İş yapmaktan konuşmaya vakit bulamayanların devrinden çok
uzaklara, konuşmaktan iş yapmaya vakitleri kalmayanların zamanına denk geldik. Herkes
kadar biz de bu nehrin suyundan içtik ve kıyısında karnımızı doyurduk. Ondandır
rahat yazacak olmam…
Her sene bu zamanlarda hep aynı şeyleri tartışmak gibi bir
adetimiz var. Artık yerli ve milli bir alışkanlığımız olduğundan, geri kalmamak
gerekiyor. Üstümüze düşeni yapmalı ve bu sürece her birimiz ayrı ayrı katkıda
bulunmalıyız. İlla bir şeyler bilmemiz gerekmiyor, bir şeyler duymuş olmamız da
yeter. Yeter ki konuşalım, susmayalım.
İşte bu bağlamda, üstümüze üstümüze gelenlere birkaç cümle
de ben edeyim istedim.
Müslümanların fetihleri ile gayri müslim işgalleri
arasındaki bariz fark; biz bir tek ibadethaneye sembolik olarak el koymuş, yine
ibadethane olarak kullanmışız, onlarsa bizim camilerimizin tamamını yakmış,
yıkmış ve yok etmişler.
O mecrada kimse bize laf edemez!
Sadece ibadethanelerimizi değil bütün hatıramızı yok
edinceye kadar uğraşmışlar; insanlarımızı katliama tabi tutmuş,
kütüphanelerimizi yakmışlar. Düne kadar yüzlerce yıl kaldığımız yerlerde
esamemizi bırakmamaya çalışmışlar. Oysa biz, ne dinlerine ne kültürlerine
dokunmamışız.
Evet, güç kimdeyse onun hükmü geçer, mühür kimdeyse Süleyman
odur amma azıcık hayası olan şöyle bir dönüp mukayese eder de Müslümanlara laf
etmekten dilini çeker.
Tarih nehrinde yüzen cesetlerin, kitapların ve insanlığın
katili biz değiliz, onlar…
Fatih’in Ayasofya’yı camiye çevirmesine itirazınız mı var?
Hiçbir hükmü yok bunun, siz kimsiniz Fatih’i yargılama
cüretini nereden aldınız?
Ayasofya’nın yeniden cami olmasını istemek, Müslümanların en
tabii hakkıdır, elde eder ya da edemezler bunu zaman gösterir.
Ayasofya bir zamanlar kiliseydi, cami oldu, sonra müze oldu.
Demek ki devran dönüyor, gün gelir tekrar cami de olabilir, yeter ki o kudrete
erişelim.
Söylemekten bıktık ama bakın;
Biz firavunların piramitlerine dokunmamışız, Petra’daki
evlere, Palmira tapınağına karışmamışız. Hadi onlar uzak, memleketin her bir
köşesinde hala Bizans eserleri duruyor, tapınakları, tiyatroları ayakta.
İslam bize, üstün bir adalet ve ahlak duruşu vermiş, onun
bunun yaptıklarından gocunacak, yıkmaya çalışacak düşüklük bizden uzak dursun.
Biz yapanlar idik, yine yapıcılar biz olmalıyız.
Bir de Balkanlara, Endülüs’e bakın…
Ardından ağıtlar yakılacak büyük yıkımlar yaşamışız, bugün
hala Endülüs denilince yitik bir cennetten bahsettiğimizi düşünürüz. Balkanlar
denilince, Tuna boylarında at üstünde, kanatları uçuşan bir akıncının
evlatlarının çamurlar içinde sürgün edilişini görürüz.
Biz sadece kaybetmemiş aynı zamanda yok edilmeye çalışılmış
bir neslin evlatlarıyız. Ama şimdi bir de fethi başımıza kakmaya çalışıyorlar.
Neredeyse özür dileyip, gerisin geri iade etmemizi isteyecek kadar utanmazlar.
Bunların arasında tatlı su Müslümanlarının oluşu hiç
şaşırtıcı değil. İslam’ın geleceğini ya da Müslümanların maslahat ve menfaatini
düşünmek gibi bir derdi olmayanların tamamı hep batı kapılarında kemik
beklerler. Elde edebilmek için salladıkları kuyruk sayısı belirsizdir.
Efendilerinin takdir dolu bir bakışına muhatap olabilmek için, Fatih’e de bize
de hırlayıp duruyorlar.
Ayasofya ya da başka bir eski kilisenin cami olmasından
rahatsız olmak, maalesef iflah olmaz bir batı hastalığının alametlerindendir. Oysa
onlara yaranmak için yenen her lokma bünyede zehir etkisi yapıyor. Bunu hoşgörü
veya demokrasi sosuyla tatlandırmanın faydası yok. Zehir zehirdir, öldürüyor ruhumuzu…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder