyor ki yaptığımız işleri devlette olsak sıradan bir fertte olsak İslam’a izafe ettiğimizde temsil ve taşımakta kaçınılmaz olarak işleyeceğimiz hatalar ve cürümler İslam’a ve müslümanlara fayda yerine zarar veriyor. Üstelik bu gibi yapılara kendini mensup hisseden müslümanlar kendileri dışındaki herkesi mürted olarak nitelendirmekte bir sakınca görmüyorlar.

Öyle ya; İslam onların devleti, Kelime-i Tevhid onların bayrağı, bu ikisini elinde bulunduran yegane müslüman topluluk onlar oluveriyor ve tekfir gayet basit bir şekilde işlemeye, müslümanları kırıma uğratmaya başlıyor.
Oysa İslam, Asr-ı Saadet’ten beri devam edegelen güzelliklerin tesisini sağlayan hayat nizamı olarak bizim ve onların hatalarından uzak ve üstün bir dindir. Onunla elde edilen güzellikler İslam’ın üstünlüğünden, kayıplar ise bizim bu dinden uzaklaşmamızdan ya da onun sınırlarını aşmamızdandır.

İslam, bir devletin değil dinin adıdır!


Kelime-i Tevhid, kimseye özel bir bayrak değil İslam’ın sembolüdür ve altına dileyen herkes girebilir.

09 Ocak 2017

Mültecilerle imtihanımız

Suriye devrimi başladığından bu yana gerek içimizde gerekse dışarıda bir çok şahıs, cemaat ve devletin ipliğini pazara çıkardı ve tabiri caizse ‘kimin ne idüğü’ artık çok daha kolay görülür oldu. İlk yıllardan başlayarak devletler pozisyon aldılar ve ne mutlu bize ki Türkiye tarihinin en onurlu dış politika duruşlarından birini bu konuda sergiledi. Daha olaylar başlayıp silahsız göstericiler meydanlarda ‘halk rejimin yıkılmasını istiyor’ sloganları atmaya başladığında ve henüz hiç bir mülteci sınırlara yönelmemişken de, kan dökülmeye ve artık halkın da yok olmamak uğruna silahlı direnişe geçtiği günlerde de, mülteciler sınırlara dayandığında da, kamplar dolup sınır şehirlerinde boş ev kalmayıncaya kadar yoğun bir göç yaşandığında da bu duruş değişmedi.

Bu başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere çevresindeki bazı hamiyet sahibi insanların şahsi gayretleriyle yürütülen ve hem içeride hem de dışarıda yoğun tepki ve saldırılara sebep olsa da halen kararlılıkla devam ettirilen politika, sınırların büyük ölçüde kapalı olması haricinde değişmedi. Şu sıralar ağır hasta veya yaralıların dışında mülteci kabul edilmiyor ve daha çok Suriye içinde kamplar oluşturularak orada ikametleri ve yardımlarla hayatlarını sürdürmeleri isteniyor.

Gerek yurt içinde gerekse Suriye topraklarındaki kamplara yardımlar büyük oranda devlet adına Afad ve sivil toplum kuruluşlarınca devam ediyor. Şüphesiz bu konuda sahanın belkemiği olan İHH, suriyeli mülteciler için yaptıklarıyla herhalde başka hiç bir faaliyeti olmasaydı bile tarihe onurla yazılacak isimlerden biri oldu. Suriye topraklarında bir İHH yeleğinin karizması başka hiç bir kıyafetle kolay kolay sağlanamıyor. Ve yeni yetişen fidanlar gibi meyveler veren bir çok yardım kuruluşu büyük gayret ve fedakarlıklarla faaliyetlerine devam ediyorlar.

Türkiye’nin hemen her yerinden toplanan yardımlar sürekli kamplara akarken mültecilerin sayıları da hızla artıyor ve şartlar her geçen gün biraz daha ağırlaşmaya devam ediyor. Son olarak Halep’ten yaşanan büyük göç ile ortaya konulan yardım seferberliği her türlü takdirin üstünde gerçekleşti ve devam da ediyor. Hatta Türkiye devlet olarak neredeyse dev bir yardım kuruluşu gibi faaliyet gösteriyor denilmesi pek abartı olmayacaktır.

Bu noktada dikkat çekmek istediğim asıl konu ise yurt içinde özellikle kamplar dışında, şehirlerde yerleşen mültecilerin durumları. Bu insanlar yeni bir ülkeye, istemedikleri şartlarda ve mecburiyetten sığınmış, savaşın sebep olduğu yıkım ve katliamların kaçınılmaz sonucu olarak aramızda yaşamaya çalışan kardeşlerimizdirler. Ve normal şartlar altında sadece bu cümle yani ‘onlar kardeşlerimizdir’ cümlesi dışında birşey söylemeye gerek olmaması gerekiyordu. Bu kardeşlik, damarlarda dolaşan kanların değil kalplerde parıldayan imanın sağladığı ve yalnız dünyalık değil uhrevi bir davetin kardeşliği...

Bugün geldiğimiz aşamada tüm yardım ve destek faaliyetlerinin yanında en az onlar kadar hatta daha elzem bir mecburiyetimiz daha ortaya çıktı; toplumumuzda gittikçe yükselen bir mülteci rahatsızlığı hatta açık bir mülteci fobisi yaşanıyor ve bizim buna karşı aldığımız neredeyse bir hiç tedbirimiz olmadığı gibi genel bir çalışmamız da yok.

Devlet devletliğini yapıyor; politika belirliyor ve imkanlarını, gücünü ortaya koyuyor ancak ne yazık ki ne resmi ne de gayri resmi kuruluşlarımız sadece bugünlerin değil belki önümüzdeki on yılların sorunu olabilecek, yükselen ırkçı ve mülteci karşıtı algıya karşı ciddi bir eğitim, bilgilendirme ve gerilimleri yumuşatıcı bir çalışma yapmıyor.

Herhalde en ciddi katkı camilerimizde vaaz ve hutbeler sırasında yapılan bir kaç cümlelik kardeşlik üzerine yapılan tavsiyelerden ibaret kalıyor.

Uzun yıllar Avrupa’da yaşamış biri olarak, gerek dil gerekse kültürden kaynaklanan sorunların bile toplumda ne derece kırılgan hatlar oluşturduğunu bizzat yaşayarak öğrenmiştim. Yıllar yılı oralarda yaşayan hatta orada doğmuş ve yetişmiş birine bile ‘pis Türk’ tamlamasının yakıştırıldığına şahit olduğumuzda yaşadığımız şaşkınlığın bir benzerini yıllar sonra ‘pis Suriyeli’ hakaretlerini duyarak yaşamak istemiyorsak birşeyler yapmalıyız.

Biz bu kadarını yapmayız diye düşünüyoruz, biz onlar gibi değiliz, misafirperveriz, müslüman bir halkımız var, bir yerde  neredeyse hepimiz aslında mülteciyiz gibi pek çok argümanımız var evet ama bunları işlemek ve beslemek zorundayız. Özellikle sınır şehirlerimizde gündemi takip etmeyen, bilgi kaynağı dedikodular olan, komşusundan aldığı haberlerle dünyayı tanıyan ve hemen her duyduğuna inanan kitleler var.

Aç kaldığı için yardım olarak bedava verilen kömürünü piyasanın çok altında bir fiyata satan ama onunla da ekmek almak yerine çoğu zaman kirasına eklemek zorunda kalan bir Suriyeli aile için ‘aslında kömüre ihtiyaçları yok, satıp parasını yiyorlar’ yakıştırmasına inanan binlerce insan bulabiliriz.

Yine benzer şekilde; alışveriş merkezlerinde, pahalı mağazalarda dolaşan, zengin belki de Türkiye’de fabrikaları olan hatta bizzat alışveriş merkezi satın alan Suriyeli mültecilerin kredi kartlarının devlet tarafından ödendiğine inanan binlerce insan var.

Yardıma muhtaç mültecileri görünce rahatsız olan ve uzaklaşan ama kafelerde ve lüks mekanlarda oturan mültecileri görünce de kıskanan, gerçeklikten kopuk bilgisiz bir duygusallıkla insanları değerlendiren binlerce insan var.

Yani devlet ve millet olarak ‘ensar’ olmayı seviyor ve istiyoruz ancak bizim de bir diğer yüzümüz var ve bu yüzümüzle sık sık karşılaşıyoruz artık! Oysa birazcık gayret ve samimiyetle yürütülecek bir kaç çalışma veya projeyle büyümeden sorunları çözebilir ve hem bizim hem de misafirlerimizin canları yanmadan bu dönemi atlatabiliriz.

Devlet adı gibi dev bir yapıdır ve hantal işleyebilir ancak sivil toplum kuruluşları tam da bugünler ve bu işler için vardırlar ya da öyle olmalıydılar. İslami cemaatlerin çevresinde örgütlendiği kurumlar tam da bugünlerde ve tam da bu iş için biçilmiş kaftanlardır. Hani hemen her konuda Rasulullah(sas) ve ashabına imreniriz ya, aslında mülteciler bizim için bu konuda büyük bir fırsattır.

Mültecilerin kendilerini anlatmaları şimdilik mümkün değilken; bizim fertler olarak ve tabii islami kuruluşlarımızın yapı olarak devreye girmeleri ve güzel sözlü, çok dinlenen hocalarımızın önderlik etmeleri ile halkı zaten var olan duyarlılıkları üzerinden bilinçlendirmek ve hayatı hepimize daha anlamlı kılmak için birşeyler yapabiliriz.


Hem kendimize hem de gelecek nesillerimize, hem dünyamıza hem ahiretimize faydası dokunacak hayırlı işler yani salih ameller işlememiz için yeterli sebebimiz var! 

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...